Kategori: Genel

  • Çocuğum depresyonda mı?

    Günümüzün en yaygın psikolojik sorunlarından birisi depresyondur. Her ne kadar, yetişkin sorunu olarak biliniyor olsa da, depresyonun,  çocuklarda da görülme olasılığı yüksektir.

    Çocukların %3’ünde ve gençlerin de % 13’ünde depresyon belirtileri gözlemlenmektedir. “Depresyonun okul öncesi çocuklarda görülme sıklığı binde 3, okul çağındaki çocuklarda binde 4 ile 30, ergenlerde binde 4 ile 64’tür.” Çok küçük yaşlardaki çocuklarda depresyon çok sık görülmese de , yaş ilerledikçe görülme sıklığı artar. 0-18 ay döneminde anne ile çocuk arasındaki bağlanma ve ilişki çok önemlidir.

    Bağlanmanın oluşması, fiziksel temas,  göz teması, çocuğa yaklaşım, çocukla kurulan ilişkiyi içerir. Bu bağlanma sağlıklı bir şekilde gerçekleştiği zaman, bebeğin kendine ve dış dünyaya güveni oluşmaya başlar  ama bağlanma sağlıklı gerçekleşmezse çocukluk depresyonu ya da iletişim bozuklukları ortaya çıkar. Çocuğun bireysel ve sosyal hayatını işlevsiz hale getirir. 

    Çocuklarda depresyonu başlatan nedenler genellikle sevdiği bir kişinin kaybı, yetersizlik duygusu, aile içi şiddet, boşanma,  kronik bir hastalığın oluşu, doğal afetler, cinsel istismar, duygusal taciz, ebeveynler arasındaki çatışma, ve çevre değişikliği gibi önemli nedenlerden olabilir.

    Çocuklarda depresyon belirtileri nelerdir?

    Tüm temel belirtiler her yaşta aynıdır. Çocukluk çağı temel belirtileri ise aşağıdaki gibidir;

     1-Hiçbir şeyden zevk alamaz hale gelmek

    Çocuğun sosyal hayattan, çevresinden, arkadaşlarından ve ailesinden belirgin bir şekilde uzaklaşır, kendini mutsuz veya boşlukta hissetmeye başlar. Hiçbir şeyden mutlu olamaz, sürekli yakınır, az güler ve  sebepsiz yere ağlayabilir, arkadaşlarıyla geçinememeye başlar, oyun kurmakta ve sürdürmekte zorlanır. Arkadaşlarıyla geçinememe durumu çocukların mutsuzluklarını gösterme davranışlarındandır.

    Yapılan etkinlik, ödev veya oyunlara karşı ilgide azalma ya da eskiden severek yaptığı bir şeyleri artık sevmemesi ve zevk  alamaması gibi durumlar ortaya çıkmaya, gergin, sıkıntılı, huzursuz olma durumu vardır. Ayrıca çocukları depresyonda olan aileler “of sıkıldım” sözlerini çok fazla duyarlar. Sıkça iç çekme, üzgün ve gergin bir görünüm olur.

    Ek olarak da, sürekli bir mutsuzluk hali, hiçbir şey yapmak istememe, keyifsiz ve isteksiz olma, mantık dışı düşün­celer, zihinsel ve bedensel durgunluk hissi vardır. Umursamazlık, boş vermişlik gibi farklı duygu durumlarını bir arada yaşayan çocuklarda  depresyonda olduğu düşünülür.

    2- Akademik başarıda düşüş

    Enerji ve isteklilik halinde bir azalma olur. Çocukların dördüncü yaşından sonraki  dönemine oyun çağı denilir. Ayrıca  bu dönem sosyalleşme dönemidir. Bu dönemde aile  çocuktaki depresyonu fark etmediyse çocuk büyüdükçe depresyon da  onunla birlikte büyür.

    “Tembel çocuk nasıl gelişiyor?” sorusunun cevabını da bu çağda bulabiliriz. Oyun oynamayı istemezler ,başka çocuklarla bir arada olmak ve yeni arkadaşlar edinmek istemezler, işbirliğine girmezler. 

    4-6 yaş arasında çocuklar, okula başlarken ana okulunda ya da ilkokulda aileden kopmakta zorlanırlar. Çocuk okulda ilişki sorunları yaşar, dikkat problemleri, düşünce ve konsantrasyonunda azalma  vardır, ders çalışma istekleri oldukça azdır ve  zamanla azalır. Öğretmene bağlanamaz, arkadaşları ile konuşmaz. Okula başlamadıysa başlamaktan oldukça korkar ve bu aşamada da ‘Okula gitmek istemiyorum’ gibi yakınmaları  sıkça  duyarız.

    Midesini kendi bulandırıp, kendi kendine kusmaya çalışabilir. Sürekli  hastalık bahanelerinin arkasına sığınıp okula gitmemeye çalışır. Çocukta regresyon denilen gerilemeler yaşanmaya başlanır.

    3- Üzgün ve sıkıntılı  hissetme

    Üzgün ve sıkıntılı  hissetme; gün boyunca  çocuğun ağlamaklı bir durumunun olması, kendini üzgün ve tükenmiş , keyifsiz hissetmesi durumu, karamsar olma, yalnız kalmak isteği, kolay sinirlenme ve kendine kızma görülür. Ruh durumlarında, davranışlarında ani bozulma görülür. Sürekli canlarının sıkıldığını ve üzüntülü hissettiklerini dile getirirler. Ayrıca sık sık kendilerini ve yaptıklarını içten içe eleştirir, kızar veya kınayabilirler.

    4- Uyku bozuklukları

    Uyku Problemleri; bireyin uykusuzluk çekmesi (insomnia) veya aşırı derecede uyuması (hipersomnia) durumudur. Bu dönemde yataktan çıkmama ya da hiç yatağa girmek istememe, kötü rüyalar görmekten korkma , sürekli kabuslardan şikayet etme durumları ortaya çıkabilir.

    5- Bağışıklık sisteminin zayıflaması nedeniyle sık hastalanma

    Yemek yeme ve uyuma alışkanlıklarında değişiklikler görülmeye başlanır. Sık sık fiziksel şikayetleri ortaya çıkar. Sürekli olarak kendini yorgun, halsiz ve bitkin hisseder.

    Hiçbir şey yapmasa bile  enerji kaybı olmaya başlar, kilo kaybı veya alımı olur .( çocuğa özel  bir diyet uygulanmadan  kilo alması veya vermesi) (vücut kilosunun %5’inden fazlası olmak üzere) ve çocuğun  iştahında önemli derece artma veya azalma gözlemlenir. İştah değişiklikleri; aşırı yeme ya da iştahsızlık hali oluşur. Çabuk yorulurlar.

    6-Öz güvende önemli düşüşler

    Özgüveninde önemli bir düşüş olur ve kendini çeşitli konular için suçlu, değersiz ve yetersiz hisseder. Alkol ve madde bağımlılığına bir yatkınlık geliştirir. İntihar veya ölüm hakkında düşünmeye baslar. Çocukluk çağında depresyon geçirmiş birinin, ileri yaşlarda yine bir depresif döneme girme olasılığı daha fazladır. Bu çocuklarda daha ileri yaşlarda bipolar bozukluk ve yeme bozuklukları da görülebilir. Gelecekle ilgili karamsarlık ya da beklentisinin olmayışı. iletişim problemleri ve depresif ruh hali belirtileri yine bize çocukluk çağı depresyonunu işaret eder.      

    7- Konuşmada gecikme

    Eğer çocuk depresyona girmişse çocuğun gelişiminde bir yavaşlama olmaya başlıyor. Konuşmasında kararsız kalmalar ya da kekemelikler ortaya çıkıyor. Çocuklarda  2,5 – 3 yaş konuşma gelişiminin hızlandığı dönemdir.

    Konuşmanın geç gelişmesi, depresyon için bir belirti olabiliyor. Ayrıca , çocuk tam bu dönemlerde tuvalet eğitimi de kazanmaya başlıyor. Eğer çocuk depresyonda  ise  bu dönemde tuvalet eğitimini de  geç kazanıyor. Bu dönemde, parmak emme ve başka davranış sorunları da ortaya çıkabilir. O aşamada bir de kardeş doğduysa eğer çocuk için depresyona girme nedeni oluşuyor.

    Aile içinde yaşanan çatışma, gerginlik, köklü değişiklikler gibi bütün olaylardan çocuk çok çabuk  etkileniyor. Depresyon aslında travmadan, kaygılı durumdan, stresten, aile içindeki çatışmalardan etkileniyor. Çocuk daha küçükken annenin kaş çatması ve göz göze gelince ters ters bakıp korkutması çocukları olumsuz bir şekilde oldukça etkiliyor ama bu yaşlarda da aslında dış olaylardan da etkilenebiliyor. Depresyon davranış bozukluğu olarak ortaya çıkıyor. Tırnak yeme, parmak emme ya da gerginlik olarak kendini gösteriyor.

    Ailelere öneriler

    Aile, çocukta yukarıdaki gibi özellikler gözlemliyorsa, mutlaka bir uzmana başvurmalıdır. Değerlendirme, psikolog  ve ilaç desteğinden oluşan bir yardım, bu çocukların yaşadıkları zorluklarla mücadele edebilmesi için gereklidir.

    Ailelerin öncelikle çocuklarının davranışlarını yakından gözlemlemeleri, çocuklarının söylemlerine dikkat etmeleri, özellikle kendilerine zarar verecekleri yönündeki ciddiye almalıdır.

    Böyle durumlarda ailelerin çocuklarına anlayışlı olmalı, yargılamamalı ve asla yalnız bırakmamalıdır. yaklaşmalıdırlar. Çocuğun eğitim gördüğü okulla ve öğretmenleriyle de ilişki kurmak gerekli olabilir.

    Psikoterapi ya da aileye verilen danışmanlıkla belirtilerde istenilen  azalma olmazsa ilaçla tedavi yolu için  bir psikiyatristten destek alınmalıdır. Çocuklarda güvenle kullanılan depresyon ilaçları vardır ve bu ilaçların ciddi yan etkileri yoktur. Bir çocuk ve ergen psikiyatrisi tarafından başlanır ve düzenli kullanılırsa çok iyi sonuçlar alınabilir. İlaç tedavisinde  etkinin görülebilmesi için en az 2-3 hafta kadar bir süre geçmelidir. Genellikle ilaç tedavisi başlandıktan sonra tam bir iyileşme olsa bile tedaviye en az 6 ay devam etmek gerekir. Yeterli iyileşmeden sonra psikiyatrist kontrolünde  tedavi azaltılır veya kesilir. Çocuk normal yaşamına devam eder.

    Ayrıca bu sürecin en önemli faktörlerden biri de aile, çocuk, psikiyatrist ve psikoloğun işbirliği içinde olmasıdır, yani çocukla ve aileyle hekimin ve psikoloğun kurduğu ilişki çok önemlidir.

  • Öfkeli çocuğa nasıl davranmalıyız?

    Öfke (kızgınlık ya da hiddet), korku, neşe, üzüntü gibi temel duygulardan biridir. Öfke bir hoşnutsuzluk durumunu; kişinin planlarının ya da isteklerinin engellenmesi, haksızlık, adaletsizlik, alay edilme gibi kendini savunma durumuna geçmesine neden olacak olaylar karşısındaki duygusal tutumunu ifade eder.

    Öfke bir duygu durumunu ifade ederken saldırganlık bir kişiye ya da bir nesneye fiziksel zarar verme şeklinde kendini gösterebilen bir eylemdir. Dolayısıyla öfke dendiği anda her zaman bir saldırganlık durumu anlaşılmamalıdır. Nitekim öfke karşıdaki kişiye bizi rahatsız ettiğine, incittiğine ya da hoşumuza gitmeyen bir şey yaptığına dair mesaj vermemizi sağlayan, kendimizle ilgili güçlü ve zayıf yönlere dair keşifler yapmamızı sağlayan insan doğasının temel taşlarından biridir.  Öfke üstesinden gelinmesi gereken, bastırılması ve hissedilmemesi gereken bir duygu olmaktan çok, yoğun yaşandığında bize ve diğerlerine zarar vermemesi adına yönetilmesi gereken bir duygudur. İyi yönetildiği takdirde kişilerarası ilişkileri, psikososyal gelişimi ve iyi oluşumuzu destekler.

    Öfkeyi problemli hale getiren onun uygun olmayan bir biçimde ifade edilmesidir. Küçük çocuklar duygularını doğru bir biçimde ifade etme, onları kontrol etme konusunda uzman değillerdir. Küçük çocukların öfkeli yüz ifadeleri, davranışları bazen bize sevimli, masum ve zararsız görünebilir. Nitekim bazı öfke ifade biçimleri gerçekten de böyle olabilir. Ancak istekleri karşılanmadığında, engellendiklerinde ağlayan, tepinen, vuran, ısıran, küfreden, öfkesi büyüdükçe sağa sola zarar veren, dışarı atamadığı öfkesini kendinden çıkararak kendini yerlere atan, kafasını duvarlara vuran çocuklar için durum masum olmaktan çıkarak, uyumsuz davranışa dönüşmüştür.

    Hem kendi öfkemizi hem de çocuğun öfkesini yönetmede ilk olarak öfkeyi tamamen olumsuz bir duygu olarak etiketlendirmekten vazgeçmemiz gerekmektedir. Çocuğun öfkesi yasaklandığında onu yönetmeyi değil, ondan korkmayı öğrenecektir. Devamlı baskılanan öfke içten içe çocuğa zarar vermeye başlar, çocuğun kendi duygularından suçluluk duymasına ve duygularını ifade etmekten vazgeçmesine neden olabilir. Sıkışan bu öfke ufacık bir kıvılcımla boşalabilir, bu da yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Yine yasaklanan öfke çocuğun bunu ev dışındaki ortamlarda abartılı bir şekilde ortaya koymasına ve saldırganlığa başvurmasına neden olabilir.

    Öfkenin doğru ifadesini öğrenmesi için çocuğa fırsat verirken uzak durmamız gereken belli başlı unsurlardan söz edebiliriz. Bunlar yalnızca çocuğa karşı davranışımızda değil, kendi ilişkilerimizde de tansiyonun yükseldiği zamanlarda başvurmamamız gereken yollardır.

    Kısırdöngüye girmek: Bağırıp çağıran, istediği şeyi tutturarak elde etmeye çalışan çocuğa derdimizi bağırarak, defalarca aynı şeyi tekrarlayıp durmasını söyleyerek anlatamaz, bu şekilde davranışının yanlış olduğunu gösteremeyiz. Yaptığımız tek şey onun bu davranışını pekiştirmek ve öfkesini daha da artırmak olur. Birisi pes edene kadar her iki taraf da sesini yükseltmeye devam edecek, ancak bir sonuca ulaşılamayacaktır. Çocuk kendini kontrol etmekte başarılı olamayacağı için pes eden ebeveyn olacak, çocuğun istediği er ya da geç alacaktır.

    İnatlaşma: Hem çocuğun hem de ebeveynin öfkelendiği bir durumda çocukla inatlaşıp öfkeyi beslemek bir güç savaşına dönecek, tekrar kısırdöngüyü besleyecektir.

    Düşmanca Yaklaşma: Çocuğun öfkelenmesine öfkelenmek, susması için azarlamak, karşı gelmemesini söylemek ve fiziksel şiddet yoluyla durumun üstesinden gelmek çocuğun öfkesini bastırmasına neden olabilir.

    Önemsememe: Çocuğu öfkelendiren durumla ilgilenmeme, göz ardı etme, öfke kaynağını küçümseme, alay etme onun duygularının incinmesine neden olduğu gibi, duyguların kabul edilemez olduğu algısını da oluşturabilir.

    Öyleyse ne yapılmalı, çocuğun öfkesi karşısında nasıl bir yol izlenmelidir?

    • Enerjisini boşaltmasına izin verme: Çocukların bitmek tükenmez bir enerjileri vardır. Bunun büyük bir kısmını gün içinde hareket halinde oynadıkları oyunlarla dışarı atarlar. Dolayısıyla oyun çocuğun olumsuz duygularını da ifade edebildiği, bunların negatif yükünü boşalttığı güvenli bir sığınaktır. Bununla beraber çocuğun o anda yaşadığı yoğun öfkeyi, etrafına saldırmasını kontrol altına alabilmek için önce sakinleşmesi sağlanmalıdır. Yoğun öfke durumunda çocuk iletişime hazır değildir ve söylenenleri de anlamayacaktır. Saldırganlık gözlemleniyorsa ebeveynler çocuğun kendisine zarar vermediğinden emin olmak zorundadır. Çocuğun o andaki öfkesini kendi dışında bir şeye yöneltmesi, örneğin yastıklara vurması, yatağında tepinmesi ve kendini sakinleştirmesi beklenebilir. Tekrarlayan durumlarla ilgili yaşadığı öfkeyi anlatmakta güçlük çekiyorsa günlük tutması, duygularını burada ifade etmesi önerilebilir.
    • Mola yöntemi: Çocuk inat ediyor, saldırgan cevaplar veriyor ve iletişim kurmaya hazır görünmüyorsa sessiz bir köşede kendi başına oturması ya da ebeveynin belirlediği süre boyunca odasında kalması istenebilir. Belirlenecek süre çocuğun yaşına uygun olmalıdır. Örneğin, 5 yaşındaki bir çocuk için odasında kendi başına kalıp sakinleşmesi için beklenmesi gereken süre 5-10 dakika olmalıdır. Ebeveynin çocuğu kucaklayıp “Sakin ol” demesi, ya da dikkatini başka bir şey çekerek o anın geriliminden geçici olarak kurtulmak istemesi sağlıklı değildir, çünkü asıl beklenen çocuğun kendi kendini sakinleştirmesi ve duyguları üzerinde kontrol sağlayabilmesidir.
    • Öfkenin kaynağını konuşma: Yeterince sakinleşen ve konuşmaya hazır görünen çocuğa “Neyin onu bu kadar öfkelendirdiği” sorulabilir, ya da öfkenin kaynağı somut bir şeyse onun üzerinden çocuğun duyguları konuşulabilir. Öfkenin normal bir duygu olduğu, herkesin öfkelenebileceği, ama bunu doğru bir şekilde ifade etmemiz gerektiği anlatılmalıdır.
    • Davranışın sonuçlarına katlanma: Çocuk öfkesini vurma, kırma, küfretme gibi uygunsuz bir yolla ifade etmişse yeterince sakinleştikten sonra ebeveynler bununla ilgili çocuğa bir yaptırım uygulamalıdır. Örneğin, dağıttığı odayı toplaması istenebilir, özür dilemesi beklenir. Ancak bunların dışında, sevdiği şeyden bir süreliğine mahrum bırakmak gibi davranışsal yöntemler de uygulanmalı, çocuk yanlış davrandığında belli sonuçlarla karşılaşacağıyla yüzleşmelidir.
    • Tutarlılık: Saldırganlık kabul edilebilir bir durum değildir. Bu nedenle çocuğun bu tür davranışlarından sonra uygulanacak ceza yöntemleri ya da ebeveynlerin tutumu her seferinde aynı olmalıdır. Dışarıda bu tür davranışları sergilediğinde hiçbir ceza alamayan çocuk sadece evde ceza alıyorsa, davranışıyla bu ceza arasındaki ilişkiyi kuramayacak, doğru davranışı öğrenemeyecektir. Tutarlılık, anne ve babanın davranış ve tutumlarının birbirleriyle aynı olmasını da kapsar.
    • Kontrol: Çocuk ebeveynlerin sınırlarını ve kurallarını devamlı test ederek bunlarda bir boşluk arar. Ebeveynlerini manipüle etmeye başlayan bir çocuk onları bezdirir ve sonuçta istediğini elde eder. Dolayısıyla ebeveynlik rolünü ebeveynler üstlenmeli, olayların gidişatını kontrol altına alırken çocuğun da sorumluluk almasına yardımcı olmalıdırlar.
    • Örnek olma: Anne ve baba öfkelerini bağırarak, küserek, görmezden gelerek ifade ediyorlarsa çocuklar da öfkelerini bu şekilde ifade etmeye başlarlar. Öfkeliyken “Şu anda öfkeliyim ve seninle sağlıklı konuşamayacağımı düşünüyorum. Bana 10 dakika müsaade eder misin?” diyen anne, çocuğa kızgın olduğunda bir süre beklemesi ve sakin olması gerektiğine dair mesaj verir. Çocuğun duygularını kontrol edemediği zamanlarda anne ve baba çocukken kendilerinin de böyle hissettiği zamanlar olduğunu ama büyüdükçe kendilerini daha rahat ifade edebildiklerini söyleyerek çocuğu bunları yaşayan yalnızca kendisiymiş gibi hissetmekten alıkoyabilirler.
    • İhtiyaçlarını karşılama: Çocuğun istekleri ve ihtiyaçları önemsenmelidir. Görmezden gelme, küçümseme ve alay etme çocuğu incitir ve öfkelendirir. Örneğin, alışverişe gidilmeden önce bir oyuncak almak konusunda anlaşıldıysa o alışverişten bir oyuncakla dönülmelidir. Çocuk daha fazla oyuncak isteyip öfkeleniyorsa daha önce yapılan anlaşma hatırlatılmalıdır. Böylece hem sınırlar korunmuş olur hem de çocuğun öfkesiyle ebeveynlerini manipüle etmesinin önüne geçilmiş olur.
    • Güven: Çocuğa verilen sözler tutulmalı, tutulamayacaksa bile mantıklı ve somut gerekçeler sunulmalıdır. Arada bir güven ilişkisi varsa çocuk istekleri için bazen beklemesi gerektiğini, beklerse mutlaka onları elde edebileceğini öğrenmiş olur.
    • Koşulsuz sevgi ve anlayış: Çocuğu yalnızca doğru davrandığında, başarı elde ettiğinde ya da bizim istediğimiz gibi davrandığında ödüllendirmek onu belli koşullar altında sevdiğimiz algısını doğurur. Öfkelendiğinde “Senden nefret ediyorum” diyen çocuğa karşı anlayışlı olmak, bunu kastetmediğini, bizi test ettiğini bilerek sabretmek, sakinleştiğinde “Senden nefret ediyorum demen beni üzdü” diyerek onunla bunu konuşmak en iyi sonucu verecektir. Öfke nöbetleri sonrasında çocuğa sarılmak, yanında olduğumuzu ve onu sevdiğimizi hissettirmek önemlidir.
    • Yermek yerine övmek: Çocuğun hatalı bir davranışı sonrasında “Daha önce de aynısını defalarca yaptın” diyerek geçmişteki hatalarını hatırlatmak onu öfkelendirecektir. Bunun yerine yapıcı eylemlerini, kendinde değiştirdiği yönleri övmek onu motive etmeye yardımcı olacaktır. Öfkelendiğinde bağırmayıp bir köşede surat asan, sonrasında annesinin yanına sakin bir şekilde gelen çocuk bu davranışı için “Kendini sakinleştirmiş olman çok güzel” diyerek övülmelidir.
    • Birlikte çözüm üretmek: Çocuklar her zaman ebeveynlerine öfkelenmez. Bazen anaokulundaki arkadaşlarına, bazen büyüklerine bazen de öğretmenlerine öfkelenebilirler. Bu durumda onu öfkelendiren şeylerin neler olduğu tek tek sorulabilir. Örneğin, bir arkadaşı kalemini ondan izinsiz aldığında öfkelenmişse bu durumda neler yapılabileceği hep birlikte tartışılabilir. “Kalemini izinsiz almaması gerektiğini arkadaşına hatırlatabilirsin. Eğer bunu önemsemezse öğretmenine arkadaşının bu davranışından rahatsız olduğunu söyleyebilirsin”. Bu tarz davranış provaları çocuğu güç durumlarda doğru davranmaya hazırlamada birer aşı görevi görürler.
    • Hikâyeler: Günümüzde çocukları gerçek hayata hazırlayan çok güzel okuma kitapları var. Çocuk uykuya dalmadan önce ya da gün içinde okuma saatlerinde okunan hikâyelerde, çocuğun yaşadığı güçlükler göz önünde bulundurularak seçim yapılabilir. Hikâye okunduktan sonra karakterin davranışları üzerinde konuşulabilir, doğru ve yanlış davranışları tartışılabilir. Öfke konusunda benim önerilerimden biri: İş Bankası Kültür Yayınları, “İnci Bazen Öfkeli Olabilir”.
    Kaynak
    • Mackenzie, R. J. (2014). Çocuğunuza Sınır Koyma (3. Baskı). (M. Gün, Çev.). İstanbul: Yakamoz Yayınları.
    • Yörükoğlu, A. (2018). Çocuk Ruh Sağlığı (38. Baskı). İstanbul: Özgür Yayınları.
  • Nomofobi

    Her tarihi dönemin kendine has psikolojik bozukluklarından bahsedebiliriz. Zamane insanının sorunlarından birisi de, en yoğun ilişki içinde olduğu teknolojik aletlerden biri olan cep telefonu üzerinden, nomofobi kavramıyla kendini gösteriyor. Nomofobi, akıllı telefon bağımlılığı demek.

