Kategori: Genel

  • Aile Terapisi Nedir? Aile Terapisti Ne Yapar?

    Toplumun en temel yapısı olan aile içindeki bireylerin arasındaki çatışmaları gidermeye çalışan, aile içi iletişimin niteliğini arttırmaya yardımcı olan psikoterapi türüne aile terapisi adı verilmektedir.

    Ailedeki fertlerin her birinin kendine özgü kişiliği, düşüncesi, zevkleri ve hobileri vardır. Aynı çatı altında yaşayan ve birbirinden farklı olan üyelerin bazı konularda çatışması gayet doğaldır. Ancak bu çatışmalar aile üyelerinin arasındaki dayanışmayı bitiriyor ve iletişimi güçleştiriyor ise huzur kalmaz ve üyeler birbirinden uzaklaşmaya başlar. Bu istenilen bir durum değildir. Bu yüzden farklı karakterdeki aile üyelerinin bu konuda yardım almaları, ileriki süreçler ve daha ciddi krizler açısından çok önemlidir.

    Aile terapisi birbiriyle sorunlar yaşayan anne-baba ve çocuklar arasındaki iletişimi güçlendirir, olaylara karşı bakış açılarını değiştirerek çatışmaları çözme becerisi kazandırır. Böylece aile, gerçek birleştirici yapısına yeniden kavuşmuş olur.

    Aile terapisine hangi durumlarda başvurmak gerekir?

    Eşler arasındaki problemlerin çocukları ilgilendirdiği zamanlarda veya ebeveynlerden birinin çocuklarla yaşadığı sorunlarda devreye giren aile terapisi;

    • Aile içi kriz ve anlaşmazlık durumlarında
    • Çocukların eğitim yaşantısında, sosyal çevresinde ve aile içinde yaşadığı problemlerde
    • Aile üyelerinden birinin uyuşturucu madde bağımlılığı yaşadığı durumlarda
    • Aile fertlerinden birinde psikolojik bir rahatsızlık baş gösterdiğinde
    • Alkol bağımlılığında
    • Herhangi bir kalıcı fiziksel hastalıkta
    • Aileden birinin vefatında
    • Ebeveynlerin yaşlılık çağında
    • Göç sonucu oluşmuş kültürel uyum problemlerinde
    • Kaza veya diğer travmatik durumlarda
    • Boşanma sürecinde
    • Aile içi büyük değişimlerde (yeni çocuk, yeni evlilikler vb.)
    • Evlat edinme sürecinin öncesi ve sonrasında aile üyelerine büyük destek sağlamaktadır.

    Aile terapisinin amaçları nelerdir?

    Aile terapisindeki temel amaç aile üyelerinin arasındaki çatışmayı sonlandırmak, aralarındaki iletişimi kuvvetlendirmek ve birilikte problem çözme becerilerini geliştirmektir.

    Aile bağlarının ve aile içi iletişimin önemini kavramalarını sağlamak, hem iyi günde hem de kötü günde sevginin ve acının paylaşılmasını sağlamaktır. Aile bireylerinin sorunlar karşısında işbirliği yapmalarını sağlayarak, problemlerin tek kişiye yüklediği stres ve sorumluluğun paylaşılmasına yardımcı olarak bireyleri rahatlatmaktır.

    Aile terapisi nerelerde uygulanır?

    Aile terapisinin uygulanacağı ortam bireysel terapiden biraz farklıdır çünkü kalabalık bir ailenin ihtiyaçlarına karşılık verecek şekilde dizayn edilmektedir. Terapistin kendi ofisinde ailenin rahatlıkla oturabileceği büyüklükte olan bir salon veya oda olabileceği gibi çeşitli psikoterapi merkezlerinde bulunan ve grup terapileri için düzenlenmiş özel odalar da olabilir.

    Ülkemizde psikolojik danışmanlık merkezleri adı altında açılmış merkezlerde aile terapisi için uygun mekanlar bulunmaktadır. Yine hastanelerin psikiyatri servislerinde ailelere yönelik çalışmaların terapist gözetiminde yapılabileceği ortamlar bulunmaktadır.

    Kadınlara yönelik açılan sığınma evleri, göçmenlere yönelik açılmış olan sığınaklar ve uyuşturucu bıraktırma merkezlerinde de aile terapisinin uygulanabileceği ortamlar mevcuttur.
    Çocuk Koruma Kanunu kapsamında danışmanlık tedbiri kararı alınan çocukların aile terapileri, aile üyelerinin hep birlikte yaşadığı evde uygulanabilmektedir.

    Aile terapisinin süresi ne kadardır?

    Aile terapilerinde ailenin hangi amaçla ve sebeple terapiye başvurduğu, sürenin belirlenmesinde ana etkendir. Bir haftanın içinde bir kez uygulanabildiği gibi bazı yoğun durumlarda iki kez de uygulanabilmektedir.

    Aile terapilerinde söz hakkı alan kişi sayısı birden fazla olduğu için seanslar 90 dakika kadar sürmektedir.

    Terapilerin toplam sayısı ailenin başvurma sebebinin niteliğine göre birkaç seans bile sürebilir.
    Ancak normal şartlar altında aile terapisinin başarılı olabilmesi ve aile üyelerini istenen yeterliliklere kavuşabilmesi için toplam seans 8 ile 20 arasında değişebilmektedir.

    Bazı özel durumlar da söz konusu olabilmektedir. Kimi zamanlarda bazı sosyal kuruluşlar aile terapisinin sponsoru oldukları için, terapistten belirli bir zaman aralığında terapiyi sonlandırmasını isteyebilir. Yapılan etik anlaşmalara göre her iki taraf da anlaşmanın kurallarına riayet etmek durumunda kalabilir.

    Aile terapisti kimdir?

    Psikoterapi eğitimi alan tüm lisans sahibi terapistler aile terapisi uygulayabilmektedir. Ancak psikoterapistlerden aile terapisi alanında uzmanlaşıp sadece bu alana yoğunlaşan terapistler de vardır. bu terapistler aile terapisi alanında tüm yaklaşımların eğitimini alıp kendilerine göre bir yöntem seçip, alana özgü uygulamalar da yapabilmektedirler.

    Aile terapistleri yalnız çalışabildikleri gibi farklı meslektaşlarıyla birlikte de aile terapisi uygulayabilmektedirler. Ailenin tümüyle beraber çalışan terapistler gerek duydukları zamanlarda ailedeki bireylerle yalnız seanslar da gerçekleştirebilirler. Tabi bire bir seanslarda konu ailenin bütününü ilgilendiren gerçek konu olmaktadır.

    Aile terapisi genel uzmanlık alanı olmakla birlikte bazı terapistler sadece spesifik bir alanda da uzmanlaşabilirler. Bu özel konular aile içi şiddet, göçmen aileler, cinsellik veya mülteci konumundaki aileler olabilir.

    Kimler aile terapisine katılır?

    Tüm terapi türlerinde, danışanların gönüllü olması terapinin başarıya ulaşması için çok önemlidir. Aile üyelerinin bir kısmı ya da tamamı aile terapisine katılabilir. Terapinin ilk dönemlerinde kısmi bir katılım olsa da gidişata göre diğer aile üyeleri de sürece dahil edilebilir. Ailenin tamamının katıldığı durumlarda süreç bu şekilde tamamlanabildiği gibi bazen geniş ailenin diğer üyeleri de terapi süreciyle ilişkilendirilebilirler.
    Aile bireyleri ile terapist arasında terapinin başlangıcında gizlilik anlaşması yapması aile üyelerine güven verir. Bazen bire bir başlayan terapiler, danışanın aile üyelerini ilgilendirdiği takdirde, tabi gönüllülük olması koşuluyla, tüm ailenin katılımıyla aile terapisi şeklinde sürebilmektedir. Tüm bu sürecin ilerlemesi terapistin uzmanlığına bağlıdır.

    Aile terapisi nasıl uygulanır?

    Terapistin çeşitli yöntemler uyguladığı aile terapilerinde genel süreç hemen hemen aynıdır. Ancak terapistin dikkat etmesi gereken durumlar vardır.

    Aile üyelerinden birinin problemi için başvurulan terapide; terapist sadece sorun yaşayan bireyin problemine değil tüm aileye odaklanmalıdır. Okul başarısızlığı yaşayan çocuğun bu problemi ile ilgili çalışılırken aynı anda ebeveynlerin tutum ve davranışları konusunda da çalışılmalıdır.

    Aile terapisi tek bir üyenin baskın olduğu ve sadece bir kişinin konuştuğu terapi süreci değildir. Terapist ailenin tüm bireylerine konuşma, birbirlerini dinleme ve saygı konusunda eşit mesafeli davranmalıdır. Aile üyelerinden herhangi biri terapistin diğer bir üyeye fazla yoğunlaştığı fikrine kapılmamalıdır.

    Aile terapisi uygulanırken terapist bireylerin birbirlerini anlamalarına yardımcı olmalı ve bunun bir alışkanlığa dönüşmesini sağlamalıdır. Terapilerin hemen hepsinde aile üyeleri problem karşısında birbirlerinin suçlama eğiliminde olmaktadırlar. Bu yanlış davranış yerine çözüme odaklanma ve çözümü konuşma davranışı oturtulmalıdır.

    Bazı aile üyeleri çözüme ulaşma konusunda fazla aktif olmayabilirler. Terapist o üyeyi de aktif hale getirmelidir. Ailenin güçlü olduğu özellikleri vurgulanmalı ve çözüme bu özellik kullanılarak ulaşılmalıdır.

    Aile terapisinin faydaları nelerdir?

    Aile üyeleri arasındaki anlaşmazlıklarda çok yarar sağlayan aile terapisi, bireylerin madde bağımlılığı veya yeme bozuklukları gibi problemlerinde de faydalı olabilmektedir.

    Ailenin yaşadığı psikolojik travmalardan çıkışta, üyeler arasındaki iletişimi ve bağı güçlendirerek diğer tedavi çeşitlerine destek sağlamaktadır.

    Aile terapisinin avantajları nelerdir?

    Bireysel terapide kişinin problemine dönük çalışılırken aile terapisinde hem kişinin problemine yönelik hem de aile üyeleriyle birlikte yaşadığı probleme yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Tüm aile üyeleri çözüme dönük oldukları için herkes, problem çözmenin hazzına ulaşmaktadır.

    Çözüme yönelik atılan adımların birlikte atılması ve yapılan her şeyin bir takım havasında yapılması, aile üyelerinin birbirlerine olan bağlılıklarını arttırmaktadır.

    Bir veya birkaç aile üyesinin konuşmaya dahi çekindiği konu terapistin teşviki ile başka bir üye tarafından dile getirilebilmekte ve çözüm için kullanılabilmektedir.

    Bire bir terapiye katılmaya çekinen üyeler aile ile birlikte daha cesur davranabilmektedir. Aile üyeleri çekingen olan üyeyi cesaretlendirebilmektedir.

    Aile terapisinin dezavantajları nelerdir?

    Ebeveynler aile terapisinde bazı aile sırlarının saklı kalmasını isteyebilirler ancak ailenin diğer üyeleri bu gizlilik isteğine sadık kalmayabilir ve terapide konuyu açabilir.

    Bireysel terapide danışanın ve terapistin ortak zamanını ayarlamak daha kolay olmaktadır. Ancak aile terapisinde aile üyelerinin tamamının ortak boş zamanını düzenlemen ve randevulaşmak daha zordur.

    Aile terapisi daha zor bir uğraş olduğu için bireysel terapiden daha maliyetli olmaktadır.

    Birden fazla kişiyi aynı anda terapiye motive etmek zor olduğu için aile terapisine başlamak bireysel terapiden daha zordur. Hatta bazen terapi sürecinde üyeler arasında tartışmalar da yaşanabilmektedir. Bunun ardından bazı üyeler terapiden ayrılmayı isteyebilir. Bu durum terapinin amacına aykırı olduğu için terapistin zor anlar yaşamasına neden olabilir.

  • Borderline İlişki: Romantik İlişkilerde Borderline Kişilik Bozukluğu

    Kristalyn Salters-Pedneault, Ph.D tarafından yazılmıştır. 28 Kasım 2021’de güncellenmiştir. Dr. Steven Gans tarafından tıbbi olarak incelenmiştir

    Borderline kişilik bozukluğu (BKB) olan kişiler genellikle kaotik, yoğun ve çatışmalarla dolu ilişkiler yaşarlar. Bu durum, özellikle romantik ilişkiler için geçerlidir.

    Eğer BKB olan biriyle bir ilişkiye başlamayı düşünüyorsanız veya zaten BKB olan biriyle bir ilişki içerisindeyseniz, bu bozukluk hakkında ve ilişkiden beklentilerinizin ne olması gerektiği hakkında bilgi edinmelisiniz. Aynı şekilde eğer size BKB tanısı konulduysa, belirtilerinizin aşk hayatınızı ve romantik ilişkilerinizi nasıl etkileyeceği üzerinde düşünmek size yardımcı olabilir.

    Borderline kişilik bozukluğu nedir?

    BKB kişinin değişken ruh hâlleri ve duygular sergilediği, benlik algısıyla ilgili sorunlar yaşadığı, dürtüsel bir şekilde davrandığı ve ilişkilerinde zorluklar yaşadığı bir davranış bozukluğudur. Kendine zarar verme veya intihara yönelik davranışlar gibi riskli davranışlar da BKB belirtileri arasında yer alabilir.1

    BKB, tanı koyarken ruh sağlığı uzmanlarının kaynağı olan Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı’nın 5. Baskısında (DSM-5) kişilik bozukluğu olarak kabul edilmiştir. DSM-5’e göre, BKB tanısı en çok kadınlara konuluyor. Bozukluğa neyin neden olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte, genetik ve çevre risk faktörleri arasında yer alıyor.2

    İlişkide BKB belirtileri

    DSM-5’te belirtilen BKB belirtileri arasında yoğun, değişken ve çatışmalı ilişkiler yer alıyor. Araştırmalar, BKB olan kişilerin çalkantılar ve işlevsizliklerle nitelenen fırtınalı romantik ilişkiler yaşamaya yatkın olduğunu saptadı.3

    Örneğin bir çalışma, BKB belirtileri gösteren kadınların ilişkilerinde daha fazla kronik stres ve daha sık çatışma yaşadığını gösterdi. Buna ek olarak BKB olan kişilerin partnerleri, BKB belirtileri ne kadar şiddetliyse ilişkinin o kadar az tatmin edici olduğunu belirtti.

    İlişkiyi sürdürmede güçlük çekme, borderline kişilik bozukluğunun bir özelliğidir.4 Buna ek olarak araştırmalar zamanla BKB belirtilerinin romantik ilişkilerle daha da bağlantılı hâle geldiğini göstermiştir.5

    Aşağıda, BKB belirtilerinin ilişkileri nasıl etkileyebileceğini inceledik.

    Değişkenlik

    BKB olan kişiler sıklıkla başkalarının onları terk edeceğinden korkar. Aynı zamanda, aniden bunalmış hissetmeye ve yakınlıktan korkmaya başlayabilirler. Bu durum, ilişkilerden kaçınmalarına neden olabilir. Sonuç olarak, sevgi ve ilgi isteme ile ani kaçınmalar gösterme ve kendini soyutlama arasında sürekli olarak gidip gelirler.

    Terk edilme korkusu

    İlişkileri ayrıca etkileyen bir diğer BKB belirtisi ise terk edilmeye karşı duyulan derin korkudur.6 Bu korku, BKB olan kişilerin sürekli olarak birilerinin onu terk edeceğine dair işaretler aramasına ve küçücük bir olayı bile yakında terk edileceğine yönelik yorumlamasına neden olur.

    Bu duygular yalvarma, toplum içerisinde bazı hareketler sergileme ve hatta partnerin gitmesini fiziksel olarak engelleme gibi aşırı çabalarla sonuçlanabilir.

    Yalan söyleme

    BKB olan kişilerle ilişki içerisinde olan insanların sık sık şikayet ettiği başka bir konu ise kişinin yalan söylemesidir. Yalan söyleme ve kandırma BKB için resmi bir tanı kriteri olmasa da, birçok partner yalanın en büyük sorunlardan biri olduğunu belirtti. Bu durum, BKB’nin kişinin bazı şeyleri diğer kişilerden tamamen farklı görmesine neden olmasından kaynaklanıyor olabilir.

    Dürtüsel cinsellik

    Dürtüsel cinsellik BKB’nin diğer bir klasik semptomudur ve BKB olan kişilerin birçoğu cinsellik ile ilgili konularda sorun yaşar. Ayrıca, BKB olan insanların büyük bir kısmı, çocukluklarında cinsel istismara uğramıştır.7 ve bu cinselliği çok daha karmaşık hâle getirir.

    2011 yılında Innovations in Clinical Neuroscience‘da yayımlanan bir yazı, BKB olan kişilerin cinsellik konusunda diğer kişilere göre nasıl farklılıklar gösterdiğini incelemiştir. Yazarlar, BKB olan kişilerin örneğin erken yaşta cinsel ilişki yaşama, rastgele cinsel ilişkilerde bulunma ve geçmişte daha fazla partnerlerinin olması gibi durumlar aracılığıyla dürtüsellik sergilediği sonucuna vardı.8

    Son olarak araştırma, BKB belirtilerinin kadınlarda planlanmamış gebeliklerle ilişkili olduğunu göstermiştir.9

    Dolaysız etkilere sahip belirtiler

    Dürtüsellik, kendine zarar verme6 ve dissosyatif belirtiler gibi diğer BKB belirtilerinin ilişkiler üzerinde dolaysız etkileri olabilir. Örneğin, BKB olan bir yakınınız devamlı aşırı alışveriş yapma gibi dürtüsel davranışlar sergiliyorsa bu durum aile içinde büyük oranda strese neden olabilir. Buna ek olarak, intihara yönelik davranışlar partnerler için korkutucu olabilir ve ilişki içerisinde fazlaca strese neden olabilir.

    Romantik bir ilişkiye başlama

    BKB olan insanların yakınlarının başa çıkması gerektiği yoğun ve yıkıcı belirtilerinin yanı sıra,1 onları bazı zamanlar çok iyi partnerler yapan olumlu özellikleri de vardır. Hatta BKB olan biri ile romantik ilişki içerisinde olan birçok insan partnerlerini eğlenceli, heyecan verici ve tutkulu kişiler olarak tanımlıyor.

    BKB olan kişiler yoğun duygulara ve güçlü bir yakınlık isteğine sahip oldukları için birçok insan BKB olan kişilere karşı çekim hisseder.

    İlişki sürecek mi?

    Birçok ilişki balayı döneminden geçer. BKB olan kişilerinin ilişkilerinde de durum farklı değildir. Hatta bu dönem daha yoğun yaşanabilir.

    BKB olan kişiler, genellikle yeni bir romantik ilişkinin başlangıcında yeni partnerlerini baş tacı ettiklerini belirtiyor. Mükemmel uyumu, onları duygusal acılarından kurtaracak ruh eşlerini bulduklarına inanıyorlar. Bu düşünce türüne idealleştirme denir.

    Balayı süreci, yeni partner için de çok heyecan verici olabiliyor. Sonuçta birinin size yoğun duygular beslemesi ve size ihtiyacının olduğunu hissettirmesi oldukça hoş bir durum.

    Ancak, gerçeklik devreye girdiğinde sorunlar ortaya çıkmaya başlıyor. BKB olan kişi yeni partnerinin kusursuz olmadığını fark ettiğinde, mükemmel ve ideal ruh eşi imajı yıkıma uğrar. BKB olan kişiler dikotomik düşüncelere sahip oldukları veya her şeyi sadece siyah ve beyaz olarak gördükleri için, insanların niyeti iyi olduğu hâlde hata yapabileceklerinin farkına varmakta güçlük çekebilirler.

    Sonuç olarak, BKB olan kişiler idealleştirmeden değersizleştirmeye hızlı bir geçiş yaparlar veya partnerlerinin berbat bir kişi olduğunu düşünürler.10

    BKB olan biriyle bir ilişki sürdürebilmenin anahtarı, bu döngülerle başa çıkabilmek için yollar bulmak ve partnerinizi yıkıcı belirtileri ve sorun teşkil eden düşüncelerini azaltması için profesyonel yardım alması için cesaretlendirmektir. Bireysel terapiye ek olarak, çift terapisi de ilişkide her iki partner için faydalı olabilir.

    Romantik ilişkiyi sürdürme

    Çift terapisinin yanı sıra, ilişkiler konusunda faydalı olan ve BKB olan kişilerde etki gösteren terapi türleri vardır:

    • Diyalektik Davranış Terapisi (DDT): DDT, kişinin düşüncelerini davranışlarıyla ilişkilendiren bir terapi türüdür. DDT’de biri kişiler arası becerileri yönetme olmak üzere dört temel beceri öğretilir.
    • Zihinselleştirmeye dayalı terapi: Zihinselleştirmeye dayalı terapi, kişinin kendi ve başkalarının aklında neler döndüğüne anlam verebilmesine yardımcı olur.
    • İlaçlar: Şu anda özellikle BKB’yi tedavi ettiği tasdik edilen bir ilaç bulunmasa da, doktorlar borderline kişilik bozukluğunun bazı belirtilerine yönelik ilaçlar reçete edebiliyor. Araştırmalar, bazı ilaçların kişiye öfkesini, dürtüselliğini ve depresyonunu kontrol altına almasında yardımcı olduğunu gösteriyor. 11Yine de bu bağlamda ilacın yan etkileri ile olası faydalarını dikkatli bir şekilde dengelemek önemlidir.

    İlişkiyi sonlandırma 

    Partnerlerden birinin BKB olduğu ilişkiler bittiğinde birçok sorun ortaya çıkabilir. BKB olan kişilerin yoğun bir terk edilme korkusu olduğu için, ayrılık onları çaresiz ve yıkılmış hissettirebilir.

    İlişki sağlıklı olmasa da, BKB olan kişi ilişkiyi bitirme konusunda sorun yaşar. Bu durum özellikle uzun ilişkilerde ve evliliklerde geçerlidir.12

    İşte bu yüzden, özellikle ayrılık söz konusu olduğunda kendiniz ve partneriniz için bir destek ağına başvurmak iyi bir fikir olacaktır. Bu ağa genellikle profesyonel ruh sağlığı uzmanları da dâhildir.

    Verywell’den bir söz

    Birçok zorluğa rağmen, BKB’nin önceden tahmin edilmesi iyi bir şeydir. Bu, BKB olan birçok insanın bir süreden ve tedaviden sonra bile bozukluktan kalan belirtiler gösterebileceği, ancak uzun vadede iyileşmenin ve sağlıklı ilişkiler sürdürebilmenin mümkün olduğu anlamına gelir.

    Referanslar

    1National Institute of Mental Health. Borderline personality disorder. Revised December 2017.

    2MedlinePlus.gov. Borderline personality disorder. Updated November 23, 2021.

    3Miano A, Dziobek I, Roepke S. Characterizing couple dysfunction in borderline personality disorder. J Pers Disord. 2018:1-18. doi:10.1521/pedi_2018_32_388

    4Cleveland Clinic. Borderline personality disorder. Reviewed October 14, 2020.

    5Navarro-Gómez S, Frías Á, Palma C. Romantic relationships of people with borderline personality: A narrative review. PSP. 2017;50(3):175-187. doi:10.1159/000474950

    6Stoffers JM, Völlm BA, Rücker G, Timmer A, Huband N, Lieb K. Psychological therapies for people with borderline personality disorder. Cochrane Database Syst Rev. 2012;(8):CD005652. doi:10.1002/14651858.CD005652.pub2

    7Menon P, Chaudhari B, Saldanha D, Devabhaktuni S, Bhattacharya L. Childhood sexual abuse in adult patients with borderline personality disorder. Ind Psychiatry J. 2016;25(1):101-106. doi:10.4103/0972-6748.196046

    8Sansone RA, Sansone LA. Sexual behavior in borderline personality: A review. Innov Clin Neurosci. 2011;8(2):14-8.

    9de Genna NM, Feske U, Larkby C, Angiolieri T, Gold MA. Pregnancies, abortions, and births among women with and without borderline personality disorder. Women’s Health Issues. 2012;22(4):e371-7. doi:10.1016/j.whi.2012.05.002

    10Yeomans F, Levy K. Borderline Personality Disorder, An Issue of Psychiatric Clinics of North America. Elsevier Health Sciences. 2018.

    11Parker JD, Naeem A. Pharmacologic treatment of borderline personality disorder. AFP. 2019;99(5).

    12Lavner JA, Lamkin J, Miller JD. Borderline personality disorder symptoms and newlyweds’ observed communication, partner characteristics, and longitudinal marital outcomes. J Abnorm Psychol. 2015;124(4):975-81. doi:10.1037/abn0000095

  • Transaksiyonel Analiz Nedir?

    Transaksiyonel Analiz (TA), psikolojide bir iletişim kuramı olarak bilinse de hem bir kişilik kuramı, hem bir gelişim kuramı, hem de bir psikopatoloji kuramıdır ve transaksiyonel analiz tüm bunların gelişimiyle ilgilenir. İnsanı olumlu olarak ele alır, kişiliğin işleyişini kuramlaştırmıştır ve insan davranışlarını, kişiliği ‘egoların işleyişi’yle açıklamaktadır. Uyumsuz davranışları ve bunların nedenlerini açıklamayı; davranışı analiz etmeyi hedeflemiştir. Değişime ve gelişime açık bir kuramdır.