    Aşağıda, konuyla ilgili önemli üç makaleyi, aynı yazı içinde peş peşe sizinle paylaşıyorum. İyi okumalar.

    I. Makale

    Nomofobi (akıllı telefon bağımlılığı) nedir?

    Akıllı telefon bağımlılığının artık klinik bir ismi var

    Amerikan halkının akıllı telefonlarını çok sevdiklerini duymak herhalde pek şaşırtıcı olmasa gerek. Pew Araştırma Merkezinin yayınladığı verilere göre, Amerikalıların % 90’ı cep telefonu kullanıyor, kullanıcıların tam olarak % 58’i ise akıllı telefona sahip.

    Aslında şaşırtıcı olan, cep telefonlarına psikolojik olarak bağlanmış olanların yüzdesi. Psikolojide bu duruma “Nomofobi” deniyor (İngilizce “no-mobile-phone phobia” kelimelerinin Nomophobia olarak kısaltılması, dilimize de benzer şekilde geçmiş), ve psikologlar bu durumdan giderek daha fazla gencin etkilendiğini söylüyor.

    Cep telefonundan ayrı kaldığında panikleme veya ümitsizliğe düşme, etrafındaki konuşmalara veya işe odaklanamama ve sürekli cep telefonunu kontrol etme nomofobinin başlıca semptomları arasında sayılıyor. Sıklıkla cep telefonu çalmadığı halde çaldığını zannetme durumuna ise cep telefonu titreşim sendromu deniyor ve uzmanlar bunun çok daha ciddi bir teknoloji bağımlılığının belirtisi olabileceğinde hemfikir.

    Connecticut Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nde çalışan Yardımcı Doçent Dr. David Greenfield’a göre, akıllı telefonunuza olan psikolojik bağlanma durumu, dopamin düzensizliğini içerdiği için, aslında diğer bağımlılıklara benzemektedir. Dopamin beyindeki ödül sistemini düzenleyen bir nörotransmitterdir, ve dopamin seviyesinin artması otomatik olarak insanların ödüllendirileceklerini düşündükleri şeyi yapmaya motive eder.

    Greenfield, sürekli cep telefonlarıyla iletişim halinde olanlara yardım edebilmek ve bu insanların daha dengeli bir yaşam sürmelerine katkı sağlamak amacıyla İnternet ve Teknoloji Bağımlılarına Yardım Merkezi’ni kurdu.

    Greenfield’a göre “Cep telefonunuza gelen e-posta, kısa mesaj gibi her bir bildirim, dopamin seviyesinde az da olsa bir artışa neden oluyor ve bu da kişide karşı konulmaz, kendisini içine çekecek bir durum olduğu hissini uyandırıyor. Bu karşı konulmaz durumun ne olduğu, ne zaman olacağı belli olmadığı için de bu aslında beyni sürekli telefonu kontrol etmeye zorluyor. Yani aslında bir nevi, dünyanın en küçük kumar makinası.” (Business Insider)

    Harris Interactive tarafından 2013 sonbaharında gerşekleştirilen ulusal bir ankette, katılımcıların %63’ü telefonlarını ortalama olarak saatte bir kontrol ettiklerini söylerken %9’u ise her 5 dakikada bir bunu tekrarladıklarını belirtti.

    Buna ek olarak %63’lük bir kesimse eğer akıllı telefonlarını evde unuturlarsa bu durumun onları üzeceğini belirttiler. Katılımcıların çoğu çok kısa sürecek bir market alışverişi için evden çıkmış olsalar bile, evlerine geri dönüp telefonlarını alacaklarını da ekledi.

    Huffington Post and YouGov tarafından yapılan bir ankette ise, 18-29 yaş arasındaki katılımcıların %64’ü yataklarında cep telefonuyla veya tabletle uyuyakaldıklarını söylediler.

    Bütün bu verilere rağmen, nomofobi’ye dair etrafınızdan pek bir şey duymamış olabilirsiniz; çünkü bu durumdan muzdarip olanların çoğu bir problemleri olduğunun farkına varmamıştır bile.

    Psikiyatrist Dale Archer’a göre, “Bütün bağımlılık durumlarında olduğu gibi, burada da inkar ilk göze çarpan özelliktir. Ortaya çıkıp da bir problemi olduğunu kabul eden insan sayısı oldukça sınırlıdır ve bunun anksiyete ile olan bağlantısı çok daha zayıftır. Buna ek olarak, insanların çoğunda semptomlar çok kötü değildir. Tahminimce, diğer bağımlılıklarda olduğu gibi, bütün bir popülasyonun ancak %1’i hayatlarını etkileyecek ölçüde bu dertten mustarip olacak.” (Business Insider)

    Bazı psikologlar akıl ve ruh sağlığında mutlak otorite kabul edilen Mental Bozuklukların Teşhisi ve İstatistiksel Verileri El Kitabı (DSM)’na nomofobinin de eklenmesini teklif etti.

    Cenova Üniversitesi’nden Nicola Luigi Bragazzi ve Giovanni Del Puente DSM’ye sundukları yazılı önergede şunları belirttiler: “Teknolojinin sosyal medya, sosyal iletişim siteleri, sosyal enformatik, sosyal yazılımlar vb. aracılığıyla işlerimizi çok daha hızlı ve verimli yapmamıza olanak tanıdığı yadsınamaz bir gerçektir. Öte yandan mobil cihazlar insan sağlığı üzerinde tehlikeli bir etkiye neden olabilir. Nomofobinin psikolojik yönlerini daha derinlemesine araştırmak, standart ve operasyonel bir tanımlama sağlamak için, halihazırdaki akademik ve bilimsel çalışmaların da ötesinde, daha ileri araştırmalara ihtiyaç var”.

    Greenfield ise nomofobinin İnternet Bağımlılığı gibi çok daha büyük bir problemin küçük bir alt kümesi olduğunu söylüyor: “Akıllı telefon aslında çok daha kolay bir kullanıma olanak sağlayan internete erişim noktası. Yaptığım araştırmalara göre, erişim kolaylığı ve taşınabilir olması akıllı telefonları alternatiflerine göre iki kat daha fazla bağımlılık yapıcı hale getiriyor. Kolaylık, bağımlılığın ana sebeplerinden biridir –teknoloji kanalıyla daha hızlı karşılık aldığınızda, zehirlenme/etkilenme/bağımlı olma daha hızlı hale gelir”.

    Ayrıca tivitlerinize, Instagram paylaşımlarınıza devamlı olarak tonlarca beğeni aldığınızda gerçekte pek de bir karşılığı olmayan önemli bir insan olma hissine kapılabilirsiniz.

    “Sürekli cep telefonunuzu kontrol etmezseniz bir şeyleri kaçıracağınız hissi aslında bir ilüzyondan ibarettir – hayatımızın önemli bir kısmının cep telefonuyla hiç bir alakası yoktur. Cihazlarımızda olan bitenler gerçek hayatı yansıtmamaktadır.” görüşü de yine Greenfield’a ait.

    Kaliforniya’nın kuzeyinde yer alan Camp Grounded (Türkçesi Topraklama Kampı) benzeri dijital detoks programları, teknoloji bağımlılığını tamamiyle yok edeceği düşüncesiyle, bütün elektronik cihazların kullanımını tamamen yasaklamaktalar. Camp Grounded’ın katılımcıları, cep telefonu veya benzeri cihazlarından uzakta okçuluk, koroyla beraber şarkı söylemek, nefes meditasyonu gibi günlük aktivitelere katılarak detoks sağlamaya çalışıyorlar.

    Çin’de ise İnternet bağımlısı gençler sıklıkla askeri kamplara gönderiliyor. Burada bağımlılıklarından kurtulmaları için askeri disiplin içinde çok yoğun bir eğitimden geçiriliyorlar.

    Greenfield ve Archer’a göre, nomofobinin tedavisi her zaman bu derece aşırı tedbirler almayı gerektirmiyor.

    Greenfield, Menthal benzeri, her gün telefonunuzla ne kadar zaman geçirdiğinizi kaydeden bir uyguluma yüklenmesini tavsiye ediyor. İnsanların pek çoğu, söz konusu mobil cihazlarla ilgilenirken adeta zaman mefhumunu kaybederler, buda beyni tıpkı bağımlılık yapan maddelerle aynı şekilde etkilemektedir.

    Archer’a göre ise akıllı telefon kullanımında kendinize belirli kurallar koymanız önemli –örneğin ne zaman bir telefon görüşmesi yapıp yapmayacağınıza dair–:Araba kullanırken kısa mesaj atmaktan vazgeçin. Tuvalete veya banyoya girerken cep telefonunuz yanınızda olmasın. Kendinize, arkadaşlarınızla veya dostlarınızla beraberken cep telefonu kullanmama kuralı koyun. Eğer sevdiğiniz bir insanla beraberseniz, örneğin 90 dakika içinde 5 dakikadan fazla cep telefonuma kesinlikle bakmayacağım tarzı bir kural koyun karşılıklı olarak. Bütün mesele uyabileceğiniz basit kurallar koymakta.

    Kaynak

    Yazar: Madeline STONE

    Kaynak: http://www.businessinsider.com/what-is-nomophobia-2014-7

    II. Makale

    Nomofobi (akıllı telefon bağımlılığı): Öğrenciler arasında yükselen bir trend

    Bu kelimeyi biliyor musunuz? Nomofobi günümüz dünyasında artış gösteren bir fobiyi tanımlamakta kullanılıyor: bir mobil cihaza erişimin olamayacağı veya bir cep telefonuyla iletişimden mahrum kalınacağı korkusu. Günümüz lise ve üniversite öğrencileri arasında yükselişte olan bir durum. Gittikçe artan sayıda üniversite öğrencisi, duş alırken dahi telefonlarından ayrı kalamıyorlar. Ortalama bir genç cep telefonundansa serçe parmağını kaybetmeye razı. Gittikçe artan oranda genç yüz yüze konuşmaktansa kısa mesaj yollamayı veya tivit atmayı tercih ediyor.

    Nomofobi sanayileşmiş ülkelerde hayatın her alanında var şu an. Bu terim 2010 yılındaki bir çalışmada İngiltere Posta Ofisi tarafından “no-mobile-phone phobia” kelimelerinden kısaltılarak türetildi. İngiltere Posta Ofisi, YouGov isimli bir araştırma kuruluşunu, cep telefonu kullanıcılarının maruz kaldığı korku ve kaygıları incelemek üzere görevlendirdi. Bu çalışma, İngilteredeki cep telefonu kullanıcılarının yaklaşık %53’ünün telefonlarını kaybettiklerinde, telefonlarının pili veya kullanım hakkı bittiğinde veya şebekeye erişim sağlayamadıklarında tedirgin olduklarını ortaya koydu.

    Aynı çalışma erkeklerin %58’inin, kadınlarınsa %47’sinin fobisinin olduğunu ve %9’luk kesimin ise telefonları kapalı olduğunda kendilerini stresli hissettiklerini ortaya koydu. Bu çalışma toplam 2163 birey üzerinde yapıldı. Ankete katılanların %55’i, cep telefonlarını kullanamadıklarında duydukları endişenin ana nedeninin arkadaşlarıyla veya aileleriyle olan iletişimin zedelenmesi olduğunu belirtti. Aynı çalışmada ortalama bir nomofobi vakasının yaşadığı stres seviyesinin diş hekimine giderken yaşanılan veya evlenecek birinin düğün günü yaşadığı stresle hemen hemen eşit olduğu vurgulandı.

    ABD’de durum daha vahim…

    İnsanların %65’inin veya diğer bir deyişle her 3 kişiden 2’sinin yatarken cep telefonları yanlarında oluyor (üniversite öğrencileri arasında oran daha yüksek).

    %34’ü ise eşleriyle beraber geçirdikleri çok özel anlarda dahi cep telefonlarına cevap verdiklerini itiraf etti. (Bir saniye, beraber olduğunuz insanlara değer verme duygunuza ne oldu?)

    Her 5 kişiden biri cep telefonlarından ayrı kalmaktansa 1 hafta ayakkabısız kalmayı tercih edeceğini belirtti. (Kişiliğini ve ayak tabanını beraber kaybetmek için güzel bir yöntem.)

    Yarıdan fazlası cep telefonlarını hiçbir zaman kapatmadığını belirtti (İşte ben buna bağımlılık derim).

    Yetişkinlerin tam olarak %66’sı nomofobiden muzdarip.
    Bu gidişe “Dur” demenin zamanı geldi

    Günlük yaşantımda herhangi bir şeye şiddetle ihtiyaç duyduğumun farkına varırsam daima hayat tarzımı ve sonrasında sağlımı gözden geçiririm. Size biraz çılgınca gelebilir ancak herhangi bir şeyin beni kontrol altına almasına izin vermemek temel kurallarımdan biridir. Yiyecek, su ve barınacak yer dışında hareketlerime yön verecek, hatta yeni bir yaşam tarzı dikte edecek derecede bağımlılık yapacak şeylerden daima kaçınırım. Buna teknoloji de dahil. Cep telefonu, tablet, bilgisayar ve gelecekte sunulacak başka teknolojilerin hayatımı kolaylaştırdığının ve daha verimli bir çalışmaya olanak sağladığının farkındayım. Bu husustaki prensibim: “Teknoloji hizmetkar olmalı, efendi değil.”dir.

    Peki o zaman öğrenciler için dengeli bir yaklaşım ortaya koymak adına ne yapmalıyız?

    • Günün belli vakitlerinde cep telefonunuzun tamamen kapalı olduğundan ve bu esnada yüz yüze diyaloglar kurduğunuzdan veya yalnız başınıza vakit geçirdiğinizden emin olun.
    • Ekran karşısında geçirdiğiniz ve kendi başınıza/diğer insanlarla geçirdiğiniz vakitleri dengelemeye çalışın. Ekran başında geçirdiğiniz her 1 saat için diğer insanlara veya kendinize 1 saat ayırın.
    • Her ay bir kere, en az bir günlüğüne teknoloji orucu tutmayı deneyin; bilgisayar, telefon veya tablet olmaksızın bir yerlere gidin mesela. Özgürleştiğinizi hissedeceksiniz.
    • Geceleri yatarken telefonu 4-5 metre uzağınızda tutun. Alarm çaldığında erteleme tuşuna basmak için ayağa kalkmanız gerekecek belki ancak bu kesinlikle çok daha güvenli bir yöntem.
    • Günlük yaşantınızı belirli zaman aralıklarına bölün, teknolojiyle geçirdiğiniz zaman ve yüz yüze, gerçek anlamda insanlarla etkileşime girdiğiniz zaman aralıklarına.
    • Kendinizde nomofobi belirtileri mi görüyorsunuz? Yukarıdaki listeye başka neleri eklemek isterdiniz?
    Kaynak

    Yazar: Tim ELMORE

    Kaynak: https://www.psychologytoday.com/blog/artificial-maturity/201409/nomophobia-rising-trend-in-students

    III. Makale

    Nomofobik misiniz?

    Nomofobiniz mi var? Siz de benim gibi, “Nomofobi mi? O da ne?” diye soruyor olabilirsiniz; ancak sanırım benim nomofobim var.

    Fobi bir korku hali olarak tanımlanır; psikoloji perspektifinden ise bir çeşit anksiyete durumu olarak. Korkunun veya anksiyetenin yol açtığı stres, söz konusu durumun içinde mevcut olan tehlikeye göre orantısız şekilde büyük olduğu için nihayetinde bu durum aslında irrasyonel bir durumdur. Dolayısıyla herhangi bir fobi aslında irrasyonel bir korkudur.

    Fakat Nomo… nomo nedir? Nomo İngilizce “no mobile phone”un kısaltması ve bu terim 4 yıl önce, İngiltere’deki cep telefonu kullanıcılarının %53’ünün telefonlarını kaybettiklerinde, telefonlarının pili veya kullanım hakkı bittiğinde veya şebekeye erişim sağlayamadıklarında tedirgin olduklarını rapor eden bir çalışmadan sonra ortaya çıktı. Yani nomofobi, cep telefonunuza erişiminizi kaybetme korkusudur. Şimdi durun ve etrafınıza bir bakın… telefonunuz orada mı? Bu düşünce sizin anlık olarak paniklemenize yol açtı mı?

    4 yıl sonra yapılan yeni bir çalışma ise, İngilizlerin artık %66’sının az önce sizin yaşadığınıza benzer irrasyonel bir korku veya panik atak yaşadığını ortaya koydu. Şu durumların herhangi biri sizde de var mı:

    • Telefonunuzu kapatamıyor musunuz?
    • Tuvalete veya banyoya giderken dahi telefonunuzu yanınıza alıyor musunuz (itiraf edeyim, ben alıyorum)?
    • Takıntılı bir şekilde durmadan kısa mesajlarınızı, e-postanızı, twitter, facebook vs. kontrol ediyor musunuz?

    Teknolojik gelişmeler kesinlikle harika ancak, ortalama olarak günde 34 defa telefonumuzu kontrol ettiğimizi ortaya koyan çalışmalara bakınca, galiba biraz fazla ileri gittik. Hemen Google’a nomofobi yazın ve çıkan haberlere bir bakın. New York Daily News gazetesinde yakın zamanda çıkan bir makale konuyu ele almış, nomofobiden muzdarip biriyle bir röportaj yapmış ve nomofobi üzerine genel bir değerlendirme yapmış (makaleye buradan ulaşabilirsiniz).

    Röportajın en can alıcı noktası ise bu satırlarda :

    “Bana sanal dünya daha gerçekçiymiş gibi geliyor. Benim içinde bulunmak istediğim, irtibatta olmak istediğim, meşgul olmak istediğim dünya o dünya . Telefonuma sadece saatte bir bakmayı hayal dahi edemiyorum. Bütün evrenim sanki buymuş gibi hissediyorum.”

    Eğer sizin veya çocuğunuzun telefonu sıklıkla kontrol etme hususunda takıntılı hale geldiğini düşünüyorsanız ve çocuğunuzun sanal dünyası artık gerçek dünyadan daha gerçek hale geldiyse, şunlardan bazılarını deneyebilirsiniz:

    • Kendinizi kontrol edin ve telefonla geçirdiğiniz süreyi kısıtlayın (bu aynı zamanda çocuğunuza örnek olmanızı da sağlar).
    • Çocuğunuzun ve davranışlarının proaktif ve gayretli bir gözlemcisi olun.
    • Çocuğunuz üzerinde siz mi daha çok etkiye sahipsiniz yoksa mobil cihazlar mı?
    • Çocuğunuzun kendisini sizden izole etmesine izin vermeyin.

    Bir ebeveyn olarak, eğer çocuğunuzun üzerinde sizin mi yoksa mobil cihazların mı daha büyük etkiye sahip olduğunu anlamak istiyorsanız, dürüst bir şekilde bu soruları sormak zorundasınız. Nomofobiniz var mı? Çocuğunuzda var mı? Bu her ne kadar saçma hatta aptalca görünse de, günümüz dünyasında artık bir gerçektir. Teknoloji hakkında başka kaynaklara ulaşmak isterseniz, Benim Annelik (veya Babalık) Sayfam’ı hemen hazırlayın. Burada, makaleleri, önerileri, çeşitli taktikleri ve günümüzün mevcut kültürünü keşfetmek için farklı çözümlere ulaşmak için özel içerikleri kendinize göre dizayn edebilirsiniz.

    Kaynak

    Yazar: Payh STAFF

    Kaynak: https://www.payh.org/nomophobia/

  • Çocuğum okula hazır mı

    İlkokula başlama çocuğun eğitim hayatına attığı ilk adımıdır. Başladığından  itibaren okul, çocuk için kendini geliştirme ve bazı becerileri edinmede önemli bir yerdir. Çocuk okul sayesinde arkadaşları ile birlikte etkinliklere katılmayı, belirli bir disiplin ve plan ile  kurallara uymayı , öğretmenin talimatlarını yerine getirmeyi , okuma-yazma, aritmetik vb. konuları öğrenmeye başlar. Çocuk her şeyin başında öncelikle okula uyum  sağlamaya sonrasında  ise okuma yazma becerisini kazanmaya çalışır. Okuma yazma, çocuğun en önemli görevlerindendir. Çünkü  ileride akademik görevleri başarıyla yerine getirebilmesi için öncelikle okuma- yazma bilmesi gereklidir. Ama okuma-yazma becerisini kazanabilmek için de okula uyum sağlaması gerekmektedir.

    Çocuk okulda arkadaş ve öğretmenleriyle etkileşim içine girer. Bu etkileşim fiziksel, duygusal, zihinsel ve dil gelişimi alanlarındaki becelerini uygulayabildiği bir süreçtir. Sürecin sağlıklı gerçekleşebilmesi için becerilerini gerçekleştirebilecek olgunluğa sahip olması gerekir.  Bir çocuğun okula uyum sağlayabilmesi ve okuma- yazma becerisini kazanması okul olgunluk düzeyine bağlıdır.

    Okul olgunluğu nedir?

    Okul olgunluğu, çocuğun bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal anlamda okula hazır olması demektir. Ayrıca çocuktan çocuğa değişen bir kavramdır.

    Okul olgunluğuna sahip olan bir çocuk, gelişimsel açıdan (duygusal, fiziksel, zihinsel, sosyal)  belirli bir düzeye gelmiş olmalıdır ve ondan istenilenleri de doğru ve başarılı şekilde yerine getirmesi gerekmektedir.”

    Zihinsel düzeyde çocuğun yaşına uygun bir öğrenme ve kavrayış düzeyine sahip olması olgunluğu temsil eder.

    Bu tanımlara göre, çocuğun okuma yazma becerilerini kazanabilmesi ile okul olgunluğu arasında ilişki olduğu söylenebilir. Çocukların okul için gerekli becerileri (fiziksel, duygusal, zihinsel ve dil gelişimi alanlarında) yerine getirebilmesi için bulundukları yaşta büyük  önem taşır.

    Okula başlama olgunluğunda çocukta bulunması gereken en önemli krtiterlerden biri, çocuğun sağlıklı bir bedensel gelişime sahip olmasıdır. Çocuğun yaşı, boyu, ağırlığı, büyük ve küçük kas gelişimi, görsel ve işitsel algısı, el-göz koordinasyonu gibi özelliklerinin sağlıklı bir gelişim göstermesi okula başlamada, belirli olgunluğa erişilmesinde önemlidir.

    Olaylar arasında ilişki kurma, nesnelerin özelliklerini algılama ve ayırt etme, problem çözme, dikkatini toplama ve sürdürme gibi zihinsel özellikler öğrenme sürecinde başarılı olmada oldukça etkilidir. Zihinsel olarak yeterli olgunluğa erişmiş olan çocuklar, yeni düşünceler geliştirmede, okulda yeni tecrübeler  edinmede ve bunlara bağlı olarak okula adapte olmada daha başarılı ve hızlı olurlar.

    Dil, belli başlı öğrenme yollarından biridir. Bu yüzden hem sözlü hem de yazılı olarak büyük önem taşımaktadır. Etkin bir şekilde dinleyebilen ve konuşabilen çocuk başkalarıyla ilişkilerinde de  başarılı olduğu gibi  öğrenme stratejileri geliştirmede ve okuma yazma becerisi kazanmada yaşıtlarına göre daha başarılı olur.

    Yaşına uygun dil becerileri geliştirmeyen çocuklar ise sosyal uyumsuzluk, okuma zorluğu yaşamakta ve okulda çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalabilmektedir.

    Duygularını rahatça ifade edebilme, kendini güvende hissetme, çevresindeki yetişkinler ve akranları ile rahat bir şekilde iletişim kurabilme çocuğun duygusal olarak sağlıklı olduğunu gösterir.

    Çocuk duygusal yönden dengeli ve sağlıklı bir gelişime sahip ise okuldaki öğrenme etkinliklerine katılmada zorluk yaşamaz. Bu da olumlu benlik algısını ve özgüvenini geliştirmesini sağlar.

    Kendini sözel olarak ifade edebilme, iletişim kurabilme, paylaşma, sorumluluk alma ve sorumluluk yerine getirebilme gibi beceriler çocuğun diğer bireylerle iletişim kurmasını ve bunları sürdürmesini sağlamaktadır.

    Çocuğun ileri düzey oyun becerilerine sahip olması da, özellikle akranlarıyla iletişim kurması açısından gerekli olan sosyal özelliklerdendir.

    Farklı alanlardaki becerileri açısından belirli bir seviyeye ulaşmış olan çocuklar okul yaşamlarında uyumlu, mutlu ve başarılı olabilirler .

     Türk Tabipler Birliği 2012 yılında okula erken başlama ile ilgili bir  rapor yayınlamıştır:

    Altı yaşından önce el-göz koordinasyonunun sağlanamamış, İnce motor becerilerin beklenen olgunluğa erişmemiş, Soyutlama, odaklanma ve dikkati sürdürme becerileri yeterince gelişmemiş çocukların öğrenme hızları diğer öğrencilere göre daha yavaş olmuştur. (Türk Tabipler Birliği, 2012)

    Tüm bu tanımlamara ek olarak, araştırmacılar  okul eğitimine başlamadan önce mutlaka  çocukların olgunluk düzeyine bakılması gerektiğini ifade etmişlerdir. Çocukların belirli bir yaşa geldiğinde okul olgunluğuna sahip olduğu düşünülmektedir. Yani bu durumda yaş ölçütü okula başlama konusunda en yaygın ölçüt olarak gösterilmiştir. Yaş ölçütü sık sık değiştirilir ve ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir.

    Türkiye’de 2012 yıllarına kadar çocuklar 72 ayını doldurduktan sonra okula başlarlardı. 2012 yılından sonra ise okula başlama yaşında değişiklikler olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı, İlköğretim Kurumları Yönetmeliğine göre 66 ayını dolduran çocukların okula kaydı yapılabilecektir. Yaşı ile kayıt olma hakkını kazanan çocuklar okula başlayabilir. Fakat yaşça kayıt olma hakkı kazanıp gelişimsel olarak okula başlamaya hazır olmayan çocuklar için hazır olmadıklarına dair  sağlık raporu alınır. Bu durumda da çocuk okul öncesi eğitime yönlendirilir veya okula kayıtları bir yıl ertelenir. (Milli Eğitim Bakanlığı [MEB], 2013).

    Çocuğun okul olgunluğuna sahip olduğu nasıl anlaşılır?

    1- Öz bakım becerileri: Tuvaletini yalnız başına yapabilmeli, dişlerini fırçalayabilmeli, kendi başına giyinebilmeli ve soyunabilmeli , düğmelerini ilikleyip çözebilmeli, kendisi yemek yiyebilmeli, çanta defter kalem vb. gibi eşyalarına kendisi sahip çıkabilmeli ve toparlayabilmelidir.

     2- Sosyal- duygusal gelişim: Kurallara uygun davranışlar sergileyebilmeli, okul ortamında ortaya çıkabilecek durumlarla ( öfke, gerilim vb. ) baş edebilmeli,  arkadaşlık başlatabilmeli ve sürdürebilmeli, oyun kurallarını anlayıp sırasını bekleyebilmelidir. (oyun oynama ve  kurallarıa uymak sosyalleşmeleri açısından çok önemlidir.)

    3- İnce motor -küçük kasların motor gelişim: Çocuklar yazı yazabilmek için ince motor becerilerinin gelişmesine ihtiyaç duyar.  Okul çağına gelindiği zaman 1′den 10′a kadar rakamları bilmeli, daire, kare, dikdörtgen, üçgen gibi geometrik şekilleri çizebilmeli, dikey, yatay, eğik, eğri çizgileri çizebilmeli, şekillerin sınırını taşırmadan boyayabilmeli, basit insan çizimi yapabilmeli (baş, vücut, kollar, bacaklar, ağız vb.), su, ayran gibi akıcı maddeleri bir kaptan diğerine boşaltabilmeli,  ipe boncuk dizebilmelidir.

     4- Kaba motor- büyük kasların motor gelişimi: Okul çağı çocuğu 5 kez üst üste sekerek sıçrama hareketi yapabilmeli, öne doğru takla atabilmeli, kendine atılan küçük bir topu elleriyle tutabilmelidir.

    5- Bilişsel Gelişim; Burada yer alan beceriler algılama, dil ve kavram alanındaki gelişmeleri içermektedir.

    A- Algılama gelişimi:  Yaklaşık 12 kadar ana ve ara rengi bilmeli, 1 den 20′ye kadar olan rakamları tanıyabilmeli, dokunarak nesneleri sayabilmeli, 1′den 10′a kadar olan sayılarla toplama ve çıkarma işlemleri yapabilmeli, haftanın günlerini sayabilmeli, aynı anda birbirini takip eden 2-3 emri yerine getirebilmeli, anlatılan bir öyküdeki detayları hatırlayabilmeli, sebep sonuç ilişkileri kurabilmelidir.

    B- Dil gelişimi: Adını soyadını , ailedeki kişilerin isimlerini söyleyebilmeli, neden sorusunu açıklayarak cevaplayabilmeli, geçmiş şimdiki ve gelecek zaman ile ilgili konuşurken kelimeleri (dün, bugün, yarın) doğtu kullanabilmeli, dilbilgisi kurallarına uygun konuşabilmeli, zıt anlamlı kelimeleri söyleyebilmelidir.

    C- Kavram gelişimi ölçütleri: İlkokul çocuğu büyük- küçük kavramlarını, sağını, solunu bilir, nesneleri büyüklük, genişlik ve uzunluk özelliklerine göre sınıflandırabilmelidir.

    Okul olgunluğunu ölçen bir test var mı?

     “Metropolitan  Okul Olgunluğu Testi” çocuğun okul olgunluğunu ölçebilen bir testtir. Çocukların okula ve okulun gerektirdiği kurallara, bununla birlikte öğrenmeye hazır olup olmadığını belirlemek amacıyla uygulanan bir testtir. Okula başlayacak olan çocuklarda bulunması beklenen fizyolojik, bedensel ve zihinsel gelişim özelliklerini değerlendirme amacı ile kullanılmaktadır.

    Metropolitan Okul Olgunluğu Testi, Kelime Anlama, Cümleler, Genel Bilgi, Eşleştirme, Sayılar, Kopya Etme gibi 6 alt test ve toplam 100 maddeden oluşur.

    Testin sonucunda, çocuğun okul için gereken olgunluğa ne ölçüde sahip olduğu ve gelişimsel düzeyi ile ilgili bilgiler  elde edilmektedir.

    Okula hazır bulunuşluk testi olan Metropolitan Okul Olgunluğu Testi ayrıca okula gidecek olan çocukların okula hazır bulunuşluk düzeylerini ve psikolojik olarak okula hazır olup olmadıklarını da ölçmektedir.

    Çocukların hazır olmadan okula başlamaları psikolojilerini nasıl etkiler?

    Çocuk okula başladığında gireceği yeni sosyal ortam ruh sağlığını olumlu ve olumsuz etkileyebilir. Çocuğuk eğer yukarıda bahsettiğimiz gibi okula başlamaya hazır bir durumda ise bu etki olumlu olur. Fakat çocuk hazır değil ise girdiği yeni sosyal ortam katlanılması çok zor bir ortama dönüşecektir. 

    Çocuğun ruh sağlığına etkileri:

    • Küçük yaşlarda okula başlayan çocuklarda, altı yaşlarında okula başlayan çocuklara göre ayrılık kaygısı daha fazla gözlemlenmektedir. Bu küçük çocuklar özellikle okul öncesi eğitim almadılarsa bu kaygı riski daha da artabilir.
    • Dürtü kontrolü 5 yaşındaki bir çocukta tam olarak gelişmez. Davranışlarının kontrolünü sağlamakta zorlanabilir, sınıfta sırada otururken beklemede ya da okul içerisinde uyması gereken kurallarda zorlanabilir.
    • Beş yaşından önce el-göz koordinasyonu, ince motor becerileri tam gelişmemiş ise işlemsel düşüncenin, soyut düşüncenin  yetersizliği ile dikkati sürdürmedeki güçlükler nedeniyle bu yaştaki çocuklar öğrenme becerilerinde zorlanacaklardır. Bu yaştaki bu durumda olan çocukların okulda belli bir başarı elde etmede zorlanmaları veya başarı elde edememeleri gelişimsel açısından normal kaşılanabilir. Fakat okulun beklediği başarıyı karşılamayınca, başarısız, öğrenme güçlüğü, dikkat eksikliği gibi olumsuz tanımlamalara maruz kalır.
    • Bu çocukların 6 yaş grubu (72-83 aylar) ile aynı sınıflarda eğitim alması onlar için ayrı bir sakınca getirmektedir. Çünkü aynı sınıfta 60-66 aylarında çocuklar ,yani aralarında 2 yıl fark olan çocuklar olacaktır. Bu durumda 72-83 aylık çocuklar ile  60-66 aylık çocuklar arasında gelişimsel farklar olacaktır ve 72-83 aylık çocuklar daha önde olacaktır. Diğerlerinden hızlı öğrenecek, istenenleri daha hızlı ve kolay yerine getirebilecektir. 60- 66 aylık çocuklar ise sınıfta başarısız olarak nitelendirilecek ve bu duygu onların eğitim hayatları boyunca devam edecektir.
    • Bu durumda öğretmenlere büyük görev düşer. Çocuklar için en önemli rol model öğretmendir. Çocukla kuracağı bağ çok önemlidir. Başarı kaygısı ile hareket eden bir öğretmen yerine çocuğu güvende hissettiren , ilgisini esirgemeyen, kıymet veren bir öğretmen olması çocuğun gelişimi ve başarısı için oldukça önemlidir.

    Çocukların okul döneminde karşılaşabilecekleri sorunlar

    1. Anneden evden ayrılmakta güçlük, ayrılık kaygısı
    2. Okul fobisi
    3. Arkadaş edinme ve iletişim kurmada güçlükler
    4. Okul ve sınıf kurallarına uymakta güçlükler
    5. Güvensizlik, kaygı bozukluğu
    6. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, öğrenme güçlüğü
    7. Ödev yapma problemleri

    Araştırmacılar erken dönemde başarısızlık duygusunu yaşayan çocukların okuldan soğuduklarını ve okul hayatlarını kısa sürede bıraktıklarını ortaya koymuştur. Buna bağlı olarak çocuğun doğru zamanda okula başlamaması çocuğun kendini başarısız hissetmesine sebep olur ve bu duygu ile büyürken kendine güvenemeyen, başarısız, inancı kalmamış bir çocuk olur

    Okul seçiminde nelere dikkat edilmelidir?

    Okul seçimi özel okul tercih eden aileler için önemlidir. Çünkü devlet okullarında okuyacak öğrencilerin okulları resmi olarak devlet tarafından belirlenmektedir. Çocuklar kendi ikamet ettikleri adreslerine en yakın okula kayıt olurlar. Özel okul seçimi yapılırken dikkat edilmesi gereken ilk konu eğitim sistemidir. Burada öğretmenlerin mesleki tecrübeleri, okulun psikolojik hizmetlerinin durumu, öğretim yöntemleri, resim- müzik gibi derslere verilen önem, okulun bazı branşlarda aldığı ödüller dikkate alınabilir. Bu koşullara dikkat edildikten sonra fiziki koşullara bakılabilir. Spor salonları, havuz, laboravuvarlar incelenmesi gereken başlıca alanlardan birkaçıdır.

    Çocuklar okulun ilk günlerinde neler yaşar?

    Çocuklar okulun ilk günlerinde belirsizlik, güvensizlik, tedirginlik, terk edilme ve kaygı duygularını yoğun olarak yaşarlar. Anneden ayrılmak, yeni bir ortama girmek, kalabalık sınıflar, arkadaşsızlık, kendini yabancı ve tek hissetme  gibi sebepler bu duygulara neden olabilmektedir. Çocuklar bu duyguları hissederken onlara sevgi ve ilgiyle yaklaşılmalıdır. Yoksa daha da artar ve başlarken uyum sorunu olarak yaşanan problemler ilerledikçe psikoojik rahatsızlıklara yol açabilir. Bu durumda başarısızlığa sebep olur. Ayrıca bu duygusal belirtilerin yanında  karın ağrısı, iştahsızlık, ateş, kusma gibi fiziksel belirtiler de olabilir. Çocuklar ilk günlerde

    Çocuğun okula gitmek istememesinin nedenleri nelerdir?

    Çocuk okul ile yeni bir başlangıca adım atarken aslında hayatında bir sürü değişiklikler olur. Okula başlayana kadar evde istediği saatlerde uyanan, oyun oynayan, çizgi film seyreden çocuk okula başlayınca bunları istediği saatte yapamaz. Evde çoğu aile düzenini çocuklarına göre ayarlarken okulda böyle olma ihtimali yoktur. Çünkü okulda birçok çocuk vardır. Böyle bir durumda başlarda okula gitmek çocuklara zor gelebilir veya gitmek istemeyebilirler.

    Buna ek olarak, evde kurallara uyma alışkanlığı kazanamamış çocuklar, kuralların çokça yer aldığı okula ayak uydurmakta zorlanırlar. Bu yüzden evde yeteri kadar sınır düzen ve kurallara uyma eğitimi almamış çocuklar da okula gitmek istemeyebilirler.

    Bazı çocukların anneleri aşırı kaygılı olur. Bu anneler çocuklarını bir türlü kendilerinden ayrı bir yere bırakamazlar. Sürekli çocuklarının başlarına bir şey gelme korkusu ile yaşarlar. Bu annelerin çocukları da aynı anneleri gibi hisseder. Anneleri olmadan başlarına kötü bir şey geleceğini düşünürler ve huzursuz olurlar. Bu çocukların okula alışabilmesi için öncelikle annelerinin sakin kalabilmeyi başarması gerekmektedir. Aksi takdirde çocuklar annelerinden hiçbir zaman ayrılamalar . Bu durumda onları aşırı derecede kaygılandırır. Ayrılma söz konusu olunca bağırma , ağlama gibi davranışlar gösterirler. Sonuç olarak annelerinin bu tutumları çocukların okula alışma ve uyum sürecini zorlaştırır.

    İlk  haftalarda çocukların okula gitmemesi normal karşılanabilecek bir durumdur. Bu süreçte 1- 2 hafta ebeveynler çocukları ile birlikte okula gidebilirler. Ama iki hafta sonrasında artık ebeveynlerin çocukla okula gitmemesi gerekir. Annenin kendi kaygılarını da kontrol etmesi gereklidir. Bu durumda kararlı olmalı çocuk istemese de okula gönderilmelidir. Bir ay sonrasında artık çocuğun okula alışmış olması beklenmektedir.

    Okulun başlamasının üzerinden 1 ay geçmesine rağmen çocuk hala okula gitmek istemiyorsa, bu durum “okul reddi” olarak tanımlanır. Bu durumda bir uzman desteği yardımı almak gerekir. Çünkü çocuğun okulu reddetmesinin ardında psikolojik nedenler olabilir. Bu nedenleri incelediğimizde:

    • Bazı çocuklar annelerinden ayrılsalar bile kalabalık ortamlardan korkar ve çekinirler. Başkalarının onlara zarar verebileceğini düşünürler. Böyle olunca da okuldaki diğer çocuklardan uzak durur ve kaynaşamazlar. Okula ve sınıfa girmek istemezler.
    • Bazı çocuklar annelerinden ayrılınca ya da kalabalığa girince değil, sürekli bir kaygı halindedir. Çevrelerinde yaşanan olumsuz bir olayın hemen başlarına gelebileceklerini düşünürler. Olumsuz olay ve haberlerden çok etkilenirler. Böyle çocuklar okula adapte olmakta çok zorlanır.
    • Bazı çocuklarda takıntılı ve saplantılı düşünceler görülür. Bu çocuklar elinin kirlenmesinden, bazı seslerden, tozdan, düzensizlikten çok rahatsız olurlar. Okul gibi kontrol edemedikleri bir ortam, onların takıntılı ve saplantılı düşüncelerini tetikler ve bu nedenle okula gitmek istemeyebilirler.
    • Bazı çocuklar yaşanan olumsuz olaylardan çok etkilenir ve okul öncesi dönemde aşırı derecede çökkün, mutsuz olabilirler. Genel olarak bir isteksizlik, bıkkınlık, enerji düşüklüğü olur. Bu durumda da her gün okula gitmek çok zor gelebilir.
    • Bazı çocuklar ise okulda yaşadıkları, tanık oldukları olumsuz olaylardan çok etkilenir. Okula karşı korku beslemeye başlar.  Okulda yaralanan, tartaklanan, öğretmenin kötü bir davranışına  maruz kalan çocuklarda okula karşı bir korku gelişir. Bu korku da  çocukların okula gitmek istememelerine sebep olur.

    Yukarıda sayılan bu nedenler psikolojik nedenlerdir. Çocuğun okul reddinin çözülebilmesi için bu psikolojik problemlerin çözümlenmesi gerekir. Bu nedenle 1 ay geçmesine rağmen okula alışamayan çocuklar için bir uzmana danışıp okul reddinin gerçek nedenini öğrenmek ve bu neden üzerine çalışmak gerekir.

    Çocukların okula alışması nasıl sağlanır?

    Çocuk okula başlamadan önce , okul dışında başka bir zamanda okulu ziyaret edip tanımalıdır. Böylece okula alışmaya başlar. Okul ile ilgili  kavramlar çocukların anlayacağı şekilde anlatılmalıdır. Okul başlamadan  oyuncaklarla okul ile ilgili oyunlar kurulabilir. Bu şekilde de çocuğun  okula alışmaya başlaması sağlanabilir. Anne ve babanın aynı tutumda olması da önemlidir. Birinden biri “bırak gitmesin , çok ağlıyor” dediğinde çocuğun okula gitmeme direnci daha da artabilir. Yani ebeveynin aynı tutumda, kararlı ve sabırlı olması gerekir.

    Bunlara ek olarak, sınıf öğretmeninden veya okulun rehber öğretmeninden de yardım alınabilir. Çocuklar tamamen okula alışana, okulu benimseyene kadar  bir anda ödev ve derslerle uğraştırılmak yerine  okuldan iyice soğumaması için başlangıçta ödev ve dersleri çok yoğun yapmamak gerekir. Bu şekilde uyum süreci de olumlu etkilenir.

    Çocukların okula başlaması, başlarken ki uyum süreçleri, okul olgunluğu, alışma süreçleri bir uzman desteği almaya en ihtiyaç duyacağınız konulardandır. Bu yüzden bu süreci daha sağlıklı, huzurlu, rahat geçirmeniz için uzman desteği almanızda fayda vardır. Çocuğunuzun okula başlayıp başlamamasında kararsız iseniz alacağınız bir uzman desteği ile bu karara daha sağlıklı ve objektif bir biçimde varabilirsiniz.

    Kaynakça
    • ÇATALOLUK, C. (1994). Farklı sosyo-ekonomik ve kültürel ortamlarda yetişen çocukların okul olgunluğu açısından karşılaştırılması. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
    • Erkan, S., & KIRCA, A. (2010). Okul öncesi eğitimin ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin okula hazır bulunuşluklarına etkisinin incelenmesi. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi38(38), 94-106.
    • Gündüz, F., & ÇALIŞKAN, M. (2013). 60-66, 66-72, 72-84 AYLIK ÇOCUKLARIN OKUL OLGUNLUK VE OKUMA YAZMA BECERİLERİNİ KAZANMA DÜZEYLERİNİN İNCELENMESİ. Electronic Turkish Studies8(8).
    • Gürkan, T. ve Gökçe E.(1999). Türkiye’de ve Çeşitli Ülkelerde İlköğretim Program-ÖğrenciÖğretmen. Ankara: Siyasal Kitabevi.
    • KAHRAMANOĞLU, R., TİRYAKİ, E. N., & CANPOLAT, M. (2015). İLKOKULA YENİ BAŞLAYAN 60-66 AY GRUBU ÖĞRENCİLERİN OKULA HAZIR OLUŞLARI ÜZERİNE İNCELEME. Kastamonu Eğitim Dergisi23(3), 1065-1080.
    • OKTAY, A. ve UNUTKAN, Ö. P. (2003). İlköğretime hazır oluş ve okul öncesi eğitimle ilköğretimin karşılaştırılması (Ed. M. Sevinç). Erken Çocuklukta Gelişim ve Eğitimde Yeni Yaklaşımlar. İstanbul : Morpa Kültür Yayınları.
    • Sevinç, M. (2005). Erken Çocuklukta Gelişim ve Eğitimde Yeni Yaklaşımlar. İstanbul: Morpa Kültür Yayınları
    • Ülkü, B.Ü. (2007). Ana sınıfı ve ilköğretim 1. Sınıfa devam eden çocukların velileri ve öğretmenlerinin çocukların okul olgunluğu hakkındaki görüşlerinin incelenmesi. (Yayınlanmamış yüksek lisans tezi). Çukurova Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana.
    • YAVUZER, H. (2010). Çocuğun İlk 6 Yılı. İstanbul: Remzi Kitapevi.
    • YAZICI, Z. (2002). Okul öncesi eğitiminin okul olgunluğu üzerine etkisinin incelenmesi. Milli Eğitim Dergisi, 155.
    • Yörükoğlu, A. (2010). Çocuk Ruh Sağlığı, Çocuğun Kişilik Gelişimi Eğitimi ve Ruhsal Sorunları (30.basım). İstanbul: Özgür Yayınları.
  • Evlilik öncesi danışmanlık

    Evlilik öncesi danışmanlık, evlenme sürecinde olan, flört eden, sözlü ya da nişanlı çiftlere verilen profesyonel psikolojik danışmanlık desteğini ifade eder. Evlilik öncesi danışmanlık, adından da anlaşılacağı üzere, evlilik odaklı bir psikolojik destektir. Temel amacı, çiftleri (ya da bireyleri) psikolojik açıdan evliliğe hazırlamaktır.