    Transaksiyonel Analiz kuramı Kanadalı tıp doktoru Eric Berne tarafından ortaya atılmıştır. Berne, önceleri 1936 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Yale Üniversitesi’nde psikiyatri kliniğinde çalışırken Eric Ericson’dan psikanalize dair eğitimler almış ve psikanaliz üyesi herkesin katıldığı meşhur ‘salı toplantıları’na eşlik etmiştir. İyi bir psikanaliz eğitimi aldıktan sonra psikanalist olarak çalışmaya başlamıştır. Ancak sonraları psikanalizin oldukça uzun olması ve somut iyileşme belirtilerini göremediği gerekçeleriyle psikanalizden şüphe duymaya başlamıştır. Sonraları kendi çalışmalarını yapmaya başlayan Berne, aslında yeni bir kuram ortaya atmak amacında değildi, o yalnızca psikanalizi geliştirmek istiyordu. Ancak Psikanaliz Enstitüsü’nden üç defa ret alınca artık kendi kuramını oluşturmaya karar vermiş ve 1957’de ‘Transaksiyonel Analiz’, ‘Ego Durumları’ gibi terimleri kullanarak yazdığı ilk makalesini yayınlamıştır. 1964’te de ‘Transaksiyonel Analiz Derneği’ni kurmuştur.

    Transaksiyonel analize göre insan davranışının nedenleri nelerdir ?

    Transaksiyonel Analiz birtakım temel sayıltıları da beraberinde getirir. Transaksiyonel Analiz’e göre ;

    • İnsanlar doğuştan OK’dir: Bu madde bizlere insanların doğdukları andan itibaren ayrıştırılmadan ve ötekileştirilmeden sadece ‘insan’ oldukları için değerli olduklarını vurgular. Yani insan ve o insanın davranışları arasında ayrım yapmalıyızı söyler. Bir insan kötü davranışlar sergileyebilir ancak onun davranış kısmından önce ‘insan’ kısmını sevmeliyiz.
    • Herkesin düşünebilme kapasitesi vardır: Freud’un Psikanalitik Kuramı’na zıt olarak Berne burada insanın pasif olmadığını tam aksine herkesin kendisi için düşünebilmekapasitesinin var olduğunu vurgular ve transaksiyonel terapide bireyin bu kısmını ortaya çıkarnaya çalışır. Yaşamında neler olacağına herkesin kendisinin karar verebileceğine inanır.   

    Berne’e göre insan davranışını etkileyen bir çok etmen olabilir ancak en kritik şey bizim kendi kararımızdır. Eğer bazıları kendi hedefinde ilerleyebiliyorsa  burada önemli olan çevresel etmenlerin onu etkileyip etkilemeyeceğine kişinin kendisinin karar veriyor olmasıdır.

    Transaksiyonel Analiz’e göre insanlar varlığını onaylatmak amacıyla diğerleriyle ‘temas’ kurar ve ‘zamanı yapılandırır.

    • Temas: Transaksiyonel Analiz’e göre insan davranışının temelinde temas edilme ihtiyacı yatar ve temas ‘kişinin varlığının onanması’ anlamına gelir. Yani bir kişinin var olduğunu göstermeye yarayan herhangi bir mesaj bir temastır. Bu temas sözlü ya da sözsüz ; olumlu ya da olumsuz ; koşullu ya da koşulsuz olabilir. Örneğin ; ‘’ne kadar güzelsin.’’ (olumlu ve sözlü temas), ‘’aşağılayarak bakmak’’ (olumsuz ve sözsüz temas).

    Bebeklik ve çocuklukta temas daha çok fiziksel uyarılma açlığını karşılamaya yöneliktir. (bebekler dokunulma ve sevgi ile temas kurar). Daha ileriki yaşlarda ise temas tanınma açlığını karşılamaya yönelir. (kişinin varlığını kabul etme, onu takdir etme). Ve bazen olumsuz da olsa temas almak hiç temas olmamasına tercih edilir. Örneğin; çocuklar ilgisiz bir ortamda büyüyorlarsa kendilerinin de orada olduğunu gösterebilmek, varlıklarını kabul ettirmek amacıyla olumsuz bazı davranışlar sergileyebilirler. (vazo kırmak, bağırarak konuşmak…)

    • Zamanı Yapılandırma: Temas alabilmek için yaşamın sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalır, zamanı yapılandırma ihtiyacı duyarız. Berne burada 6 basamaklı bir zamanı yapılandırma piramidinden bahseder. Bu piramit yukarıdan aşağıya doğru; geri çekilme (kişinin kendisiyle baş başa kalması), ritüeller (‘selam, nasılsın ?’gibi gündelik hayat diyalogları), vakit geçirme (moda, gündem, siyaset konuşmak), aktiviteler (daha yakın arkadaşlarımızla gerçekleştirdiğimiz planlar), psikolojik oyun ve raket, yakınlık (samimiyet) adını verdiği kavramlardan oluşur. Basamaklarda yukarıdan aşağıya doğru inildikçe diğer insanlarla olan temasımızın artacağını söyler.

    Transaksiyonel analiz ve ego durumları

    Transaksiyonel Analiz’in getirdiği yenilikçi yaklaşımlardan biri de ego durumlarıdır. Ego durumları doğumdan, hatta doğum öncesinden başlayarak öznel yaşantıların her biri bir ego durumuna dönüşür. Berne’e göre ego durumları 3 bölümde sınıflandırılır:

    1- Ebeveyn Ego Durumu: Bireyin yaşamında beraber olduğu büyüklerinin duygu, düşünce ve davranış örüntülerini içselleştirmesi ile oluşur. Hangi davranışları içselleştirip kabul ettiğimiz tamamen bilinçli bir durum değildir, bazen ebeveynlerimize ait istemediğimiz davranış kalıplarına kendimizde de rastlayabiliriz. Bu ego durumunda büyüklerimizin bize söyledikleri her şey bizim için çok önemlidir.

    2- Yetişkin Ego Durumu: Bu ego durumu ise bizim daha çok sorgulayan, eleştiren, anlamaya çalışan, sorunlara çözüm getiren, disiplinli ve planlı tarafımızdır. Burada büyüklerimizin bize söylediklerinden ziyade bizim o söylenenlerden neler çıkardığımız olgusu vardır. Dolayısıyla bu ego durumu bireyin yaşam deneyimlerinden etkilenir. Bu ego durumu daha çok filtre edilmiş, mantıklı yargıları ön planda tutar.

    3- Çocuk Ego Durumu: Bu ego durumu da bir çocukta rastlayabileceğimiz tüm duygu, düşünce ve davranış örüntülerini içerir. Genelde plansız ve o an canımız nasıl isterse hareket ettiğimiz, sonunu ve sonucunu pek düşünmediğimiz tarafımızdır. Bireyin daha çocuksu, sorumsuz tarafı da olabilir.

    Örneğin, kendisine verilen işleri zamanında yerine getirmeyen bir çalışana, patronunun farklı ego durumunda verdiği tepkiler şu şekilde olabilir:

    Ebeveyn ego durumunda: Bu ne sorumsuzluk, asla kabul edilemez.

    Yetişkin ego durumunda: Böyle devam ederse işine son vermek zorunda kalacağım.

    Çocuk ego durumunda: Keşke ben de onun gibi çalışmasaydım.

    Siz böyle bir durumda patron olsaydınız verdiğiniz tepkilere göre hangi ego durumuna daha yakın konumda olurdunuz ?

    Ego durumlarının analizi

    Ego durumlarını analiz etmek için yapısal analiz ve fonksiyonel analiz kullanılır. Yapısal analizde ego durumunun içeriği nedir, nasıl gelişir gibi sorulara cevap aranırken ; fonksiyonel analizde ise ego durumunda gözlenen davranış ne, işlevi ne gibi sorulara cevap aranır. Bu yazıda sizlerle ego durumlarının fonksiyonel analizi üzerinde konuşacağız.

    Ego durumlarının fonksiyonel analizinde ebeveyn ego durumu ‘eleştiren ebeveyn’ ve ‘koruyucu-kollayıcı ebeveyn’ olarak ikiye ayrılırken; çocuk ego durumu ise ‘uyumlu çocuk’ ve ‘doğal çocuk’ olarak ikiye ayrılır. Ego durumlarını analiz ederken yetişkin ego durumunu parçalara ayırmayız çünkü bu ego durumu bireyin kendi,öznel, mantıklı yanı olduğu için başkalarından aldığımız bir parça bulunmaz.

    Ebeveyn Ego Durumunda Eleştiren Ebeveyn Tepkisi ; bu ebeveyn tipi kolay beğenmeyen,, hükmedici, otoriter ve dominant karakterdedir. Aslında bazen hepimiz birilerine karşı bu tavıra bürünmüyor muyuz ?

    Ebeveyn  Ego Durumunda Koruyucu-Kollayıcı Ebeveyn Tepkisi ; bu tip ise daha bağışlayıcı, merhametli, şefkatli, izin verici ve koruyucu bir yapıya sahiptir. Hatalarımızı bağışlar ve bize yol gösterir.

    Çocuk Ego Durumunda Doğal Çocuk Tepkisi ; kendisini kontrol etmeye çalışan otoriter figürlere karşı kendini daha kolay ifade edebilen, istediğinde ağlayabilen, istediğinde gülebilen, duygularını diğerlerinden gizlemeyen, hislerini aktarabilen, baskıya maruz kalmadan davranan spontan tepkileri verebilen tiptir.

    Çocuk Ego Durumunda Uymaya Zorlanan Çocuk Tepkisi ; ise doğal çocuktan farklı olarak kendini daha sindiren, hep bir kontrollü davranmaya çalışan, davranışları başkalarına uymaya yönelik olan ve kendini rahat ifade edemeyen tepkidir. Buna bağlı olarak farklı davranış problemleri de ortaya çıkarabilir.

    Ego durumları nasıl tanımlanır? Siz hangi ego durumundasınız ?

    Ego durumlarını tanımlarken 3 metod kullanılır ;

    1- Davranışsal Tanılama: bireyin hareketleri, kelimeleri, jest ve mimikleri, ses tonu gibi davranışsal ipuçlarından yola çıkılarak bir tanılama yapılabilir.

    2- Sosyal Tanılama: “Bireyin diğer insanlarla olan etkileşiminden aldığı mesajlar neler?”, “Bireyin aldığı bu mesajlara verdiği tepkiler neler?” gibi soruların cevaplarıyla bir tanılama yapılabilir.

    3-Tarihsel Tanılama: Bireyin bu ego durumundaki yapısı onun geçmişinden (babası, annesi) mi geliyor?

    • Egogram: Ego durumlarını tanımlamada kullanılan bir diğer yöntem ise egogramdır. Egogram ise bir kişinin başkalarıyla ilişki kurarken harcadığı enerjinin grafiğidir. Genel olarak farklı ego durumlarının bireyde hangi oranda aktif olduğunu gösterir. Egogramın bir diğer önemli kuralı ise ego durumlarındaki toplam enerji miktarının sabit olduğudur. Yani ebeveyn ego durumundaki enerji artarsa yetişkin ego durumunun ve çocuk ego durumunun enerjisi azalır gibi. Peki siz diğer insanlarla iletişim kurarken hangi ego durumunuzda daha fazla enerji hissediyorsunuz ?

    Örneğin, yetişkin ego durumu çocuk ve ebeveyn ego durumlarına göre daha baskın olan bir birey hayat boyu karşılaştığı olaylara daha mantıklı ve akılcı tepkiler vermeye meyilli olurken, ebeveyn ego durumu daha baskın olan bir birey ise daha nasihat veren ve olaylara daha geleneksel yaklaşmaya eğilimli olabilir.

    Siz günlük hayatınızda karşılaştığınız olaylara verdiğiniz tepkileri gözden geçirdiğinizde ve çevrenizde bulunan diğer insanlarla olan ilişkilerinize baktığınız zaman kendinizi hangi ego durumunda tanımlarsınız ? Ya da şu an bulunduğunuz ego durumundan memnun musunuz? Farklı ego durumundan tepkiler vermek ister miydiniz?

    Transaksiyonlar ve iletişim

    Transaksiyon denilen şey aslında kişilerarası ilişkilerde bir uyarıcı ve bunun karşılığında verilen bir tepkiyi ifade eder. Yani aslında bireyin üç kısımdan oluşan ego durumları (ebeveyn, çocuk, yetişkin), diğer bireyin ego durumları ile iletişime geçer. Ve bu ego durumlarının etkileşimi doğrultusunda üç tür transaksiyon türü tanımlanır ;

    – Paralel (tamamlayıcı) Transaksiyonlar

    -Çapraz (kapalı) Transaksiyonlar

    -Gizil (çift anlamlı) Transaksiyonlar

    Paralel transaksiyonda iletişime geçmiş bireyler yalnızca bir ego durumundan hareket ederler ve uyarıcıyı gönderen kişi karşıdaki kişide hedeflediği ego durumundan tepki alır. İşte bu şekilde transaksiyon okları birbirine paralel olacağı için iletişim sağlıklı bir şekilde devam eder. Paralel transaksiyon diyaloglarına örnek vermek gerekirse:

    +Saat kaç ? (yetişkin ego durumundan yetişkin ego durumuna)

    -12.30 (yetişkin ego durumundan yetişkin ego durumuna)

    Çapraz transaksiyonda iletişimde bulunan kişiler yine yalnızca bir ego durumundan hareket ederler ancak uyarıcıyı gönderen kişi karşıdaki kişide hedeflediği ego durumundan tepki alamaz. Böylece transaksiyon okları birbirine çapraz gideceğinden kişiler arası iletişim devam edemez, kopar. Okların birbirini çaprazladığı bir diyalog örneği vermek gerekirse ;

    +Hadi eğlenelim biraz! (çocuk ego durumundan çocuk ego durumuna)

    -Sen hiç ciddi olamaz mısın ? (ebeveyn ego durumundan çocuk ego durumuna)

    Gizil transaksiyonda ise iletişimde bulunan iki kişiden birinin ya da her ikisinin de iki ego durumundan tepki verdiği ve aynı anda hem psikolojik hem de sosyal mesajın birlikte yer aldığı transaksiyonlardır. Açıkça ifade edilen, söylenen (sosyal mesaj) ile açıkça söylenmeyen ama sözsüz olarak iletilen (psikolojik mesaj) birbiriyle uyuşmamaktadır. Ve dolayısıyla kişi üstteki mesajı pek dikkate almadan alttaki mesaja takılır.  Bir satış danışmanı ile müşteri arasında geçen şu diyalog gizil transaksiyona bir örnek olabilir ;

    +Bu en iyi ürünümüz ve bu belki de sizin için biraz pahalı olabilir.

    -Tamamdır o halde, alıyorum.

    Transaksiyon oklarının birbirine gidiş yönü baz alınarak iletişimde 3 kuralın var olduğu söylenir ;

    -Transaksiyonlar paralel olduğunda iletişim sonsuza kadar devam edebilir. Birinci kişi beklediği ego durumundan yanıt almaya devam eder. (Paralel Transaksiyonlar)

    -Transaksiyon okları birbirini çaprazladığında taraflardan birisi ya da her ikisi birlikte ego durumlarını değiştirerek yeniden iletişim kurmadıkça iletişim kopar. Beklenen ego durumlarından tepki alınamadığı için iletişim son bulur. (Çapraz Transaksiyon)

    -Ve bir gizil transaksiyonun davranışsal sonucunu sosyal düzey değil psikolojik düzey belirler. Mesele altta yatan mesajdadır. (Gizil Transaksiyon)

    Transaksiyonel analizde yaşam pozisyonları

    Bireyin kendisine ve başkalarına ilişkin algılarını dayandırdığı temel duruma yaşam pozisyonu denir. Çocuk ego durumundan kaynaklanan ve genelde çocukken yaşamla ilgili olarak alınan kararlarla ilgilidir. Bireyin karşılaştığı durumlarda, özellikle bir stres durumuyla karşı karşıya kaldığında favori işlemini gösterir. Ve dört farklı yaşam pozisyonu vardır ;

    -Ben OK’im sen OK’sin. (sağlıklı pozisyon)

    -Ben OK değilim, sen OK’sin. (depresif pozisyon)

    -Ben OK’im, sen OK değilsin. (paranoid pozisyon)

    -Ben OK değilim, sen OK değilsin. (yararsız pozisyon)

    Yaşam pozisyonlarına günlük hayattan bir örnek vererek derinlemesine inceleyelim. (bir yönetici asistanına tamamlaması gereken işler veriyor ve asistan işleri eksik teslim ediyor, yönetici asistana sinirleniyor)

    Ben OK’im, sen OK’sin, sağlıklı pozisyonda olan bireyin tepkisi ; haklısınız özür dilerim, işleri tamamlayıp tekrar size getireceğim.

    Ben OK değilim, sen OK’sin, depresif pozisyonda olan bireyin tepkisi;  haklısınız ben hiçbir işi beceremiyorum, aptalın tekiyim.

    Ben OK’im, sen OK değilsin, paranoid pozisyonda olan birey ise aslında ben işleri çok iyi hazırlamıştım ancak siz hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz şeklinde bir tepki verebilecekken;

    Ben OK değilim, sen OK değilsin, yani yararsız pozisyonda olan bir birey ise evet ben beceremedim ancak siz de pek bir şey  öğretemiyorsunuz şeklinde bir tepki verebilir.

    Peki ya siz hayatınızın hangi anında, hangi olay karşısında hangi yaşam pozisyonunda olabiliyorsunuz?

    Transaksiyonel analizde raket duygular ve taontik duygular

    Raket Duygular: Çocuklukta öğrenilmiş ve desteklenen duygulardır. Genelde bireyde bir uyumsuzluk yaratır. Bu duygular genelde ebeveynlerden ve çocuğun etrafında bulunan diğer otorite figürleri tarafından öğrenilmiş duygulardır. Fonksiyonel analizde bahsettiğimiz uyumlu çocuk tepkisidir. Stres durumlarında kendini gösterebilir. Raket duygular genelde üç şekilde öğrenilir :

    Model alma: Ebeveynlerden ya da diğer figürlerden model alarak çocuk bu duyguları öğrenir. Örneğin ; canı acıyınca ağlamayan babasını gören çocuk da canının acıdığını gizlemeye çalışabilir.

    Pekiştirme: Ebeveynlerin çocukları üzerinde pekiştirdiği duygu ve davranış örüntüleridir. Örneğin: Cici kızlar sinirlenmez, erkekler ağlamaz…

    Ebeveynlerin çocuğa neler hissedeceğini söylemesi, dikte etmesi: Olayısıyla çocuk kendi duygularından kopar ve başkalarının duygularını kabul etmeye başlar. Örneğin ; misafirlikte yemek yemek isteyen çocuğa hayır teyzesi onun karnı tok, yemez deyip susturmak gibi.

    İşte yukarıda anlatılan duygular, raket duygular, çocuğun kendi duygularını ve hislerini içinden geldiği gibi yaşamasının önünde çok büyük bir engeldir. Çocukların büyüdüklerinde kendilerini rahatça ifade edebilen ve olaylar karşısında yaşadığı duyguları aktarabilen bireyler olmalarını istiyorsak onlara kendi duygularını yaşayabilme ve anlatabilme imkanını tanımalıyız.

    Otantik Duygular: Fonksiyonel analizde irdelediğimiz doğal çocuk tepkisidir. Sağlıklı duygular otantik duygulardır. Problemlerimizi çözebilen duygulardır ve her duygunun bireyin hayatında bir işlevi vardır.

    Transaksiyonel analizde oyunlar ve senaryolar

    Aslında hayatımızda hepimiz bazen bazı şeyleri elde edebilmek için oyunlar oynamıyor muyuz ?

    Bu oyunları oynamamızın nedeni transaksiyonel analize göre kendimizin ya da başkalarının OK olmadığı yani sağlıksız yaşam pozisyonlarını onaylamak olabilir. Çünkü transaksiyonel analize göre sağlıklı pozisyonda olan bireyler oyun oynamazlar. Bir diğer neden ise insanlarla olan temas ihtiyacımızı gidermek için onlarla bu şekilde bir iletişime geçme yöntemi bulmak olabilir. Ve son neden ise etrafımızdaki insanların davranışlarını daha tahmin edilebilir bir hale getirmek olabilir. Transaksiyonel Analize göre bu oyunların 3 düzeyi vardır:

    1.Düzey : Hepimizin bulunduğu çevrede, yetiştiği toplumda daha kabul edilebilen düzeyde oynanan oyunlardır.

    Örn ; yalnız başına bir masada kahve içen bir kadının karşısına bir erkeğin oturması ve kadınla sohbet etmeye başlaması, kadının buna tepki göstermemesi ve sohbeti sürdürdükten sonra erkeğin kadının omzuna elini atması gibi…

    2.Düzey : Yukarıda anlatıldığı kadar kısa süreli ve hızlı gelişmeyen daha uzun vadeli yaşanan ve çevreden gizlenerek oynanan oyunlardır.

    Örn; bir adam ve kadının çok uzun süren ilişkisinden sonra adamın kadını aldatması ve ayrılmak istemesi…

    3.Düzey : Bu düzeyde oyunların sonuçları çok daha ağırdır. Oyunlar morg, hastane, mahkeme salonu gibi yerlerde sonuçlanabilir.

    Eric Berne kuramında daha spesifik oyunlardan da bahsetmiştir. (tekmele beni, tahta bacak, frijit kadın…)

    Senaryolar ise daha çok çocukluk döneminde alınan kararlardan oluşur ve bir yaşam senaryosu haline gelebilir. Çocuklar yetiştikleri çevrede bulunan kişilerden bazı mesajlar alırlar. Bu mesajlar sözlü (emirler, atıflar)-sözsüz (fiziksel istismar) ya da her ikisinin kombinasyonu şeklinde de olabilir. Mesajlar çevredeki kişiler tarafından çocuğa bilerek ya da bilmeyerek verilir. Çocuk bu mesajlardan yola çıkarak bir karar alır ve kendince bir senaryo oluşturur, hayatını buna göre yönlendirir. Ve burada asıl önemli olan yetişkinlerin hangi mesajları verdikleri değildir ; asıl önemli olan yetişkinler tarafından verilen mesajların çocuk tarafından nasıl anlaşıldığı ve yorumlandığıdır. Mesela daha somut bir örnek vermek gerekirse ; siz çocuğunuzun doğum gününde onu mutlu etmek için konfeti patlatmış olabilirsiniz ama çocuğunuz sizin eğlence aracı olarak gördüğünüz konfetiden ürkmüş ve ağlamaya başlamış olabilir…

    Eric Berne kuramında daha somut ve net senaryolara ve açıklamalarına da yer vermiştir. (yok ol, doğal olma, ait olma, düşünme, hissetme…)

    Transaksiyonel naliz temelli terapiler

    Transaksiyonel analiz doğrultusunda yapılan terapilerde terapist ve danışan eşit düzeyde tutulur. Aralarında bir hiyerarşi  yoktur. Terapist, danışanın gelişmesini ve iyileşme yönünde değişmaesini sağlamalıdır. Daha hümanist teknikler kullanılır. Eric Berne’in klasik transaksiyonel analiz yaklaşımında 4 temel analiz gerçekleştirilir :

    • Yapısal Analiz: Bu aşamada danışanın ego durumları (ebeveyn, çocuk, yetişkin) tanımlanır ve danışanın kişilik çözümlenmesi yapılır.
    • Transaksiyonel Analiz: Bu aşamada ise danışanın çevresindeki diğer insanlarla olan iletişimi çözümlenir.
    • Oyun Analizi: Bu aşamada da danışanın farkındalığı arttırılarak çevresinde oynanan oyunların farkına varması ve aleyhine olan bir durumda bunu kontrol altına alma becerileri kazandırılır.
    • Senaryo (yazgı) Analizi: Son olarak senaryo analizi aşamasında ise danışanın arttırılan farkındalığı ile özerklik kazanması sağlanır ve çocukluk anılarının hatırlanması istenir. Terapist danışanın çocukluk anılarını ele alarak danışanın oluşturduğu senaryoları özgür bırakmasını sağlar ve danışanın kendi hayatında yeni kararlar alabilmesi için onu destekler.
    Referanslar
    • Transaksiyonel Analiz Derneği. ‘’Transaksiyonel Analiz Nedir?’’. Erişim : 12 Eylül 2019. http://ta.org.tr/transaksiyonel-analiz-nedir/
    • medium.com ‘’TA ve Ego Durumları.’’ Erişim : 14 Eylül 2019. https://medium.com/@belkibirazflu_57104/transaksiyonel-analiz-kuram%C4%B1-ve-ego-durumlar%C4%B1-69579ae5be1c
    • Özerk, H. Ada, S. Özerk, H. ‘’Öğretmenlerin ve Okul Yöneticilerinin Birbirlerinde Algıladıkları ve Bekledikleri Ego Durumlarının İlişkisi’’, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 17/66 (Bahar-2018), 779-800.
  • Akrofobi (Yükseklik Korkusu) Nedir? Tedavisi Nasıldır?

    Akrofobi. Yüksekten korkuyor musunuz? Bir dağın tepesine çıkıp manzaraya bakamayacağınızı mı düşünüyorsunuz?

    Merdivenler sizi korkutuyor mu? Akrofobi veya yükseklik korkusu, kendisinden muzdarip olanların, tamamen normal bir hayat sürmesini zorlaştıran bir anksiyete bozukluğudur. İnsanlara, balkondan bakmak ya da pencereden bakmak gibi günlük eylemler gerçekleştirirken bile güçlük çıkartabilir. Burada akrofobinin belirtileri, nedenleri ve sonuçlarını öğreneceksiniz. Ayrıca, size üstesinden nasıl gelineceğini de anlatacağız.