    Evlilik öncesi danışmanlık her şeyden evvel, profesyonel bir süreçtir, gelişigüzel bir konuşma ya da akıl verme değildir. Evlilik öncesi danışmanlık uzmanı (psikoterapist, psikolog, psikolojik danışman, aile danışmanı vb.), çifte ya da bireye yaklaşırken belirli bir kuramsal çerçeveden hareket etmelidir. Uzmanın bakış açısını oluşturan, insana, ilişkilere ve evliliğe dair kendi içinde tutarlı, psikolojik bir yaklaşım olmalıdır.

    Danışmanlık, bireysel olarak mı çift olarak mı gerçekleştirilir?

    Evlilik öncesi danışmanlıkta ideal olan, seansların/görüşmelerin birlikte, yani çift olarak gerçekleştirilmesidir. Çünkü, birlikte yapılan seanslar/görüşmeler, bireylerin birbirlerini tanımalarına, ilişkilerini anlamalarına, olası sorunlarını ve çözüm yollarını görmelerine daha çok imkan tanır. Ancak bazı durumlarda, evlilik öncesi danışmanlık bireysel olarak başvurulan bir yol da olabilir. Mesela, taraflardan biri evlenmek konusunda kesin kararlıdır; ancak diğer taraf kendi içinde birtakım endişeler yaşamaktadır. Şayet bu endişeler, karşı tarafın tutumlarından ziyade, kişinin kendi içinde “evlilik korkusu” diye tanımlanacak bir durumla ilgiliyse, bireysel psikolojik danışmanlık daha işlevsel olabilir.

    Evlilik öncesi danışmanlık neyi hedefler?

    Evlilik öncesi danışmanlık, öncelikle eğitici bir süreçtir. Çiftler (ya da bireyler), danışmanlık sürecinde kendileriyle ilgili, partnerleri/eşleri ile ilgili, ilişkileriyle ilgili ve evlilikle ilgili yeni bilgiler ve bakış açıları edinirler. Hepimizin insana, ilişkilere ve evliliğe dair pek çok varsayımımız, ön kabulümüz vardır. Ancak bunların pek çoğu gerçeklikten uzak olabilir. Evlilik öncesi danışmanlık sürecinde kişiler, bu varsayım ve ön kabüllerini, psikoloji bilgileri ışığında gözden geçirme şansı elde ederler.

    Evlilik öncesi danışmanlığın bir diğer hedefi, evlilikte ortaya çıkacak sorunları, sağlıklı bir bakış açısı ve farkındalıkla önlemektir. Önlem almanın yolu ise, olası sorunları konuşmak, yok sayılan, göz ardı edilen olasılıkları ele almak ve değerlendirmektir. Evlilik sürecinde çiftler bazen pozitif ihtimallere aşırı odaklandıkları için negatif ihtimalleri görememekte, bazen de endişelerine çok fazla odaklanıp pozitif olasılıkları ve imkanları yok sayabilmektedirler. Evlilik öncesi danışmanlık, gerçekçi bir değerlendirme ile, her iki taraf için de, olası zorluk ve güzellikleri ele alma sürecidir.

    Evlilik öncesi danışmanlık aynı zamanda, ilişkinin her iki taraf açısından da, şu ankinden daha doyum verici hale gelmesini hedefler. Psikolojik danışmanlık ya da psikoterapi, sadece sorunlu durumlarda değil, var olan iyi bir durumu daha iyi hale getirmek için de başvurabileceğimiz bir yoldur. Dolayısıyla, “Bizim doyum verici bir ilişkimiz var; bunu daha iyi hale nasıl getirebiliriz?” diye soranlar da danışmanlık desteği alabilirler.

    Evlilik öncesi danışmanlıkta neler yapılır?

    Evlilik öncesi danışmanlıkta öncelikle sorun ve beklentiler netleştirilir. Kişiler, sahip oldukları sorunları çözmek için mi yoksa ilişkilerini daha iyi hale getirmek için mi uzmana başvurdular? Buradan hareketle, taraflarla birlikte, hedefler oluşturulur. Her ne kadar danışmanlığın genel hedefleri olsa da, her vakaya özgü spesifik hedefler belirlenmelidir. Bu spesifik hedefler, tarafların beklenti ve ihtiyaçlarına göre şekillendirilir. Sonra da, bu hedefler doğrultusunda psikoterapi/psikolojik danışmanlık yöntemleriyle çalışmalar yapılır.

    Hedeflere ulaşırken ilk yapılması gereken (çift görüşmeleri için), taraflar arasında sağlıklı bir ilişkinin geliştirilebilmesidir. Sağlıklı ilişki, her iki tarafın da kendini uygun yollarla ifade edebildiği ve karşısındakini anlama çabası güttüğü bir ilişki olarak düşünülebilir. Dolayısıyla, “Evlilik öncesi danışmanlık sürecinin kalbi, sağlıklı iletişim kurmayı becerebilmektir.” dersem herhalde meramımı daha net anlatmış olurum.

    Merkezine sağlıklı iletişimin oturtulduğu bir evlilik öncesi danışmanlık sürecinde şu tür konular ele alınabilir:

    • Düğünün zaman ve mekan ve şeklinin planlanması
    • Evlilikle ilgili beklentilerin karşılıklı olarak ifade edilmesi ve netleştirilmesi
    • Yaşanılacak semtin belirlenmesi
    • İş yaşantısı ile ilgili beklentilerin karşılıklı netleştirilmesi
    • Akademik geleceğin karşılıklı planlanması
    • Cinselliğe bakışın konuşulması
    • Çocuk yapma zamanı ve çocuk sayısıyla ilgili beklentilerin ifade edilmesi
    • Çocuk yetiştirme tarzlarıyla ilgili düşüncelerin ifade edilmesi
    • Boş zaman ve tatillerle ilgili beklentilerin netleştirilmesi
    • Evlilikte rol dağılımıyla ilgili beklentilerin ele alınması
    • Birincil ailelerle (her iki tarafın aileleri) ilişkilerin konuşulması
    • Emeklilik ya da yaşlılıkla ilgili beklentilerin konuşulması
    • Muhakkak ki bu örnekler çoğaltılabilir. Burada temel belirleyici faktör, kişilerin ihtiyaçları ve beklentileridir.

    Son olarak şunu söyleyebilirim ki, evlilik öncesi danışmanlık günümüzde gittikçe yaygınlaşmaktadır. Çünkü, evlilik gittikçe sosyal bir olgu olmaktan ziyade bireysel/psikolojik bir olgu haline gelmektedir. Yani evlilik sürecini geleneksel olarak tanımlanmış roller değil, tarafların psikolojik dinamikleri daha çok şekillendirmektedir. Bu durumda da, evlilik öncesi danışmanlık, eğitici, önleyici ve geliştirici bir imkan olarak karşımızda durmaktadır.

    Evlilik öncesi danışmanlık ile ilgili düşünce ve görüşlerinizi yazının yorum kısmında benimle paylaşırsanız memnun olurum. Muhabbetle.

  • Bilişsel Davranışçı Terapi Nedir?

    Bilişsel-davranışçı terapi (BDT) pek çok psikolojik bozukluğun (depresyon, panik bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu vb.) üstesinden gelmek için kullanılan, son derece etkin bir psikoterapi yöntemidir.

    Psikoterapinin temel işlevi, kişilerin hayatlarında bir değişim sağlanmasıdır. Söz konusu değişim, düşüncelerde, duygularda, davranışlarda, bedensel deneyimlerde, tutumlarda veya kişilik yapısında olabilir.

    Bilişsel davranışçı terapi nedir?

    Psikoterapi literatüründe 500 civarında, psikoterapi modeli yer almaktadır. Terapiler, söz konusu değişim sürecinde neye vurgu yaptıklarına göre birbirlerinden ayrılırlar. Bilişsel daranışçı terapi, psikolojik sorunların oluşumu ve değişimi için, biliş ve davranışa daha çok vurgu yapar.

    Bilişsel Davranışçı Terapi’yi anlamak için, ismi oluşturan iki ismin anlamını paylaşmak istiyorum. Selçuk Budak’ın Psikoloji Sözlüğü‘nde biliş, bilişsel, davranış ve bilişsel davranış terapisi kavramları şöyle tanımlanıyor:

    biliş cognition: Organizmanın çevresindeki dünya hakkında bilgi edinme ve bu bilgileri dünyayı anlama, problem çözme doğrultusunda kullanma süreci veya süreçleri. İnsan beyninin düşünme, anlama, konuşma, yorumlama, hesaplama, tasarlama, planlama, problem çözme, bellek, algılama, muhakeme, vb. gibi yüksek zihinsel işlevleri için kullanılan ortak, genel bir ad. Bazıları buna hayal kurmayı, fantazileri, inançları, niyeti, vb. de ilave etmektedir.

    bilişsel cognitive: Bilişle ilgili; algı, akıl yürütme, sezgi ve bellek de dahil olmak üzere düşünme ve bilgi kazanma süreçleriyle ilgili.

    davranış behavior: Bir organizmanın gösterdiği her türlü tepki; organizmanın, çevrede ve/veya çevreyle olan ilişkisinde değişiklik yaratan eylemleri. Davranışlar, başkaları tarafından gözlenebilen açık davranış ve düşünceler, duygular, vb. gibi sadece kişinin kendisi tarafından gözlenebilen örtülü davranış olmak üzere iki grupta toplanabilir.

    bilişsel davranış terapisi cognitive behavior therapy: Esas itibariyle davranış değiştirme ilkelerine dayanan, ancak buna ilave olarak davranışın doğrudan düzenlenmesi ve kontrolü için hayal kurma, fantazi, düşünme, vb. gibi bilişsel süreçlere de yer veren bir psikoterapi türü. Kendisinden önceki davranış terapileri gibi bilişsel davranış terapisi de uyarıcı-tepki ilişkilerini ve öğrenmeyi ön planda tutar. Psikodinamik psikoterapilerin hastaların zihinsel ve duygusal iç dünyalarını anlamaya çalışmasına karşılık davranış terapisi problem davranışları hastanın doğrudan müdahalesiyle düzenlemeye ve kontrol etmeye, bilişsel davranış terapisi ise hastanın sorunlu öz-imajını, rahatsız edici duygularını, uyumsuz düşüncelerini, vb. daha olumlularıyla değiştirmeye, bu amaçla kişinin bunları belirleyip analiz etmesine yardımcı olmaya çalışır.

    Başka BDT tanımları

    BDT’nin Türkiye’deki en önemli isimlerinden Prof. Dr. Hakan Türkçapar, Twitter hesabı üzerinden BDT’yi şöyle tanımladı:

    Bilişsel Davranışçı Psikoterapi, danışanın istediği değişim için, onun verdiği bilgileri kullanarak, psikoloji bilimi ışığında varsayımlar oluşturarak, sözel ve davranışsal yöntemlerle değişimin sağlanmaya çalışılmasıdır. Ne eksik, ne fazla.

    Psikolojiye Giriş Kitabı‘nda Bilişsel Davranışçı Terapi şöyle tanımlanıyor:

    Bilişsel davranışçı terapi, belirli terapi yöntemlerine verilen genel bir isimdir. Bu yöntemler, davranış değiştirme tekniklerini kullanır; ama aynı zamanda uyumsuz inanışları değiştirmek için tasarlanan prosedürleri de kapsar. Bilişsel davranış terapisti, kişinin anksiyete ve depresyon gibi, rahatsız edici duygusal tepkileri denetlemesine, ona kendi deneyimleri hakkında daha etkin yorumlama ve düşünme tarzlarını öğreterek yardım etmeye çalışır. (Psikolojiye Giriş, Arkadaş Yayınları)


    Ayrıntılar: Bilişsel-davranışçı terapi

    BDT’nin temel mottosu “Nasıl düşünürsen öyle hissedersin.” şeklindedir. Bu bakış açısı, duygularımızın (davranış ve bedensel reaksiyonlarımızın da) düşüncelerimize göre şekillendiğini kabul eder.

    Bilişsel davranışçı terapi (BDT), çok büyük problemleri küçük parçalara ayırarak sizin bu problemleri anlamlandırmanızda size yardımcı olur.

    Bilişsel davranışçı terapide problemler beş ana kısıma ayrılır:

    • Durumlar
    • Düşünceler
    • Duygular
    • Fiziksel hisler
    • Eylemler

    Bilişsel davranışçı terapi, birbirleri ile birleşen ve birbirlerini etkileyen bu beş kısıma dayanır. Örneğin, belli bir durumla ilgili düşünceleriniz sıklıkla fiziksel ve duygusal olarak nasıl hissettiğinizi ve karşılık olarak nasıl davranacağınızı etkileyebilir.

    Negatif düşünce döngülerini durdurmak

    Bir duruma tepki vermenin yararlı ve yararlı olmayan yolları vardır. Bu yollar sıklıkla bizim olaylar hakkında ne düşündüğümüz tarafından belirlenir.

    Örneğin, eğer evliliğiniz boşanmayla sonuçlandıysa başarısız olduğunuzu ve başka bir anlamlı ilişkiye sahip olamayacağınızı düşünebilirsiniz. Bu durum sizin umutsuz, yalnız, depresif ve yorgun hissetmenize sebep olabilir ve bu yüzden eğlenmek için dışarı çıkmaz ve yeni insanlarla tanışmazsınız. Negatif bir döngü içinde sıkışır, yalnız başınıza evde oturur ve kendiniz hakkında kötü hissedersiniz. Fakat bu şekilde düşünmeyi kabul etmek yerine evliliğinizin bittiğini kabul edebilir, hatalarınızdan ders alabilir ve yolunuza devam ederek gelecek hakkında iyimser olabilirsiniz. Bu iyimserlik sizi sosyal olarak daha aktif yapabilirsiniz ve siz akşam sınıfında derslere başlayabilir ve yeni bir arkadaş evresi edinebilirsiniz.

    Bu basitleştirilmiş bir örnek, fakat belli düşüncelerin, hislerin, fiziksel algıların ve eylemlerin sizi negatif bir döngüye sıkıştırabileceğini ve hatta kendiniz hakkında daha kötü hissedeceğiniz yeni durumlar meydana getireceğinizi örneklendirmektedir.

    BDT sizi kötü, kaygılı ya da korkmuş hissettiren şeyleri ayırarak negatif döngüleri durdurmanızı amaçlar. Problemlerinizi daha idare edilebilir hale getirdiğinizde, BDT negatif düşünce kalıplarınızı değiştirmenize yardımcı olabilir ve ne şekilde hissedeceğiniz konusunda size yol gösterebilir.

    BDT bunu kendi başınıza başarabileceğiniz noktaya varmanız için size yardımcı olur ve bir terapistin yardımı olmadan problemlerinizle başedebilmeniz için size yardım eder.

    Maruz bırakma terapisi

    Maruz bırakma terapisi özellikle fobileri olan ya da obsesif kompulsif bozukluğa (OKB) sahip insanlar için faydalı olan bir bilişsel davranışçı terapi formudur.

    Bu gibi durumlarda, durum hakkında konuşmak yararlı değildir ve maruz bırakma terapisi yoluyla sistemli ve yapılı bir yolda korkularınızla yüzleşmeyi öğrenmeniz gerekebilmektedir. Maruz bırakma terapisi kaygıya sebep olan ögeler ve durumlarla başlamayı içerir fakat bu kaygı tolere edebileceğinizi hissettiğiniz bir kaygıdır. Size kaygı veren durumla, bir ile iki saat arasında bir arada kalmanız gerekmektedir ya da kaygınız çok uzun süre için azalana kadar.
    Terapistiniz bu maruz kalma egzersizini günde üç kez tekrarlamanızı isteyecektir. Birkaç seferden sonra kaygı durumunuzun yükseğe çıkmadığını ve uzun sürmediğini farkedeceksiniz.

    Sonrasında daha zor durumlar için hazır olacaksınız. Bu sürece, üstesinden gelmek istediğiniz her olayla mücadele edebilene kadar devam etmelisiniz.

    Maruz bırakma terapisi, 6 ile 15 saat arasında bir zaman dilimini terapistle geçirmenizi içerebilir. Ya da kendi kendine yardım kitapları ya da bilgisayar programlarını kullanarak da aynı süreci gerçekleştirebilirsiniz. Sorunlarınızın üstesinden gelmek için düzenli olarak önceden belirlenmiş egzersizleri yapmanız gerekecektir.

    Bilişsel davranışçı terapi seansları

    BDT bir terapistle bire bir seans şeklinde ya da sizinle benzer durumları yaşayan diğer insanlarla birlikte grup içinde gerçekleşebilir.

    Eğer bireysel temelde bilişsel davranışçı terapiye söz konusuysa genellikle bir bilişsel davranışçı terapistle ile toplamda 5 ve 20 hafta arasında değişen haftalık ya da iki haftada bir seanslar arasında terapistinizle görüşeceksiniz. Her seans 30 ile 60 dakika arasında sürecektir.

    Maruz bırakma terapisi genellikle seans boyunca kaygınızı azaldığından emin olmak için daha uzun sürer. Terapi bir klinikte, dışarda (eğer orada spesifik korkulara sahipseniz) ya da kendi evinizde(özellikle eğer evde olmakla iligi spesifik korkuları içeiren agorafobiniz ya da obsesif kompulsif bozukluğunuz varsa) gerçekleşebilir.

    Bilişsel davranışçı terapistiniz özellikle BDT alanında eğitimli herhangi bir sağlık hizmetleri uzmanı olabilir. Örneğin psikiyatrist, psikolog, ruh sağlığı hemşiresi ya da pratisyen hekim olabilir.

    İlk seanslar

    İlk seanslar BDT’nin sizin için doğru terapi olup olmadığı konusunda emin olmakla ve bu süreçle ilgili rahat olduğunuzdan emin olmakla geçecektir. Terapist sizin yaşamınız ve geçmişiniz ile ilgili sorular soracaktır.
    Kaygılı ya da depresifseniz terapist size bu durumun aileniz, işiniz ve sosyal yaşamınızı engelleyip engellemediğini soracaktır. Ayrıca problemlerinizle ilişkili olabiliecek olaylar, gördüğünü tedavi ve terapi süreci ile neyi başarmak istediğiniz de ilk seansta sorulacak olan sorulardır.

    Eğer bilişsel davranışçı terapi uygun görülüyorsa, terapist bu tedavi boyunca izlenecek yoldan ne beklendiğini size anlatacaktır. Eğer bilişsel davranışçı terapi uygun değilse ya da siz bu terapi ile kendinizi rahat hissetmiyorsanız, alternatif tedaviler önerilebilir.

    İleriki seanslar

    İlk değerlendirme aşamasından sonra terapistinizle problemlerinizi ayrı kısımlara ayırmak için çalışmaya başlayacaksınız; durum, düşünceler, duygular, fiziksel hisler ve eylemler. Bunu yapmanıza yardım etmek için terapistiniz bir günlük tutmanızı ya da düşünce ve davranış kalıplarınızı not etmenizi isteyebilir.

    Siz ve terapistiniz eğer düşünceleriniz, hisleriniz ve davranışlarınız gerçekçi değilse ya da yararlı değilse onların üstesinden gelebilmek için ve herbirinin birbirini ve sizi nasıl etkilediğini belirlemek için düşüncelerinizi, hislerinizi ve davranışlarınızı analiz edeceksiniz. Terapistiniz yararlı olmayan düşünceleriniz ve davranışlarınızı nasıl değiştirebileceğiniz konusunda size yardımcı olabilecektir.

    Neleri değiştirebileceğiniz üzerine çalıştıktan sonra terapistiniz günlük yaşantınızda bu değişimlerin pratiğini yapmanızı isteyecektir. Bu pratikleri üzücü düşüncelerinizi sorgulamayı ve onları daha yararlı olanlarla değiştirmeyi ya da sizi kötü hissettirecek şeyleri ne zaman tanıyabileceğinizi ve bunun yerine daha yararlı bir şeyler yapabileceğinizi içermektedir. Bu sürece yardımcı olmak için seanslar arasında sizden bazı ev ödevleri yapmanız istenebilir.

    Her seansta terapistinizle birlikte değişimleri pratiğe nasıl dökebileceğinizi ve nasıl duygular içinde olduğunuzu tartışacaksınız. Terapistiniz size yardımcı olmak için başka öneriler de sunabilecektir.

    Korkularla ve kaygılarla yüzleşmek çok zor olabilir. Terapistiniz sizin yapmak istemediğiniz şeyleri yapmanızı istemeyecektir ve yalnızca yaparken rahat olduğunuz bir tempoda çalışacaksınız.

    Seanslar boyunca terapistiniz yaşadığınız süreçle ilgili rahat olup olmadığınızı kontrol edecektir.
    BDT’nin en büyük faydalarından bir tanesi şudur: süreç sonlandıktan sonra öğrendiğiniz prensipleri günlük hayatınızda kullanmaya devam edebilirsiniz. Bu durum sizi rahatsız eden belirtilerin geri dönme ihtimalini daha da azaltacaktır.

    Bilgisayarlı -veya online- bilişsel davranışçı terapi

    Şimdilerde bir terapistle mininal düzeyde ya da hiç temas kurmadan bilişsel davranışçı terapiden faydalanabileceğiniz bir takım etkileşimli yazılım programları mevcuttur.

    İngiltere Ulusal Sağlık Hizmetleri tarafından kullanımı şuan onaylanmış ana program “Beating the Blues” isimli programdır. Bu program hafif-orta dereceli depresyonun tedavisi için onaylanmıştır.

    Bununla birlikte ayrıca etkili olabilecek birçok benzer bilgisayarlı BDT paketleri vardır.

    Bazı insanlar deneyimledikleri süreçte onlara rehberlik etmeleri ve süreci gözlemlemeleri için bir terapistle ara sıra yüz yüze görüşmeden ya da telefon görüşmelerinden hala faydalanmalarına rağmen özel hisleri hakkında bir terapistle konuşmak yerine bir bilgisayarı kullanmayı tercih eder.

    Bilişsel davranışçı terapinin yönleri

    BDT diğer birçok psikoterapiden farklılaşmaktadır çünkü BDT:

    • Faydacıdır: BDT spesifik problemleri tanımlamaya yardımcı olur ve onlar çözmek için uğraşır.
    • Çok iyi yapılandırılmıştır: Hayatınız hakkında özgürce konuşmaktan ziyade siz ve terapistiniz spesifik problemlerinizi tartışacak ve başarmanız için hedefler belirleyeceksiniz.
    • Güncel sorunlara odaklıdır: BDT temel olarak nasıl düşündüğünüz ve hareket ettiğinizle ilgilidir, geçmiş olayları çözmek için çabalamayla ilgili değildir.
    • Ortak çalışmaya dayalıdır: Destek aldığınız psikoterapist, size ne yapacağınızı söylemeyecektir; terapistiniz şu an yaşadığınız zorluklara çözümler bulmanız için sizinle birlikte çalışacaktır.