    Yükseklik korkusu (akrofobi) nedir?

    Akrofobi, yüksekten aşırı korkma olarak tanımlanabilir. Bu anksiyete bozukluğuna sahip insanlar yüksekte olduklarında ( asansör, merdiven vs.) ve hatta yüksekte olduklarını hayal ettiklerinde bile panik olurlar. Nüfusun %2’si ila %5’i bu problemle karşı karşıyadır, etkilenenlerin çoğunluğunu da kadınlar oluşturmaktadır.

    Fobi nedir?

    Fobinin tam olarak ne olduğunu açıklamadan akrofobiyi anlatamayız. Bu terim gündelik dilde sıkça kullanılır, bazen de bu terimi yanlış kullanırız. “Depresyon” ya da “stres” gibi diğer kelimeler de gündelik dildeki bozulmaya uğrar. Bu yanlış kullanım, sorunlar hakkında doğru bir biçimde konuşmayı daha karmaşık hale getirir.

    Fobi, bir insanın korktuğu nesne tarafından tehdit altında hissettiğinde verdiği korku reaksiyonudur. Bu tepkiler genelde belli bir uyarana verilir ve genelde aşırıdırlar. Şöyle ki, devasa bir zehirli yılan bizi kovaladığında yoğun bir korku hissetmemiz fobimiz olduğu anlamına gelmez. Bu oldukça doğal bir his ve tepkidir. Aslında, bu tip durumlarda hissettiğimiz anksiyete belirtileri adaptiftir; çünkü hayatımızı devam ettirmemizi sağlar. Bununla beraber, kandan her bahsedilişinde bayılıyorsa, ko zaman fobi terimini kullanabiliriz, çünkü bu tepki normal değildir.

    Fobiler nedensiz tepkilerdir. Fobisi olan insanlar bile bunun mantıksız olduğunun farkındadırlar. Bu korkular, onlardan muzdarip olankimseleri çin tam anlamıyla bir kabusa dönüşebilir. Bu yazıda, size akrofobi veya yükseklik korkusu hakkında bilmeniz gereken her şeyi ve bunun üstesinden nasılgelineceğini anlatacağız.

    Yükseklik korkusu belirtileri nelerdir?

    Akrofobiden muzdarip insanlar yalnızca bir gökdelenin çatısındayken gergin hissetmekle veya yerden büyük bir miktar yükselme gerektiren sporları yapmaktan kaçınmakla kalmazlar. Birinci katın penceresinden bakmak ya da alçak bir köprüden geçmek gibi günlük aktivitelerde de ekstrem zorluklar ve korku yaşarlar. Akrofobiye sahip insanlar da aşırı korku yaratan farklı uyaranlar vardır, herkes aynı uyaranlardan korkmaz. Ayrıca, yükseklik korkusunun farklı yoğunluk dereceleri vardır. En yaygın psikolojik ve fizyolojik belirtileri şunlardır:

    1. Anksiyete

    2. Panik atağı

    3. Kontrol kaybı

    4. Baş ağrısı

    5. Baş dönmesi

    6. Gerilme ve kaslarda gerginlik

    7. Şiddetli kalp çarpıntısı

    Akrofobinin nedenleri nelerdir?

    Çocukluğumuzdan beri hepimizin yüksekten korktuğu göz önüne alınmalıdır ancak korkunun yoğunluğu kişiden kişiye değişir. Bu korku hayvanlarda da vardır ve adaptiftir, onları tehlikeli yüksekliklerden korur. Yükseklik korkusu olan insanların korkularının sebepleri tamamen farklı olabilir. Başlıca sebeplerden bazıları şöyledir:

    1- Travmatik olaylardan kaynaklanan akrofobi

    Genellikle bunun nedeni çocukluğa dayanır. Hastanın ciddi şekilde etkilendiği büyük kazalar veya düşme gibi olaylar en yaygın sebeplerdendir. Bu, yükseklikle ilgili başına kötü olaylar gelen herkesin akrofobiye sahip olacağı anlamına gelmez. Öte yandan, bu bozukluğu, zarar görmese de da gözlem yoluyla edinen insanlar da vardır. Buna“temsili öğrenme” denir. Örneğin, ağabeyimizi bir eşek arısı soktuğunda onun korku reaksiyonuna tanıklık edersek, benzer bir böcek bize yaklaştığında korkmamız oldukça mümkündür.

    2- Doğuştan gelen yükseklik korkusu

    Şu anda araştırmacılar, bu fobinin doğuştan gelen faktörlerinin kalıtsallığını araştırıyor. Akrofobiye sahip ailelerde çocuklar doğduklarından beri buna tanık olduklarına ve sonunda bu fobiyi geliştirdiklerine inanılıyor.

    3- Akrofobide bilişsel ön yargı

    Bilişsel sürecimizdeki sapmalara aynı zamanda bazı fobilerin oluşumunda da önemli rol oynar. Yükseklik üzerine yanlış bilgiler de aşırı endişe ve stres tepkisini artırabilir ve fobiye neden olabilir. Kazaların oluşumunu veya kazaların şiddetini abartma eğilimi bu durumlarda sık görülür.

    Yükseklik korkusunun sonuçları nelerdir?

    Binanın pencerelerini temizlemeyi veya skydiving fikrini son derece rahatsız edici bulan birçok kişi var. Bu onların bir problemi olduğu anlamına gelmez. Potansiyel olarak tehlikeli olan durumlara itiraz etmek yaygın bir durumdur. Ancak akrofobiden muzdarip insanlar sıklıkla yükseklikle ilgili rahatsızlığa maruz kalırlar. Tüm fobiler klinik değildir. Örneğin, zamanının çoğunu büyük bir şehirde geçiren bir kişi için, tarantula korkusu yaşamak büyük bir endişe oluşturmaz. Bununla birlikte, yükseklik her yerdedir. Dik yamaçlar ya da yüksek binalarla dolu şehirler akrofobiklere cehennem gibi gelir. Öte yandan, yamaç bulunmayan düz vadilerdeki şehirler, yükseklikten korkan bir kişiye cennet gibi hissettirebilir.

    1. Akrofobiklerin kaçınma davranışları: Bu anksiyete semptomları akrofobiklerde ciddi kaçınma davranışlarını tetikler. Korkuyu tetikleyen uyarandan kaçmak bu bozukluğun devam etmesine sebep olur.

    2. Akrofobikler günlük aktivitelerden ellerini çekiyorlar: Akrofobikler sıklıkla manzaranın tadını çıkarmak, roller coaster’a binmek ya da teleferiğe binmek gibi eğlenceli aktiviteler yapmayı reddederler.

    3. Akrofobi – İş problemleri: Meslek, yükseklik ile ilgilenmeyi gerektiriyorsa işte zorluk çekebilirler. Çoğu insan için bir binanın onuncu katına taşınmak bir sorun değildir; ancak, bu durum akrofobikler için ciddi bir sorun oluşturabilir. Korku, onları son derece etkisiz hale getirebilir ve performanslarında düşüş hatta işten ayrılmak zorunda kalmaya kadar gidebilir.

    4. Yaşam kalitesindeki düşüş Aynı şekilde, herhangi bir fobi, çeşitli alanlarda kişinin yaşam kalitesini önemli ölçüde kötüleştirebilir. Duygusal olarak çok sinir bozucu olabilirler ve bundan muzdarip kişi tarafından göz ardı edilemezler. Buna ek olarak, insanların kendi iradeleri üzerinde olumsuz etkileri vardır. Bu rahatsızlıklar nispeten yaygındır ve aşırı endişe yaşayan insanlara yardım yolları arayan psikoloji uzmanlarının dikkatini çeker.

    Vertigo yükseklik korkusuyla aynı şey midir?

    Genelde bu iki terimi ilişkilendiririz, çünkü ikisi de yükseklikle ilgili bir rahatsızlıkla ilgilidirler, ancak bunlar eş anlamlı değildir. Vertigo dönme hissi ve denge kaybıdır. Çevremizdeki unsurlar hareket ediyormuş veya biz dönüyormuşuz gibi gelir. Öte yandan, yükseklik korkusu çeken insanlar herhangi bir zamanda vertigo yaşayabilirler. Bununla birlikte, baş dönmesi, bu bozukluğun belirtilerinden yalnızca biridir. Kısacası, bu zorluklar eşdeğer olmamalarına rağmen birbiriyle ilişkilidir.

    Akrofobi tedavisi: Akrofobi nasıl yenilir?

    Yükseklik korkunuz patolojik değilse sizi bu korkudan uzak ve sakin tutmanın yolları vardır. Kaygı durumlarında gevşemek mümkündür, ancak, gerçekten fark edilir derecede size zarar veren bir fobiniz varsa, profesyonel yardım almak en iyisidir. Nedensiz bir korkuya kapılıp kapılmadığımızı anlamak için anketler gibi bazı psikolojik değerlendirme araçları vardır. Akrofobi için büyük bir yardımcı olduğu kanıtlanmış birçok terapi vardır. Buna rağmen, hangisinin en iyi yöntem olduğu bilinmemektedir. Ancak, uygun bir tedavi aramak, bu rahatsızlıktan etkilenenlerin yaşam kalitesini yükseltmek için şarttır.

    Bilişsel-Davranışçı Terapi: Bu, fobileri tedavi etmek için en sık kullanılan terapidir. Maruz bırakma teknikleri gibi prosedürler, araştırma ve klinik uygulamalarda uzun ve başarılı bir geleneğe sahiptir. Bu yöntemler, yavaş yavaş akrofobikleri korkularının nesnesine yaklaştırır. Kademeli olarak daha güvenli hale gelirler ve kaygı reaksiyonlarını azaltırlar.

    Hastalar profesyoneller (psikolojik yardım uzmanları) tarafından korku uyaranlarına yönlendirilebilir veya doğrudan temas kurabilecekleri, korkularına kendilerini maruz bırakma tekniklerine başvurabilirler. Öte yandan canlandırma sembolik ya da canlı olabilir. Bir grupta ya da bireysel olarak da yapılabilir. Belirtiler her zaman tamamen kaybolmaz, ancak asansöre binmek veya bir pencereden dışarı bakmak gibi günlük aktiviteleri korkudan felç olmadan gerçekleştirebilmelerini sağlar.

    Psikolojik müdahale, refah düzeyini büyük oranda artıracaktır. Buna ek olarak, bu tedaviler sürekli gözden geçirme aşamasındadır. Aslında, sanal gerçeklik gibi yeni teknolojilerin ortaya çıkması, insanların korkularıyla daha kontrollü bir ortamda karşılaşmasına yardımcı olmaktadır. Akrofobik kişi daha önce hayal edemediği zorlukların üstesinden gelebilir.

    Bu yazıyı okuduğunuz için çok teşekkürler. Peki ya siz, yüksek bir binanın penceresinden bakarken veya helikopterle yolculuk yaparken rahat hissediyor musunuz? Herhangi bir sorunuz varsa veya katkıda bulunmak istiyorsanız lütfen aşağıya yorum yapın.

    Kaynak

    blog.cognifit.com/acrophobia/

  • Borderline Kişilik Bozukluğu Tedavisi Nasıl Olur?

    Kristalyn Salters-Pedneault, PhD tarafından yazılmıştır; 1 Temmuz 2021 tarihinde güncellenmiştir; Amy Morin tarafından tıbbi olarak incelenmiştir.

    Eğer size veya sevdiğiniz birine borderline kişilik bozukluğu (BKB) tanısı konulduysa, muhtemelen ilk sorunuz bu durumun tedavi edilip edilemeyeceği olacaktır. Belirli bir tedavi yöntemi bulunmasa da BKB tedavi edilebilir.1 Hatta, doğru bir tedavi yaklaşımıyla iyileşme ve gerileme sürecinde iyi bir yol kat edebilirsiniz.

    Gerileme ve iyileşme tam anlamıyla bir “tedavi” anlamına gelmese de, her ikisi de BKB’nin başarılı bir şekilde tedavi edilmesi için zemin hazırlar.2 Bu iki kavramın tanımı şu şekildedir:

    • Gerileme (remission), kişinin BKB tanısı için belirtilen kriterlere artık uymadığı aşamadır.
    • İyileşme (recovery), daha az tanımlanmış olsa da kişinin uzun bir süre boyunca hayatın her alanında fonksiyon gösterebilmesidir. Bir işe devam edebilme ve anlamlı bir ilişkiyi sürdürebilme iyileşmeye örnek olarak gösterilebilir.

    Tedavi hedefleri

    Geçmişte birçok doktor BKB’nin tedavi edilemeyeceğine inanıyor ve BKB’yi antisosyal kişilik bozukluğu (ASKB) gibi tedavi edilmesi zor olan durumlarla bir tutuyordu. Bilim insanları bozukluğun iç yüzünü daha iyi anladıklarında yeni tedavi yaklaşımları ortaya çıktı. Bu durum, bazı vakalarda borderline kişilik bozukluğunun ilaç kullanılmaksızın devamlı olarak gerilemesine yardımcı oldu.

    Bazı vakalar bu yaklaşımlara daha iyi yanıt verebiliyor ve sonuçlar farklılık gösterebiliyordu. Fakat BKB, çoğunlukla diyabet veya diğer kronik durumlarda olduğu gibi bilinçli ve bireyselleştirilmiş tedaviler ile kontrol altına alınabilir. Hastalık tamamen ortadan kalkmayabilir, ancak hayat kalitesini artırmak üzere kontrol altına alınabilir.

    Gerileme oranları

    2015 yılında yapılan bir çalışma, BKB olan birçok kişinin yetişkinlik dönemine girdiğinde artık bozukluğun tanısal kriterlerine uymadığını belirtmiştir. Bu göstergeler doğrultusunda, birçok kişinin bozukluğun doğal seyrinin bir parçası olarak eninde sonunda semptomlarını aştığı ve gerileme dönemine girdiği anlaşılmıştır.3

    2012 yılında yayımlanan bir çalışma, 16 yıl boyunca her iki yılda bir BKB olan 290 hastayı takip etti. Bu çalışma ile birlikte, en az iki yıl boyunca tanısal kriterlere uymama olarak tanımlanan gerilemenin tanıdan ve ilk tedaviden iki ila sekiz yıl sonrasında kendiliğinden gerçekleşmeye başladığı keşfedildi.

    16 yıl sonrasında %99 oranında iki yılda gerileme görülürken, %78 oranında sekiz yılda gerileme görüldü. Aynı çalışma, nükseden semptomların da iki yıl sonra %36 gibi yüksek bir orandan sekiz yıl sonra yaklaşık %10’a kadar zamanla azalma eğiliminde olduğunu ortaya koydu.2

    Yine de bu istatistiklerin BKB tanısı konulan ve bu tanı için tedavi gören kişilere yönelik olduğunu belirtmek oldukça önemlidir. Sonuçlarda uygulanan tedavi yöntemi veya tedaviyi sürdürmek için kullanılan terapi türü belirtilmemiştir. Bu nedenle, çeşitli tedavi türlerinin gerileme oranlarını ne kadar etkilediği veya tanı konulmamış kişilerin de durumu aynı şekilde atlatıp atlatamayacağı kesin değildir.

    Tedavi yaklaşımları

    BKB tedavisi, semptomların ciddiyetine ve/veya bu semptomlara eşlik eden rahatsızlıkların var olup olmadığına göre değişiklik gösterebilir. Tedavi araçları genellikle psikoterapi ve ilaçları içerir.

    Psikoterapi

    BKB tedavisinin temel dayanağı, konuşmaya dayalı terapi olarak da bilinen psikoterapidir. 4 Psikoterapi yaklaşımları şu şekildedir:

    • Bilişsel davranışçı terapi (BDT), diğer tüm psikoterapi türlerine dâhil olan konuşma terapisine temel olarak yapılandırılmış bir yaklaşımdır.
    • Diyalektik davranış terapisi (DDT), olumsuz düşünce modellerini tanımlamayı ve değiştirmeyi, duyguları kontrol edebilme ve sıkıntılarla başa çıkabilme becerileri üzerinde çalışmayı hedefleyen bir BDT türüdür.
    • Zihinselleştirme temelli terapi (ZTT), dolaylı veya dolaysız bir şekilde birbirimizi ve kendimizi anlama süreci olan zihinselleştirmeyi geliştirmeyi hedefler.
    • Şema terapi, geçmişimizle alakalı olan ve genellikle duygusal bir kurtuluş için tutunduğumuz derin düşünce ve davranış kalıplarını tanımlamayı ve değiştirmeyi hedefler.
    • Aktarım odaklı terapi, geçmiş tecrübelerle ilgili olumsuz hisleri ve bu hislerin şu anki tecrübelere ve kişilere aktarımını önlemeyi hedefler.
    • Duygusal öngörülebilirlik ve problem çözme için sistem eğitimi, BKB olan kişilerin tanılarıyla bağlantılı davranış ve hislerini tanımlamalarına; davranışlarını değiştirmeleri ve hislerini kontrol altına alabilmeleri için gerekli olan becerileri kazanmalarına yardımcı olan 20 haftalık bir eğitim programıdır.

    Tüm bu terapi türleri BKB’ye farklı şekillerde yaklaşır ve BKB tedavisi için uygundur. Diğerlerinden daha iyi olduğu söylenebilecek bir terapi türü yoktur. Bu terapi türleri arasında yapılan seçim, büyük oranda terapistinizle olan etkileşiminizin ne kadar etkili olduğuna ve kullanılan tekniğe ne kadar açık olduğunuza bağlıdır.

    Terapistinize neden belirli bir terapötik yöntemi seçtiğini sormaktan asla çekinmeyin. Bu soruyu sormak, tedavinin hedeflerini daha iyi anlamanıza ve bu tedavi yönteminin sizin için doğru yaklaşım olup olmadığına karar vermenize yardımcı olur.

    İlaçlar

    İlaçlar BKB’nin bazı semptomlarının tedavisinde yardımcı olabilir.5 Her zaman ilaç kullanımına ihtiyaç duyulmasa da en çok reçete edilen ilaçların bazıları şu şekildedir:

    • Birinci basamak tedavilerde sıkça kullanılan seçici serotonin gerialım inhibitörleri(SSRI) dâhil antidepresanlar
    • Dürtüsellik, düşmanlık ve BKB’nin psikotik semptomlarını azaltmasıyla bilinen Zyprexa (olanzapin) gibi antipsikotikler
    • BKB semptomlarından biri olan saldırganlığın tedavisinde işe yarayabilen Topamax (topiramat), Lamictal (lamotrigin) ve Depakote (semisodyum valproat) gibi duygudurum dengeleyiciler
    • Ativan (lorazepam), Klonopin (klonazepam), Xanax (alprazolam) ve Valium (diazepam) gibi anksiyolitik ilaçlar

    BKB tanısına eşlik eden durumlar

    Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü raporuna göre, BKB olan insanların %85’i anksiyete bozuklukları, dürtü kontrol bozuklukları, madde kullanımı veya bağımlılık ve majör depresif bozukluk gibi duygudurum bozuklukları gibi en az bir tane daha ruhsal bozukluktan muzdariptir.1

    BKB olan insanlar sıklıkla kişilik bozuklukları için belirtilen kriterlere de uyarlar. BKB’ye eşlik eden durumların ortalama sayısı üçtür. Eşlik eden durumlar ek tanı olarak da bilinir. Tedaviyi daha karmaşık hâle getirebilir ve tedavi üst üste binen semptomlara bağlı olarak gecikmiş veya gözden kaçırılmış tanılarla sonuçlanabilir.

    Çifte tanı konulduğunda tedavi genellikle aşamalandırılır ve böylece önce başarılı sonuç verme ihtimali en yüksek olan semptom tedavi edilir. Örneğin, BKB’nin yaygın bir ek tanısı olan majör depresif bozukluktan muzdaripseniz, hem majör depresif bozukluğun hem de BKB’nin ortak semptomu olan depresyonu hafifletmek üzere size bir antidepresan reçete edilir.

    Başa çıkma yolları

    Eğer BKB’den muzdarip olduğunuzu düşünüyorsanız veya size BKB tanısı konulduysa, tedavi seçeneklerini keşfederken durumla daha iyi şekilde başa çıkabilmek için atabileceğiniz bazı adımlar vardır.6

    • Paniklemeyin. BKB’nin gerileme ihtimali olduğunu unutmayın. Tıpkı bütün ruhsal bozukluklarda olduğu gibi, erken tanı ve tedavi her zaman gecikmiş tanı ve tedaviden daha iyi sonuçlar verecektir.
    • BKB konusunda tecrübeli uzmanlar arayın. Bunu yapmanız sadece tanıların ve ek tanıların gözden kaçırılmasına engel olmaz, aynı zamanda en güncel ve ideal olarak en az yan etki ve zorlukla karşılaşacağınız tedaviye erişme şansınızı artırır.
    • Kendiniz için en uygun terapisti bulun. Terapi büyük oranda güven ve açık etkileşime dayanır. Birkaç terapist ile görüşmek için zaman ayırın ve kendinizi en güvende, rahat ve desteklenmiş hissettiğiniz terapisti seçin.
    • Kendinizi eğitin. Durumunuz hakkında bilgi edinmek için zaman ayırın ve kendi durumunuza hâkim olun. Bunu yaparak daha güçlü hissedeceksiniz ve bir takipçi olmak yerine donanımlı bir katılımcı olacaksınız.
    • Yeni beceriler edinin. Tedaviniz asla sadece ilaçlarla veya terapi seanslarıyla sınırlandırılmamalıdır. Hayatınıza dâhil edebileceğiniz birçok kişisel gelişim stratejisi var. Günlük tutma, kendini ifade eden yazılar yazma ve farkındalık meditasyonu yapma bu stratejiler arasında sayılabilir.
    • Ailenizi sürece dâhil edin. BKB tanısı tüm aileyi etkileyebilir. Tedavi, rahatsızlığınızdan kaynaklanan duygusal çatlakları onarmaya yardımcı olur. Çevrenizdeki kişiler bu sürece dâhil olduğunda ise tedavi çok daha başarılı olur. Aile terapisi sadece BKB tedavisine değil, ailenize de yardımcı olur.
    Referanslar

    1Lenzenweger MF, Lane MC, Loranger AW, Kessler RC. DSM-IV personality disorders in the National Comorbidity Survey Replication. Biol Psychiatry. 2007;62(6):553-564. doi:10.1016/j.biopsych.2006.09.019

    2Zanarini MC, Frankenburg FR, Reich DB, Fitzmaurice G. Attainment and stability of sustained symptomatic remission and recovery among patients with borderline personality disorder and axis II comparison subjects: A 16-year prospective follow-up study. Am J Psychiatry. 2012;169(5):476-483. doi:10.1176/appi.ajp.2011.11101550

    3Biskin RS. The lifetime course of borderline personality disorder. Can J Psychiatry. 2015;60(7):303-308. doi:10.1177/070674371506000702

    4Ng FY, Bourke ME, Grenyer BF. Recovery from borderline personality disorder: A systematic review of the perspectives of consumers, clinicians, family and carers. PLoS ONE. 2016;11(8):e0160515. doi:10.1371/journal.pone.0160515

    5Ripoll LH. Psychopharmacologic treatment of borderline personality disorder. Dialogues Clin Neurosci. 2013;15(2):213-224.

    6Kramer U. The role of coping change in borderline personality disorder: A process-outcome analysis on dialectical-behaviour skills training. Clin Psychol Psychother. 2017;24(2):302-311. doi:10.1002/cpp.2017

  • Uyku Nasıl Düzene Sokulur?

    İnsanın kendisi hakkında düşünceler üretmeye başladığı eski çağlardan itibaren uyku merak uyandıran bir süreç olmuştur. Neden uyuruz, uyku sırasında tam olarak ne olur, uyku ile uyanıklık arasındaki fark nedir sorularının cevabı, Descartes’e kadar genel olarak dini ve mistik inançların etkisindeydi. Uyanıklık hali hayvanlar ve düşünsel faaliyetler için aktif bir evre olarak görülürken, uyku hali daha çok ölüme yakın olarak tanımlanan pasif bir evre olarak görülmüştür. Bu durum yakın zamana kadar sürse de 20. yüzyılda uyku ile ilgili bilimsel gözlemler ve deneyler uykunun gerçekte ne olduğunu anlamamızı sağladı.

    Uyku esnasında neler oluyor? 

    Uyku ile ilgili belki de bilinmesi gereken ilk şey beynimizin hiçbir zaman tamamen uyumadığı, yatağımızda uykunun en derin saatlerinde bile beynimiz etkin olmaya devam ettiğidir.

    Uyku halinde vücut tamamen aktivitesiz kalmadığı gibi uyku sırasında bir çok yapım işlemi gerçekleşiyor. Bunlar kas tamiri, protein sentezi, doku büyümesi, hormon salgısı ve aynı zamanda büyüme faaliyetlerinin gerçekleştirilerek savunma, sinir ve kas-iskelet sistemlerinin yeni güne hazırlanmasıdır. Beyin de uyurken aktif olarak çalışıyor. Gün boyu öğrenilen bilgiler kalıcı hafızaya alınıyor, beyinde biriken atıklar temizleniyor, beyin hücreleri bağlantı kuruyor veya gereksiz bağlantıları koparıyor. Böylece öğrenme, yaratıcılık, hafıza, problem çözme, karar alma, odaklanma ve konsantrasyon gelişiyor.1

    İdeal uyku süresi nedir?