    Bilişsel davranışçı terapinin temel ilkeleri

    Her terapinin kişiye özel olduğu gerçeğini bilişsel davranışçı terapi (BDT) de kabul eder. Bununla birlikte bilişsel davranışçı terapinin (Bilişsel davranış terapisi de denebilir) önde gelen uygulayıcılarından Judith S. Beck, BDT ile ilgili 10 temel ilkeden bahseder.

    Bu temel ilkeleri daha iyi ifade edebilmek için S. adında depresif, bayan bir hastayı ele alır. Sosyal fobi, panik bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk gibi, her hastalık için farklı stratejiler uygulanabilecek olsa da Bayan S. üzerinden BDT’nin temel ilkelerini ele alabiliriz.

    Bayan S. kısaca şöyle birisidir:

    Bayan S. üniversitenin ikinci yarıyılında tedavi için başvurduğunda, 18 yaşında bekar bir bayandı. Önceki 4 ay boyunca oldukça depresif ve tedirgin hissediyordu ve günlük etkinliklerinde zorluk yaşıyordu. DSM_IV_TR’ye göre, orta şiddette majör depresif epizod kriterlerini karşılıyordu.

    Bu örnek üzerinden bilişsel davranışçı terapinin temel ilkelerini ele alalım:

    1. Bilişsel davranışçı terapi her zaman, ortaya çıkan hasta (danışan) sorunları formülasyonuna ve her bir danışanın bilişsel terimlerle kavramsallaştırılmasına dayanmaktadır:
    2. Bilişsel davranış terapisi, sağlam bir terepötik anlaşma gerektirir:
    3. Bilişsel davranışçı terapi, işbirliğini ve aktif katılımı vurgular:
    4. Bilişsel davranış terapisi, amaca dönük ve sorun odaklıdır:
    5. Bilişsel davranışçı terapi, başlangıçta şu anı vurgular:
    6. Bilişsel davranışçı terapi eğiticidir, hastaya kendi terapisti olmayı öğretmeyi ve tekrarı önlemeyi amaçlar:
    7. Bilişsel davranış terapisinin amaçları zaman sınırlı olur:
    8. Bilişsel davranışçı terapi seansları yapılandırılır:
    9. Bilişsel davranış terapisi, danışanlara bozuk düşünce ve inançlarını belirlemeyi, değerlendirmeyi ve onlara yanıt vermeyi öğretir:
    10. Bilişsel davranışçı terapi düşünceyi, duygu durumunu ve davranışı değiştirmek için çeşitli teknikler kullanır:

    Bilişsel davranışçı terapiye dair yanlış inançlar

    Bilişsel davranışçı terapi hakkındaki hikayeyi unutun, ve BDT hakkındaki gerçekleri öğrenin.

    Bilişsel-davranışçı terapi mekanik midir?

    BDT’nin alet çantasında birçok alet olduğu ve mevcut bilimsel kanıtlarla göründüğü doğru olduğu halde BDT teknik olmaktan oldukça uzaktır. Gerçekte BDT diğer bütün etkili psikososyal terapiler gibi terapötik/ iyileştirici ilişkiye, uyuma ve bir çalışma bağına öncelik verir.
    Doktor Arnold A. Lazarus’un onlarca yıl önce söylediği gibi, “Terapötik/iyileştirici ilişki bu tekniğin köklerinin yerleşmesini mümkün kılan topraktır.” Bu yüzden, güvenilir ve dürüst bir terapötik birliğin yetiştirilmesi ve gelişimi BDT’nin ana temelidir. Bunun da ötesinde, belirli bir danışana eşsiz olarak uyan bir şekilde BDT alet çantasından belirli yöntemleri en iyi şekilde nasıl ve zaman kullanacağını tam olarak bilmek “mekanik” olmaktan daha çok “organik/yapısal” dır. Gerçekten, BDT uzmanları danışan ve terapist arasındaki iyi dengenin önemini anlarlar ve danışan ve terapist arasındaki uyum işlemediğinde danışanı başka bir terapiste yönlendirmeyi ihtimal dahilinde tutarlar.

    Bilişseldavranışçı terapi, “bir bütün olarak kişi” ile değil de sadece “belirtiler” ile mi ilgilenir?

    Düzgün bir şekilde yapıldığında, BDT, doğası gereği, bütün olarak kişiyi tedavi eder ve BDT sadece belirtileri azaltmaktan ibaret değildir. Çünkü BDT insanların “biyopsikososyal” süreçler olarak yaşadığı birçok problemi kavramsallaştırır. Bu şu anlama gelir; insanlar fizyolojik ya da metabolik problemlere sahip olabilecek bir fiziksel bedene sahiptirler (mesela biyopsikososyal içindeki “biyo” (yaşamla ve canlı şeylerle ilgili). Bizler ayrıca bir akıla, duygulara ve algılayışlara sahibiz (mesela “ruh” ya da biyopsikososyalin psikolojik yönü). Ve çok önemli olarak bizler ilişkileri ve kişiler arası bağlantıları hayatlarında hayati bir önem taşıyan sosyal varlıklarız (mesela biyopsikososyalin içindeki “sosyal”). Bu yüzden, belirtilerin azaltılması muhakkak BDT’nin hedefleri arasında olması ile birlikte BDT’nin başarısı insanı bütün olarak iyileştirmesinden gelir.

    Bilişsel-davranışçı terapide geçmiş önemsiz midir?

    Bilişsel davranışçı terapistler danışanlarının geçmişi ve geçmiş deneyimleri ile yakından ilgilidirler. Açıkça, yaşam deneyimlerimiz şu anda kim olduğumu belirleyen ve bizi etkileyen şeylerdir. Fakat geçmişe muazzam bir vurgu yapan ve geçmişin iç yüzünü anlamaya çalışan geleneksel psikoterapinin aksine, BDT kıyasen dikiz aynasından geçmişe bir göz atar fakat gözlerini geçmişe dikmez! Daha ziyade, iyi bir bilişsel davranışçı terapi uygulayıcısı terapötik olarak hala konu ile ilişkisi olabilecek geçmiş unsurları etraflıca değerlendirmek amacıyla danışanlarının sosyal ve psikolojik öğrenme tarihini anlamak için çabalayacaktır.

    BDT bilimsel kanıtlar tarafından sınırlandırılıyor mu?

    BDT araştırma sonuçlarının kapsamında bir yol haritası belirlemek için uğraşmasına rağmen hiçbir suretle mevcut bilimsel kanıtlar tarafından sınırlandırılmamıştır. Gerçekten, birçok psikoterapi yaklaşımında da olduğu gibi, BDT yüksek derecede yaratıcılık ve sanatkarlık gerektirir. Bununla birlikte, birçok diğer psikolojik terapinin aksine BDT sanatsal yönlerini mümkün olduğu kadar fazla olarak bilimle birleştirmek için uğraşır. Bu yüzden, tekniklerin ve yöntemlerin deneysel olarak destekleyici unsurlarını anlamaya ek olarak, bir bilişsel davranışçı terapist bu teknik ve yöntemleri sıklıkla tedaviyi sürdürmek ve tartmak için bazı bilgi kaynakları olarak kullanacaktır (örneğin ruh hali ve düşünce kayıtları, değerlendirme anketleri, belirli davranışlar).

    Yukarıda belirtildiği gibi, BDT’nin içindeki sanatkarlık sıklıkla teknikleri en iyi nasıl ve ne zaman kullabileceğini bilmeyi ve en ideal olarak ve danışanları çok zorlamadan onlara nasıl yardım edebileceğini bilmeyi içerir(örneğin değişim için bir kişinin hazır oluşunun neresi olduğuna karar vermek). Profesor Gordon Paul’a göre BDT bir klinisyenin neyi, ne zaman, nasıl yapacağını ve tüm bunları yapmak için doğru terapist olup olmadığını bilmesini gerektirir. Ayrıca, tüm bu hepsini terapötik ilişkinin toprağına ekmeyi ve orada sımsıkı kalmalarına yardım etmek de BDT içindeki bir gerekliliktir.

    Kaynak:

    Hatırla: İyi düşün, iyi davran, iyi hisset, iyi ol!

    Kaynak: psychologytoday.com


    Bilişsel davranışçı terapinin tarihi

    Bilişsel Terapi (BT) ya da Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) 1960’lı yıllarda Doktor Aaron T. Beck öncülüğünde ortaya çıkmıştır. Bu sırada Beck, Pensilvanya Üniversitesi’nde bir psikiyatristi. Psikanaliz üzerine çalışan ve pratik yapan Doktor Beck, depresyonun psikanalitik kavramlarını test etmek için birkaç deney tasarladı ve uyguladı. Araştırma, beklediği temel kavramları tam olarak doğrulamamış olsa da, Beck aradığının tam tersini bulduğunda şaşırmıştı.

    Depresyonun yeni bir kavramı: Otomatik düşünceler

    Bulguların sonucunda Doktor Beck, depresyonu kavramsallaştırmanın diğer yollarını aramaya başladı. Beck depresif hastaların kendiliğinden geliştirmiş olduğu gibi görünen negatif düşünceleri deneyimlediğini bulmuştur. Beck bu bilişleri “otomatik düşünceler” olarak adlandırmıştır. Ayrıca Beck, hastaların otomatik düşüncelerinin üç kategoriye ayrıldığını bulmuştu: hastalar kendileri, dünya ve/veya gelecek hakkında negatif düşüncelere sahiptiler.

    Yeni bir klinik yaklaşım

    Doktor Beck, hastaların bu otomatik düşünceleri tanımlamaları ve değerlendirmeleri için onlara yardım etmeye başladı. Beck bunu yaparak hastaların daha realistik (gerçekçi) düşünebileceklerini bulmuştur. Hastalar kendileri, dünyaları ve diğer insanlar hakkındaki temel inançlarını değiştirdiklerinde terapi uzun süreli değişimle sonuçlanır. Doktor Beck bu yaklaşımı “bilişsel terapi” olarak adlandırdı. Bilişsel terapi “bilişsel davranışçı terapi” olarak da bilinmektedir.

    Bilişsel terapinin geleceği

    Başlangıcından itibaren bilişsel terapi üzerinde çalışıldı, ve bilişsel terapinin birçok hastalığın tedavisinde etkili olduğu kanıtlandı. 500’den fazla çalışma bilişsel terapinin psikiyatrik hastalıklarda, psikolojik problemlerde ve psikiyatrik bileşeni olan medikal problemlerde etkililiğini göstermiştir. Bugün, intihar önleme, şizofreni ve diğer psikopatolojiler için bilişsel terapi için araştırmalar devam ediyor. Dahası, devam eden araştırma şehir ruh sağlığı kurumlarının organizasyon yapısının halk sağlığı sistemlerince yapılan bilişsel terapiye adaptasyonları üzerine etkisinin ölçmek için yapılmaktadır.

    Doktor Beck bilişsel terapiyi geliştirirken birçok kaynaktan yararlanmıştır. Sonrasında, şu anki araştırmacılar ve teorisyenler, Beck’in çalışmasını genişletti ve bilişsel terapinin bazı formları geliştirildi. Bu farklı formlar farklı şeylere vurgu yapmasına rağmen hepsi Beck’in terapisiyle ortak özelliklere sahiptir.

    Bilişsel model

    Bilişsel davranışçı terapi, psikopatolojinin bir bilişsel teorisine dayanmaktadır. Bilişsel model insanların durumlar hakkındaki algılarının ya da doğal tepkilerinin duygusal ve davranışsal (sıklıkla fizyolojik) tepkilerini nasıl etkilediğini tanımlar. İnsanlar sıkıntılı oldukları zamanlarda algıları sıklıkla çarpıtılmış ve işlevsizdir. İnsanlar düşüncelerini düzeltmek ve böylece gerçekliğe yaklaşmak için “otomatik düşünceler” (doğal olarak ortaya çıkan sözel veya imgesel bilişler)ini tanımlamayı ve değerlendirmeyi öğrenebilirler. Bunu yaptıklarında genellikle sıkıntıları azalır ve daha işlevli davranabilirler (özellikle kaygı durumlarında) ve psikolojik uyarılmaları azalır.
    Ayrıca bireyler çarpıtılmış inançlarını tanımlamayı ve değiştirmeyi öğrenirler: kendileri, dünyaları ve diğer insanlarla ilgili temel anlayışları. Bu çarpıtılmış inançlar bilginin işlenişini etkiler ve çarpıtılmış düşüncelere sebep olur. Bu yüzden bilişsel model bireylerin deneyimlerini algılayışlarından meydana gelen ve ayrıca inançlarından, özelliklerinden, dünya ile iletişim kurma biçimlerinden ve kendi deneyimlerinden etkilenen duygusal, fizyolojik ve davranışsal tepkilerini açıklar.

    Terapistler hastalarının otomatik düşüncelerini ve inançlarını değerlendirmeleri ve cevaplamalarında onlara yardım etmek için sokratik sorgulama sürecini kullanırlar. Onlar ayrıca hastalara bu sorgulama sürecine kendilerini de dahil etmelerini öğretirler. Terapistler ayrıca öngörü halindeki bilişleri test etmek için ve seans aralarında uygulamak için hastaların davranış deneylerini tasarlamalarında yardımcı olabilirler. Hastaların düşünceleri gerçek olduğunda, terapistler problem çözme yöntemini kullanırlar. Hastaların çabalarının sonuçlarını değerlendirir ve güçlüklerini kabul etmeleri için onlarla çalışırlar.

    Bilişsel terapinin amaçları

    Bilişsel terapinin amaçları, bireylere hastalıklarını hafifletmelerinde yardımcı olmak ve hastalığın tekrarlanmasını önlemektir. Seansların büyük bir kısmı gerçek yaşam problemlerini çözme konusunda bireylere yardımcı olmayı ve çarpıtılmış düşüncelerini, işlevsiz davranışlarını ve sıkıntılı duyguları değiştirmeyi öğretmeyi içermektedir. Gelişimsel çerçeve, yaşam olaylarının ve deneyimlerinin temel inanış, varsayımlar ve mücadele stratejilerinin gelişimine özellikle kişilik bozukluğuna sahip hastalarda nasıl sebep olduğu anlamak için kullanılır.

    Güçlü bir terapötik birliktelik bilişsel terapinin ana bir özelliğidir. Terapistler işbirlikçidir ve hastalar ile takım olarak işlev gösterir. Onlara müdahalede bulunurken gerekçeler sunar ve onlarla anlaşabilmeyi isterler. Bir seansta ne kadar zaman harcanacağı, hangi problemlerin tartışılacağı ve hangi ev ödevlerinin hastalar için yararlı olacağı hakkında karşılıklı kararlar verirler. Terapistler hastaların düşüncelerinin ve inançlarının geçerliliğini araştırmak için hastalarla işbirlikçi bir deneyimcilik sürecine girerler.

    Bilişsel terapi eğiticidir, ve hastalar bilişsel, davranışsal ve duygusal düzenleme becerilerinin öğrenir; böylelikle esas itibariyle hastalar kendilerinin terapisti olabilirler. Bu durum bilişsel terapinin birçok hasta için kısıtlı zaman diliminde olmasına izin verir; kaygı ya da tek kutuplu depresyon durumlarında tedavi süresi 6 ile 12 seans arasında değişebilir. Kişilik bozukluğuna, eş tanılı hastalıklara, ya da kronik veya ileri derece ruh sağlığı hastalıklarına sahip hastalar ek periyodik güçlendirici seanslarla birlikte daha uzun süreli tedaviye ihtiyaç duyarlar (6 ay ile 1 yıl arasında değişen bir süre ya da daha fazla).

    Bilişsel terapistler tedavinin başlangıcında hastaların hedeflerini açığa çıkarırlar. Terapistler hastaların hedeflerine nasıl ulaşabileceklerini anlamaları ve daha iyi hissetmeleri için tedavi planını ve müdahalelerini hastalara açıklarlar. Her seansta terapistler hastalara ciddi anlamda sıkıntı veren problemlerini çözmeleri için yardım ederler. Terapistler bunu verimliliği maksimize etmeye çalışan, öğrenmeyi, ve terapötik değişimi arayan bir yapı yoluyla yapmaktadırlar. Her seansın önemli bölümleri ruh hali kontrolünü, seanslar arasında bir geçişi, gündemi önceliklendirmeyi, spesifik problemleri tartışmayı ve sorunları çözmek için yetenekler öğrenmeyi, öz yardım ile ilgili ev ödevleri belirlemeyi¸özet ve geri bildirimi içerir.

    Bilişsel davranışçı terapi teknikleri

    Bilişsel Davranışçı Terapistler hastaların bilişlerini, davranışlarını, ruh hallerini ve fizyolojilerini değiştirmede onlara yardımcı olacak birçok teknik kullanırlar. Teknikler bilişsel, davranışçı, çevresel, biyolojik, destekleyici, kişiler arası ya da deneyimsel olabilir. Terapistler bu teknikleri hasta ile süregelen kavramsallaşırmalarına ve problemlerine ve seansnın spesifik hedeflerine dayanarak seçerler. Terapistlerin kendilerine devamlı olarak sordukları soru şudur: “Ben, bu hastanın kendini daha iyi hissetmesi için ona nasıl yardımcı olabilirim, ve daha iyi bir hafta geçirmesi için ona nasıl yardım edebilirim?” Bu sorular klinisyenlere planlama stratejilerinde ayrıca yardımcı olur.

    Bilişsel davranışçı terapi yaklaşımı için tek tip bir danışan yoktur. Bilişsel terapinin depresyon, kaygı bozuklukları, madde bağımlılığı, yeme bozuklukları, bipolar bozukluk ve şizofreni ( ilaçla beraber olarak), psikolojik bileşenlere sahip çeşitli medikal problemlerde etkili olduğunu gösteren sayısız araştırma çalışmaları vardır. Elbette tedavi her hastalık için değişken olmalıdır ve terapistler sadece sepesifik bir bozukluğun bilişsel formülünü anlamakla kalmamalı, ayrıca hastaları tam olarak kavramsallaştırabilmeliler ve bu formüle ve kavramsallaştırmaya dayanarak bir tedavi planı oluşturmalılardır. Bilişsel terapi müdaheleleri ayrıca daha yaşlı yetişkinler, çocuklar, ergenler, grup, çiftler ve aile tedavileri için uyarlanmalıdır.

    Bilişsel-davranışçı terapi etkili midir?

    BDT ayrıca stres, düşük öz saygı, keder ve kayıp, iş ile alakalı problemler ve yaşlanma ile ilgili problemleri irdelemek için kullanılır.

    Bilişsel-davranışı terapinin etkili olduğu durumlar

    • Yetişkinlerde: Öfke, kaygı, agorafobi ve agorafobi ile birlikte panik bozukluk, dişçi korkusu, yaygın anksiyete bozukluğu, yaşlıların sağlığı ile ilgili kaygıları, obsesif kompulsif bozukluk, panik bozukluğu, tramva sonrası stres bozukluğu, sosyal kaygı/sosyal fobi, anti-anksiyete ilaçlarının bırakılması, dikkat eksikliği bozukluğu, atipik cinsel davranışlar/ cinsel suçlar, bipolar bozukluk (ilaç tedavisi ile birlikte), beden algı bozukluğu, sınırda kişilik bozukluğu, bakıcı kaygısı (caregiver distress), depresyon, yaşlılıkla ilgili depresyon, nüksetmeyi önleme, çözülme ile ilgili rahatsızlıklar, yeme bozuklukları, anoreksi (iştahsızlık), aşırı yeme rahatsızlığı, doymazlık, kumar oynama( ilaç tedavisi ile birlikte), alışkanlık bozukluğu, aile içi geçimsizlik, şizofreni (ilaç tedavisi ile birlikte), mevsime bağlı duygusal rahatsızlık, bedenselleştirme rahatsızlığı, madde bağımlılığı, alkol bağımlılığı, kokain bağımlılığı (BDT nüksetmeyi önlemede etkilidir.), opiat bağımlılığı, sigarayı bırakma (grup BDT etkilidir ve ayrıca BDT nüksetmeyi önlemede birçok tedavi bileşenine sahiptir), intihar girişimleri.
    • Tıbbi rahatsızlıklarda: Panik bozuklukla birlikte görülen astım hastalığı (astım eğitimi ile birlikte), kanser ağrısı, kronik sırt ağrısı, kronik yorgunluk sendromu, kronik ağrı (BDT fiziksel terapi ile birlikte birçok medikal durumda kronik ağrı için etkilidir), kolit, sertleşme bozukluğu (BDT cinsel kaygıyı azaltmada ve iletişimi geliştirmede etkilidir), yorgunluk ve kanseri yenenlerdeki fonksiyonel bozukluklar, fibromiyalji sendromu, geriatrik uyku bozukluğu, yüksek tansiyon (BDT ek bir tedavi olarak etkilidir), hastalık hastalığı, ya da ciddi bir medikal duruma sahip olunduğuna dair nedensiz bir inanç, kısırlık, uykusuzluk, hassas bağırsak sendromu, migren baş ağrıları, kalp hastalığı ile ilgili olmayan göğüs ağrısı, obezite (BDT hipnoz ile beraber etkilidir), sebebi bilinmeyen ağrılar (idiopatik ağrı), medikal bir durumla açıklanmayan fiziksel şikayetler (somatoform bozukluklar), adet öncesi sendromu, romatizmal bozukluk ağrıları (çeşitli tedavi bileşenlerine sahip BDT etkilidir), orak hücre hastalığı ağrısı (çeşitli tedavi bileşenlerine sahip BDT etkilidir.), uyku bozuklukları, bedenselleştirme bozukluğu, temporomandibular bozukluğu ağrısı, kulak çınlaması, vulva ağrısı.
    • Çocuklar ve ergenlerde: Kaygı bozuklukları, kaçınma bozukluğu, kronik ağrı, davranım bozukluğu (aksilik hastalığı), depresyon ( ergenler arasında ve çocuklar arasında depresif belirtiler), medikal işlemler sebebiyle stres ( temel olarak kanser için), obsesif kompulsif bozukluk, aşırı kaygılı bozukluk, fobiler, medikal bir durumlar açıklanmayan fiziksel şikayetler (somatoform bozukluklar), tramva sonrası stres bozukluğu, tekrarlayan karın ağrısı, ayrılık kaygısı.

    Ayrıca;

    Yaşlılık, aile terapisi, acı ve kayıp, grup terapisi, düşük öz saygı, psikiyatrik hastalar (hastanede yatılı olarak tedavi gören), ilişki güçlükleri, ayrılık ve boşanma, stres, iş problemleri ve erteleme durumlarında da kullanılır.

    Kaynak:

    beckinstitute.org


    Bilişsel davranışçı terapi

    Bilişsel Davranışçı Terapi (Bilişsel Davranış Terapisi), günümüzde psikoterapi alanında en çok tercih edilen terapi modellerinden biridir. Bilişsel Davranışçı Terapinin kurucusu olarak Aaron Temkin Beck kabul edilmektedir. Aaron T. Beck’in terapi modeli önceleri bilişsel terapi olarak isimlendirilirken, günümüzde Bilişsel Terapi alanında çalışanların büyük bir kısmı tarafından Bilişsel Davranışçı Terapi ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Bilişsel Terapinin önde gelen isimlerinden Judith. S. Beck, Bilişsel Terapi (Cognitive Therapy) adıyla yayınladığı kitabını, daha sonra içeriği aynı kaldığı halde Bilişsel Davranışçı Terapi (Cognitive Behavior Therapy) adıyla yayınlamıştır.

    Beck, terapi modelini öncelikle depresyon tedavisi için geliştirmişti. Geliştirdiği terapi metodu, kısa süreli, “şimdi” odaklı, mevcut sorunları çözmeye, işlevsiz (doğru olmayan ve/veya kişiye faydası olmayan) düşünce ve davranışları değiştirmeye yönelikti. Ancak bilişsel terapi zamanla, Beck ve diğer uygulayıcıları tarafından geliştirilmiş, kısa sürede depresyon dışındaki sorunlar için de kullanılır hale gelmişti. Uyarlamalar terapinin odağını, tekniklerini ve uzunluğunu uzunluğunu değiştirmiş ancak, terapinin teorik varsayımları sabit kalmıştır.

    Bilişsel davranışçı terapinin Beck modelinde, terapi bir bilişsel formülasyona, belirli bir rahatsızlığı nitelendiren davranış stratejilerine ve inançlara dayanır.

    Bilişsel davranışçı terapide terapist, duygusal ve davranışsal değişiklik yaratmak için, hastanın düşünce ve inanç sisteminde değişiklik yapılmasının değişik yollarını arar.

    Beck terapi modelini geliştirirken, Epictetus, Karen Horney, Alfred Adler, George Kelly, Albert Ellis, Richard Lazarus ve Albert Bandura gibi pek çok filozof ve teorisyenden kaynak olarak istifade etmiştir.

    Günümüzde bilişsel davranışçı terapi, farklı eğitim düzeyi ve gelire sahip, genç ve çocuklardan yaşlı erişkinlere kadar, çeşitli yaş ve kültürden hastalar için uyarlanmıştır. BDT, birinci basamak tedavi merkezleri ile diğer sağlık kurumları, okullar, meslek programları ve hapishanelerde kullanılmaktadır. BDT aynı zamanda, bireysel terapide olduğu gibi, grup, çift ve aile terapilerinde de kullanılmaktadır.

    Bilisel davranışçı terapi hangi teoriye dayanır?

    Bilişsel davranışçı terapi, tüm psikolojik bozuklukların altında, işlevsiz (zararlı, işe yaramayan) düşüncelerin ve inançların yattığını kabul eder. Bu işlevsiz düşünce ve inançlar, kişinin duygu ve davranışlarını etkiler.

    İnsanlar, düşüncelerini daha gerçekçi yollarla değerlendirmeyi öğrendiklerinde, davranışlarında ve duygu durumlarında iyileşme yaşamaktadırlar.

    Mesela, oldukça depresif olduğunuzda ve bazı şeyleri yapamadığınızda, aklınızdan şöyle bir düşünce (otomatik düşünce) geçer: Şu an hiçbir şey yapamam. Bu düşünce, belirli bir tepkiye yol açar. Üzgün hissedersiniz (davranış), ve yatağınızda kıvrılırsınız (davranış). Şayet bu düşüncenin geçerliliğini inceleseydiniz, aşırı genelleme yaptığınızı görerek, gerçekte pek çok şeyi iyi yaptığınızı fark edebilirdiniz. Durumunuza bu yeni bakış açısıyla bakmanız, muhtemelen daha iyi hissetmenizi ve daha işlevsel davranışlarda bulunmanızı sağlayacaktır.

    Bilişsel davranışçı terapistler, kişilerin duygu ve davranışlarında iyileşme sağlamak için, kişilerin kendilerine, dünyaya ve diğer insanlara dair düşünce yapılarını analiz ederler. Altta yatan işlevsiz inançların değişmesiyle, kişilerin sorunlarının ortadan kalkacağını var sayarlar.

    BDT hangi sorunlarda yardımcı oluyor?

    Bilişsel davranışçı terapiyle ilgili yüzlerce bilimsel çalışma yapılmıştır. Bu araştırmaların sonuçlarına göre, blişsel davranışçı terapinin işe yaradığı bazı sorunlar şunlardır:

    • Depresyon
    • Panik bozukluğu
    • Sosyal fobi
    • Obsesif kompulsif bozukluk
    • Madde kullanımı
    • Davranım bozukluğu
    • Kişilik bozuklukları
    • Alışkanlık bozuklukları
    • Uyku bozuklukları
    • Kronik sırt ağrısı
    • Kulak çınlaması
    • Çift sorunları
    • Aile sorunları
    • Komplike yas
    • Patolojik kumar
    • Öfke ve düşmanlık

    Burada sadece ipucu olması için birkaç alanı paylaştım sizinle. Bilişsel davranışçı terapinin etki alanı buradakilerden çok daha fazladır.

    Bu bölümle ilgili son olarak şunu belirtmeliyim ki, her terapist her konuyla ilgili destek veremeyebilir. Her terapistin, özellikle çalıştığı ve çalışmadığı konular olabilir. Bu yüzden,bilişsel davranışçı terapi desteği alacağınız uzmanla, mutlaka bir ön görüşme yapmanızı öneririm.

    Bilişsel-davranışçı terapi teknikleri

    Bilişsel davranışçı terapi (BDT), pek çok tekniğin kullanıldığı bir terapi yöntemidir. Aşağıda, literatürde yer alan bazı temel teknikleri bulabileceksiniz. Söz konusu teknikler, belirli kategoriler altında ele alınmaktadır.

    Blişsel-davranışçı terapi için temel görüşme teknikleri

    • Yönlendirilmiş keşif: Bir dizi soru ile danışanın farkında olmadığı bilginin farkına varması amaçlanır. Danışanın iyi dinlenmesi ve yansıtılması, açığa çıkan bilginin özetlenmesi ve yeni bilgisini eski çarpık inancına uygulayarak, yeni bilgi ışığında yeniden değerlendirmesine dayanır.
    • Sokratik sorgulama: Sokratik yöntem Beck ve Ellis tarafından terapinin bir parçası olarak görülür. Sokratik yöntemin temel bileşenleri sistematik sorgulama, tüme varım ve evrensel tanımlamalardır. Ard arda yöneltilen soruların yardımıyla, soruların yönlendirildiği kişinin mantık yardımıyla inançlarının geçerliliğini değerlendirmesini sağlar. Yardımlaşmacı bir biçimde yürütülen bir araştırmaya benzer. Yerinde sorularla hem kişinin merakı uyandırılır hem de kişi bildiklerinden yola çıkarak bilmediklerini öğrenir. (Bakınız: Sokratik Sorgulama Nedir?)

    BDT’de Yeniden Yapılandırma Teknikleri

    • Kognitif (bilişsel) çarpıtmaları bulmak: Her bir olumsuz düşünce, çarpıtmalar listesi kullanılarak saptanır.
    • Deneysel teknik: Danışan olumsuz düşüncelerinin doğruluğunu test etmek için bir deney yapar.
    • Kanıtı incelemek: Olumsuz düşünceyi destekleyen ve desteklemeyen kanıtlar incelenir.
    • Araştırma yöntemi: Danışan düşünce ve tutumlarının geçerliliğini bulmak için bir araştırma yapar.
    • Çifte standart tekniği: Başkaları referans gösterilerek, onların başına aynı durum gelse danışan nasıl değerlendirirdi, aynı durumu kendisinde nasıl farklı değerlendiriyoru farketmesi sağlanır.
    • Derecelenmiş düşünce: Danışana, olayları siyah ya da beyaz kategoriler halinde düşünmek yerine, ikisi arasında yer alan gri tonlarının da olduğunu göstermek
    • Semantik yöntem: Duygusal olarak daha az yüklü bir dili yerleştirmek amaçlanır.
    • Yeniden atfetme: Herhangi bir durumla ilgili, bireyin sadece kendisini ya da tam tersi başkalarını sorumlu görerek suçlaması yerine, yol açan tüm etkenleri göz önüne alarak hareket etmek.
    • Paradoksu kabul etme: Eleştiri karşısında kendini savunmaya çalışmak yerine, eleştirideki gerçeklik payını görüp, kabullenme.
    • Kendini izleme: Günlük olarak olumsuz otomatik düşüncelerin sayılması.
    • Utanca saldırı: Toplum içinde utanılacak şeyler yapılarak sonucun değerlendirilmesi.

    BDT’de açığa çıkarma teknikleri

    Odağı Değiştirme: Danışanın sürekli yakındığı konular yerine yaşamının diğer alanları ve o alanlardaki sorunları gündeme getirme.

    • Dikine ok tekniği: Eğer danışanın olumsuz düşüncesi doğruysa bunun onun için anlamı ne? sorusuyla olumsuz düşünce ortaya çıkarılmaya çalışılır.
    • Diyelim ki öyle tekniği: Olabilecek en kötü şey ne? Bunun olma olasılığı ne? Eğer olursa buna dayanabilir mi?

    BDT’de rol playing (oynama) teknikleri

    • Seslerin dışlaştırılması: Danışan ve terapistin sırasıyla olumsuz ve olumlu düşünceleri seslendirmesidir.
    • Korkulan fantezi tekniği: Danışanın kötü hissetmesine neden olan en olumsuz sonuçları terapist seslendirir. Danışan bunları yanıtlar.

    Biliş ve duygu arasındaki bağın fark edilmesi, otomatik düşüncelerin izlenmesi, otomatik düşünceyi destekleyen ve desteklemeyen delillerin incelenmesi, işlevsel olmayan inançların daha işlevsel inançlarla yer değiştirilmesi, danışanın otomatik düşüncelerinin altında yatan temel inançların ya da şemaların belirlenmesi ve olumsuz olanların değiştirilmesi aşamalarından oluşan bilişsel davranışçı terapi yaklaşımının, depresyon, anksiyete, obsesif kompulsif bozukluk, kişilik bozuklukları gibi psikopatolojik durumlarla, stresle ilgili semptomlar, evlilik sorunlarının tedavisinde etkili olduğu pek çok çalışmada gösterilmiştir.

    Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) ile ilgili zihninizi meşgul eden soruları ve düşüncelerinizi yazının yorum kısmından bizimle paylaşabilirsiniz.

  • Borderline kişilik bozukluğu

    “Borderline kişilik bozukluğu nedir?” başlıklı bu içeriği okumanızın birkaç sebebi olabileceğini varsayıyorum:

    • Kendinizde borderline kişilik bozukluğu olabilir diye düşünüyorsunuz.
    • Tanıdığınız birinde (sevgiliniz, eşiniz, çocuğunuz, arkadaşınız, anneniz, babanız vb.) borderline kişilik bozukluğu olabilir diye düşünüyorsunuz.
    • Entelektüel bir merak olarak borderline kişilik yapısı ile ilgileniyorsunuz.
    • Psikoloji ile ilgili bir bölümde öğrencisiniz veya psikolojik hizmetler alanında çalışan bir uzmansınız, ve internette borderline odaklı bir araştırma yapıyorsunuz.
    • Borderline kelimesinden ve/veya borderline kişilik bozukluğundan haberdar değilsiniz. Fakat internette bir araştırma yaparken bu makale karşınıza çıkmış.

    Okuyacağınız makalenin öncelikli hedef kitlesinin, alanda çalışan uzmanlar ve/veya psikoloji öğrencileri olmadığını bilmenizi isterim. Bu yazının öncelikli hedef kitlesi, borderline kişilik yapısına sahip kişiler ve/veya, borderline birisiyle yaşamak durumunda kalanlardır.

    Girizgahta bu açıklamayı yapma gereği duydum; çünkü borderline kişilik bozukluğu son derece çetrefilli bir meseledir. Ben bu yazıda meseleyi, sıradan bir okuyucu için anlaşılır kılmaya çalışacağım.

    Borderline kişilik bozukluğunu anlatabilmem için, konuyla ilgili bazı temel kavramlara da bir göz atmamız gerektiğini düşünüyorum.

    Mizaç (temperament) nedir? Mizaç veya huy, yapısal, genetik ve biyolojik temele dayanan tavır ve davranışlarımızı içeren bir kavramdır. Başka bir açıdan, kişiliğimizin doğuştan getirdiğimiz yönlerini ifade eder. Nasıl ki doğuştan yeşil gözlüyüz, aynı şekilde doğuştan içe dönük veya dışa dönük olabiliriz.

    Karakter (character) nedir? Yetiştiğimiz çevreden kaynaklanan öğrenilmiş tavır ve davranışlarımızı ifade eder. Karakteri, kişiliğimize nakşedilen (bezenen, eklenen) özellikler olarak düşünebiliriz. Bizi büyüten insanların tutumuna bağlı olarak, fedakar, kibirli, bencil vb. olabiliriz.

    Kişilik (personality) nedir? Doğuştan getirdiğimiz ve sonradan kazandığımız, davranışsal ve psikolojik özelliklerimizin bütününe kişilik diyebiliriz. Kişiliği şöyle de düşünebiliriz: doğuştan getirdiklerimiz, çevremizin etkileri ve bizim seçtiklerimizle ortaya çıkan psikolojik yapımız.

    Yavaş yavaş ana konumuza yaklaşıyoruz. Borderline kişilik bozukluğunu tanımlamaya geçmeden önce, genel olarak kişilik bozukluğu kavramına da bir göz atalım isterseniz.

    Kişilik bozukluğu nedir?

    Uluslararası psikiyatrik tanılama sistemi olan DSM-V, kişilik bozukluğunu şöyle tanımlıyor: Bireyin ait olduğu çevre ve kültürün beklentilerinden sapan, süreklilik ve katılık arz eden içsel yaşantı ve davranış örüntüsü.

    Bu sürekli örüntü, klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, mesleki ya da diğer önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan uzun süreli uyum bozukluğu ve katı eğilimlerin var olması şeklindedir.

    Bu bozukluk geç ergenlik ya da genç erişkinlik dönemlerinde şekillenmeye başlar (Amerikan Psikiyatri Birliği-APA 2001). Kişilik bozukluğu tanısı konabilmesi için bireyin her şeyden önce toplumsal uyumunda ve kişiler arası ilişkilerinde bozulmalar olması ve bunun uzun süreden beri devam etmesi gerekmektedir.


    Borderline kişilik bozukluğu nedir? (1. Makale)

    Genel Bakış

    Borderline kişilik bozukluğu kişinin düşünme biçimini, kendi ve başkaları hakkındaki hissettiklerini etkileyen; günlük işlerinde problemlere sebep olan bir rahatsızlıktır. Bu rahatsızlıkta kişinin hayatında bir dizi gergin ilişki, çarpıtılmış kişisel imajlar, yoğun duygular ve uyguladığı fevri davranışlar vardır.

    Borderline kişilik bozukluğunda, kişi yoğun bir terk edilme veya stabil olamama korkusu duyabilir ve yalnızlık ile baş edebilme becerisi zayıflayabilir ancak buna rağmen; kontrolsüz sinirlenmeler, bir takım düşüncesiz davranışlar, sık sık duygu değişimleri de görülebilir. Kişi sevdiklerine karşı bile bunları uygulayabilir ve bu görülen farklı davranışlar insanları kendisinden uzaklaştırabilir, ilişkilerini sonlandırabilir.

    Borderline kişilik bozukluğu genellikle erken yetişkinlik döneminde görülmeye başlar ve orta yetişkinlik dönemlerinde daha da kötüleşebilir. Daha sonra yaş ilerledikçe hafiflediği görülür.

    Eğer borderline kişilik bozukluğundan muzdarip iseniz cesaretinizi kaybetmeyin. Bu rahatsızlığa sahip birçok kişi zamanla tedavilere cevap vermiş ve tatmin edici bir şekilde nasıl yaşanılacağını öğrenmişlerdir.

    Borderline belirtileri (semptomları) nelerdir?

    Borderline kişilik bozukluğu, kendiniz ve başkaları hakkında nasıl hissettiğinizi ve davranışlarınızı etkiler.

    Belirtileri ve semptomları aşağıdaki gibidir:

    • Yoğun bir terk edilme korkusu (terk edilme şeması) görülür. Her ne kadar hayali ve gerçek bir ayrılık veya bir ret edilmeden kaçınmak adına kişi tarafından büyük önlemler alınmış olsa da bu görülebilir.
    • Bir kişiyi bir an idealize edip (mükemmelleştirip) sonra birden o idealize edilen insanın yeterli hassasiyete sahip olmadığına ya da kaba olduğuna inanmak gibi bir dizi stabil olmayan ilişkiler bütünü
    • Kişinin kendisi ile ilgili görüşlerinde hızlı değişimler ve bu değişimlerin kişinin hedef ve değerlerinde ani kaymalar yaratması. Kişinin kendisini kötü bir kişilikte veya hiç var olmamış gibi görmesi.
    • Birkaç dakika ve saat sonrasında son bulan stres ile bağlantılı paranoya periyotları ve gerçeklik ile bağların kopması.
    • Fevri ve risk taşıyan hareketler. Örneğin; kumar, dikkatsiz ve umursamadan araç kullanmak, güvenli olmayan seks, alışveriş çılgınlığı, aşırı yeme, madde bağımlılığı veya güzel bir işten sebepsiz yere çıkmak ya da güzel bir ilişkiyi birden sonlandırmak gibi kendi başarılarını sabote etmek.
    • Kendine zarar vermeye yönelik veya intihar teşebbüsü içeren davranışlar; bu durum genelde ayrılık ve reddedilme korkusuna karşı olur.
    • Birkaç saat veya birkaç gün devam eden geniş duygu dalgalanmaları. Bu dalgalanmalara yoğun mutluluklar, sinirlilik, utanç ve anksiyete de dahil olabilir.
    • Süregelen boşluk duygusu
    • Uygunsuz yoğun sinirlilik, sık sık gözü kararmak, alaycı ve ters olmak ya da fiziksel kavgaya girmek.

    Ne Zaman Doktora Gitmeli?

    Eğer yukarıda belirtilerden bazılarına sahipseniz sağlık uzmanınız veya doktorunuzla görüşünüz.

    İntihar düşünceleriniz varsa, intihar düşünceleri veya kendinize zarar vermek ile ilgili kafanızda resimler, vehimler oluşuyorsa; şu sayılan işlemlerden birisini gerçekleştiriniz:

    • Acil servis numarası 112’yi arayınız.
    • Ruh hastalıkları uzmanı, doktor veya diğer sağlık uzmanınızı arayınız
    • Arkadaşınız, dostunuz, iş arkadaşınız veya başka sevdiğiniz bir kişiye ulaşınız
    • İnancınız ile ilgili bağlı olduğunuz bir topluluktan bir kişiye ulaşınız
    • Başka bir aile bireyinde veya arkadaşınızda bu semptomları ve belirtileri görürseniz, bir uzmana danışması için onunla konuşunuz fakat bir kişiyi yardım araması için zorlayamazsınız. Eğer onunla olan ilişkiniz sizde fark edilebilir bir baskı yaratıyorsa, bir terapistten yardım alabilirsiniz.

    Borderline sebepleri nelerdir?

    Diğer zihinsel hastalıklarda da olduğu gibi borderline kişilik bozukluğunun da sebepleri tamamen anlaşılabilmiş değildir. Çevresel faktörlere ek olarak – çocuklukta yaşanılmış bir istismar gibi – borderline kişilik bozukluğu aşağıdakilerle de ilişkilendirilebilir.

    • Borderline ve genetik faktörler: Bazı ikizler ve aileler üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir ki kişilik bozuklukları aile bireyleri arasında direkt aktarılabilmekte veya ciddi oranda birbirleri ile ilişkilendirilebilmektedir.
    • Borderline ve beyin anormallikleri: Bazı araştırmalar beyindeki bazı alanlarda yaşanan değişimlerin fevrilik, saldırganlık ve duygu yönetimi ile alakalı olabildiğini göstermiştir. Ek olarak, bazı özel beyin kimyasalları duygu kontrolü üzerinde yardımcı olmaktadır. Örneğin; serotonin hormonu anormalliğinde beyin düzgün çalışamaz.

    Borderline İçin Risk Faktörleri Nelerdir? 

    Kişilik özellikleri ile alakalı bazı faktörler borderline kişilik bozukluğu geliştirilmesindeki risk oranını arttırabilir.

    • Genetik Yatkınlık: Eğer yakın bir akrabanız – anneniz, babanız veya kardeşiniz – aynı veya benzeri bir rahatsızlığa sahip ise yüksek risk altında olabilirsiniz.
    • Stresli Çocukluk: Bu rahatsızlığa sahip birçok kişi çocukluğunda fiziksel veya cinsel bir istismara maruz kaldıklarını bildirmişlerdir. Bazıları, ebeveynlerini veya önemli bir yakınını genç yaşlarında kaybetmiştir. Bu kişilerin çoğu bu yakınlarında madde kullanımı ve diğer zihinsel rahatsızlıkların olduğunu da bildirmişlerdir. Diğerleri ise uygunsuz aile ilişkilerine ve ebeveynlerinin çekişmelerine maruz kalmışlardır.

    Borderline İçin Komplikasyonlar Neler Olabilir?

    Borderline kişilik bozukluğu hayatınızdaki birçok alana zarar verebilir. Samimi ilişkiler, iş, okul, sosyal aktiviteler, öz-imaj gibi noktaları olumsuz etkileyebilir. Bu durum aşağıdakilere sebep olur:

    • Tekrarlanan iş değişimleri veya kayıpları
    • Bir eğitim programını tamamlayamamak
    • Bazı cezai durumlar, hapis cezası gibi
    • Zıtlaşma içeren ilişkiler, evlilik stresi ve boşanma
    • Kendini yaralama, kesme veya yakma gibi, ve sıklıkla hastaneye kaldırılma
    • Başkaları ile onları taciz eden ilişkiler
    • Beklenmeyen hamilelikler, cinsel yolla bulaşan rahatsızlıklar, motorlu araç kazaları ve fevri davranışlardan dolayı doğan fiziksel kavgalar.
    • İntihar etmek veya intihar girişimi

    Ek olarak, aşağıdakiler gibi başka bir zihinsel rahatsızlık da geliştirebilirsiniz:

    • Depresyon
    • Alkol bağımlılığı
    • Madde bağımlılığı
    • Anksiyete
    • Yeme Bozuklukları
    • Bipolar Bozukluk
    • Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)
    • Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB)
    • Diğer kişilik bozuklukları

    Borderline kişilik bozukluğu teşhisi

    Borderline Kişilik Bozukluğu gibi kişilik bozukluklarının aşağıdaki yöntemler ile tanısı konur:

    • Ruh hastalıkları uzmanı veya doktorunuz ile yapılan ayrıntılı görüşme
    • Bazı anketler doldurmanız gerekebilen psikolojik değerlendirme aşaması
    • Tıbbi muayene ve geçmişiniz
    • Belirti ve semptomlarınız ile ilgili görüşme

    Borderline Kişilik Bozukluğu tanısı genellikle çocuklar ve gençler üzerinde yapılmaz, yetişkinler üzerinde yapılır. Bunun sebebi, çocukluk çağında görülebilecek olan borderline kişilik bozukluğu semptomları yaş ilerlemesi ile yok olabilmektedir.

    Borderline kişilik bozukluğu tedavisi nasıl olur?

    Borderline Kişilik Bozukluğu temel olarak psikoterapi ile tedavi edilebilmektedir fakat buna ilaç tedavisi de eşlik edebilir. Eğer güvenliğiniz risk altına girmiş ise doktorunuz size hastaneye yatmanızı önerebilir.