    Sinir sistemine sahip olan hayvanlar arasında uyumadığı düşünülen hiçbir hayvan yok dolayısıyla uykunun sinir sistemiyle ilgili olduğunu biliyoruz. En uykucu hayvanlardan biri olduğu bilinen kahverengi yarasalar günün 20 saatini, pitonlar 18 saatini, kaplanlar 16 saatini uyuyarak geçiriyor. İnsanlar ortalama 8 saat ile az uyuyanlar arasında sayılır fakat bu durum bebekler için ortalama 16 saate kadar yükseliyorken yaşlılarda 5.5 saatin de altına düşebiliyor. Uyku hayvan olmanın temel niteliklerinden biri gibi görünüyor.

    Günde 4 saatin altında uyuyan kişilerin zihinsel performansları düşüyor, basit görevleri yapamaz hale geliyorlar. Mikro uykuya dalıyor ve bunun farkında olmuyorlar. Bu uykusuzluk hali devam ettiğinde bir süre sonra vücut bu seviyeye alışıp, düşük bilişsel seviyeye saplanıyor ve bundan ancak uzun süre düzenli uyku uyuyarak kurtulunabiliyor. Uyku, aslında beynin kendi atıklarını temizleyip, sinir sisteminin uyanıkken oluşan sorunları çözmesini sağlayan bir bakım evresi. Hastalık sırasında etkin uyku ve dinlenme iyileşmeyi kolaylaştırır, uyku sırasında bağışıklığın güçlendiği biliniyor.

    Ne kadar süre uyumalıyız?

    Ne kadar uykuya ihtiyaç duyulduğunu çok fazla sayıda faktör etkileyebilir. Sağlık, egzersiz, ağır iş yükleri, zihinsel yorgunluk bile ne kadar uykuya gereksinim duyduğumuzu değiştirebilir.2 Psikolojik stres durumunda, hastalık durumunda, spordan sonra ve hatta sınavlar sırasında aynı dinlenme durumuna ulaşmak için gereken uyku miktarı artabilir.

    İdeal uyku süresi kişiden kişiye değişmekle birlikte yapılan araştırmalarda yetişkinlikte ideal uyku süresinin 7-8 saat aralığında olduğu tespit edilmiştir. Bu araştırmalarda ortak bulgu az ve çok uykunun zararlı olduğu yönündedir. 6 saatin altında uyumak  kalp damar hastalığı, inflamasyon, kanser riski oluşturabiliyorken 9 saatin üstünde uyumak bel ve sırt ağrısı, unutkanlık, baş ağrısı, nefes darlığı, depresyon gibi zararlı etkiye sahiptir.

    Çok uyuyorum, yine de uykusuzum

    Uzun süre uyuyor, uyandığınızda dinlenmiş hissetmiyorsanız ve bu durum tüm gün uykusuz hissetmenize neden oluyorsa bu, gün içinde fazla kalori almanızdan -özellikle yağ ya da şeker kaynaklı kalori alımında-, günlük rutininizin hareketsiz olmasından ve/veya stres düzeyinizin yüksek olmasından kaynaklanıyor olabilir.

     Bu durumu değiştirmenin yolu yediğimiz besinleri dikkatle seçip uyumadan en az 4 saat önce yemek yemeyip,  günlük hareket düzeyini arttırıp, stresle baş etme yöntemlerini öğrenip uygulayarak değişebilir. Günlük yaşantıyı düzenlemeden uykuyu düzenlemek mümkün değildir.

    Uyku evreleri nelerdir?

    Kesintisiz uyku, başta çocuklar ve gençler olmak üzere tüm insanlar için önemle tavsiye edilir. Uyku kesintiye uğradığında vücut kas onarımını, hafıza düzenlemesini, büyüme ve bazı hormonların salgılanmasını tamamlayamaz. Erken kalkmak ya da uyku düzeninin bozulması gün içinde karar verme ve konsantre olma becerimizi olumsuz etkiler. Kesintisiz bir uyku çeşitli evrelerden oluşur.

    Uyku evreleri, uykunun farklı aşamaları esnasında beyindeki elektrik hareketliğindeki değişimleri ve bunlara bağlı olarak vücudun verdiği fizyolojik tepkileri tanımlar. Beyin dalgaları frekansı (hız) ve genlik (yükseklik) terimleri ile tanımlanır. Bu dalgalar bir makine ile kaydedilir. Uykuyu temel olarak iki kısma ayırmak mümkündür: REM Evresi (Hızlı Göz Hareketi Evresi) ile NREM Evresi (REM-Olmayan Evre). Uyku sırasında gözlerimiz belli aralıklarla aşağı yukarı, sağa sola titreşmeye ve kendi daireleri içinde farklı yönlerde hareket etmeye başlar. Buna “hızlı göz hareketi” denir ve bu hareketin görüldüğü aşamaya REM denir. Diğer aşamada (NREM) bu göz hareketi görülmez.3

    Alfa evresi

    Uykunun ilk evresine girmeden önce kısa bir dinginlik evresine gireriz. Bu evrede biraz dinlendikten sonra REM dışı uykunun birinci evresine gireriz. 

    1. NREM

    Uyanıklık halinden uykuya geçiş evresidir, kolayca uyanılabilir. Bu evreye “hafif uyku” da denir. Yavaş yavaş uyarıcılara karşı verdiğimiz tepkiselliğimizi kaybederiz.

    Bu evrede var olmayan şeyler görülebilir. Bir ışık parlaması veya evde tek başımıza olduğumuzu bilmemize rağmen etrafta birilerinin gezindiğini görebilir, ses duyabiliriz.

    Uykuya dalarken düştüğümüzü hissedip sıçradığımız durum (Hipnik jerk) uykunun ilk evresindeyken yaşanır. Uykunun %5’ini oluşturan bu evre yaklaşık 5-15 dakika sürer.

    2. NREM

    Bu evrede kas gerginliği, nabız ve vücut sıcaklığı yavaş yavaş düşer ve kişiyi uyandırmak ilk evreye kıyasla zordur. Bizim “uyku” olarak bildiğimiz durumun ilk evresidir. Bu evrede vücut sıcaklığı düşer, nefes alımı ve kalp atışları sabitleşir. Uyku iğcikleri etraftan gelen bilgilerin tehdit olup olmadığını ayrıştırarak rahatça uykuya devam etmemizi sağlar. Görülen rüyaların çoğu bu evrede başlar, uyanıldığında rüyayı hatırlamak çok zordur. Bu evre uykunun %50-60’ını oluşturur.

    3. NREM ve  4. NREM  (Bazı kaynaklar bu evreleri ayırır, bazıları ise birleştirir.)

    Bu evrede nefes alımı ve kalp atışları günlük yaşantıya kıyasla azalır, kan basıncı düşer, kaslar gevşer, doku büyümesi ve tamiri hızlanır. Büyüme ve gelişim hormonları salgılanır.

    Bu evrelerde rüya sıklığı artar ama henüz rem evresindeki kadar sık değildir.

    Uyurgezerlikte dolaşma durumu uykunun bu evresinden itibaren yaşanmaktadır bunun sebebi kaslar bu evrede felç halinde değil, hareket ettirilebilir durumdadır. Huysuz bacak sendromuna sahip kişiler de kasları felç durumunda olmadığı için uykunun bu evresinde bacaklarını istemsiz şekilde kasıp gevşetebilirler. Bu evre uykunun %15-20’sini oluşturur.

    REM

    Bu evrede gözler, göz kapaklarımızın altında hareket eder, diğer kaslarımız da felç halindedir. En derin uyku evresidir buna rağmen beyin, uyanık olunan zamana en benzer seviyededir. REM sırasında yoğun beyin faaliyeti yaşanır. Bu evre sırasında nabız ve tansiyon, REM dışı uykuya göre iki kat artmış olabilir. Karanlıkta salgılanabilen melatonin hormonu salgılanır. İlginç bir diğer özellik ise bu evrede beyin dalgalarının uyanık ve çok dikkatli olduğumuz zaman kaydedilen beyin dalgalarına çok benzer olmasıdır. Bir kişinin REM uykusunda mı yoksa uyanık mı olduğu sadece beyin dalgalarına bakılarak anlaşılamaz. REM uykusuyla ilgili ilginç bir gerçek üreme organlarında ortaya çıkıyor. REM evresinde erkek penisinde sertleşme ve kadın klitorisinde büyüme gerçekleşir. Bu evrede her iki cinsiyet de neredeyse üremeye hazırdır. Bu durum erkeklerde 3 yaşından itibaren gözlenebilen ve hayatın sonuna kadar her uykuda kendini tekrar edebilen yaygın ve kalıcı bir durumdur. Vücudun kendini üremeye hazırlar gibi tepkisinin nedeni tam olarak bilinmemektedir.

    Tüm bunlara rağmen boyun ve uzuvlarımızdaki kas gerginliğini tamamen kaybederiz. Kasların felç durumunda olması nedeniyle görülen rüyalara fiziksel tepkiler veremeyiz.

    Rem evresinde beynimizin uyanık olduğumuz zamana benzer çalışması ama derin uykuda olmamız kontrollü rüya (lucid dream) görmemizi sağlayabilir. Kontrollü rüya, rüyayı gören kişinin rüya gördüğünü bilinçli olarak fark etmesi durumudur. Bu farkındalık rüyanın kısmen veya tamamen kontrol edilebilmesine yol açar.4 Rem uykusu, uykumuzun %20-25’lik bölümünü oluşturmaktadır. Gece boyunca yaklaşık 5-6 defa REM uykusuna geçeriz. Her REM uykusunda 15-45 dk kadar kalırız ve REM dışı uykuya geçeriz. Normal ve bölünmemiş bir gece uykusunda bu döngü 4-5 kez tekrarlanır. Her döngünün tamamlanması yaklaşık 90 dakika sürer.

    Uyku ve ışık ilişkisi

    Işığın hayatımızdaki önemi etrafımızdaki nesneleri görme ve tanıma gibi basit süreçlerin ötesindedir. Işığın üzerimizdeki etkisi ise görsel ve görsel olmayan etkiler olmak üzere ikiye ayrılabilir.5

    Işık, insan yaşamının da dahil olduğu bütün yaşam ritimlerini belirleyen öneme sahiptir. 

    Işık, görmeyi gerçekleştirmenin dışında insanın psikolojik ve fizyolojik sağlığı üzerinde etkilere sahiptir.  Biyolojik saat, dünyanın aydınlık-karanlık döngüsü ile senkronize eden birincil uyarıcı ve insan sağlığında rol alan önemli bir çevresel faktördür.

    Sabah alınan ışık miktarı vücudun biyolojik saati tetikler. Tetiklenen vücut bu uyarana serotonin, kortizol ve adrenalin gibi hormonlar salgılayarak tepki verir. Hormon salgılanmasına ek olarak metabolizma hızı ve vücut ısısı artar. Öğleden sonra metabolizma hızı ​​en yüksek seviyesine ulaşır. Akşam, biyolojik saatle birlikte epifiz bezi uyarılır. Epifiz bezi bu uyarana yanıt olarak salgıladığı serotonin hormonunu melatonine çevirerek vücut ısısını düşürür. Geceleri melatonin hormonunun salgılanması artar ve vücut ısısı düşer. Sabahları melatonin hormonunun salgılanması tekrar durur ve bu döngü 24 saatlik tekrarlar halinde devam eder.6

    Sirkadiyen ritim ve biyolojik saat

    Sirkadiyen ritim, biyolojik saat olarak da bilinen vücudumuzdaki 24 saatlik ritimdir. Sirkadiyen ritim vücuttaki dört biyolojik ritimden biridir. Bu ritim, beyin hücrelerinin ışığa ve karanlığa nasıl tepki verdiğini temsil eder. Işık, gözün retinasına çarptıktan sonra, sinir sistemi aracılığıyla, hipotalamustaki suprakiazmatik çekirdeğe iletilir. Vücudun biyolojik saatini kontrol ederek sirkadiyen ritmi düzenler ve yaklaşık 24 saatlik bir döngüde tekrarlanan: sindirim, uyku, hormon salgılanması, vücut ısısı uyku-uyanıklık döngüsü gibi biyolojik faaliyetlerin belli periyotlarda olması sağlanır.

    Sirkadiyen ritim uyku bozukluğunun belirtileri nelerdir?

    • Uykuya dalmakta zorluk
    • Uykuda kalma zorluğu
    • Uyandıktan sonra dinlenmiş hissetmemek
    • Uykunun sık bölünmesi
    • Daha az uyanık hissetmek
    • Öfkeli hissetmek
    • Hafıza sorunları
    • Bağışıklığın düşmesi (bunun sonucu olarak daha sık hastalanmak)
    • Dikkat ve konsantrasyonda düşüş

    Hangi ışık uyku getirir?

    Işığın vücuttaki temel görevlerinden biri sirkadiyen ritmi düzenlemek olan melatonin hormonunun salgılanmasıdır. Melatonin hormonunun en çok arttıran ışık rengini söylemek mümkün değil çünkü melatonin hormonu salgısını artmasını sağlayacak en iyi aydınlatma seçimi bir aydınlatma seçmemektir yani karanlıktır. Parlak mavi ışık, melatonin hormonu salgısını baskılarken güneş ışığı, sirkadiyen ritmin düzenlenmesinde yapay ışığa göre daha etkilidir.

    Melatonin 

    1950’lerde tespit edilen melatonin insan beyninin merkezinde bulunan beyin epifiz bezi tarafından salgılanan bir hormondur. Karanlıkta melatonin salgılanması artarken, aydınlıkta azalır.  Melatonin salgılanması gecenin uzunluğu ile ilişkilidir. Gece ne kadar uzarsa melatonin salgılanması da o kadar uzun sürer.7

    Kaliteli uyku mümkün mü?

    Uyku, yaşamımızın iyi bir şekilde devamı için önemli bir role sahiptir. Kaliteli uyku zihinsel sağlığımızı, fiziksel sağlığımızı, hayat kalitemizi korumamıza yardım eder ve güvenliğimiz için gereklidir. Uykunun başlatılması ve sürdürülmesi beyinin birçok bölgesinin işlevi ile gerçekleşir.

    Uyku hijyeni

    Uyku hijyeni, uyku sağlığını korumak için önemlidir. Uyku hijyeni, uyku kalitesini artıran ilke ve uygulamalar olarak tanımlanmaktadır. Yeterli uyku hijyeni, uyku bozukluklarında azalma, uyku tatmini ve kalitesinde artışı sağlar. Bu ilke ve uygulamalar, davranışsal ve çevresel faktörlerin düzenlenmesini ve iyileştirilmesini kapsamaktadır. Uyku hijyeni eğitimi, uyku bozuklukları ile başa çıkma stratejilerinde sıklıkla kullanılmaktadır.8

    Uyku hijyeni düzenlemeleri, uyku bozukluklarının tedavisinde hiçbir yan etkisi olmayan etkili ve düşük maliyetli bir yaklaşımdır. Uyku ortamı, uyku süresinin düzenlenmesi, günlük aktiviteler ve besin alımı, zihinsel kontrol davranışının geliştirilmesi uyku hijyeni eğitiminin alt boyutları olarak kabul edilir.

    Uyku hijyeni programları, uykuya dalma ve uykuda kalma tedavisinde, gündüz aşırı uykululuğunun azaltılmasında anahtar rol oynamakta, uyku memnuniyetini, uykunun niteliğini ve kalitesini artırmakta, uyku bozukluğu sıklığını azaltmaktadır

    Uyku hijyeni davranışçı terapiler kapsamında ele alınmaktadır. Uyku fizyolojisi, işlevsiz inançlar için uyarıcı kontrol terapisi, uyku kısıtlaması ve gevşeme eğitimlerini içeren çok bileşenli bir davranışçı terapi ile birlikte uyku hijyeni sağlanabilir.

    Uyku zamanının düzenlenmesi

    Yeterli bir uyku insan sağlığı için gereklidir ve total uyku zamanı her yaş grubu için farklı olarak planlanmalıdır. Uyku gereksinimi yaşam döngüsü boyunca kişiden kişiye değişmekle beraber yetişkinlerin bir günde ortalama 7-8 saat yeni doğanların 16-18 saat, okul öncesi çocukların 11-12 saat ve okul çocuklarının en az 10 saat uyuması önerilmektedir. Düzenli olarak aynı saatlerde uyuma ve uyanma sirkadiyen ritmin senkronizasyonunu artırmakta ve uykuyu sürdürmeyi kolaylaştırmaktadır. Geceyi uyanık geçirilen sürelerinin uzadığı durumlarda uykuya dalma zorlaşmakta, uyku süresi kısalmakta ve yetersiz uyku ortaya çıkmaktadır.

    Uyku zamanlamasına ilişkin öneriler şunlardır:

    1. Her gün aynı saatte uyumak,
    2. Her gün aynı saatte uyanmak,
    3. Günlük toplam uyku süresini düzenlemek,
    4. Uykuya dalma süresi 20 dk’dan daha uzun sürdüğü durumlarda yatak odasından uzaklaşma ve uykulu hissedinceye kadar sıkıcı ve sakin bir şeyler ile meşgul olmak.

    Çevresel düzenlemeler:

    Uykuya dalmayı ve uykuyu sürdürmeyi etkileyen önemli çevresel faktörler: gürültü, oda sıcaklığı, uyaran varlığı ve aydınlık ortamdır. Aşırı sıcak veya çok soğuk bir oda uykuya dalmayı zorlaştırır, uyanıklığı artırır.

     Uyku çevresi düzenlemesine ilişkin öneriler kısaca şunlardır:

    1. Yatak odasının karanlık ve sessiz olmasını sağlamak
    2. Konfor oda sıcaklığını (oda ısısı 24 C0’den az olmalı) sürdürmek
    3. Yatak odasına hayvan almamak
    4. Yatağı uyumak için kullanmak
    5. Yatakta teknoloji kullanımından sakınmak (yatmadan 30 dk önce teknoloji kullanımına da
      son vermek)

    Günlük aktivitelerin düzenlenmesi

    Uyku sağlığını olumlu olarak etkileyen faktörlerden biri düzenli egzersizdir. Egzersiz esnasında vücut ısısını yükselir, egzersizden 2-4 saat sonra ise vücut ısısı düşer, bu durum uykuya dalmayı ve uykuyu sürdürmeyi kolaylaştırır. Aynı zamanda egzersiz vücut için fiziksel bir stresör olarak algılanır ve vücut buna derin uykuyu artırarak yanıt verir.

    Günlük aktivite planlamasına ilişkin öneriler şunlardır:

    1. Düzenli egzersiz yapmak
    2. Yatma zamanından en az 3 saat önce egzersiz yapmamak

    Beslenmeyi düzenleme

    Beslenme ve uyku, yaşam için önemli ve gerekli iki unsurdur. Beslenmenin uykuyu etkilediği, alkol tüketiminin arttığı durumlarda uykuya dalmanın zorlaştığı ve yetersiz uykuya neden olduğu bilinmektedir. Sigaranın içerdiği nikotin uyarıcı bir etkiye sahiptir, bu etkiye bağlı olarak uykuya dalmada zorluk yaşanabilmektedir. Gece uykuya daldıktan birkaç saat sonra düşen nikotin düzeyi uykuyu bölmekte, derin uykuyu azaltmakta ve uyku süresini kısalmaktadırdır. Kafein uyku üzerinde uyarıcı etkisi olan bir başka maddedir.

    Kafein uykuya dalma süresini, total uyku zamanını ve uyku kalitesini azaltmaya neden olmaktadır. Gece yatmadan önce yüksek kalorili besinler tüketmek de uykuya dalmayı güçleştirmektedir.

     Besin alımına ilişkin öneriler şunlardır:

    1. Uyumadan 4-6 saat önce veya saat 16:00’dan sonra uyarıcı etkisi bulunan kafeinli içecekleri kısıtlamak
    2. Uyumadan en az 2 saat önce ve gece uyanıldığında sigara kullanmamak
    3. Gece uyku bölünmesine neden olacağından, alkol almamak
    4. Uyumadan önce eğer bir şey yemek gerekiyorsa büyük öğünler almayıp, bunun yerine düşük kalorili atıştırmalıklar almak

    Zihinsel kontrole ilişkin düzenlemeler

    Stres, uyku bozukluğuna neden olabilmektedir. Yüksek düzeyde stres depresif semptomlarda artmaya, total uyku zamanında kısalmaya neden olmaktadır. Yoganın algılanan stresi azalttığı, uyku kalitesini artırdığı bilinmektedir.

     Zihinsel kontrolü geliştirmeye yönelik öneriler şunlardır:

    1. Yatmadan hemen önce zihinsel aktiviteyi teşvik etmekten kaçınmak
    2. Müzik dinlemek, kitap okumak, meditasyon vb. gibi dinlendiğimizi hissettiren sakin kalmaya yardımcı olacak eylemler yapmak1

    Yazar: Klinik Psikolog Nilüfer TÜTÜNCÜ

    Referanslar

    1Güneş, Z. (2018). Uyku Sağlığının Korunmasında Uyku Hijyenin Rolü ve Stratejileri. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi. 27 (2), 188-198.

    2Çakırcalı, E. (2000). Hasta bakımı ve tedavisinde temel ilke ve uygulamalar. İzmir:İzmir Güven Kitabevi 25-36. 

    3Plotnik, R. (2009). Psikolojiye giriş. (T. Geniş, Çev.) İstanbul: Kaknüs Yayınları

    4T. L. Kahan, & LaBerge, S. (1994). Lucid dreaming as metacognition: ımplications for cognitive science. Consciousness And Cognition. 3 (2), 246-264.

    5Giray, E. (2009). Dinamik aydınlatma ve uygulaması. Yıldız Teknik Üniversitesi. İstanbul.

    6Apaydın, S. (2012). Ofislerde aydınlatma tasarımının sürdürülebilirlik açısından mekan tasarımına etkileri. Haliç Üniversitesi. İstanbul.

    7Arendt J. (1985).  Mammalian pineal rhythms. Pineal Research Review.  (3), 161-213.

    8K. Kaur G, Singh A. (2017). Sleep hygiene, sleep quality and excessive daytime sleepiness among Indian college students. J Sleep Med Disord. 4 (1), 1076.

  • Kadınlar neden aldatır?

    Bu yazıda, kadınlar neden aldatır, sorusunu psikolojik bir perspektiften ele alıyoruz.

    Severek başlayan mutlu bir romantik ilişki hiç beklenmedik şekilde eşler arası çatışmayla karşılaşmakta ve aldatmayla sonlanabilmektedir. İlişkinin mükemmel derecede iyi başlaması mükemmel devam edeceğine yönelik beklenti oluşturmaktadır. Beklentiler ne yazık ki her zaman olumlu sonuçlanmamaktadır. Saygı ve sevgi dolu eşler ilişkinin bir noktasında bambaşka kişiler haline gelebilmekte, birbirlerine karşı ilişkinin başında olduğundan çok daha duygusuz, acımasız tutumlar sergileyebilmektedir.

    İlişkinin başında görülen kusursuz uyum, eşler arası sağlıklı iletişim, eşlerin birbirlerine gösterdikleri sevgi ve sıcaklık sanki hiç olmamış gibi birbirlerini anlamayan ve anlaşamayan iki yabancı haline gelebilirler. İlişkinin böyle bir duruma gelmesinin sebebi olarak da eşler genellikle karşı tarafı suçlama ve kendini aklama eğilimi göstermektedir. Çoğu zaman gerçek sorunlar konuşulmaz ve sağlıklı iletişim kurulamaz.

    Gerçekten ilişkinin neden bozulduğu, kimin bunda ne kadar payı olduğu sorulan sorular arasında yer almamaktadır. Giderek birbirinden uzaklaşan ve kopma noktasına gelen eşler sorunu çözmek yerine üstünü örterek dikkatlerini dışarıya yöneltebilmektedir. Çoğu zaman kendileri gibi ilişkilerinde sorun yaşayan veya bekâr arkadaşlarıyla zaman geçirerek eski mutluluklarına ulaşmaya çalışırlar. Kendi ilişkisinden uzaklaşarak yeni bir heyecan arayan kişi farklı insanlarla tanışır ve hatta eşini bu insanlarla tek gecelik veya sürekli olarak aldatabilir. Eşler arası aldatma konusunda akla ilk başta erkeklerin kadınları aldatması gelmektedir. Bu durumda toplumsal normların, kültürün ve toplumsal cinsiyet rollerinin etkisi olmaktadır. Ancak modern dünyada her şey artık farklılaşmakta olup giderek ekonomik açıdan bağımsızlık kazanan ve haklarını tanıyan kadınlar erkeklerle her konuda eşit konuma gelmektedir.

    Aldatma kavramı

    Aldatma, geçmişten günümüze evlilikler ve yakın ilişkiler için büyük bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmiş yıllarda daha az görülen aldatma davranışı, teknolojinin gelişip internetin hayatımıza girmesiyle, son yıllarda oldukça hız kazandı.

    Akıllı telefonlar ve sonsuz uyaranlar zincirine sahip internetle her bireyin kendine ait özel bir dünyası oluşmaya başladı. Karşı cinsle iletişim sorunu yaşayan kişiler, internet üzerinden çok daha kolay iletişim kurmakta ve çok fazla kişiye ulaşma imkânına sahip olmaya başlamışlardır.

    Evliliklerde veya ilişkilerde eşleri birbirine bağlayan en önemli etken sadakattir. Eşler, evlenirken her konuda birbirlerine sadık kalacaklarına dair söz verirler. Ancak evliliklerde, sadakati ortadan kaldıran veya zayıflatan durumlar yaşanabilir. Sadakatsizlik, mevcut birliktelik dışında olan kişilerle yaşanan duygusal veya fiziksel ilişki sonucu, mevcut birlikteliğin beklentilerinin çiğnenmesidir. Aldatma ise, sadakatsizlik sonucu ortaya çıkan ve dürüstlük sınırları dışında kalan söylem ve davranışlardır.

    Aldatma ve sadakatsizlik eş anlamlı değildir. Sadakatsizlik bir seçimken, aldatma bu seçim sonucu ortaya çıkan ve kaçınılmaz olan bir sonuçtur. Aldatmanın nedenlerine bakıldığında oldukça karmaşık bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak sık karşılaşılan aldatma nedenleri şunlardır:

    • Evlilik ilişkisinin nasıl olduğu aldatma konusunda önemli bir yer tutmaktadır. Evlilikten alınan düşük doyum ya da cinsel ve duygusal ilişkilerin az sayıda ve düşük kalitede olması, aldatma için bir sebep oluşturabilmektedir.
    • Evlilik dışı ilişki ile ilgili en yaygın kabul gören görüşlerden biri de evliliklerdeki mutsuzluk ve çatışmalardır. Mutsuzluk ve çatışma arttıkça aldatma eğilimi de yükselmektedir.
    • Bir diğer nokta ödül-bedel ilişkisidir. Kişi ilişkiden alacağı ödül yani haz ve doyumun, ödeyeceği bedelden(bireyi kısıtlayıcı etmenler) yüksek olduğu ilişkileri tercih eder. Ödül ve bedel arasındaki fark pozitiften, negatife dönmeye başladığında kişi ilişkiyi sonlandırma eğilimine girebilir.
    • Cinsellik, aldatmada payı olan önemli faktörlerden biridir. Kaliteli ve doyurucu bir cinselliğin yaşanmadığı ilişkiler kişileri aldatma davranışına yöneltmektedir.
    • Çiftlerden birinin ilişkiye gereken hassasiyeti ve bağlılığı göstermemesi ve bireyin söz konusu ilişki için bir gelecek olmadığını düşünmesi yine aldatmaya yol açabilmektedir.
    • Aldatmanın bir diğer nedeni normalleşmedir. Televizyon, sinema ve diğer kitle iletişim araçlarında sıkça işlenen aldatma temasının aldatmayı bireyin gözünde normalleştirebileceği ve bir moda algısı oluşturabileceği belirtilmiştir.
    • Bir başka neden sosyal arka plandır. Genç evlenme, gençliğinde birden fazla romantik ilişki yaşama, tutucu bir kültürde yetişme, anlaşmalı evlilikler gibi faktörlerin aldatma davranışı üzerinde etkili olduğu düşünülmektedir.
    • Son olarak da bireyin ilişkideki monotonluktan kurtulmak istemesi ve yeni bir heyecan arayışı içinde olması aldatma davranışına neden olabilmektedir.

    Aldatma türleri nelerdir?

    Aldatmanın türü, ilişki üzerindeki etkilerinin nasıl ve ne derecede olacağını etkilemektedir.

    Aldatma genel olarak duygusal aldatma ve cinsel aldatma olarak iki başlık altında incelenmektedir.

    Cinsel aldatma

    Cinsel aldatma, bireyin partneri dışındaki biriyle cinsel ilişki içinde bulunması olarak tanımlanırken, duygusal aldatma ise bireyin partneri dışındaki birine âşık olması ya da derin duygusal bir bağın paylaşılması şeklinde tanımlanmaktadır. Cinsel ve duygusal aldatmanın cinsiyete göre değerlendirildiği çalışmalar da mevcuttur. Yapılan araştırmalara göre erkeklerin partnerini daha çok cinsel olarak aldattığı, kadınların ise duygusal bir yakınlık ihtiyacı ile aldatma girişiminde bulunduğu açıklanmıştır. Bunun yanında erkekler partnerlerinin kendilerini cinsel olarak aldatıp aldatmadığını dikkate alırken kadınların, herhangi bir fiziksel unsur içermese bile duygusal yakınlaşmayı sadakatsizlik olarak değerlendirdiği görülmektedir.

    Duygusal aldatma

    Duygusal aldatma kıskançlık duygu durumuna neden olurken, cinsel aldatma öfke duygu durumunu uyandırabilmektedir. Araştırmalar sonucu kadınların duygusal, erkeklerin ise cinsel aldatılma karşısında daha çok kıskançlık duyduğu sonucuna ulaşmıştır. Erkekler, kadınların cinselliğe duygusal yakınlık yüklediklerinin farkına vardıklarında, cinsel aldatılma durumunda daha çok kıskançlık duyabilmekte, kadınlar da erkeklerin cinselliği heyecan ve fiziksel rahatlamayla ilişkilendirdiklerini düşündükleri için cinsel aldatılmadan çok duygusal aldatılma durumunda kıskançlık duymaktadırlar.

    Kadınlar eşlerini neden aldatır?

    Özellikle ülkemizde yaygın olan “Erkekler aldatır.” inancı giderek gerçekliğini kaybetmektedir. Geçmiş yıllar için geçerli olabilecek bir genelleme olsa da, son yıllarda kadınların iş dünyasında yer alarak kariyer ve para kazanma alanlarında erkeklerden daha iyi konuma gelmiş olmaları, kimseye ihtiyaç duymadan, bağımsız bir şekilde hayatlarına yön verebilmeleri kadın zihniyetinin büyük oranda değişmesine sebep oldu.

    Evde oturup çocuk bakmak zorunda olmayan, her akşam kocasına yemek yapmak zorunda hissetmeyen, dışarı çıkarken eşinin iznine gerek duymayan, daha modern ve kendi ayakları üzerinde duran kadın figürü ortaya çıktı. Bu gelişmelerle kadınlar da en az erkekler kadar dışarıda vakit geçirmekte, para kazanmakta ve eve akşam yorgun gelmektedir.

    Zamanla kadın ve erkek rolleri birbirine yaklaştı hatta günümüzde bu iki cinsiyet sonunda eşit konumda yer almış oldu. Bu eşitlik kadının erkeğe ilişkide mecbur olmadığı bilincine ulaştı. Erkek istediğini yaparsa kadın da istediğini özgürce yapabilecek olgunluğa geldi. Kadınların kendine güvenlerindeki artış ve maddi açıdan bağımsız olmaları, ilişkilerinde herhangi bir problem olduğunda serbest hareket edebilmelerine olanak tanıdı.

    Aldatan kadın olduğunda sorun genellikle yakınlık arayışı ve eşinin veremediği ya da vermediği sevgi, ilgi, kabul edilme, saygı görme, beğeniliyor olma duygularını verecek birini bulma ihtiyacıdır. Kadın aldattığında cinsellik genellikle aldatmanın başlıca nedeni değildir (tabii ki her zaman değil).  Peki bu durumda kadınları aldatmaya iten sebepler neler olabilir hep birlikte bakalım.

    • Duygusal olarak ihmal edilmiş hissetme: Kadınlar için ilişkideki sıcaklık, sevgi ve duygusal ihtiyaçların karşılanması erkeklere nazaran daha önemlidir. Kadınlar ilişkilerinde hassasiyet arar ve anlaşılmak ister. Özel günlerde yapılan incelikler(çiçek veya hediye almak), hoş sohbet veya güzel sözler kadınların temel ihtiyaçları gibidir. Yani bir kadın ruhsal doyuma ve duygusal yakınlığa ne kadar ulaşırsa eşine o kadar bağlı hissedecektir. Erkeklerin kadınlara duygusal anlamda ulaşamaması kadının ilişkiden aldığı doyumu azaltacaktır. Duygusal olarak ihmal edilme kadınların aldatmalarındaki en önemli nedenlerden biridir.
    • Sözel veya fiziksel şiddet görme: Sürekli eleştirilen, beğenilmeyen kadın, kendisini yetersiz ve değersiz hisseder. Yaptıkları küçümsenen, aşağılanan, sürekli psikolojik ve fiziksel şiddet gören bir kadın günün birinde kendisine saygı duyan, iltifat eden, sevgi sözcükleriyle hitap eden, onu anladığını hissettiren bir erkeğe ilgi duyabilir. Ona değer veren birisi ile yeni bir ilişki başlatabilir. Böylece yeni bir ilişkiyle birlikte kendisine olan güveni geri gelir. Bu sayede hem fiziksel olarak gücü yetmediği erkekten intikam alır, hem de değerli ve işe yarar biri gibi hisseder.
    • Heyecan arayışı: Bazı insanlar monotonluktan diğerlerine göre daha çok sıkılır. İlişkilerinde belli rutinler oluşmuş ve belli kalıplarla sınırlandırılmış kişiler hayatlarında farklılık arayışına girebilirler. Bu kişiler sürekli farklı uyaranlara ihtiyaç duyan tipler olarak karşımıza çıkmaktadır. Heyecan arayışı, yenilik, farklılıklara merak gibi sebepler aldatma nedenleri arasında bulunmaktadır.
    • Baştan çıkarılma faktörü: Aldatmanın yine önemli nedenlerinden biridir. Bu faktör temelde diğer kişilere hayır diyememek, başkaları tarafından caydırılmaya açık olmak gibi etmenler içermektedir. Aslında erkekler genellikle aldatmada bunu karşı tarafı suçlamak amacıyla yapsa da kadınlarda da baştan çıkartılma faktörü görülmektedir.
    • Partnerini suçlu görme: Kadınların aldatma nedenleri arasında oldukça büyük öneme sahip bir alandır. Kadınlar genellikle birlikte oldukları erkeği belli alanlarda yetersiz gördüğünde, birlikte olunan kişiyle bir gelecek göremediğinde, karşısındakiyle güven sorunu yaşadığında ya da beraber olunan kişiyle paylaşımın olmaması gibi durumlarda aldatma eğilimi oluştuğu gözlemlenmiştir. Kadınlar, erkeklere göre, suçlamanın önemli bir aldatma nedeni olduğunu düşünüyor. Bununla birlikte katılımcılar, erkeklere kıyasla kadınların “suçlama” nedeniyle birlikte oldukları erkeği daha çok aldattıklarını belirtiyorlar.
    • Özgüven artırma isteği: Kadınlar zihinsel olgunluğa önem verdikleri kadar dış görünüşleriyle de oldukça ilgilidirler. Ortama girdiklerinde belli ölçüde dikkat çekmeyi ve beğenilmeyi her kadın az çok beklemektedir. Yaşla birlikte değişen fiziksel görünüm veya eşin kadının güzelliğiyle ilgili yeterince tatmin edici iltifatlarda bulunmaması gibi nedenlerle kadının fiziksel görünümüne olan güveni düşebilir. Kadınlar genellikle evlilik sonrası ve çocuk doğurduktan sonra fiziksel görünümlerini ihmal etmeye başlamaya başlayabilirler. Aslında bu doğal bir süreçtir. Hiç kimse ilişkinin başındaki fiziksel özeni uzun dönem sürdürememektedir. Uzun ilişkilerin ve evliliklerin fiziksel görünüme göre şekillendiği birlikteliklerde bu aldatma sebebine daha çok rastlamaktayız.
    • Zengin ve/veya statü sahibi biriyle olmak arzusu: Kadınların erkeklerde önem verdikleri bir diğer konuda maddi güç ve statüdür. Özellikle de çalışma hayatında aktif yer alan kadınlar erkeklerin statüsüne daha çok önem vermektedir. Eşinin kendi statüsünün altında kalıyor olması ve eşini dengi görmemesi zaman içinde kadının duygularını da değiştirebilir. Bu durumda kadın yeni sosyal ortamlarda veya iş ortamında statü ve güç sahibi erkekleri daha çekici bulabilir ve onlarla bir ilişki başlatmaya meyilli olabilir.
    • Sorumlulukların yükünden kurtulma isteği: Evlilikte kadınlara çoğu zaman erkeklerden fazla sorumluluk yüklenmektedir. Evli ve çalışan bir kadından hem işinde hem de evinde üstün başarı beklenildiği durumlar görülmektedir. İş hayatı olan bir kadın işte en az erkek kadar yorulmakta olup bir de eve gelince ev işleri ve çocukların ihtiyaçlarıyla uğraşarak yıpranmaktadır. Hatta bazı ailelerde erkeğin pasif kaldığı ve çeşitli rahatsızlık sebebiyle de çalışmadığı görülmektedir.  Bu durumda kadının tüm ev geçimini sağlaması ve aynı zamanda ev düzenini kontrol etmesi İlişkiye karşı anlamsızlık, güvensizlik ve ilişkiden uzaklaşmaya sebep olmaktadır. Evin tüm maddi yükünü omuzlarında hisseden bir kadın için kaçış kimi zaman tek çare olarak düşünülmektedir.
    • Cinsel tatminsizlik: Cinsellik çoğunlukla erkeklerin önemsedikleri bir alanmış gibi düşünülür ancak bu doğru değildir. Toplumda erkeklere cinsellikle ilgili verilen hak ve izinler kadınlara verilmemiş olup bu durum kadınların cinselliklerini bastırmalarına sebep olmaktadır. Erkeğin cinsel yaşamında bencil davranması ve kadını düşünmemesi de kadını aldatmaya itebilir.

    Kadınların cinsel dürtülerini bastırmaları sonucu ilişkinin bir noktasında duyarsız ve bencil olan erkek kadını rahatsız etmeye başlayacaktır. Bazı kadınlar erkeği cinsellik dışında iyi ve yeterliyse bunu pek önemsemezler. Ama aynı zamanda kaba, bencil, öz bakımına özen göstermeyen, hem de cinsellikte eşini tatmin edemiyorsa aldatma olabilir.

    Erkeğin cinsel sorunlarının olması ve tedaviye sıcak bakmaması da aldatma sebebi olabilir. Kadınlar duygu yüklü cinsel ilişkileri daha çok tercih ederler ancak partner kadının bedenini bir bütün olarak ruhuyla birlikte tanımaktan ve anlamaktan yoksunsa kadın bu dürtüsünü doyurmak için başka kişilere gereksinim duyabilir. Özellikle de kendi geçimini kendi sağlayan ve cinsellik konusunda bilinçlenmiş kadınlarda bu duruma daha fazla rastlanmaktadır. Aksi halde kadın ilişkide sessiz kalmaya ve eşini memnun etmeye zorunlu olarak devam edecektir.

    • Sosyal yapı: Kadını aldatmaya iten en önemli nedenlerden biri de büyüdüğü çevre, nasıl ne koşullarda evlendiği ve evlenme yaşıdır. Evlilik yaşının çok erken olması, aşk yaşamamış olmak ve aşka duyulan özlem; kalabalık aile ortamı içinde yaşama, eşiyle rahat ve huzurlu bir ortamda romantizm yaşayamama kadınlarda aldatma sebeplerinden biri olabilir. Kalabalık aile ortamlarında kadın eşiyle rahat ve özgür bir birliktelik sürdüremez. Özellikle bir de ağır sorumlulukları varsa cinsellik ve kadınlığı ikinci plana atılır. Günün birinde kadına bu yönlerine vurgu yapan ve uyandıran bir erkek cazip gelebilir.
    • İntikam: Erkek tarafından aldatılan kadınların bir kısmı öfkeyle intikam almak amacıyla eşini aldatıp eşitlenmek ister. Kadın ancak o zaman rahatlarlar. Bazı birliktelikler de bu eşitlenme sebebiyle daha huzurlu bir ortam gelişebilir. Bir kısmı bunu bir kere yapar ve bırakır. Bazıları eşi devam ettiği sürece yapar.

    Kadınların aldattığına yönelik işaretler nelerdir?

    Aldatma söz konusu olunca devam eden ilişkiye ve eşe yönelik kimi zaman suçlu hissetme ve bunu telafi etmeye yönelik aşırı bir çaba harcama görülebilmektedir. Bunun dışında duygusal yaklaşımlar ve tutumlarda da değişimler gözlenmektedir.

    • İlginin azalması: Kadının birlikte olduğu kişiden başka biriyle görüşmeye başlaması eşine olan ilgisinde büyük orandan azalmaya yol açar. Boş zamanları ve tatil günlerini eşiyle geçirmek istemez. Sürekli bahane üretir ve eşine karşı isteksiz gözükür. Evde olduğu zamanlar eskisine göre daha çok tek başına zaman geçirmeye başlar.
    • Öfke: Eşinin söyledikleri rahatsız etmeye başlar. Onun düşünceleri ve yaptıkları mantıklı olsun ya da olmasın kadına batmaya başlar. Sinirlilikle birlikte tartışmalar olabilir ve bu tartışmalarda çok eski sorunlar bile ortaya çıkıp ortamı daha çok gerebilir.
    • İletişim zayıflığı: Eş sohbet etmeye çalıştığında veya herhangi bir konuda konuşmak istediğinde kadında kaçınma davranışı görülebilir. İletişime girmekten mümkün oldukça uzak durur. Bunun bir nedeni eşiyle duygusal bağın azalması ve bir diğer nedeni de aldattığı için herhangi bir şekilde bunu ele vereceğine dair korkulardır.
    • Aşırı kontrol mekanizması: Aldatan kadın gizli ilişkisi ortaya çıkmasın diye eşine karşı fazla kontrolcü davranabilir. Eşinin eve geciktiği olursa nerede olduğunu sorgulayabilir veya başka konularda eşinin açığını yakalamaya çalışabilir. Bu davranış kendi korkularını eşine yansıtma savunma mekanizmasıyla işler.
    • Cinsellikten kaçınma: Cinsel istekte eşe karşı tamamen soğuma meydana gelir. Eşin istek ve yakınlaşmalarını sürekli geri çevirir. Bazen belki durumu gizlemek için veya kaçamayacağı noktaya geldiğinde istemsizce birlikte olabilir ancak mümkün olduğunca isteksiz olduğunu hissettirir. Eşiyle yakınlaşması kadını yeni birlikte olduğu kişiye aldatıyormuş gibi hissettirecektir.
    • Duygularda değişim: Zaman zaman sessizlik içinde bir köşede oturup uzaklara bakmak veya duvarı boş boş izlemek görülebilir. Bir şarkı dinlediğinde veya film izlediğinde kısa sürede duygu değişimi ağlama ve depresif örüntüler gözlenebilir. Bu durumlar kadının yaşadığı gizli ilişkinin ağırlığından ve baskısından kaynaklanmaktadır.
    • Küçümseme ve beğenmeme: Kadın, ilişkinin başında eşinin çok sevdiği özelliklerini, davranışlarını aldatmayla ortaya çıkan yeni ilişkisinden sonra sürekli eleştirebilir, küçümser ve beğenmez. Eşi onun için bir şey yaparsa burun kıvırır, onu düşünmesini ve onun için bir şeyler yapmasını istemez. Bu tutumun altında yatan sebep kadının hayatındaki yeni erkekle eşini kıyaslamasıdır. Bu kıyaslamada kendini kandırıp yeni ilişkisinin mantıklı olduğuna inandırabilmesi için de eşinin eksikliklerini görmeye çalışır ve yeni sevgilisini yüceltir.
    • Zevklerde değişiklik: Aldatan kadın yeni sosyal ilişkiye başladığı için o insanın beğenilerinden ve zevklerinden de etkilenmeye başlar. Önceleri sevmediği yemeği, hoşlanmadığı müzik tarzını veya beğenmediği tarzdaki kıyafetleri sevmeye başlayabilir. Bu durum kısa sürede eşi tarafından fark edilir. Kadın bu değişimin normal olduğunu savunur ve eşine öfkeyle yaklaşabilir.

    Kişilik tarzı veya kişilik bozukluğu aldatmada etkili midir?

    Bazı kişilik tarzları aldatmaya daha meyilli olabilmektedir. Kişiliğin oluşmasında kişinin yaşadığı çevre ve ona bakım veren kişiler oldukça önem arz eder. Aynı şekilde belirli kişilik bozukluklarına ve bazı rahatsızlıklara sahip bireylerde aldatma davranışı daha çok görülebilir.

    Çeşitli ruhsal ve fiziksel hastalıklar kadını aldatma davranışına itebilir. Mesela depresyon geçiren bir kadın çektiği acıyı, yalnızlığı onarmak için (eşiyle, eşinin ailesiyle de biraz problemliyse) tek başına gittiği bir parkta, restoranda, tatilde tanıştığı veya sosyal medyada tanıştığı biriyle çıkabilir ve eşini aldatabilir.

    Bunun yanı sıra düşünce-duygu ve davranışları aşırılığa, taşkınlığa kaçan manik-depresif bir hasta hiçbir kural tanımadan eşini aldatabilir. Çünkü manik hasta hastalık getirisi olarak çok konuşur, uyumaz, sürekli gezer, çok alışveriş yapar, çok girişken ve aşırı sevecen davranır, aşırı derecede cinselliğe düşkün olabilir.

    Kişilik bozukluklarında ise Borderline Kişilik Bozukluğu, Histrionik Kişilik Bozukluğu ve Antisosyal Kişilik Bozukluğuna sahip olanlar da eşlerini zaman zaman aldatmaya yatkındırlar.

    Zekâ düzeyi düşük ve telkine yatkın insanlar da bu yola girebilirler. Sürekli heyecan ve adrenalin peşinde koşan bazı kadınlar da sık sık partner değiştirerek bu dürtülerini tatmin etmeye çalışabilirler. Rahatsızlıkların yanı sıra kullanılan bazı ilaçların etkisiyle cinsel dürtü artıp kişiyi değişikliğe itebilir.

    Kadınlarda aşırı östrojen hormonu salgılayan bir tümör de kadını hiper seksüel yapıp, aldatmaya sürükleyebilir.

    Birtakım antidepresanlar da aşırı ve gereksiz bir özgüven ve karşı cinse yönelimde artış yaratabilir. Bu durumda da aldatma görülebilir.

    Alkol, uyuşturucu, kumar bağımlısı bazı kadınlarda da, zamanla kişilik değişimleri ve değer yargılarında aşınma olduğundan aldatma daha kolay gerçekleşebilir. Toplumda görülme sıklığı az da olsa örneğin disosiyatif kimlik bozukluğu (çoğul kişilik bozukluğu) olan bir kadın, kişiliklerinden biriyle aldatmayı gerçekleştirebilir ve çoğu zamanda o kişilikten hiç haberi olmayacağı için yakalanması da güç olur.

    Diğer yandan temporal epilepsisi rahatsızlığı olan bir kadın da nöbeti sırasında böyle bir şey yapabilir ve olan bitenleri hiçbir şekilde hatırlamayabilir.

    Referanslar
    • Atak, H. ve Taştan, N. 2012, “Romantik İlişkiler ve Aşk”, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar.
    • Emine D. T. 2013, “Evli Kadın ve Erkeklerde Aldatmanın Tipi-Affetme, Pozitif Duygu-Affetme ve Baş Etme-Affetme İlişkilerinde Evlilik Doyumunun Aracı Rolü”, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
    • Cüceloğlu, D. (2002a). Yeniden İnsan İnsana. (27. baskı). İstanbul: Remzi Kitabevi.
    • Demirtaş, H.A. (2004). Yakın ilişkilerde kıskançlık (bireysel, ilişkisel ve durumsal değişkenler). Yayınlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi.
    • Erden-İmamoğlu, S. (2009). Kişilerarası İlişikler. İstanbul: Yeni İnsan Yayınevi.
  • Derealizasyon (Çevreye Yabancılaşma) Nedir? Tedavisi Nasıldır?

    Anksiyetenin ağır olduğu durumlarda, kişi deliriyormuş hissine kapılabilir. Kişi, yaşantısında bir şeylerin gerçeklikten uzak olduğu, etrafındaki dünyanın çatırdamaya başladığını düşünmeye başlayabilir. Bazı vakalarda, bu durum kişide bütün bir dünyanın “gerçek dışı” olduğu hissini uyandırabilir, sanki etrafında olan bir şeylerin gerçek dışı olduğu hissini. Bu durum derealizasyon olarak tanımlanır ve bu, anksiyete belirtileri arasında, oldukça ürkütücü bir deneyimdir. Bu durum aynı zamanda tamamiyle öznel bir durumdur; bu durumu yaşamayanlar için anlaşılması oldukça zordur.

    Derealizasyon nasıl oluyor?

    Anksiyeteden derealizasyona geçişin nedenleri

    Derealizasyon şaşırtıcı derecede karmaşıktır. O kadar kompleks bir yapısı vardır ki; beyinde, insanları gerçeklikten uzaklaştıran ne gibi bir durumun ortaya çıktığı halen tam olarak bilinememektedir. Derealizasyonun, vücudun doğal savunma mekanizmalarından biri olduğuna inanılmaktadır. Çok yoğun anksiyete yaşadığı esnada (mesela panik atak veya benzeri ciddi stresle ilgili bozukluklar), zihin esas olarak ortaya çıkan durumla baş edebilmek için gerçek dünyayla olan ilişkisini askıya alır.

    Ancak bu askıya alma sırasında da zihin hala faal olduğu için, kişiye bulunduğu mekan gerçek dışı gibi gelmeye başlar. Hemen hemen her zaman -çok az da olsa istisnası olmakla beraber- bu durum anksiyete bozukluğunun karakteristik diğer belirtileri ile birlikte anksiyetenin zirve yaptığı noktada ortaya çıkar.