    Bu tedaviler size yaşadığınız bu durumu nasıl yöneteceğiniz ve nasıl üstesinden geleceğiniz ile ilgili yardım edebilir. Aynı zamanda borderline kişilik bozukluğu ile beraber seyreden muhtemel diğer zihinsel rahatsızlıkların da tedavi edilmesi önemlidir, örneğin depresyon veya madde kullanımı gibi. Borderline tedavisi ile kendiniz hakkında daha iyi hissedebilir, daha stabil ve ümit verici bir hayat yaşayabilirsiniz.

    Psikoterapi

    Psikoterapi – konuşma terapisi olarak da söylenir – borderline kişilik bozukluğu için temel tedavi yaklaşımıdır. Terapistiniz, sizin ihtiyacınızı en iyi şekilde karşılayacak olan terapi tipini seçmeye çalışır. Psikoterapinin amacı size şu noktalarda yardım etmektir:

    • İşleme sokabileceğiniz yeteneklerinize odaklanmak
    • Sizi kötü hissettiren duygularınızı nasıl kontrol edeceğinizi öğrenmek
    • Hislerinizi direkt eyleme dökmek yerine onları gözlemleyerek fevri davranışları azaltmak
    • Kendinizin ve başkalarının hisleri hakkındaki farkındalığınızı artırarak ilişkilerinizi geliştiremeye çalışmak
    • Borderline kişilik bozukluğu hakkında bilgi edinmek

    Etkili olduğu anlaşılan psikoterapi çeşitleri aşağıdaki gibidir:

    • Diyalektik Davranışçı Terapisi (DDT): DDT, Borderline Kişilik Bozukluğunu tedavi etmek üzere geliştirilmiş bir dizi kişisel ve grup terapisini içermektedir. Duygularınızı yönetebilmeniz, ilişkilerinizi geliştirebilmeniz ve sıkıntılarınızı giderebilmeniz için sizin yeteneklerinize odaklı bir yaklaşım tarzı benimser.
    • Şema Terapi: Şema Terapi kişisel veya grup terapisi olarak uygulanabilir. Hayatınızdaki karşılanmamış ihtiyaçlarınızın neler olduğunu tespit etmenizde size yardımcı olur. Bu ihtiyaçlar yaşamınızın belirli bir kısmında size hizmet etmiş fakat yetişkinliğinizde artık acı verici bir hale gelip yaşamınızı negatif bir hale dönüştürmüş olabilir. Bu terapi biçimi yaşamınızı tekrar pozitife dönüştürmeniz için sağlıklı davranışlar geliştirmenizde size yardımcı olur.
    • Zihinselleştirme Temelli Terapi (ZTP): ZTP bir çeşit konuşma terapisidir. Size duygu ve düşüncelerinizi, herhangi bir anda izleyebilmeniz ve onlara karşı alternatif bakış açıları geliştirebilmenizde yardımcı olur. Harekete geçmeden önce düşünmenin altını çizer.
    • Duygusal Öngörü ve Problem Çözümü için Sistem Alıştırması (STEPPS): STEPPS, 20 haftalık bir tedavi biçimidir. İçinde aile bireylerinizin, arkadaşlarınızın veya sizin için önemli olan diğer insanların bulunduğu gruplar ile birlikte çalışmayı içerir. STEPPS, diğer psikoterapilere ek olarak uygulanır.
    • Aktarım Odaklı Psikoterapi (AOP): Bir psikodinamik psikoterapi yöntemi olan AOP siz ve terapistiniz arasında kurulan iletişim doğrultusunda sizin duygularınızı ve kişiler arası ilişkilerinizde yaşadığınız zorluklarınızı anlamaya odaklı, size yardımcı olmayı hedefler. Edindiğiniz bu anlayışları, halihazırdaki yaşadıklarınıza uygularsınız.
    • İyi Psikiyatrik Yönetim: Bu tedavi yaklaşımı durum yönetimine ve iş, okul katılımınız devam ederken tedaviyi uygulama esasına dayanır. Yaşanılan zor duygusal anlara kişiler arası ilişkiler bağlamında yaklaşır. İlaçları, grupları, aile eğitimini veya kişisel terapiyi birleştirebilir.

    İlaç tedavisi

    Her ne kadar ilaçsız tedavi biçimi FDA (Food and Drug Administration) tarafından özellikle Borderline Kişilik Bozukluğu tedavisi için onaylanmış olsa da bazı belirli ilaçlar semptomlarınıza veya depresyon, dürtü kontrol bozukluğu, saldırganlık ya da anksiyete gibi ek olarak seyreden rahatsızlıklarınıza yardımcı olabilir. İlaç tedavisi; anti-depresanları, anti-psikotikleri veya duygu-durum dengeleyicilerini kapsayabilir.

    İlaçların faydaları ve yan etkileri için doktorunuza danışınız.

    Hastanede tedavi

    Bazı zamanlar, bir psikiyatrik hastane veya klinikte daha yoğun bir tedaviye ihtiyacınız olabilir. Hastanede tedavi sizi; kendinizi yaralamanızdan, intihar düşünceleri veya girişimlerinden koruyabilir.

    Toparlanma Zaman Alır

    Duygularınızı, düşüncelerinizi veya davranışlarınızı yönetmeyi öğrenmek zaman alır. Birçok kişi kayda değer bir iyileşme göstermiş olmasına karşın bazı semptomlarınız ile mücadeleniz her zaman devam edebilir. Semptomlarınızı iyiye veya kötüye gittiği zamanları tecrübe edebilirsiniz. Fakat tedavi, sizin fonksiyonelliğiniz ve iyi hissetmek ile ilgili yeteneklerinizi geliştirebilir.

    Borderline Kişilik Bozukluğu tedavisinde tecrübe sahibi bir akıl sağlığı uzmanına danıştığınız taktirde en iyi sonucu alma şansınız artacaktır.

    Baş etme ve Destekleme

    Borderline kişilik bozukluğu ile ilgili problemler siz ve çevreniz için stresli ve zorlayıcı olabilmektedir. Davranışlarınızın, düşüncelerinizin ve duygularınızın siz ve çevreniz için yıkıcı ve zarar verici olduğunu fark etmenize rağmen bunları kontrol edemeyebilirsiniz.

    Profesyonel bir tedavinin yanı sıra eğer aşağıdakileri uygularsanız, kendi durumunuza ve kendinize yardımcı olabilir, bu durumun üstesinden gelebilirsiniz:

    • Bu rahatsızlık hakkında bilgi edinmek, böylelikle sebeplerini ve tedavi biçimini anlamanız.
    • Öfke patlamalarınızı ve fevriliğinizi tetikleyecek şeylerin neler olduğunu fark etmek. Öfke kontrolü becerilerinizi geliştirebilmek.
    • Profesyonel bir yardım almak ve tedavi planınıza sadık kalmak – tüm terapi seanslarına katılmak ve söylenen tüm ilaçları almak.
    • Kriz anlarınıza neler yapılabileceği ile ilgili zihin hastalıkları uzmanınız ile gelişim planları uygulamak.
    • Söz konusu problemleriniz ile ilgili tedavi olmak. Örneğin, madde kullanımı.
    • Tedaviniz esnasında size yakın olan insanlardan destek ve yardım almayı planlamanız.
    • Başa çıkma yeteneklerinizi geliştirerek yoğun duyguları yönetebilmek. Örneğin, Nefes teknikleri ve farkındalık meditasyonu.
    • Kendiniz ve başkaları için duygularınızı, bastırmadan ama kararsızlığınızı ve terk edilmişlik hissiyatınızı da tetiklemeden, düzgün bir yol ile ifade edebilmeniz için bazı sınırlar koymanız.
    • İnsanların sizin hakkınızda neler düşündüğü veya hissettiği ile ilgili çıkarımlar yapmayınız.
    • Tecrübe ve çıkarımlarınızı paylaşmak için bu rahatsızlıktan muzdarip diğer kişilere ulaşmanız.
    • Sizi anlayabilip, seven insanlar ile kendinize bir destek sistemi oluşturmanız.
    • Sağlıklı beslenmek, fiziksel olarak aktif kalmak ve sosyal aktiviteler düzenlemek gibi sağlıklı bir yaşam tarzı benimsemeniz.
    • Kendinizi rahatsızlığınızdan dolayı suçlamamanız fakat tedavi için gereken sorumluluklarınızın farkında olmanız.
    • Randevularınıza hazır gelmeniz.
    • Öncelikle birincil doktorunuz ile görüşerek başlayabilirsiniz. İlk randevunuzdan sonra doktorunuz sizi bir psikolog veya psikiyatrist gibi bir akıl sağlığı uzmanına yönlendirebilir. Randevularınıza hazırlanmanız ile ilgili aşağıda neler yapabileceğinize dair bazı bilgiler vardır:

    Buluşmanızdan önce neler yapabileceğiniz ile ilgili, şunların listesini yapınız:

    • Kendinizin ve çevrenizdeki insanların sizin hakkınızda tespit ettiği semptomları ve ne kadar süredir olduğunu
    • Gündelik ve geçmişte maruz kaldığınız travmatik olaylar ve stres oluşturucu faktörleriniz de dahil olmak üzere bazı anahtar kişilik özellikleriniz
    • Diğer fiziksel ve zihinsel durumlarınız da dahil olmak üzere tıbbi bilgileriniz
    • Reçeteli ve reçetesiz ilaçlar, vitaminler ve diğer takviyeler de dahil olmak üzere aldığınız bütün ilaçlar
    • Buluşmanız süresince sorabileceğiniz, doktorunuza sormak istediğiniz sorular
    • Eğer mümkün ise yanınızda bir aile üyesi veya arkadaşınızı getirmeniz. Sizi uzun zamandır tanıyan birisi, sizin izniniz ile, paylaşılması önemli olabilecek bilgileri doktorunuz veya akıl sağlığı uzmanınıza aktarabilir.

    Doktor veya akıl sağlığı uzmanınıza sorabileceğiniz temel sorular şunlardır:

    • Yaşadığım durum ve semptomların muhtemel sebebi nedir?
    • Başka mümkün olabilecek sebepler var mıdır?
    • Büyük ihtimalle benim için faydalı olabilecek tedaviler nelerdir?
    • Bu tedaviler ile semptomlarımda ne kadarlık bir iyileşme umabilirim?
    • Ne kadar sıklıkta ve ne uzunlukta terapi seanslarına ihtiyaç duyacağım?
    • Yardımcı olabilecek ilaçlar var mı?
    • Yazabileceğiniz ilaçların muhtemel yan etkileri nelerdir?
    • Bana söylemeniz gereken bir uyarı veya sınırlama var mı?
    • Şu diğer sağlık durumlarına sahibim. Bunları beraber ne şekilde yönetebilirim?
    • Ailem ve arkadaşlarım bana tedavimde nasıl yardımcı olabilirler?
    • Bana verebileceğiniz yazılı bir kaynağınız var mı? Hangi web-sitelerini önerirsiniz?

    Randevunuz boyunca soru sormaktan çekinmeyiniz.

    Doktorunuzdan (uzmanınızdan) ne beklemelisiniz?

    Bir doktor veya akıl sağlığı uzmanı muhtemel olarak size bir dizi soru soracaktır. Esas odaklanmak istediğiniz konu için bu sorulara öncelikle cevap vermek için hazır olunuz. Şu soruların gelmesi mümkündür:

    • Semptomlarınız nelerdir? Bunu ilk ne zaman fark ettiniz?
    • Kişisel ilişkileriniz ve işiniz de dahil olmak üzere bu semptomlar hayatınızı nasıl etkiliyor?
    • Normal bir gün boyunca duygu-durum dalgalanmalarını hangi sıklıkta yaşıyorsunuz?
    • Hangi sıklıkta ihanete uğramış, kurban edilmiş ve terk edilmiş hissettiniz? Sizce bu neden oldu?
    • Öfke yönetiminde ne kadar iyisiniz?
    • Yalnızlık ile başa çıkmada nasılsınız?
    • Kendiniz hakkında hissettiğiniz öz-değerinizi nasıl betimlersiniz?
    • Kendinizi kötü hatta bir canavar hissettiğiniz oldu mu?
    • Kişisel olarak yıkıcı veya riskli davranışlar ile ilgili bir problem yaşadınız mı?
    • Kendinize zarar vermek hakkında bir düşünceniz veya denemeniz veya bir intihar girişiminiz oldu mu?
    • Alkol, uyuşturucu kullanımı veya reçeteli ilaç bağımlılığı var mı? Varsa ne kadar?
    • Ebeveynleriniz veya bakıcınızla ilişkiniz de buna dahil olmak üzere çocukluğunuzu nasıl tanımlarsınız?
    • Fiziksel veya cinsel bir tacize uğradınız mı ya da çocuk iken ihmal edildiniz mi?
    • Zihinsel problem tanısı konulmuş bir yakın akrabanız veya bakıcınız oldu mu? Örneğin, bir kişilik bozukluğu…
    • Herhangi bir diğer zihinsel sağlık problemi ile ilgili bir tedavi geçmişiniz oldu mu? Oldu ise, hangi teşhis konuldu ve hangi tedaviler en etkili oldu?
    • Şu an başka bir zihinsel rahatsızlık ile ilgili tedavi ediliyor musunuz?

    Sınırda kişilik bozukluğu nedir? (2. Makale)

    Sınırda kişilik bozukluğunun (Borderline Personality Disorder – BPD) temel özelliği, kişilerarası ilişkilerde, benlik saygısında ve duygularda tutarsızlığın her zaman hissedilen bir örüntü olmasıdır. Ayrıca, borderline kişilik bozukluğuna sahip insanlar genellikle oldukça dürtüseldirler ve bu kişiler çoğu kez kendine zarar veren davranışlar (riskli cinsel davranışlar, kendini kesme, intihar teşebbüsleri gibi) sergilerler .

    Borderline kişilik bozukluğu çoğunlukla genç yetişkinlik dönemine doğru ortaya çıkmaktadır. Başkaları ile iletişime geçmenin istikrarsız örüntüsü yıllarca sürer ve bu durum genellikle kişinin benlik saygısı ile ve erken sosyal ilişkileri ile yakından ilişkilidir. Bu örüntü bir çok bağlamda mevcuttur (örneğin, sadece iş veya evde değil), ve sıklıkla bir insanın duygu ve hislerindeki benzer bir labilite ( ileri geri dalgalanmalar, genellikle hızlı bir şekilde) ile beraberdir.

    Bu bireyler çevresel durumlara karşı oldukça duyarlıdır. Olması muhtemel bir ayrılık ve reddedilme algısı, ya da dış yapının kaybı kişinin benlik saygısında, duygu, biliş ve davranışında büyük değişikliklere sebep olabilmektedir.

    Olması gereken bir sınırlı ayrılık (iş seyahati gibi) veya planlarda kaçınılmaz değişiklikler olsa dahi bu bireyler derin terk edilme korkuları ve yersiz bir kızgınlık deneyimlerler. (Örneğin, bir doktorun mesai bitiminin anons edilmesine tepki olarak ani çaresizlik; onlara için önemli olan bir kişinin buluşmaya geç kalması veya buluşmayı iptal etmek durumunda kaldığı zaman panik veya hiddet.)

    Borderline kişilik bozukluğuna sahip bireyler bu bırakılmanın, onların kötü olduğu anlamına geldiğine inanabilirler. Bu bırakılma korkuları yalnız kalmanın tölere edilememesi ve diğer insanlarla beraber olma ihtiyacı ile ilişkilidir. Bazen, ilişkiler ve bireyin duyguları başkaları tarafından görülebilir ya da rahatsız edici olarak karakterize edilebilir.

    Bir kişilik bozukluğu, iç deneyimin ve bireyin kültür normundan sapan davranışın devamlı bir örüntüsüdür. Bu örüntü iki ya da daha fazla alanda görülür. Bunlar; biliş, duygu, kişilerarası işlev, ya da dürtü kontrolüdür.Süregen örüntü esnek değildir ve geniş bir kişisel ve sosyal durumların karşısında yaygındır. Tipik olarak bu örüntü sosyal, iş ve diğer işlev alanlarında ciddi bir bir huzursuzluğa ve bozukluğa sebep olur. Bu örüntü sabit ve uzun sürelidir, ve başlangıcı erken yetişkinlik ve ergenlik dönemlerine kadar dayanmaktadır.

    SKB belirtileri

    Bu bozukluğa sahip bir birey ayrıca sık olarak dürtüsel davranışlar sergileyecektir ve aşağıdaki belirtilerin çoğuna sahip olacaktır:

    • Gerçek veya hayali bırakılmadan (terk edilmeden) kaçınmak için hummalı çabalar
    • İdealleştirme ve değersizleştirme olmak üzere iki uç noktada değişimle karakterize edilen istikrarsız ve yoğun kişilerararası bir iletişim örüntüsü
    • Kimlik karmaşası, örneğin ciddi ve süregen bir istikrarsız benlik saygısı ya da benlik algısı
    • Potensiyel olarak en azından iki alanda kişinin kendine zarar verdiği düzeyde bir dürtüsellik (örneğin, harcama, seks, madde kullanımı, dikkatsiz araç kullanımı, aşırı yemek yemek)
    • Tekrar eden intihara eğilimli davranış, vücut hareketleri, tehditler ya da kendi kendini yaralama davranışları
    • Ciddi ruh hali değişikliklerine bağlı olarak oluşan duygusal dengesizlik (örneğin,yoğun aralıklarla oluşan yerinde duramama durumu, asabiyet, ya da genellikle birkaç saat kadar ve sadece birkaç günden fazla süren kaygı durumu)
    • Sürekli boşluk hissi
    • Uygun olmayan, yoğun öfke ya da öfkesini kontrol etmede zorluk (örneğin devamlı öfke sergilemek, tekrar eden fiziksel kavgalar)
      Geçici, strese bağlı paranoyakça düşünceler ya da ciddi ayrışma ile ilgili belirtiler

    Kişilik bozuklukları uzun süreli ve devamlı davranış örüntüleriyle tanımlandığı için bu rahatsızlıklar çoğunlukla yetişkinlik döneminde teşhis edilmektedir. Kişilik bozukluğunun çocukluk çağında ya da ergenlikte tehşis edilmesi yaygın yaygın olan bir durum değildir. Çünkü bir çocuk veya ergen devamlı bir gelişim, kişilik değişimi ve olgunlaşma dönemindedir. Bu yüzden, eğer kişilik bozukluğu bir çocukta ya da ergende teşhis edilmişse, özelliklerin en azından bir senedir mevcut olması gerekmektedir.

    Borderline kişilik bozukluğu kadınlarda daha çok yaygındır. (Tanılanan kişilerin %75’ i kadındır). Borderline kişilik bozukluğunun genel nüfusu 1.6’sı ile 5.9’u oranından etkilediği düşünülmektedir.

    Birçok kişilik bozukluğunda olduğu gibi, borderline kişilik bozukluğu tipik olarak yaşın artması ile birlikte yoğunluğunda azalma gösterecektir. Birçok insan kırklarına veya ellilerine gelene kadar bozukluğun en aşırı belirtilerini deneyimlerler.

    Sınırda kişilik bozukluğu hakkında detaylar

    Gerçek veya hayali bırakılmadan kaçınmak için hummalı çabalar

    Olması yakın ayrılık ve kabul edilmemeyi algılama, ya da dış yapının kaybı kişinin benlik saygısında, duygu, düşünce ve davranışında büyük değişikliklere sebep olabilir. Borderline kişilik bozukluğuna sahip birey çevresinde meydana gelen şeylere karşı oldukça duyarlı olacaktır. Gerçek bir ayrılık veya planlarda kaçınılmaz değişiklikler olsa dahi bu bireyler derin terk edilme korkuları ve yersiz bir kızgınlık deneyimlerler. Örneğin, öğlen buluşmasına birkaç dakika geç kalan veya planı iptal eden kişilere karşı çok sinirli olabilirler. Borderline kişilik bozukluğuna sahip insanlar bu bırakılmanın onların “kötü” olduğu anlamına geldiğine inanabilirler. Onların gerçek veya hayali bırakılmadan kaçınmak için hummalı çabaları kendi kendini yaralama ya da intihara teşebbüs davranışları gibi dürtüsel eylemleri içerebilmektedir.

    İstikrarsız ve yoğun ilişkiler

    Borderline kişilik bozukluğuna sahip bireyler olası ilgi gösteren kişi veya sevgililerini ilk veya ikinci görüşmelerinde idealize edebilirler. Birlikte uzun vakit geçirmeyi isteyebilir ve en özel detaylarını ilişkinin çok erken bir aşamasında paylaşabilirler. Bununla birlikte, hızlı bir şekilde idealleştirdikleri insanları değersizleştirebilirler. Bu noktada sahip olduklar his diğer insanın kişiye yeterli önem ve ilgi vermediği ve onun yeteri kadar yanında olmadığıdır. Bu bireyler diğer insanlarla empati kurabilir veya onları yetiştirebilir. Fakat onlardan beklentileri şudur ki kişinin kendi ihtiyacı ve isteklerini karşılamanın bir dönüşü olarak “orada” bulunacaklardır. Borderline kişilik bozukluğuna sahip bireyler diğer insanlara( sırasıyla lütüfkar destekçiler ya da acımasızca cezayı gerektiren kişiler) olan bakışında ani ve belirgin değişiklilere meyillidirler. Bu gibi ani ve belirgin değişiklikler bireye ilgi gösteren kişi hakkında bir hayal kırıklığını yansıtmaktadır. İlgi gösteren kişinin özellikleri idealize edilmiş ve onların reddetme ve bırakması umulan bir durumdur.

    Kimlik karmaşası

    Kişinin benlik saygısında ani ve belirgin değişiklikler vardır. Benlik saygısında meydana gelen bu değişimler hedeflerin, değerlerin, mesleki amaçların değiştirilmesi ile karakterize edilmektedir. Kariyer ile ilgili düşünce ve planlarda, cinsel kimlikte, değerlerde ve arkadaş çeşitlerinde ani değişiklikler meydana gelebilir. Bu bireyler aniden yardım bekleyen bir rolden geçmişteki bir kötü davranışın öcünü alan doğrucu bir role geçebilirler. Borderline kişilik bozukluğuna sahip bireyler kötü veya şeytan olmaya dayanan benlik saygılarına sahip olmalarına rağmen bu bireyler zaman zaman hiçbir şekilde var olmayan hislere sahip olabilirler. Bu gibi deneyimler genellikle bireyin anlamlı bir ilişkinin, korumanın ve desteğin eksikliğini hissettiği durumlarda ortaya çıkmaktadır. Bu bireyler yapısal olmayan iş ve okul durumlarında daha kötü performanslar sergileyebilmektedir.

    SKB nasıl tanılanır?

    BKB gibi kişilik bozuklukları genellikle psikolog ve psikiyatrist gibi eğitimli bir ruh sağlığı profesyoneli tarafından teşhis edilir. Genellikle, aile doktorları ve genel pratisyenler bu gibi bir psikolojik tanılama için eğitilmemiştir ve iyi donama sahip değildir. Bu yüzden eğer bu problemle ilgili ilk olarak bir aile doktoruna danıştığınızda, onlar size tanı ve tedavi için bir ruh sağlığı profesyoneline yönlendirmelidir. BKB’nin tedavisi için herhangi bir laboratuvar testi, kan testi veya genetik test bulunmamaktadır.