    Depersonalizasyon / Derealizasyon Bozukluğu Nedir? (Tıklayın)

    DSM-5’te Çözülme (Dissosiyasyon) Bozuklukları kategorisi altında, Depersonalizasyon-Derealizasyon Bozukluğu başlığıyla bir psikolojik bozukluk tanımlanmaktadır. Bu bozukluğun semptomları şu şekilde listelenmiştir:

    A. Sürekli ya da yineleyici olarak, kendine yabancılaşma, gerçekdışılık yaşantıları ya da her ikisinin birlikte olduğu yaşantıların varlığı:

    1. Kendine yabancılaşma (depersonalizasyon): Kişinin düşünceleri, duyguları, duyumları, vücudu ya da eylemleriyle ilgili olarak gerçekdışılık, kendinden kopma ya da dışarıdan bir gözlemciymiş gibi olduğu yaşantıları (örn. algısal değişiklikler, zaman algısında çarpıklık, kendiliğin gerçekdışılığı ya da yokluğu, duygusal ve/ya bedensel uyuşma).
    2. Gerçekdışılık (derealizasyon): Çevredekilerle ilgili olarak gerçekdışılık ya da kopukluk yaşantıları (örn. insanlar ya da nesneler gerçekdışı, düşsel, sisli, cansız ya da görsel açıdan çarpık olarak yaşantılanır).

    B. Bu kendine yabancılaşma ya da gerçekdışılık yaşantıları sırasında gerçeği değerlendirme bozulmamıştır.

    C. Bu belirtiler, klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, işle ilgili alanlarda ya da önemli diğer işlevsellik alanlarında işlevsellikte düşmeye neden olur.

    D. Bu bozukluk, bir maddenin (örn. kötüye kullanılabilen bir madde, bir ilaç) ya da başka bir sağlık durumunun (örn. katılmalar) fizyolojiyle ilgili etkilerine bağlanamaz.

    E. Bu bozukluk, şizofreni, panik bozukluğu, yeğin depresyon bozukluğu, akut gerginlik bozukluğu, örselenme sonrası gerginlik bozukluğu ya da başka bir çözülme bozukluğu ile daha iyi açıklanamaz. (Kaynak: DSM-5 Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı)

    Derealizasyon nasıl anlaşılır?

    Derealizasyonu anlamanın en iyi yolu; sadece hiç bilmediğiniz değil aynı zamanda hiç bir şekilde anlamlandıramadığınız bir yere nakledildiğinizi düşünmektir. Neler olup bittiğini izleyemediğiniz veya çevrenizdeki dünyaya dair bilgileri alamadığınız bir yer. Bu yerin pek tanıdık gelmemesinden öte, tanıdık gelme ihtimali zaten yoktur; çünkü 5 duyu organıyla algılananlar zihin tarafından işlenememekte ve bir çerçeveye oturtulamamaktadır. Bu durumun bir hayli sıradışı ve ürkütücü olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Bu durumu yaşayan kişi sıklıkla aslında algıladığı ortamda olmadığını veya algıladığı dünyanın gerçek olmadığını düşünebilir; sanki hiç bir şey anlamadığı bir şeyleri izliyormuş, yada o an kaçmasının mümkün olmadığı bir rüyanın –belki de bir kabusun- tam ortasındaymış gibi hissedebilir. Bazı vakalarda derealizasyon, depersonalizasyon (kendine yabancılaşma) –sanki kendisini izliyormuş hissi- ile birlikte ortaya çıkabilir.

    Başka anksiyete semptomları, derealizasyon hissini daha da şiddetlendirebilir. Anksiyete atağı esnasında gözbebekleri genişleyebilir ve bu da alışılmadık bir görüş açısıyla derealizasyon hissini kuvvetlendirebilir. Anksiyete, kaslarda zayıflığa da yolaçabilir, bu da hastada güçsüzlük hissi meydana getirebilir. Anksiyete semptomlarının birbiriyle etkileşebileceği sayısız yollar vardır.

    Derealizasyon nasıl durdurulur?

    Anksiyeteden kaynaklanan derealizasyon hissi genel olarak pek tehlikeli kabul edilmez. Sıklıkla bu durum kendiliğinden ortadan kalkar ve ancak çok yoğun anksiyete esnasında tekrar ortaya çıkar. Bu zamanlarda bile bazı insanlar bu durumla başa çıkmayı öğrenir ve derealizasyon bir daha tekrarlamaz. Eğer derealizasyon hissiniz gerçeklik algınızı etkileyecek derecede inatçı ise, veya başladığında uzun süre devam ediyorsa hemen bir doktora başvurmanız gerekebilir.

    Derealizasyonu durdurmanın en iyi yolunun “farkındalık” olduğu hususunda doktorlar ve psikologlar genel olarak hemfikirdirler. “Farkındalık” terim olarak, kendi varlığınızın daha fazla farkında olma manasında kullanılmaktadır. Farkındalık değişik yollarla elde edilebilir fakat en kolay yolu; mümkün olduğunca fazla odaklanabileceğiniz bir iş yapmaktır, bu da size gerçeklik hissini tekrar kazandırabilir.

    Örneğin:
    • Soğuk veya sıcak bir şeye dokunun ve ısı farkına odaklanın.
    • Kendinizi çimdikleyin ve ne kadar gerçek olduğunuzu anlayın.
    • Çok basit bir objeye odaklanın ve o objenin ne olduğunu, hakkında ne bildiğinizi sıralayın.
    • Odada bulunan bir şeyleri saymaya başlayın. Bu şeyleri tanımlamaya çalışın.
    • Mümkün olan herhangi bir şekilde duyularınızı kullanmaya çalışın.

    Bazı uzmanlar gözlerin sürekli hareket ettirilmesini ve beyni tek bir düşünceden ziyade farklı düşüncelere odaklamaya çalışılmasını tavsiye ediyorlar.

    Unutmayın, derealizasyon hissi bir anksiyete semptomudur. Bu his psikopat olduğunuz ya da zihninizde bir şeylerin yanlış olduğu anlamına gelmez. Derealizasyon hissinin üstesinden gelmenin bir parçası; geçmesini beklemek ve sonrasında da diğer anksiyete semptomlarının üzerine eğilmek ve böylece tekrardan böyle yoğun bir anksiyete durumunun ortaya çıkmasına engel olmaktır.

    Referanslar

    Kaynaklar

    1. Alıntı: www.calmclinic.com/anxiety/symptoms/derealization
    2. Trueman, David. Anxiety and depersonalization and derealization experiences. Psychological reports 54.1 (1984): 91-96.
    3. Cassano, Giovanni B., et al. Derealization and panic attacks: a clinical evaluation on 150 patients with panic disorder/agoraphobia. Comprehensive Psychiatry 30.1 (1989): 5-12.
  • Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) Nedir?

    Son zamanlarda anne babalardan, eğitimcilerden sıkça duyduğumuz “Ne oldu da çocuklarımız bu kadar dikkatsiz ve yerlerinde duramaz oldular?” sorusu dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun sanki yeni ortaya çıkmış bir sorun olduğunu vurgulamaktadır. Oysaki dikkat eksiliği ve hiperaktivite bozukluğuna sahip çocuklarla geçmiş yıllarda da karşılaşılmaktaydı. Ancak bu çocuklar geçmişte farklı kavramlarla (dik kafalı ya da söz dinlemeyen, asi gibi) adlandırılmaktaydılar.

    Son yıllarda bu bozukluk ile ilgili araştırmaların ve yayınların artmasıyla gündemde olan, bilinen bir konu halini aldı. Ancak aileler çocuklarının her dikkatsiz, uyumsuz ve hareketli davranışını bu bozuklukla bağdaştırmaya başlayıp çaresizce uzmanlara danışma yoluna gittiler. Çoğu zaman sadece yaşının gerektiği ölçüde hareketli davranan çocuklara gelişigüzel hiperaktif denilmeye başlandı. Bazen de gerçekten bu bozukluğa sahip çocuklar davranışlarıyla suçlandı, görmezden gelindi.

    Bu noktada dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun ne olduğunu, belirtilerini, tanı kriterlerinin neler olduğunu, tedavisindeki önemli detayları ve bu rahatsızlıkla başa çıkma yollarını bilmekte yarar var.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) nedir?

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), erken çocukluk döneminde başlayıp erişkinlik dönemine kadar devam edebilen, kişinin yaşına uygun olmayan dikkat süresi kısalığı/dağınıklığı, odaklanma zorluğu, aşırı hareketlilik ile birlikte dürtüsellik (istekleri erteleyememe)  tablosunun görüldüğü ve yaşamın çeşitli alanlarında bozulmaların olduğu bir rahatsızlıktır. Aynı zamanda bireylerin sosyal ilişkileri, okul yaşantısı gibi birçok alanda olumsuz etki yaratan psikiyatrik bir bozukluktur.

    DEHB çocukluk çağında en sık rastlanan bozukluklardan biridir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu denlince akla genellikle aşırı hareketli çocuklar gelse de durum her zaman böyle olmamaktadır. Bazen yalnızca dikkat dağınıklığı, bazen yalnızca hiperaktivite, bazen ise dikkat eksikliği ve hiperaktivite bir arada gözlemlenmektedir. DEHB  tanı koyulmasını kolaylaştıran bu üç ana başlık halinde incelenir.

    DEHB tanı ölçütleri nelerdir?

    DEHB klinik bir tanı olup; tanıyı kesinleştirmeye yönelik herhangi bir laboratuar incelemesi veya özgün bir test yoktur. Klinisyenin tanı araçları; aile ve çocuk ile yapılan görüşmeler, klinik gözlem, psikiyatrik ve nörolojik muayene, davranış değerlendirme ölçekleri, ebeveyn ve öğretmen ölçekleri ve bilişsel testlerdir. DEHB’li çocuklarda; dikkatlerini belirli bir konuya veya olaya odaklayamama, dikkati sürdürmede zorlanma, eşya ve oyuncakları sık kaybetme, aldığı sorumluluk ve görevleri unutma gibi dikkat problemleri görülür. Bunlarla birlikte sırasını beklemede güçlük, isteklerini erteleyememe, acelecilik, başkalarının sözlerini kesme gibi dürtüsel davranışlar, yaşıtlarına göre belirgin olarak fazla olan, günlük işlevlerde sorun oluşturan hareketlilik gibi belirtiler görülmektedir. Bu tanıyı alan çocuklarda belirtiler 7 yaş öncesinde başlar. Aşırı hareketlilik genellikle geç çocukluk veya erken erişkinlik döneminde düzelme gösterirken, dikkat eksikliğinin devam ettiği, sonuç olarak DEHB’li çocukların %30-80’ninde ergenlik döneminde, % 65’inde ise erişkinlik döneminde de belirtilerin görüldüğü ileri sürülmektedir.

    Dikkat eksikliği baskın olan görünüm:

    DEHB bileşeni olan dikkatsizlik belirtilerinin mevcut olduğu bireyler;

    • Genellikle okuldaki çalışmalarında ya da diğer etkinliklerde dikkatsizce hatalar yapar, ayrıntılara yoğun dikkat gösteremez.
    • Çoğu zaman görev ya da oyunlarda dikkatini korumakta zorlanır.
    • Doğrudan kendisiyle konuşulduğunda çoğu zaman dinlemiyor gibi görünür (örneğin dikkatini dağıtacak açık bir dış uyaran olmasa bile, aklı başka yerde gibi görünür).
    • Genellikle, sürekli zihinsel çaba gerektiren görevlerden kaçınır, hoşlanmaz ya da bunlara isteksizce yaklaşır.
    • Genellikle görev ya da etkinlikler için gerekli eşyaları kaybeder (örneğin, oyuncaklar, kalem, kitap, okul ödevleri, araç gereç).
    • Genellikle verilen talimatları sonuna kadar uygulayamaz ve küçük ev işlerini, ev ödevini ya da görevleri tamamlayamaz. (örneğin, işe başlar ancak hızlı bir biçimde odağını yitirir ve dikkati dağılır).
    • Genellikle görev ve etkinlikleri organize etmekte zorlanır. (örneğin, ardışık işleri yönetmekte güçlük çeker; kullandığı gereçleri ve kişisel eşyaları düzenli tutmakta güçlük çeker; dağınık ve düzensiz çalışır; zaman yönetimi kötüdür; zaman sınırlamalarına uyamaz).
    • Genellikle gündelik etkinliklerde unutkandır.
    • Çoğu zaman dikkati dış uyaranlardan kolayca dağılır. ( örneğin ders dinlerken, konuşmalar ya da uzun bir okuma sırasında odaklanmakta güçlük çeker).

    Yukarıda belirtmiş olduğumuz maddelerden altı veya daha fazlasının en az altı aydır görülüyor olması dikkatsizliğin göstergesidir.

    Aşırı hareketlilik (hiperaktivite) – dürtüsellik olan görünüm

    DEHB’in alt bileşeni olan aşırı hareketlilik ve dürtüsellik görülen bireyler;

    • Çoğu zaman elleri ve ayakları yerinde duramaz ya da oturduğu yerde kıpır kıpırdır.
    • Genellikle yerinde oturması beklenirken sınıfta ya da diğer durumlarda oturduğu yerden kalkar.
    • Çoğu zaman çevrede aşırı bir şekilde koşturur, tırmanır ya da huzursuzluk hissettiğini söyler.
    • Genellikle sakince oynamakta zorlanır.
    • Sürekli “hareket halindedir”  ya da genellikle “motor takmış” gibi hareketlidir.
    • Genellikle aşırı konuşur. Sınıf içi etkinliklerde sessiz duramaz.
    • Çoğu zaman daha soru tamamlanmadan yanıtı ağzından kaçırır ( örneğin, insanların cümlelerini tamamlar; konuşma sırasını bekleyemez).
    • Çoğu zaman konuşma sırası beklemekte zorlanır.
    • Genellikle diğerlerinin sözünü ya da hareketlerini yarıda keser ( örneğin konuşmaların, oyunların ya da etkinliklerin arasına girer; sormadan ya da izni almadan başka insanların eşyalarını kullanmaya başlayabilir).

    Yukarıda sıralamış olduğumuz maddelerden altı ya da daha fazlasının en az altı ay boyunca görülmesi hiperaktivite-dürtüsellik işaretidir.

    Bileşik görünüm (dikkat eksikliği ve hiperaktivite)

    Bu görünüm, en sık şikayette bulunulan görünümdür. Dikkatin kolayca dağılması, belli bir konuya odaklanmada problem, yaş düzeyine uygun olmayan aşırı hareketlilik, okul ortamında problem yaşama gibi hem dikkatsizlik hem de dürtüsellik görünümlerinde bulunan belirtileri birlikte barındırır. Bir çocukta DEHB olduğunu söyleyebilmek için;

    • Dikkat eksikliği,
    • Aşırı hareketlilik,
    • Dürtüsellik belirtilerine ek olarak; belirtilerin yedi yaşından önce başlamış olması, belirtilerin en azından bir bölümü iki ya da daha fazla ortamda, örneğin ev ve okulda ya da okul ve akranlarla oyunda görülmesi, sürekli olması ve kişinin yaşamını olumsuz yönde etkilemesi gerekmektedir. Burada tanıyı koyabilecek yetkin kişiler çocuk alanında eğitimini tamamlamış uzman psikolog, çocuk ve ergen psikoterapisti ve psikiyatristler olacaktır. Bu alanlarda uzmanlığı olmayan kişilerin tanı koymasına yetki yoktur. Rehber öğretmenler ise yalnızca bu sorundan şüphelenip çocuğu uzmana yönlendirme konusunda rol alabilirler.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun görülme sıklığı

    DEHB okul çağı çocuklarında görülen rahatsızlıklar arasında en sık rastlanan bozukluklardan biridir. Bu rahatsızlığın çocukların %3-%5’inde rastlandığı ve kızlara oranla erkeklerde daha sık görüldüğü bildirilmiştir. Bu çocukların yarısının yetişkinlik döneminde de DEHB ile bağlantılı problemler yaşadığı görülmektedir. Yapılan çalışmalara göre yaşla birlikte hiperaktivite azaltmakta, dikkat eksiliği ise gittikçe artmaktadır. Kliniğe başvuru oranı açısından bakıldığında, erkeklerin kızlara oranla dokuz kat daha fazla olduğu gözlenmiştir. Kızlarda ağırlıklı olarak dikkat eksikliğinin önde geldiği tipin görülmesi ve eşlik eden davranış sorunlarının daha az olmasının kliniğe başvuru oranlarını azalttığı düşünülmektedir. Erkeklerde ise saldırganlık, ataklık ve davranış bozukluklarını daha sık göstermeleri nedeniyle ailelerin tedavi amaçlı başvuruları daha sık ve erken olmaktadır.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun nedenleri nelerdir?

    Yapılan araştırmalarda DEHB’nin nedeni tam olarak bilinmemekle beraber ortaya çıkışında genetik, biyolojik, psikososyal ve çevresel faktörlerin hepsinin birden rol oynadığı görülmüştür.

    Genetik faktörler

    DEHB’nin genetik kökenli bir bozukluk olduğu yapılan araştırmalarla belirlenmiştir.  İkiz, evlat edinme ve aile araştırmalarından elde edilen bilgiler ile DEHB’nin kalıtsal özellik gösterdiği belirtilmiştir. Aile çalışmalarının sonuçları, DEHB olanların birinci derece akrabalarında riskin 4-6 kat arttığını göstermektedir. İkiz çalışmalarında ise tek yumurta ikizlerinde % 50-80, çift yumurta ikizlerinde % 33 oranında genetik geçiş saptanmıştır. Sonuç olarak ailesinde DEHB bozukluğu olan bireylerin bu rahatsızlıkla karşılaşma olasılıkları olmayanlara göre daha yüksektir.

    Biyolojik faktörler

    Beyin görüntüleme yoluyla tanı yöntemleri sayesinde hiperaktif olan ve hiperaktif olmayan bireylerin beyin yapılarında ve beyin işlevlerinde bazı farklılıklar olduğu görülmeye başlanmıştır. Manyetik rezonans görüntüleme (MR) kullanılan çalışmalarda DEHB olan çocukların çoğunda beynin sağ yarıküresinin sol yarıküreden daha büyük olduğu görülmüştür, buna karşılık DEHB olmayan çocukların büyük bölümde bunun tam tersi durum söz konusudur. Bununla birlikte beyindeki yapısal işlev farklılıkları (beyin hasarı veya nörokimyasal aksaklıklar) görülebilir.

    Çevresel faktörler

    • Gebelik Dönemindeki Faktörler: Annenin alkol, sigara ya da ilaç kullanımı, yetersiz ve kötü beslenme, toksin maddelere ve ağır metal zehirlenmesine maruz kalma (örneğin, kurşun) maruz kalma, çoğul gebelik.
    • Doğum Sırasında Ve Doğumdan Sonraki Faktörler: Zor doğum, doğum esnasında veya sonrasında yaşanan tıbbi sorunlar (kordon dolanması, beynin oksijensiz kalması), erken doğum, düşük doğum ağırlığı(DEHB riskini 2-3 kat artırmaktadır), merkezi sinir sistemi iltihapları, demir eksikliği, alerjiler.
    • Psikososyal Faktörler: Bozukluğun gelişiminde temel bir etkiden çok hazırlayıcı ve ortaya çıkışını hızlandırıcı etkilerden söz edilebilir. DEHB olan çocukların genellikle parçalanmış ailelerden geldiği, anne-babanın sürekli geçimsizliği ve anne-babada psikiyatrik bozukluklara rastlandığı görülmüştür. Buna ek olarak yetiştirme yurtlarındaki çocukların dikkat sürelerinin kısa olduğu ve aşırı hareketli oldukları gözlenmiştir. Bu belirtiler uzun süreli duygusal yoksunluktan kaynaklanmaktadır. Özetleyecek olursak yoksulluk, eğitimsizlik, suç oranı yüksek veya ruhsal sorunları olan bir çevrede yetişmiş olmanın DEHB oluşumuna ortam hazırladığını söylenilebilir.

    DEHB ile birlikte görülebilen diğer bozukluklar

    DEHB diğer psikiyatrik bozukluklar ile birlikte sıkça görülen bir bozukluktur.

    • Davranım bozukluğu (%30-50)
    • Karşıt olma gelme bozukluğu (%50)
    • Öğrenme ve dil bozuklukları (%25-35)
    • Duygudurum bozuklukları
    • Anksiyete
    • Zihinsel gerilik
    • Otizm spektrum bozukluğu
    • Tik bozuklukları
    • Tourette bozukluğu
    • Özgül Öğrenme bozuklukları

    DEHB hangi durumlar ile karıştırılabilir?

    • Görme ve işitme bozukluklarına bağlı davranışsal problemler.
    • Akut ve kronik fiziksel hastalıklar (örneğin, astım) gibi durumlar sıklıkla sonradan gelişen dikkat sorunlarına yol açar.
    • Bazı nöbet tipleri ( epilepsi çeşidinde yer alan dalma nöbetleri) aileler ve öğretmenler tarafından DEHB zannedilebilir.
    • Uyku bozukluklarına bağlı yetersiz uyku, çocuk gün içinde uyuklayacağı ve dikkatini toplamakta güçlük çekeceği için DEHB ile karıştırılabilir.
    • Kafa travması sonrasında da DEHB belirtileri gelişebilir; özellikle 7 yaşından sonra gelişen DEHB varsa bu ihtimal akla getirilir.

    Çocuklar ne zaman hiperaktif olarak değerlendirilmelidir?

    Sağlıklı ve uyumlu bir yaşam sürdürebilmeleri açısından DEHB’li çocukların erken teşhis edilmesi ve eğitime erken başlanması önemlidir. Bu çocukların, çoğu zaman eğitim öğretim ortamlarıyla tanıştıktan sonra fark edildiği görülmektedir. Sınıfta sürekli koşan, gürültü yapan ve çok konuşan öğrencilerin “hiperaktif” olarak değerlendirilmesi, okul ortamında sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Ancak yaşının gereği hareketli olmakla aşırı hareketli olmak birbirine karıştırılmamalıdır. Bu nedenle, normal hareketlilik ile aşırı hareketlilik arasındaki farkların bilinmesi önem taşımaktadır. Normal hareketlilikte davranışın bir amaca yönelik olması, aşırı hareketlilikte ise davranışın amaçsız olması, aşırı hareketlilik ile normal hareketlilik arasındaki en önemli farkı oluşturur. Aşırı hareketli öğrenciler özellikle dikkat toplamaları gereken durumlarda hareketlerini kontrol etmekte daha da zorlanmaktadır. Aynı zamanda normal hareketlilik gösteren çocukların stresli durumlarda hareketliği artarken hiperaktif çocukların heyecan verici durumlarda sakinleştiği, normal durumlarda ise hareketlilik düzeyinin arttığı görülmektedir. Çocuklara DEHB tanısı konulabilmesi için daha önce bahsettiğimiz DEHB ile birlikte görülebilen rahatsızlıklarla karıştırılmaması ayrıcı tanı  niteliklerine dikkat edilmesi gerekmektedir. Bu sebeple de DEHB olan çocuklarda gözlemlenebilecek durumların bilinmesi ve şüphe duyulduğunda mutlaka uzmana başvurulması gerekmektedir.    

    DEHB olan bireylerin sosyal ve gelişimsel özellikleri nelerdir?

    Çocuklar okula başlamadan önce normal olarak hareketlidir ve dikkat süreleri kısadır. Bu nedenle okul öncesi dönemde DEHB’ten şüphelenilmesi zordur ancak çocuktaki dikkat eksikliği ve hareketlilik yaşıtlarına oranla önemli ölçüde farklılık gösteriyorsa o zaman bu tanı düşünülebilir. Sıklıkla çocuklar ilkokul döneminde iken bu tanı konur. DEHB’in temel özelliği, kalıcı ve sürekli dikkatsizlik belirtileri ile aşırı hareketliliktir. Yürümeye yeni başlayan bir ya da iki yaşındaki bir çocuğun çok hareketli olması gelişimsel olarak beklenen bir durumdur ancak on bir yaşındaki bir çocuğun sınıfta 10-15 dakika bile yerinde oturamaması gelişimsel olarak olağan karşılanmamaktadır. Yine de bir yıl içinde sadece birkaç gün aşırı hareketli olan çocuğa bu tanı konulamaz. Tanı koyma aşamasında belirtilerin birden çok ve çeşitli olması beklenmekte, sadece unutkan olmak ya da arkadaşlarına dürtüsel davranmak tanı için yeterli kabul edilmemektedir. Genel olarak DEHB tanısı almış çocukların gelişimsel özellikleri şunlardır:

    • DEHB olan çocuk genellikle birinci çocuk olmaktadır ayrıca aşırı konuşkan ve gürültücü çocukların annelerinin de normalden daha konuşkan olduğu gözlenmiştir.
    • Boyu ve kilosu yaşına göre ortalamanın altındadır.
    • Bu çocuklar diğerlerine nazaran acıya daha dayanıklı olabilirler.
    • Sınıfta kalma oranı normal çocuklara göre iki-üç kat daha fazladır.
    • Bireysel olarak uygulanan IQ testlerinde bilişsel gelişim, olduğundan daha düşük görülmektedir. Bunun nedeni zihinsel gelişim için gerekli odaklanma eksikliği ve zihin tembelliğidir.
    • DEHB olan çocuklar aynı zamanda öğrenme güçlüğüne de sahiptir. Öğretmen uygun düzenlemeleri yaparsa bu çocukların çoğu normal sınıflarda öğrenim görebilir.
    • Satır veya sözcük atlama, okuduğu yeri kaybetme, sözlükte veya rehberde istenileni bulamama gibi yakınmaları vardır.
    • Okuduğu bir öyküyü ya da gördüğü bir olayı anlatırken ortasından başlar, başa döner, sonunu anlatır ve karmakarışık şekilde tamamlar.
    • İnce kas hareket bozuklukları çatal bıçak kullanma, yazı yazma ve resim yapma gibi becerilerde çok belirgindir. Ya çok yavaş yazar, yazmayı zamanında bitiremezler ya da hızlı yazıp çok hata yaparlar.
    • Defterleri düzensizdir ve yarım bırakılmış sayfalar defterin en belirgin özelliğidir.
    • Dağınık, unutkan olmaları, zihinsel olarak organize olamamalarından kaynaklanan düzensizlik, koordinasyon bozukluğu, sosyal beceri sorunları, tutarsızlık vb. gibi sorunlar da görülebilir.

    Bu bireylerin olumlu özellikleri de söz konusudur ancak bu özelliklerinin açığa çıkartılması için uygun ortamların sağlanması gerekmektedir. Bu özellikler şunlardır:

    • Yaratıcıdırlar ancak potansiyellerini ortaya koymakta zorluk çekerler.
    • Enerjik, canlı ve keyiflidirler.
    • Risk almaktan çekinmezler.
    • Hayal güçleri zengindir.
    • Kolayca birilerine güven duyabilirler.
    • Espri yetenekleri gelişmiştir.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun tedavisi

    Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nun tedavisi çok yönlü bir süreçtir. Bu süreç psikoterapi ve tıbbi (medikal) destekleri içerir. İlaç tedavisi, bilişsel-davranışçı terapi, oyun terapisi, ebeveyn görüşmeleri, bireysel görüşmeler, okul desteği ve öğretmen görüşmesi gibi bir çok farklı yöntem kullanılmaktadır. DEHB tedavisinde en önemli unsur DEHB tanılı bireylerin, ailelerinin ve çevrelerinin bu bozukluk hakkında bilgilendirilmesidir. DEHB olan çocuklarda en iyi ve etkili tedavi yaklaşımını belirlemek için ayrıntılı bilgi almak, farklı kaynaktan bilgi toplamak, ailenin ve çocuğun özelliklerini belirlemek gerekir. Şimdi bu tedavi yöntemlerinin neler olduğunu inceleyelim.

    İlaç tedavileri

    Günümüzde DEHB belirtileri ilaçlar ve eğitim ile oldukça başarılı şekilde tedavi edilmektedir. Farklı türde ilaçlar kullanılmaktadır. Amerika’da beyindeki bozukluğu uyaran çeşitli ilaçlar kullanılmakta birlikte ülkemizde şu anda yalnız Ritalin kullanılmaktadır. Ebeveynler ilaca olası yan etkiler sebebiyle pek sıcak bakmasalar da uzmanın gerekli gördüğü kadar ilaç kullanımı ve ek tedavi metotlarıyla birlikte iyileşme hızlanacaktır.

    Bilişsel-davranışçı terapi

    Hem bilişsel hem de davranışsal yöntemlerin birlikte uygulandığı ayrıca DEHB hastalarında iyileştirici rol oynadığı kanıtlanmış etkili bir yöntemdir. Bilişsel teorilere göre kişinin çevreyi, dış dünyayı ve olayları algılaması ile ilgili bilişsel hatalar gelişimde sorunların temelini oluşturmaktadır. Özellikle bilişsel terapi uygulamalarının merkezinde kişinin oluşturduğu bu olumsuz şemaların, otomatik düşüncelerin düzenlenmesi temel tedavi tarzını oluşturmaktadır. Davranışsal terapi ise duyarsızlaştırma, maruz bırakma, pekiştirme gibi tekniklerle davranışı şekillendiren bir yöntemdir.

    Oyun terapisi

    Çocuk için oyun; hem eğlence aracı hem de çocuğun fiziksel, sosyal ve psikolojik gelişimine katkı sağlayan bir gelişim aracıdır.  Çocuk farkında olmadan yapsa da oyun içinde günlük yaşantısında çözüm bulamadığı, kendini ifade etmekte zorlandığı birçok alanda çözüm bulabilir. Oyun yoluyla çocuğun duyguları, problemleri, istekleri gibi genel ruhsal durumu hakkında birçok bilgiye ulaşılabilir. Oyun terapisi, çocuk ve oyun kavramını bu bakış açısı ile irdeleyerek ortaya koyan bir terapi tarzıdır. Özellikle çocukların yetişkinlerden farklı olarak kendilerini ifade etmeleri ile ilgili yaşadıkları güçlükler oyun içinde kolaylıkla aşılacaktır.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda psikososyal tedavi

    Aile Eğitimi’nin Rolü:  DEHB tanılı bireylerde aile desteği ve aile eğitimi son derece önemlidir. Çünkü DEHB sadece rahatsızlığı taşıyan bireyi değil,  onun çevresini ve ailesini de etkileyen geniş ölçekli bir bozukluktur. Bu nedenle tedavi boyunca ailenin bilgilendirilmesi, aile desteği ve eğitimi oldukça önem arz eder.  Aile eğitimi, anne babalara DEHB tanılı bireylere karşı tutum ve davranışlar hakkında bilgi vermeyi içerir. Bu durum da anne-baba yetkinliğini arttırır,  ebeveyn-çocuk arasındaki ilişkiyi olumlu şekilde etkiler, karşılaşılabilecek problemlere karşı yetkinlik kazandırır.  Anne ve baba eğitimi; çocuğun anne ve babasıyla ilişkisinin geliştirilmesinde, çocuğa yönelik doğru bir yaklaşım izlenmesinde ve ev ortamının çocuğun ihtiyaçları ve özelliklerine göre düzenlenmesinde etkili olmaktadır.

    DEHB ile ilgili ailelerin bilmesi gerekenler

    DEHB olan çocukların benlik gelişimlerini sağlıklı tamamlayabilmeleri ve öz denetim sağlayabilmeleri için davranışların kontrollü, tutarlı ve denetimli öğretilmesi gerekir. Bu rahatsızlık asla çocuğun suçuymuş gibi davranılmamalıdır. “İstese dikkatini verebilir, bize inat olsun diye böyle yapıyor çocuk işte, büyüyünce düzelir.” gibi yaklaşımlar çocuğun yaşadığı probleme duyarsız kalmak, sorunu görememek ve daha da büyük sorunlara sebep olmak demektir.

    • Ailelerin, DEHB’e bağlı problemlerin (derse dikkatini verememe, çabuk sıkılma, kendisine söylenenleri dinleyememe, sürekli hareketli olma, sabırsız olma ve bekleyememe, çok konuşma, bir iş için “Tamam.” deyip sürekli erteleme, plan yapamama, yaptığı planları uygulayamama) çocuğun elinde olmadan ve istemsizce geliştirdiği tutumlar olduğunu bilmeleri gerekir.  Bu sebeple aileler kendilerini ve çocuklarını sürekli suçlama eğilimde olmamalı çocuğa anlayışla yaklaşmalıdır.
    • DEHB’in aile, öğretmen ve uzman ile işbirliği içerisinde çözülecek bir sorun olduğu unutulmamalıdır. Aile kendini yalnız veya çaresiz hissettiğinde, ilaç kullanımıyla ilgili aklına takılan sorular olduğunda uzmanlardan destek alabileceğini aklından çıkarmamalıdır.
    • Çocuğun bu süreçte iyi günleri olabileceği gibi zor zamanlar geçirebileceğini de bilmekte fayda var bu noktada en büyük destek çocuğa her zaman yanında olacağınızı hissettirmeniz olacaktır.
    • Kesin olarak yapılması istenmeyen davranışlarla izin verilebilecek davranışları onunla önceden konuşmak ve bunlarda anne-baba olarak kararlı ve tutarlı olmak gereklidir. Tutarsız davranışlar sergilemekten kesinlikle kaçınılması gerekir dikkat problemi olan çocuğun aklını bir de tutarsızlıkla karıştırmak iyileşmeyi güçleştirir.
    • Olumsuzluklara, yapamadığı şeylere odaklanmaktan ziyade olumlular üzerinde odaklanmak geliştirici olacaktır.

    DEHB’li çocukların eğitimi nasıl olmalıdır?

    Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nda sadece ilaç kullanımıyla iyi sonuç almak mümkün değildir. İlaç, çocuğun daha sakin durmasına, dikkatini daha iyi kullanmasına yardım edebilir ancak davranış, ilişki ve okuldaki sorunlar için eğitim teknikleri kullanılmaz ise ilacın yararları sınırlı kalacaktır. İlaçla bazı durumların kontrol altına alınması ile birlikte, çocuğa kendini kontrol (öz denetim ) ve idare etme öğretilmelidir.

    DEHB’te okul ve öğretmen desteği

    DEHB tanılı çocuklar okul hayatlarına ilk defa başladıkları zaman birçok yeni durum ile karşılaşırlar. Okul hayatı belirli bir disiplin ve düzen içinde olduğundan, adapte olmakta zorlanabilir ve problemli davranışlar gösterebilirler. DEHB tanılı öğrencilere öğretmenlik yapan kişiler ise bu davranışlar karşısında zorlanabilir ve problem yaşayabilir. Genellikle öğretmen ve öğrenci arasındaki ilişki olumsuz olarak etkilenmekte ve bu durumda öğrenciyi birçok alanda etkileyebilmektedir. Bu yüzden öğretmenlerin DEHB hakkında bilgi sahibi olması önemli bir etmen olma özelliği taşımaktadır. Öğretmenlerin DEHB’in nasıl bir bozukluk olduğu, öğrencilerin tutum ve davranışları hakkında bilgilendirilmeleri, aynı zamanda bu konuda nasıl çözüm yoluna ulaşabileceği bilgisinin verilmesi gerekmektedir. Anne ve babalar ile işbirliği, davranış terapisi teknikleri ve bilişsel davranışçı terapi teknikleri bu süreç içinde kullanılabilecek yöntemlerdendir.

    Çocuğun eğitiminde uygulanması gerekenler

    • İç kontrol( öz denetim) geliştirmek.
    • Dikkat, işitsel, görsel, odaklanma gibi yetersiz oldukları alanlarda gelişime yönelik egzersizler yapmak.
    • Çocuğun özelliklerine göre var olan potansiyelini en iyi şekilde kullanmaya yönelik eğitim programı geliştirmek.
    • Duygusal, davranışsal, sosyal ortamdaki beceriler ve psikolojik alanlarda sorunlar yaşıyorsa çocuğa bu konularda bireysel veya grup terapi olanakları sağlanmak.

    DEHB olan çocuklarda kaynaştırma eğitimi

    Okul dönemine kadar geçen sürenin özellikle farklı gereksinimleri olan çocuklar açısından bir kayıp olmaması için okul öncesi dönemde DEHB olan öğrenciler için kaynaştırma eğitimi sağlanmalıdır. Aynı yaş dönemindeki özel gereksinimli çocuklara yönelik olan hizmetlerden DEHB olan çocuklara da özel eğitim programlarının yani Bireyselleştirilmiş Eğitim Programı(BEP) uygulanması gerekmektedir. Böylece çocuk bilişsel ve akademik alanlarda gelişme sağlarken toplumsallaşma sürecine de aktif olarak katılmış olacaktır. Özellikle kalabalık sınıflarda dikkatlerinin çabuk dağılması veya aşırı hareketliliği nedeniyle öğrenemeyen çocuklara bireysel eğitim desteği verilmesi çok önemlidir. Sınıf yapısı ve okul kuralları hiperaktif çocuk için oldukça zorlayıcıdır. Çocuk için yeterince zorlayıcı olan ortamda eğitimcinin bilgisi, sabrı ve ilgisi kurtarıcı olacaktır. Bu bozukluğu tanıyan öğretmenin çocuk ve ailesiyle olumlu iş birliği kurması daha kuvvetlidir. Olumsuz davranışların düzeltilmesi ve yerine olumlu davranışların konması için çeşitli destekleyici ve davranışçı yöntemler kullanılmalıdır.

    Kaynaştırma eğitiminde eğitimcilerin sınıfta dikkat etmesi gereken unsurlar:

    • Dikkatini toplamakta zorlanan hiperaktif çocuk için kalabalık okul veya sınıf yerine mevcudu daha az eğitim kurumu tercih edilmelidir.
    • Çocuk ödevlerini yaparken veya herhangi bir etkinlikte bulunurken kısa aralar verilmelidir. DEHB olan çocuklar bu aralara diğer çocuklardan daha çok ihtiyaç duyar.
    • Mümkünse çocuk öğretmene yakın göz önünde bir yerde oturtulmalıdır.
    • Çocuğun fazla enerjisini atabileceği oyun saatlerini azaltma ya da oyundan çıkarma gibi cezalar saldırganlaşmasına sebep olacaktır. Çocuk fazla enerjisini atamadığı için sınıfta ders saatinde olumsuz davranışlar sergileyecektir.
    • Genellikle bir sınıfta üçten fazla hiperaktif çocuk olması önerilmez.
    • Sınıf öğretmeninin belli kuralları ve sınıfın belli bir düzeni olmalıdır. Aksi halde çocuğun dikkati serbest ortamda daha kolay dağılacaktır.
    • Ders anlatımı yaparken bilgilerin kolay kazanılması adına çocuğun dikkati çekecek yöntemler kullanılmalıdır. Konuyla ilgili nesneler, görseller veya işitsel öğelerden yararlanılabilir.
    • Çocuğun yapması gereken ödev veya görevleri küçük parçalara ayırılmalıdır. Bu şekilde çocuk yapması gerekenleri gözünde büyütmeyecek ve motivasyonunu arttıracaktır.
    • Dikkatin dağıldığı fark edildiğinde sadece öğretmen ve çocuk tarafından anlaşılan, diğerlerinin anlamayacağı bir şifre, işaret onu utandırmadan dikkatini anlatılana vermesini sağlayacaktır.
    • Çocuğun yapmasını istediğiniz işi nasıl yapabileceğini çocuğa ayrıntılarıyla anlatmak yararlı olacaktır (Örneğin, çantasını toplamasını istiyorsanız; önce nelerden başlayacağından, hangi eşyaları nasıl çantaya yerleştireceğine kadar bütün ayrıntıları tek tek anlatın.).
    • Okul öncesi dönemde kullanılan bütün araç gereç ve materyaller ( top, legolar, küpler, oyun hamuru, resimli kartlar, hafıza kartları gibi) DEHB olan çocuklar için de kullanılmaktadır. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta bu materyallerin belirli bir program kapsamında daha sık ve yoğun bir şekilde kullanılmasının gerektiğidir.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tüm olumsuzluklara rağmen anlayışla, ilgiyle ve uygun tedavi metotlarıyla iyileşebilecek bir rahatsızlıktır. Bu konuda ebeveynlere, eğitimcilere ve bu alanda çalışan uzmanlara düşen görevler büyüktür ve bunlar sağlandığında çocuk potansiyelini kullanabilecek uyumlu ve sağlıklı bir birey olarak hayatına devam edebilecektir.

    Referanslar
    • Abalı, O. (2009). Hiperaktivite ve Dikkat Eksikliği, İstanbul: Adeda Yayıncılık.
    • Yazgan, Y. (2012). Hiperaktif Çocuk Okulda. İkinci Baskı, Doğan Yayıncılık, İstanbul.
    • Tınaz D. (2004), Ergen ve Yetişkinde ADHD-Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Dergisi, 1; 195-206.
    • Yavuzer H., (2002), Eğitim ve Kişilik Özellikleri ile Okul Çağı Çocuğu, Remzi Kitap Evi.
    • Işık, E. , Işık Taner Y. (2009). Çocuk, Ergen ve Erişkinlerde Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu. Türkiye Klinikleri Yayınları.
    • Okan KARKA, Dikkat Eksikligi , MEB Yayınları, Ankara, 2006.
    • http://www.cocukvegenc.com/icerikdetay-118/dikkat-eksikligi-icin-egzersizleri.
    • POLLOWAY Edward, SERNA Loretta, Özel Gereksinimi Olan Öğrenciler
    • için Öğretim Stratejileri, Nobel Yayınları, 2014.
    • Öztürk, Orhan. (2015). Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları, On Üçüncü baskı, Nobel Tıp Kitapevi, Ankara.
    • Bee, Helen.  Çocuk Gelişim Psikolojisi.  İstanbul: Kaknüs Yayınları,1.basım  2009.
  • Daniel G. Amen ile yedi soru

    Bu seri, psikoterapiye olan çeşitli klinik yaklaşımları ortaya koyabilmek için; bu alanda itibara sahip yazarlara, kuramcılara ve karar vericilere aynı yedi soruyu yöneltir. Bugünkü onur konuğumuz, popüler psikiyatride saygıdeğer ve bazen tartışmalı bir figür olan Dr. Amen.

    Daniel G. Amen (Tıp Doktoru, Oral Roberts Üniversitesi, 1982); psikiyatrist, beyin görüntüleme uzmanı, Newport Sahili, Fairfield, Kaliforniya, Tacoma, Washington ve Reston, Virginia’da bulunan Amen Klinik Şirketinin CEO’su ve müdürüdür. Amen Klinik, toplam yaklaşık 50.000 tarama ile dünyanın psikiyatrik ilaçlar üzerine en kapsamlı fonksiyonel beyin taramaları veri tabanına sahiptir. Danışanlar, kliniğe 75 farklı ülkeden gelmektedir. Dr. Amen, Kaliforniya Üniversitesi, Irvine Tıp Okulu’nda Psikiyatri ve İnsan Davranışı bölümünde Asistan Klinik Profesördür. Kamusal alana yabancı olmayan Dr. Amen, Men’s Health Soru-Cevap forumunda beslenme ile ilgili yazılarıyla bilgeliğini paylaşmış ve hatta beyne dayalı toplumsal cinsiyet farklılıklarına değinmek üzere The View’u ziyaret etmiştir.

    “Dr. Amen, kişiyi bütünüyle tedavi etmeden; akıl sağlığı ve fiziksel sağlık için sadece veya ilk seçenek olarak reçeteli ilaçlarla başvurmanın tamamen işe yaramaz bir yöntem olduğunu ifade ediyor.”

    Dr. Amen, bugün bizimle psikoterapi hakkındaki fikirlerini paylaşıyor. “Hastalara; doğal takviyeler, ilaçlar, beslenme müdahaleleri ve hedeflenen psikoterapi yöntemleri gibi en zararsız ve en etkili tedavileri kullanmanın yararlı olduğuna” inanan bir psikiyatrist olarak, bu tartışmaya eşsiz katkılarda bulunacağını biliyordum. Örneğin, 3. Soruya cevabı, birçok psikolojik semptomun biyolojik etiyolojisi olabileceğinin önemli bir hatırlatıcısı.

    Daniel Amen ile yedi soru:

    1) Eğer yeni bir danışan size “Ne hakkında konuşmalıyım?” diye sorsaydı nasıl cevap verirdiniz?

    Hastadan en büyük endişeleri hakkında konuşmasını isterdim. Geçmiş, terapötik süreç için çok önemlidir. Süreç, kişinin endişelerinden bahsetmeye başlamasıyla genişler. Hastalarıma karşı biyolojik, psikolojik, sosyolojik ve ruhani bir yaklaşım sunuyor ve tüm sorunları hakkında benimle konuşmalarını istiyorum.

    2) Terapötik süreçte danışanlar için en zor olan şey nedir?

    Hastaların, kendilerine nasıl yardımcı olacakları hakkında akıllarının karışması. Benimle görüşmeye gelen insanların birçoğunun daha iyi hissetmek istemesine rağmen, terapötik süreç onlara çok yabancı bir durum. Bu süreci kullanmada daha etkili olabilecekleri bir yol bulmaları gerektiğini düşünüyorum.

    3) Terapistlerin yaptığı terapötik süreci kötü yönde etkileyecek hatalar nelerdir?

    Gözlemlediğim en büyük hata, beynin çok nadir dikkate alınmasıdır. Genellikle, psikiyatristlerin tedavi ettikleri organı incelemeyen tek tıp uzmanları olduklarını söylerim. Ne kadar saçma bir durum! İncelemeden nasıl bileceğiz? Beyninde hasar bulunan insanlara kişilik bozukluğu olduğunu mu söyleyeceğiz? Zehre maruz kalmış insanların tedaviye direnç gösterdiğini mi söyleyeceğiz? Depresyonun göğüs ağrısına benzer şekilde birçok nedeni varken, onu tek bir hastalık olarak ele alıyoruz. Ancak beynin fonksiyonunu ciddiye alırsak işimizi daha iyi yapabiliriz.

    4) Size göre terapinin temel amacı nedir?

    Beynin daha iyi fonksiyon göstermesi. Hastalara beyinlerinin daha iyi fonksiyon göstermesine yardım ettiğinizde, terapinin daha hızlı ilerlediğine ve hastaların terapi sırasında öğrendiklerini kendi hayatlarında daha iyi uyguladıklarına inanıyorum.

    5) Terapist olmanın en zor kısmı nedir?

    Yardımcı olabilmek için yeterli bilgiye sahip olmamak.

    6) Terapist olmanın en eğlenceli veya ödüllendirici kısmı nedir?

    İnsanların, hayatlarını olumlu yönde değiştirmelerine yardımcı olmak. Kişinin beyni daha iyi durumda olduğunda daha etkili, daha sevgi dolu ve daha tutkulu hâle geldiğini gözlemlediğim birçok hikâyeye sahibim… Bu hikâyeler bana düzenli olarak keyif veriyor.

    7) Danışanlara terapi ile ilgili vereceğiniz öneri ne olurdu?

    Beyin ve beyni nasıl geliştirebileceğiniz hakkında düşünün. Yaptığınız her şeyin çok daha etkili olduğunu göreceksiniz.

    ***

    Yazar Hakkında: Ph. D. unvanına sahip Ryan Howes, klinik psikolog, yazar, müzisyen ve Pasadena, Kaliforniya’da bulunan Fuller Psikoloji Okulu’nda profesördür.

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/in-therapy/200902/seven-questions-daniel-amen

  • David Burns ile yedi soru

    David D. Burns (Tıp Doktoru, Stanford Üniversitesi, 1970), Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Fahri Misafir Klinik Psikiyatri Profesörüdür ve Harvard Tıp Okulu’nda misafir öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. İyi Hissetmek isimli kitabının, 4 milyondan fazla kopyası satılmıştır. Bu kitap, genellikle Amerikalı ve Kanadalı akıl sağlığı uzmanları tarafından depresyondan muzdarip olan kişilere önerilmektedir. Ben bir psikodinamik terapistim ve bu kitabı ben bile tavsiye ettim.

    Dr. Burns’ü, Bilişsel Terapi’nin gelişiminde önemli bir figür olarak görüyordum; ancak 3. soruya verdiği cevapta Dr. Burns, psikoterapi ekollerine katılmaya karşı geliyor. Bu sebeple, bunun yerine onu saygıdeğer bir klinik tedavi uzmanı ve kitapçılarda birçoğu Bilişsel Terapi bölümünde bulunan 11 adet kitabı kaleme almış bir yazar olarak tanımlayacağım. En son kitabı, geçen hafta basın duyurusunu takiben yayımlandı.

    Dr. Burns’ün kapsamlı ve üzerinde düşünülmüş cevaplarından çok etkilendim. Hem klinik hem de kişisel açıklamaları, kendisinin neden bu kadar popüler bir yazar ve eğitmen olduğunu anlamama yardımcı oldu. Kelimeleri cömertçe kullanarak verdiği cevapların keyfini çıkarın ve eğer sözleri sizi etkisi altına alırsa yorum yapmaktan çekinmeyin.

    David D. Burns ile Yedi Soru:

    1) Eğer yeni bir danışan size “Ne hakkında konuşmalıyım?” diye sorsaydı nasıl cevap verirdiniz?

    Terapi sadece bir şeyler “hakkında konuşmak” anlamına gelmez. Terapi; bir kişinin hayatını değiştirmek ve depresyon, anksiyete veya ilişki sorunları gibi durumlardan kaynaklanan ızdırabı hafifletmek anlamına gelir. Tabii ki, her seansın başında empati kurmak ve dinleme becerisi göstermek önemlidir; ancak bu unsurlar hastaların hayatını değiştirmek için tek başlarına yeterli değildir. Bitap düşene kadar konuşabilirsiniz, terapistiniz başını sallar ve “bana daha fazlasını anlatın” diye mırıldanabilir; ancak kendinizi hâlâ Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB), Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB), başka insanlarla kötü ilişkiler veya sorun her neyse ondan muzdarip durumda bulursunuz.

    Bir empati kurma ve dinleme sürecinden sonra şunları söylerim: “Her ne kadar desteklemek ve dinlemek büyük önem taşısa da; size bunlardan öte bir şey sunmak istiyorum. Bu seansta özellikle yardım istediğiniz bir konu var mı? Bugün, ağabeyinizin eroin bağımlılığı ve intiharı; eski eşinizin sizi taciz etmesi; oğlunuzla olan sorunlarınız ve sosyal anksiyeteniz gibi birçok kalp kırıcı olaydan bahsettiniz. Bu sorunlarınızda size yardımcı olabilecek birçok güçlü yöntemim var ve kollarımızı sıvayıp işe koyulmamız için bunun iyi bir zaman olup olmadığını merak ediyorum. Eğer konuşabilmek ve bir şeyleri dile getirebilmek için biraz daha zamana ihtiyacınız varsa sorun değil. Siz hazır olmadan, zamansız bir şekilde başlamak istemem.”

    Bu sözlerim, hastaya üç mesaj verir:

    1. Destek büyük önem taşır ve ben size destek olmak için buradayım;
    2. Size dinlemekten de öte şeyler sunacağım ve eğer gerçekten de hayatınızı değiştirmek istiyorsanız daha fazlası gerekli olacak;
    3. Değişim ancak bir takım gibi çalışırsak mümkün olacaktır.

    Hasta sorunu anlattığında, sorunun doğasını kavramsallaştırır ve paradoksal yöntemler kullanarak direnci tersine çevirebilmek için, nazikçe hastanın değişime karşı direnmesinin sebeplerini keşfetmeye çalışırım. Ayrıca, hangi yöntemin hastaya yardım edebilmek için uygun olduğunu düşünmeye başlarım. Kişiler Arası Aşağı Ok Tekniği, Paradoksal Maliyet-Fayda Analizi, Günlük Ruhsal Durum Seyir Defteri, İç Sesi Dışa Vurma ve Kabullenme Paradoksu olmak üzere ortalama 50 adet yöntem kullanıyorum. Bazı yöntemler depresyon için son derece etkiliyken; bazıları anksiyete bozuklukları; bazıları ilişki sorunları; bazıları ise alışkanlıklar ve bağımlıklar için etkili oluyor. Her derde deva olan tek bir yöntem yok.

    2) Terapötik süreçte danışanlar için en zor olan şey nedir?

    Birçok farklı terapi ekolü bulunduğundan, standart bir “terapötik süreç” yok. “Sonuca Ulaşmaya Karşı Direnç” ve “Sürece Karşı Direnç” kavramları üzerinde düşünmeye eğilimliyim. Sonuca Ulaşmaya Karşı Direnç hakkında şu şekilde düşünüyorum: Şu masanın üzerinde sihirli bir tuş olduğunu, eğer o tuşa basarsanız; depresyon, panik atak, sorunlu evlilik, kötü alışkanlık veya bağımlılık gibi tüm semptomlarınızın hiçbir çaba sarf etmeden anında ortadan kaybolacağını ve bugünün seansından öfori hâlinde ayrılacağınızı düşünün. O tuşa basar mıydınız?

    Görünen o ki, bir çok insan tuşa BASMAYACAKTIR veya basıp basmamak arasında büyük bir kararsızlık yaşayacaktır. Sebep her bir kişi için farklı olsa da; genellikle oldukça baskın bir sebeptir. Üstelik, Sonuca Ulaşmaya Karşı Direnç; depresyon, anksiyete, ilişki çatışması, alışkanlıklar ve bağımlıklar olmak üzere dört farklı hedefin her birinde tamamen farklı bir şekilde gözlemlenir. Yani, Sonuca Ulaşmaya Karşı Direncin dört adet yaygın ama birbirinden farklı türü vardır.

    Depresyonda görülen Sonuca Ulaşmaya Karşı Dirence kısa bir örnek vereyim. San Francisco’dan 37 yaşında Katolik bir kadın, kürtaj sonrası yaşadığı, on yıl süren şiddetli ve zorlu depresyonunun tedavisi için benimle görüşmeye geldi. Sayısız terapistten psikoterapi görmüş, bir yığın antidepresan kullanmış; ancak hiçbir şey kadına yardımcı olamamıştı. Çektiği yoğun acının ve kendinden nefret etmesinin sebebi: “Sonsuza kadar acı çekmeyi hak ediyorum, çünkü bebeğimi öldürdüm.” düşüncesiydi.

    Bu düşünceye sahip bir kişi Sihirli Tuşa basar mıydı? Kuşkusuz basmazdı. Basmamasının birçok olası sebebi olabilir. Öncelikle, görünüşe göre çektiği acıyı ruhani bir gereklilik olarak görüyor ve ona göre depresyon, bir tür ahlaki arınmaya erişmesini sağlıyor. Depresyonda olan ve acı çeken hüküm giymiş suçlu rolünün yanında; yargıç, jüri ve infazcı rollerini de oynuyor. Bu şekilde acı çekmesi GEREKTİĞİNİ düşünüyor.

    Buna ek olarak, büyük ihtimalle bebeği hâlâ zihninde yaşıyor. Onu depresyonuyla yaşatıyor ve her gün onu düşünüyor. Depresyonu, bebeğine olan borcu olarak görüyor. Eğer depresyonun üstesinden gelirse; bebeğinin yasını tutması, onu unutması ve hayatına devam etmesi gerekecek. Sıkışıp kalmasına neden olan başka güçlü sebepler de olabilir. Eğer terapist, bu güdüsel faktörleri hesaba katmadan, şefkat ve yetenekle durumun üstesinden gelmeye çalışırsa; hasta direkt olarak direnç gösterecektir. Son sekiz yıldır gerçekleşen durum tam olarak bu.

    Sürece Karşı Direnç ise, Sonuca Varmaya Karşı Dirençten tamamen farklıdır. Sürece Karşı Direnç, kişinin değişmek İSTEYEBİLECEĞİ; ancak değişimin bedelini ödemek istemeyeceği anlamına gelir. Ve maalesef, sihirli tuş diye bir şey yoktur. Örneğin, yükseklik korkusu gibi bir tür anksiyete bozukluğundan muzdarip olduğunuzu varsayalım. Son çıkan Panik Atakta isimli kitabımda, anksiyete bozuklukları için 40 tane yeni ve etkili yöntemden bahsettim. Hangi yöntemin kimde işe yarayacağını asla bilemezsiniz; bu yüzden bunu deneme yanılma yoluyla saptamak her zaman gereklidir. Fakat, yükseklik korkusu veya başka herhangi bir anksiyete bozukluğunu yenmek için bir tür maruz bırakma yönteminin uygulanması gerektiğini kesin olarak söyleyebiliriz.

    Gençken; köpek, arı, at ve kan korkuları ve fobilerinin yanı sıra yükseklik korkum da vardı. Lisedeyken, Brigadoon oyunu için sahne ekibinde yer almak istemiştim. Ancak, tiyatro öğretmenimiz Bay Bishop, bana sahne ekibinin tavana yakın bir yerde, ışıklarla ve perdelerle çalıştığını; bu yüzden yükseklik korkusu olan öğrencileri kabul edemeyeceğini söylemişti. Ona yükseklik korkum olduğunu söyledim. Bana bir şartla sahne ekibine katılabileceğimi söyledi. Korkumu yenme şartıyla.

    Yükseklik korkumu yenmeyi gerçekten de çok istediğimi, ancak nasıl yeneceğimi bilmediğimi söyledim. Çok kolay olduğunu ve korkumu nasıl yeneceğimi hemen gösterebileceğini söyledi. “Harika, hadi yapalım.” dedim.

    Beni tiyatroya getirdi ve sahnenin ortasına yaklaşık 4 metrelik bir merdiven kurdu. Merdivenin etrafında başka hiçbir şey yoktu. “Yapman gereken tek şey, merdivenin en üst basamağına çıkmak ve orada durmak.” dedi. “Yapmam gereken tek şey bu mu?” diye sordum. “Evet, bu.” dedi.

    Çok genç ve toydum. Cesurca merdiveni tırmanmaya başladım. Tepeye ulaştığım anda, korku seviyem 0’dan 100’e kadar bir aralıkta 100’dü. Çok korkmuştum ve etrafta tutunabileceğim hiçbir şey yoktu. Tiyatro öğretmenim aşağıda, merdivenin yanında duruyordu. “Şimdi ne yapmam gerekiyor Bay Bishop?” dedim. “Hiçbir şey, sadece iyi hissedene kadar orada dur.” dedi. “Ama bir şey yapmam gerekmiyor mu? dedim. “Hayır, sadece orada dur.” dedi.

    On beş dakika geçti ve korku seviyem hâlâ 100’dü. “Hâlâ endişeliyim.” dedim. “Sorun yok, sadece bekle.” dedi.

    Beş dakika daha geçti ve korkum aniden yok olmaya başladı. Tamamen yok olmasıysa, sadece beş saniye sürdü. Korkmuyordum. “Bay Bishop, sanırım iyileştim.” dedim.

    “Bu harika.” dedi. “Şimdi aşağı inebilir ve Brigadoon sahne ekibine katılabilirsin.” O andan sora yüksekliği ÇOK SEVMEYE başladım. Tavana doğru gidip en yüksekteki ışıklarla çalışmak isteyen kişi hep ben oldum. Yükseklik korkusuna sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu bile hatırlamıyordum. Bazen bir korkuyu yendiğinizde, aşırı korktuğunuz şey, büyük bir zevk kaynağı hâline geliyor. Fakat ödenmesi gereken bir bedel var. Anksiyetenin hiçbir çeşidini koltukta öylece yatıp, terapist “Bana daha fazlasını anlatın.” diye mırıldanırken geçmiş hakkında konuşarak yenemezsiniz.

    Sürece Karşı Direncin de, her birinde tamamen farklı gözlemlendiği dört farklı hedefi vardır: Depresyon, anksiyete, ilişki çatışması, alışkanlıklar ve bağımlılıklar. Bu, sekiz tane yaygın direnç çeşidi; dört çeşit Sonuca Ulaşmaya Karşı Direnç ve dört çeşit Sürece Karşı Direnç bulunmaktadır. Danışanlar, bazen birkaç direnç çeşidini aynı anda gösterebilir. Çünkü aynı anda hem depresyonda hem de anksiyete bozukluğuna sahip olabilirler. Ayrıca, yalnızlıktan veya sorunlu kişisel ilişkilerden de muzdarip olabilirler.

    Meslektaşlarım ve ben, belirli bir sorunu çözmek için herhangi bir yöntem kullanmadan önce; her bir hastanın gösterdiği direnci saptayıp tersine çevirebileceğimiz yeni ve etkili yöntemler geliştirdik. Bu güdüsel yöntemlerin terapi ile birleşimi, tedavide muazzam ilerlemelere yol açtı. Şimdiyse, tedaviye gelen hastaların büyük bir kısmında aşırı hızlı bir iyileşme gözlemliyoruz.

    3) Terapistlerin yaptığı terapötik süreci kötü yönde etkileyecek hatalar nelerdir?

    Bu sorunun cevabı, önceki sorunun cevabıyla bağlantılı. Neredeyse tüm terapötik hatalar, terapistin gidişatı belirlemede yaptığı hatalardan kaynaklanıyor. Görünüşe göre birçok terapist, terapötik direnci ilerlemesini engellemek üzere nasıl saptayıp nasıl tersine çevireceğini bilmiyor. Bunun yerine, hasta direnirken ve terapiste “Evet… Ama” şeklinde cevaplar verirken; hastayı değişmeye ikna etmeye veya hastaya psikoterapi ödevlerini yaptırmaya çalışıyorlar. Bunun sonucunda terapist, tüm işi üstlendiğinden yorgun ve kırgın hissediyor.

    Birçok terapist, Gidişatı Belirleme meselesini anladığını sanıyor, ancak anlamıyor. Gidişatı belirlemek, kolay bir iş gibi gözükebilir; ancak aslında tüm terapötik becerilerden en karmaşık ve en zoru. Meslektaşlarımla birlikte geliştirdiğimiz paradoksal Gidişat Belirleme yöntemlerinin, terapide büyük bir ilerleme olduğuna inanıyoruz.

    İkinci hata ise; psikodinamik terapi, bilişsel terapi, Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme Terapisi (EMDR), Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT) veya Düşünce Alanı Terapisi (TFT) veya ne revaçtaysa o terapi ekolüne katılmaktır. EKOLLERDEN değil, ARAÇLARDAN yanayım. Bana göre terapi ekolleri, dinler ve hatta tarikatlar gibi. Hepsi sebepleri ve insanları tedavi etmek için en iyi yöntemi bildiklerini iddia ediyor. Neredeyse her hafta, hevesli takipçileri olan bir rehberle birlikte yeni terapi ekolleri ortaya çıkıyor ve “cevabı” bulduklarına inanıyorlar.

    En büyük üçüncü hata ise, semptomları ve ittifakı değerlendirememektir. Stanford’daki resmi ve resmi olmayan araştırmam, terapistlerin hastanın ne kadar depresif, ne kadar intihara meyilli, ne kadar kaygılı veya ne kadar sinirli olduklarını algılamada oldukça kötü olduklarını ve genellikle hastanın aslında nasıl hissettiğini tamamen yanlış algıladıklarını ortaya koymuştur. Fakat, psikiyatristler ve psikologlar da dâhil olmak üzere terapistler, bunun farkına varmadan gayet duyarlı olduklarına inanıyorlar; ama değiller. Hatta, en yaygın intihar sebeplerinden biri terapistin hastanın ne kadar depresif ve ümitsiz olduğunu anlamamasıdır.

    Bu sorunu çözebilmek için; her terapi seansının öncesinde ve sonrasında depresyonu, intihara meyilli dürtüleri, kaygıyı, siniri ve terapideki ilişkinin tatmin ediciliğini ölçen kısa ve oldukça isabetli bir ölçek oluşturdum. Hastalar, tam o an nasıl hissediyorlarsa ona göre ölçekleri dolduruyorlar. Böylece terapistler, her terapi seansından sonra sadece hastaların ne hissettiğini değil; ne kadar gelişme gösterdiklerini veya göstermediklerini de görebiliyor. Hastalar, bu ölçekleri her seans öncesi ve sonrası bekleme odasında doldurdukları için, terapi seansı süresinde bir kayıp olmuyor. Hastalar, doldurdukları envanterleri eve gitmeden önce terapiste bırakıyorlar. Sadece bir dakika sürüyor. Ayrıca, terapistleri sıcakkanlılık, anlayışlılık ve yardım sağlama konularında değerlendiriyor; seansta nelerden memnun kalıp nelerden kalmadıklarını yazıyorlar.

    Bu uygulama, terapi uygulama şeklimizde belki de her şeyden çok devrime yol açtı. Hastalarımız bizim öğretmenlerimiz oldu, çünkü onlar için neyin işe yarayıp neyin işe yaramadığını söyleyerek bizi yönlendiriyorlardı. Bu uygulama, hastaları ve terapistleri daha sorumluluk sahibi hâline getirdi. Bu değerlendirmeler olmadan etkili bir terapi yapabilmeyi hayal bile edemiyorum. Fakat, bu cesaret isteyen bir uygulama. Genellikle, bazı şeyleri tahmin etmediğiniz yollardan keşfedebiliyorsunuz. Hastalar, terapisti eleştirirken seanslarda olduklarından şaşırtıcı derecede daha dürüst ve daha eleştirel oluyorlar. Her nedense, bu terapi seansı değerlendirmelerini doldururken çok daha açık sözlü ve samimi hissediyorlar.

    Narsist terapistler bu değerlendirmelere katlanamayabilir, çünkü hastanın geri bildirimi onlar için özsaygıyı yıkıcı nitelikte olabiliyor.

    4) Size göre terapinin temel amacı nedir?

    “Terapinin temel bir amacı” yoktur. Terapinin temel veya nihai bir amacının olduğunu düşünmek, alanımızda yapılan en temel hatalardan biridir. Bana göre bu yaklaşım, sanki terapistler insanların nasıl olmasını gerektiğini bilen ruhani uzmanlarmış gibi kibirli bir yaklaşımdır.

    Bunun yerine, hastalardan üzgün hissettikleri ve yardım istedikleri belirli bir anı anlatmalarını isterim. Bu herhangi bir an ve herhangi bir sorun olabilir, ancak gerçek ve kişi, mekan ve zaman bağlamında olmalıdır. Genç bir kadının, “Hayat berbat.” gibi üstü kapalı yakınmalarda bulunması pek işe yaramaz. “Hayatın berbat olduğunu fark ettiğinizde neredeydiniz? O sırada neler oluyordu?” sorularını sormam gerekebilir.

    Örneğin hastanın yardım istediği sorun; depresif bir an, yakın zamanda gerçekleşmiş bir panik atak veya eşiyle yaşadığı bir tartışma olabilir. İşte o zaman, Sonuca Ulaşmaya Karşı Direnç ve Sürece Karşı Direnç etkenlerini hesaba katarak sorunu keşfetmeye çalışırım. Direncin üstesinden gelindiğinde ise, hastaya sorunu çözmesinde yardımcı olabilmek için çeşitli yöntemler kullanırım. En etkili yöntemin ne olacağı, sorunların türüne göre değişecektir. Başka bir ifadeyle; depresyon, anksiyete, sinir/ilişki sorunları veya bağımlılık için etkili olan yöntemler birbirinden oldukça farklıdır.

    Kendimi yardım etmek üzere görevlendirilmiş bir çalışan, hastamı ise patron olarak görürüm. Yardım istediği sorunu hasta anlatır. Hastalar, şu anda hayatında neler olduğunu gerçekten de kavradığında ve bu sorunu nasıl düzeltebileceğini aniden öğrendiğinde; genellikle bir tür aydınlanma yaşarlar ve tüm sorunları tıpkı temeli olmayan bir bina gibi ortadan kalkar. Örneğin, depresyonun yerini aniden neşe ve kahkaha alır. Bu, gözlemlemesi ve içinde bulunması muazzam hissettiren bir olaydır. Terapiyi bu kadar keyifli ve harika bir deneyim hâline getiren de budur.

    5) Terapist olmanın en zor kısmı nedir?

    Başarılı ve gelişmiş bir terapi, sürekli uygulama yapmayı ve çalışmayı gerektirir. Son sekiz yıldır, Stanford’da Psikiyatri Bölümü’nde gönüllü olarak verdiğim öğretimin bir parçası olarak, haftalık olarak psikoterapi eğitim ve geliştirme grubuyla çalışıyorum. Grup, şu anda evimde toplanıyor ve Stanford Üniversitesi öğrencilerine olduğu gibi topluma da açık. Bu grup gerçekten ödüllendirici bir tecrübe. Hatta, grup toplantılarının haftamın ışığı olduğunu söyleyebilirim. Fakat bu her zaman kolay bir süreç olmuyor. Katılan terapistler, birçok zorlayıcı senaryoda rol yapma yöntemlerini kullanarak alıştırma yapmalıdır. Anında notlandırılırlar ve gelişebilmek için kendi hatalarıyla yüzleşmeleri gerekir. Eğer egonuzu kapıda bırakırsanız, bu müthiş eğlenceli ve eğitici bir deneyimdir. Ama eğer egonuz sizinle birlikte gelirse; saygı ve hayranlık duyduğunuz meslektaşlarınızın önünde hata yapmak göz korkutucu hâle gelebilir.

    Aynı durum terapide de yaşanır. Yukarıda bahsettiğim gibi, hastaların her terapi seansı sonrasında bekleme odasında dolduracağı aşırı duyarlı bir ölçek geliştirdim. Ben de dâhil olmak üzere terapistleri; seansta Empati Gösterme, Yardım ve Tatmin Sağlama gibi çeşitli açılardan değerlendiriyorlar. Her ne kadar birçok terapist; sıcakkanlı davrandığını, önemsediğini ve etkili olduğunu düşünse de, birçoğu bu ölçekleri ilk kullanmaya başladığında, her seans sonunda her hastadan aldıkları değerlendirmelerin kötü olduğunu görüp şaşkınlığa uğruyor. Bu durum, yeni terapistler için olduğu kadar ileri düzeydeki terapistler için de şaşırtıcı. Bununla birlikte, terapistler bu terapötik hataların üstünde çalışarak onları muazzam gelişmelere dönüştürebilir ve zamanla daha iyi değerlendirmeler alabilirler.

    Benim düşünme şeklime göre, hatalarını kabul etmeyi öğrenmek, dünya standartlarında bir terapist olmanın anahtarıdır. Fakat bu, yeni ve şahane teknik beceriler geliştirirken alçak gönüllü olabilmek ve egoyu bir kenara bırakabilmek anlamına gelir.

    6) Terapist olmanın en eğlenceli veya ödüllendirici kısmı nedir?

    İnsanların değiştiğini; depresyon, ümitsizlik ve değersiz hissetmenin aniden neşe ve özsaygıya dönüştüğünü; aniden korkularını yendiklerini veya aniden sinirlenmeyi, suçlamayı ve kırgınlığı bir kenara bırakmayı öğrendiklerini görmek. Bu ani ve derin değişimler her zaman aklımı başımdan alır. Bu deneyimi çok sık yaşıyor ve seviyorum. Bu, kariyerinin terapiste verdiği en güzel hediye.

    7) Danışanlara terapi ile ilgili vereceğiniz öneri ne olurdu?

    Şu anda, hastalarda çok hızlı değişimler ve gerçekten de hızlı iyileşmeler gözlemliyoruz. Birçok hasta geliştirdiğimiz yeni yöntemleri kullanarak, genellikle bir veya iki olmak üzere bir avuç seansta büyük gelişmeler gösteriyor veya tamamen iyileşiyor.

    Beni üzen şey, yıllar boyunca terapiye gidip hiçbir değişim göstermeyen; ancak yine de aynı terapiste gitmeye devam eden hastalar. Bana göre, bu doğru değil. Beni üzen başka bir konu ise, maddi durumundan dolayı veya etkili bir şekilde çalışabileceği birini bulamadığı için iyi bir terapiye erişemeyen birçok insan olması.

    Alanımızın gelişebilmek ve biyoloji, kimya veya fizik gibi temel bilimlere yetişebilmesi için çok fazla yol katetmeye ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Ben ve meslektaşlarımın amacı, yeni ve daha güçlü bir terapi modeli geliştirmek.

    ***

    Yazar Hakkında: Ph. D. unvanına sahip Ryan Howes, klinik psikolog, yazar, müzisyen ve Pasadena, Kaliforniya’da bulunan Fuller Psikoloji Okulu’nda profesördür.

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/in-therapy/200901/seven-questions-david-d-burns

  • Harriet Lernet ile yedi soru

    Harriet Lerner (Ph. D. New York Üniversitesi), kadın ve aile ilişkileri psikolojisinin en saygıdeğer seslerinden biridir. Topeka, Kansas’taki Menninger Kliniği’nde otuz yılı aşkın süre klinik psikologluk yapmıştır. Karl Menninger Psikiyatri Okulu’nda fakülte üyesidir. Oprah, CNN ve NPR gibi ulusal radyo ve televizyon programlarında çıkmıştır. Çalışmaları The New York Times, The Boston Globe, The Washington Post’ta; aylık tavsiye yazıları ise on yılı aşkın süre New Woman dergisinde yayımlanmıştır. Şu anda Lawrence, Kansas’ta özel muayenehanesi bulunmaktadır.

    Dr. Lerner’ın kitaplarının üç milyon kopyası satılmıştır. Yazıları çok aydınlatıcı, dolaysız ve meslek dilinden arınmış olduğu için terapistler tarafından sıklıkla önerilmektedir. Üslubu, aşağıda verdiği dolaysız cevaplara açıkça yansımıştır. Özellikle 3. soruya cevap olarak verdiği, terapistlerin yaptığı hatalarla ilgili görüşlerini takdir ettim. Terapistler genellikle; konuşma, mesafe, empati ve teoriye bağlılık bağlamında, aşırılık ve yetersizlik arasındaki ince çizgiyi göremiyor. Zamanını ayırıp, bilgilerini bizimle paylaştığı için Dr. Lerner’a minnettarım.

    Harriet Lerner ile Yedi Soru

    1) Eğer yeni bir danışan size “Ne hakkında konuşmalıyım?” diye sorsaydı nasıl cevap verirdiniz?

    “Ne hakkında konuşmak istersiniz?”

    2) Terapötik süreçte danışanlar için en zor olan şey nedir?

    Eşlerini, annelerini, kardeşlerini, çocuklarını değiştiremeyeceğim ve değişimin genellikle yavaş ve engebeli bir süreç olduğu gerçeğini kabul etmek.

    3) Terapistlerin yaptığı terapötik süreci kötü yönde etkileyecek hatalar nelerdir?

    Terapistler sonsuz sayıda hata yapıyor: Çok fazla veya çok az konuşuyorlar, çok mesafeli veya çok ilgili davranıyorlar, bir teorik bakış açısına sıkı sıkıya bağlanıyorlar veya hiçbir teorik bakış açısına sahip olmuyorlar, empati kurmuyor veya çok fazla empati kuruyorlar.

    4) Size göre terapinin temel amacı nedir?

    Terapinin temel amacı, danışanın amaçlarına ulaşmaktır. Tabii ki de danışanlar, amaçlarını süreç boyunca değiştirebilir veya yeni amaçlar belirleyebilirler.

    5) Terapist olmanın en zor kısmı nedir?

    Terapist olmanın en zor kısmı, sürekli olarak sınırlarınıza göğüs germeniz gerekmesidir.

    6) Terapist olmanın en eğlenceli veya ödüllendirici kısmı nedir?

    Terapist olmanın en ödüllendirici kısmı, her zaman kendi sınırlarınızı zorlayabilme avantajına sahip olmanızdır. Böylece öğrenmeyi sürdürebilirsiniz. Bu bir alçak gönüllülük dersidir. Ve tabii ki de, kendini keşfetme ve değişim sürecinde birine eşlik etmek büyük bir ayrıcalık.

    7) Danışanlara terapi ile ilgili vereceğiniz öneri ne olurdu?

    Farklı yöntemlerle çalışan, farklı inanç sistemlerine sahip olan sayısız terapist var. Bu yüzden, eğer bir terapist veya terapi yöntemi size yardımcı olamıyorsa, bir başkası olabilir. Belirli bir terapistin, tanıdığınız başka insanlara yardımı dokunurken size dokunmaması asla kişisel bir başarısızlık değildir. İçgüdülerinize güvenin ve sizi en iyi tanıyanın kendiniz olduğunu unutmayın.

    ***

    Yazar Hakkında: Ph. D. unvanına sahip Ryan Howes, klinik psikolog, yazar, müzisyen ve Pasadena, Kaliforniya’da bulunan Fuller Psikoloji Okulu’nda profesördür.

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/in-therapy/200901/seven-questions-harriet-lerner