    Borderline kişilik bozukluğuna sahip birçok insan, bir tedavi arayışına girmemektedir. Genellikle kişilik bozukluğuna sahip bireyler, hastalık hayatlarını ciddi anlamda engellemeye ve etkilemeye başlayana kadar bir tedavi aramazlar. Bu durum sıklıkla kişinin stres ve diğer yaşam olayları ile başa çıkma stratejileri çok zayıfladığında ortaya çıkmaktadır.

    Bordeline kişilik bozukluğunun tanılanmasında bir ruh sağlığı uzmanı tarafından kişinin gösterdiği belirtileri ve yaşam hikayesinin bu yazıda yer alan belirtilerle kıyaslanması ile yapılmaktadır. Ruh sağlığı uzmanları kişinin sahip olduğu belirtilerin bir kişilik bozukluğunun tanılanması için yeterli bir kriteri karşılayıp karşılamadığı konusunda bir karar verecektir.

    Sınrı kişilik bozukluğunun sebepleri

    Bugünlerde araştırmacılar borderline kişilik bozukluğuna neyin sebep olduğunu bilmemektedir. Bununla birlikte, borderline kişilik bozukluğunun olası sebepleri hakkında birçok teori bulunmaktadır.

    Birçok profesyonel, bir biyopsikososyal nedensellik modelini onaylamaktadır. Bu model, borderline kişilik bozukluğunun, biyolojik ve genetik, sosyal (erken gelişim döneminde kişinin ailesi, arkadaşları ve diğer çocuklarla nasıl iletişime geçtiği gibi) ve psikolojik faktörler (bireyin çevresi ve stresle mücadele etmesi için öğrenmiş olduğu mücadele stratejileri tarafından biçimlendirilen kişilik ve mizacı) sonucu ortaya çıktığını kabul eder. Bu model bu bozukluk için tek bir faktörün belirleyici olmadığını söyler. Daha ziyade, bu üç önemli faktörün muhtemel doğal karışmasından meydana gelen ve kompleks bir sebepten söz edilmektedir. Eğer bir insan bu bozukluğa sahipse, araştırmaların belirttiği üzere bu bozukluğunu kişinin çocuklarına, yani nesilden nesile geçmesi için kısmen bir risk artışı bulunmaktadır.

    BKB’nin tedavisi, genel olarak bu gibi bir kişilik bozukluğunun tedavisinde deneyimli bir terapist eşliğinde uzun süreli bir psikoterapi gerektirmektedir. Ayrıca, spesifik olan sıkıntılı ve zayıflatıcı belirtilere yardımcı olmak amacı ile ilaçlar kullanılabilmektedir.

    Kaynak:

    psychcentral.com

  • Kadına yönelik şiddet

    Kadına yönelik şiddet, tüm dünyada ve Türkiye’de çok önemli bir insani sorun halini almıştır. Bu yazıda, psikoloji perspektifinden kadına yönelik şiddeti ele alıyoruz.

    Şiddet nedir?

    Şiddet birçok yönden ele alınabilmekte ve kendini birçok farklı şekilde gösterebilmektedir. Bu nedenle şiddetin herkes tarafından kabul edilebilecek genel bir tanımını yapmak oldukça güçtür. Bununla beraber hangi davranışların şiddet tanımı içine dâhil edileceği de tartışmalıdır (1).

    Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanıma göre şiddet; kişi tarafından kendine veya bir başka kişi, grup ve topluluğa karşı yaralanma, ölüm, psikolojik hasar ile sonuçlanacak veya bunlarla sonuçlanma ihtimali olacak şekilde fiziksel şiddet ve gücün kasıtlı olarak kullanılmasıdır (2).

    Etimolojik olarak bakıldığında şiddet sözcüğünün Türkçe’ye Arapça’dan geçtiği görülmektedir. Arapça anlamıyla “katlanılması güç olan şey” olarak kullanılmakta, Türkçe’de ise daha çok “kaba kuvvet kullanma, sertlik, kaba davranış” anlamıyla karşımıza çıkmaktadır (1, 2).

    Cinayet, işkence, darbe, vurma, itme, savaş, terör, tehdit, şantaj gibi eylemler şiddet davranışlarına örnektir. Fiziksel bir saldırı şeklinde olduğunda şiddet davranışları daha kolay belirlenmektedir. Şiddetin kökeninde güç yatar. Şiddet her zaman dışarıya yönelik olmayabilir. Kişinin bedenine zarar vermesi, intihar teşebbüsü gibi durumlarda şiddet kişinin kendisine yönelmiştir (2).

    Arkaik toplumlardan günümüze şiddet

    Arkaik toplulukları şiddete dayalı topluluklar olarak nitelendiren görüşler, hayatta kalmak için şiddet içerikli eylemlerin işlevsel olduklarını ifade ederler. Bahsedilen toplumlar savaşçı özellikleriyle ön plana çıkarlar (2) İlk insandan bu yana hayatta kalmak, güç gösterisinde bulunmak, gücünü diğerlerinde test etmek tekrarlanarak devam etmiştir.

    Eski Roma’ya bakıldığında erkeklerin eşlerini dövdükleri; kadının zina yapması, halka açık oyunlara gitmesi gibi durumlarda öldürme hakkına sahip oldukları görülmektedir (2). İngiltere’de 17. yüzyılda yasalar erkeklere “doğru yoldan sapan” eşlerini fiziksel olarak cezalandırma yetkisi vermekteydi. Benzer bir uygulama 19. yüzyılda Amerika’da da mevcuttu. Bu yıllar arasında kadının hor görülmesi, kadına bir eşya gibi muamele edilmesi, erkeğin serbestçe saldırgan davranışlarda bulunması, erkeğin egemenliği ve kadının erkeğe bağımlı kılınması söz konusuydu. Aile içinde meydana gelen şiddet meseleleri karışılmaması gereken özel konular olarak kabul edilmekte, güç dengesizliği kadına yönelik şiddetin görmezden gelinmesine neden olmaktaydı. 1970’li yıllarla beraber kadın hareketleri, kadının maruz kaldığı şiddet eylemlerine dikkat çekilmesini sağlamıştır (2).

    Şiddetin nedenleri nelerdir?

    Etiyolojik nedenler

    Machiavelli, Hobbes, Hegel, Darvin, Nietzsche, Freud gibi düşünür ve yazarlar şiddetin temelinde kişinin yaşam mücadelesinin yattığını; şiddetin iktidarı elde tutma, yıkıcılık ve güç gibi mekanizmalarla beslendiğini öne sürmüşlerdir. Şiddet yaşam mücadelesi içinde ortaya çıkan doğal bir durum olarak görülmüş ancak ortaya çıkmasının mutlaka zorunlu olup olmadığı açıklığa kavuşturulmamıştır (2).

    Psikodinamik yaklaşım

    Freud’a göre insanın temel iki içgüdüsü bulunmaktadır: cinsellik (sevme) ve saldırganlık (1). Freud sonrası psikanalistlerden Melanie Klein ise çocuğun erken yaşlarda ölüm dürtüsünü dış nesnelere çevirdiğini, böylece de sadizmin başladığını ifade etmiştir. Kernberg, saldırganlığın bir doyum aracı olarak kullanıldığını ifade ederken, Frromm saldırganlığı savunucu ve kıyıcı olmak üzere ikiye ayırmıştır (2).

    Davranışçı yaklaşım

    Davranışçı yaklaşım saldırganlık tepkilerinin bazı durumların bir karşılığı olarak ortaya çıktığını ifade eder. Yoksun bırakılma, kısıtlanma, aşırı gürültü ve sıcaklık, kalabalık etkisi saldırganlığın ortaya çıkmasında etkili faktörler olarak değerlendirilir. Sosyal öğrenme kuramları, saldırganlığın öğrenilebilir oluşuna dikkat çekmektedir. Çocukluğunda yakın çevresinde gerçekleşen şiddet olaylarına şahit olan bir çocuk, zor durumlarda şiddete başvurulduğunu öğrenecektir (2).

    Biyolojik yaklaşım

    Beynin frontal ve temporal lobları ile limbik sisteminin saldırgan davranışlarla ilişkisi olduğu düşünülmektedir. Erkeklerde şiddet davranışlarının daha fazla görülmesi bu tür davranışlarla androjenin ilişkisini düşündürse de bunu kanıtlayacak verilere ulaşılamamıştır (2).

    Psikososyal yaklaşım

    Çocukluk döneminde aile içi şiddete şahit olmuş ya da cinsel ve fiziksel istismara maruz kalmış bireylerde şiddet davranışlarının arttığı tespit edilmiştir. Aile içi sorunlar, düşük sosyoekonomik düzey, ailede alkol ve madde kullanım bozukluğu bulunması ve işsizlik şiddet davranışlarının ilişkili olduğu etmenlerdendir.

    Bireylerin bir grup içindeyken kimliklerinden sıyrılmaları ile saldırganlıklarının artması, daha şiddetli eylemlerde bulunmaları da söz konusudur (2). Kadınlar düşüncelerini söze dökmede daha istekli ve başarılıdırlar, bununla beraber erkeklerin bu yönü pek gelişmemiştir. Erkeklerde öfkenin dışa atılması bu nedenle saldırganlığa ve şiddete dönüşebilmektedir (1). Bunlara ek olarak toplumsal cinsiyet rolleri, toplum ve kültürün ortaya çıkardığı beklentiler, ekonomik olarak kadının erkeğe bağımlı olması gerektiğine yönelik inançlar, yasal tanımlamalardaki sorunlar, kadının statüsünü baltalayıcı girişimler gibi kültürel, yasal ve toplumsal düzeydeki etkenler de şiddetin ortaya çıkışına etkide bulunmaktadır (3).

    Kadına yönelik şiddet

    Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre kadına yönelik şiddet, cinsiyete dayanan, kadını inciten, ona zarar veren, fiziksel, cinsel, ruhsal hasarla sonuçlanma olasılığı bulunan, toplum içerisinde ya da özel yaşamında ona baskı uygulanması ve özgürlüklerinin keyfi olarak kısıtlanmasına neden olan her türlü davranıştır (2). Kadına yönelik şiddet kişinin yaşama, sağlık, beslenme, eğitim, gelişme, ekonomik yaşama katılma gibi temel hak ve özgürlüklerinin ihlaliyle beraber, kadın ve erkek arasındaki eşit olmayan güç ilişkilerinin bir sonucudur (1). Şiddet eylemlerinde kadının davranışlarını korkutarak kontrol etme, zarar vermekle tehdit etme, bir yere kapatma, bir şeyler yapmaya zorlama söz konusudur (4).

    Kadına yönelik şiddet evde veya bir başka yerde gerçekleşebilir. Aynı evde yaşıyor olsalar da olmasalar da aile bireylerinin, eski veya şimdiki eşin, partnerin, sevgilinin kadına yönelttiği her türlü fiziksel, psikolojik, cinsel veya ekonomik şiddet “aile içi/ev içi şiddet olarak” ayrıca tanımlanmaktadır (4). Kadına yönelik aile içi şiddet çoğu zaman başkalarıyla paylaşılmamakta, gizili tutulmakta, bu nedenle nerde tam olarak ne yaşandığını tespit etmek güçleşmektedir. Aile içinde olduğu gibi sokakta, okullarda, hastane ve iş yerlerinde de kadınlar şiddete maruz kalabilmektedir (3).

    Kadına yönelik şiddetin bir suç olarak kabul edilmesi, bu konuda yasal düzenlemelerin yapılması uzun bir mücadelenin sonunda olmuş, bu mücadelenin öncülüğünü de kadın örgütleri yapmıştır. Yapılan düzenlemelerin başında Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu, 6284 sayılı Ailenin Korunmasına ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun gelmektedir (3).

    Son 15-20 yılda, dünyanın her yerinde, eş şiddetiyle ilgili çok sayıda araştırma yapılmıştır. Tüm dünya nüfusunu temel alan 48 çalışmanın verilerine göre, Dünya Sağlık Örgütü kadınların eşleri ya da partnerleri tarafından şiddete uğrama oranını %10-69 arasında bildirmiştir (2).

    Kadına yönelik şiddetle ilgili bir başka önemli konu, şiddetin bir yaşam döngüsü içinde ele alınırsa, ilk ortaya çıkışından daha önceki dönemlerde başladığını kabul etmektir. Ailede kız çocuğun istenmemesi, kız çocuklarının hor görülüp dövülmesi, cinsel istismara maruz kalma, başlık parası karşılığı evlendirilme, namus cinayetlerine kurban gitme, evlilikte şiddet görme, dayak, tecavüz, ekonomik baskı gibi birçok olay kadının yaşam boyu maruz kaldığı şiddet olaylarının bir kısmını oluşturmaktadır. Şiddet kadının yaşamının her döneminde farklı şekillerde kendini göstererek varlığını devam ettirmektedir (2).

    Kadına yönelik şiddet türleri

    Şiddet daha önce de belirtildiği üzere karmaşık ve tanımlanması zor bir olgudur. Bununla beraber şiddeti sınıflandırmak da oldukça zor olmakta, farklı şiddet sınıflandırmaları ortaya çıkmaktadır. Kadınların en çok maruz kaldığı şiddet eylemleri düşünüldüğünde sınıflandırma şu şekilde düşünülebilir: fiziksel şiddet, psikolojik şiddet, cinsel şiddet ve ekonomik şiddet (1).

    Fiziksel şiddet

    Kadının bedenine yönelik her türlü saldırıyı kapsar (4). Zorla bir şey yaptırma ya da bir şeyi yapmaktan alıkoyma amacı taşıyan eylemlerdir (1). Doğrudan temas etme ya da fiziksel üstünlüğünü kullanarak korkutucu, tehditkâr bir beden dili, yüksek ses tonu ve kaba jest ve mimikleri kullanarak sergilenen tutum ve davranışlardır (4). Şiddetin en sık karşılaşılan ve şiddeti en açık biçimde gösteren türüdür. Hafif yaralanmalardan cinayete kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsar (1). İtip kakmak, tekmelemek, yumruklamak, hırpalamak, boğazını sıkmak, sert bir cisim fırlatmak, kesici ya da yakıcı maddelerle bedenine zarar vermek, sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur kılmak, kasten öldürmek, bir yere kilitlemek gibi eylemler fiziksel şiddet eylemlerinden bazılarıdır (1,4).

    Duygusal/ psikolojik şiddet

    Duygusal ya da psikolojik şiddet olarak adlandırılan bu şiddet türü bireyin duygularının ve duygusal ihtiyaçlarının onu kontrol etmek amacıyla istismar edilmesi, bir tehdit ve bağımlılık aracı olarak kullanılmasıdır (3). Fiziksel şiddette olduğu gibi görünür izler bırakmasa da şiddetin bu türü oldukça önemli ve dikkate alınması gereken bir yapıdadır. Nitekim bireyin duygusal ve ruhsal anlamda aldığı yaralar çok derin izler bırakabilmektedir. Üstelik psikolojik şiddetin arkasından çoğunlukla diğer şiddet türleri de gelmektedir (4). Fiziksel istismar kadar kolay ayırt edilemediğinden psikolojik şiddeti tanımlayan davranışlara geniş örnekler verilecektir (1, 3, 4).

    • Kadının sevgi, ilgi, alaka, onay gibi duygusal ihtiyaçlarını göz ardı etme, surat asma,
    • Küçük görme, aşağılama, bir işi beceremeyeceğini söyleme ya da onu bununla itham etme, başkalarının yanında küçük düşürme,
    • Kişiliğini ve fikirlerini önemsememe, lakap takma,
    • Yalnızken ya da başkalarının yanında bağırma, hakaret veya küfür etme, emirler yağdırma
    • Öldürmekle, çocuklara zarar vermekle tehdit etme, istedikleri yerine getirilmezse kendini öldürmekle tehdit etme,
    • Şantaj yapma,
    • Ne giydiğini, nereye gittiğini, kimlerle görüştüğünü sürekli kontrol etme, baskı uygulama, bunları kıskançlık adı altında yapma,
    • Yakınlarıyla ya da ailesiyle görüşmesini sınırlandırma ya da buna engel olma,
    • Sürekli eleştirme,
    • Yaşanılan şiddet davranışlarından kadını suçlama, şiddeti inkâr etme,
    • Evden kovma,
    • Aldatma, sadakatsizlik etme ya da kadını sadakatsizlikle suçlama.

    Cinsel şiddet

    Cinsel şiddet, kadını rızası olmadan, iradesi dışında herhangi bir cinsel davranışa zorlamak, cinsel eylemde bulunmak ya da buna kalkışmak, istenmeyen cinsel ifadeler kullanmak gibi eylemleri kapsamaktadır (3, 4). Cinsellik kadını sindirme, korkutma ve kontrol etme amaçlı kullanılmaktadır (3). Kadına yönelik şiddet, özellikle kadın cinselliğinin tabu olduğu, namus, şeref gibi kavramların kadın cinselliği üzerinden tanımlandığı toplumlarda kadınlar tarafından ifşa edilmesi güç bir şiddet türü olarak varlığını sürdürmektedir (1). Kadının tanımadığı bir kişi tarafından gerçekleştirilme ihtimali de olsa çoğunlukla tanıdığı, özellikle yakın çevresindeki bir kişi tarafından gerçekleştirilmektedir. Kadınlar tanıdık birinden gelen bu tür davranışları ayırt etmekte zorlanabilirler (4). Cinsel şiddet kapsamında değerlendirilen davranışlar rahatsız edici bakışlardan tecavüze kadar uzanan bir yelpazede değerlendirilebilir (1, 3, 4).

    • Kadını istemediği bir zaman, istemediği bir şekilde cinsel ilişkiye zorlama, başkalarıyla ilişkiye zorlama,
    • Sözle (cinsel içerikli şakalar, kadının istemediği cinsel ifadeler) veya fiziksel yolla (teşhircilik, pornografik görüntüler izlemeye zorlama) taciz etme,
    • Kadının cinsel istek ve ihtiyaçlarını önemsememe, cinselliğiyle alay etme, küçümseme,
    • Cinsel özellikleri bakımından başka kadınlarla kıyaslama,
    • Cinsel ilişki sırasında kasten incitme, acıtma, cinsel organına zarar verme,
    • Tecavüz etme,
    • Doğum kontrol yöntemlerini reddetme, cinsel ilişkiyle bulacak hastalıklara yakalanmasına neden olma,
    • Çocuk doğurmaya ya da kürtaja zorlama, fuhşa zorlama.

    Ekonomik şiddet

    Ekonomik şiddet, kadının yaşamını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu ekonomik olanaklardan mahrum bırakılması, kadının üzerinden ekonomik bir yatırım yapılması ve ekonomik kaynakların kadını kontrol ve tehdit amaçlı kullanımını ifade eder (3, 4). Aynı zamanda kadının iradesi dışında çalışmaya zorlanması ya da çalışmaktan alıkonulması da ekonomik şiddet tanımının içine girmektedir (1). Ekonomik şiddete örnek verilebilecek bazı davranışlar aşağıda sıralanmıştır (1, 3, 4):

    • Kadının çalışmasına engel olma ve çalışmasını baltalama (sürekli iş yerine gelme, işle ilgili her şeye karışma gibi),
    • İstemediği işlerde çalışmaya zorlama, kazancına el koyma,
    • Zorla kredi çektirme, borç aldırma, kefil yapma,
    • Kadının iş yaşamında gelişmesine yönelik fırsatlarına engel olma, iş hayatını olumsuz etkileyecek sınırlar koyma,
    • Çalışmayan eşe para vermeme, verdiğinden daha fazlasını bekleme,
    • Aileyi ilgilendiren maddi konularda kadına bilgi vermeme, bu konularda tek başına karar alma.

    Belirtilen sınıflandırma içerisinde yer almasa da günümüzde yaşanan şiddet olaylarının değişen çehresi dikkate alınarak oluşturulmuş ve şiddet kapsamında değerlendiren başka tanımlamalar da mevcuttur:

    Tek taraflı ısrarlı takip (stalking)

    Tek taraflı ısrarlı takip, sözlü, yazılı ya da herhangi bir iletişim aracı yoluyla kişiyi fiziksel ve psikolojik olarak korkutan, çaresiz hissettiren, kişinin güvenlik durumunu tehlikeye düşüren tutum ve davranışları kapsar. Bu davranışları gösteren yakın bir çevreden olabileceği gibi kişinin hiç tanımadığı bir kimse de olabilir. Bazen kişinin ayrıldığı eş ya da sevgili de bu tür davranışlar sergileyebilir. Amaç kişiyi korkutmak, ona gözdağı vermek, güven duygusunu tahrip etmek ve onu kontrol altında tutmaktır. Takip etmek, gözetlemek, ısrarlı telefon aramaları, mesajlar, e-postlar yoluyla rahatsız etmek, kişinin yaşadığı çevrede ya da iş çıkışlarında beklemek, isteği dışında hediyeler göndermek, asılsız dedikodular yaymak, kişinin iradesini etkilemek amacıyla duygu sömürüsü yapmak gibi davranışlar bu şiddet türüne örnektir (4).

    Kadın ticareti

    Kadın ticareti kadına yönelik şiddetin en ağır biçimlerindendir ve aynı zamanda da bir suçtur. Baskı, çaresiz bırakma ve kandırma bu şiddet türünün temelinde vardır. Ücretsiz ya da hak ettiğinden çok daha düşük ücretlerle çalıştırma, kadının insan tacirleri tarafından zorla çalıştırılması, zorla hizmet ettirilmesi ve fuhuş yaptırılması, esir etme, organ ticareti, ülke dışına kaçırma, kadını para karşılığı satma gibi durumlar bu tanım içinde yer almaktadır (4).

    Flört şiddeti

    Kadının sevgilisi veya partneri tarafından fiziksel, cinsel, psikolojik ve dijital şiddet içeren davranışlara maruz kalmasıdır. Bu yollar aracılığıyla kadını kontrol etme ve onu kendine bağımlı kılma amacı taşıyan davranışlar sergilenir. 13-23 yaşları arasında flört şiddetine sık rastlanmaktadır. Kişi bu tür davranışlara tekrarlı ve sürekli olarak maruz kaldığında kendini bu süreçten ayıracak gücü bulamayabilir. Flört şiddeti buraya kadar bahsedilen diğer şiddet türlerini de içerebilmektedir. Kadında korku uyandıracak, kendine güveni ve saygısını zedeleyecek şekilde konuşma, küçük görme, aşağılama, küfür etme, alay etme, ne yapması ve nasıl davranması gerektiğini söyleme, aşırı kıskançlık, kısıtlama ve ilişkilerini sınırlandırma, fiziksel şiddet uygulama, psikolojik şiddet içeren davranışlarda bulunma, cinsel ilişkiye zorlama, cinsel yakınlık konusunda ısrar etme gibi davranışlar flört şiddetine örnektir (4).

    Dijital şiddet

    Dijital medya aracılığıyla (telefon, sosyal medya hesapları, internet vs.) ısrarlı olarak takip etme, psikolojik, cinsel ya da ekonomik zarar verme amaçlı saldırılarda bulunma dijital şiddet olarak ayrıca tanımlanmaktadır. İnternet veya telefon üzerinden ısrarlı mesajlar göndermek, aramak, fotoğraf veya video göndermeye zorlamak, zorla fotoğrafını çekmek, rızası olmadan görüntülerini dijital ortamda paylaşmak ya da paylaşma tehdidinde bulunmak, internet veya telefon şifrelerini alıp bunların kontrolünü yapmak, buradaki bilgilerle kişiyi kontrol etmek, sosyal medya üzerinden kişiyi aşağılayan, onunla alay eden gönderilerde bulunmak, sahte hesaplar açmak gibi durumlar dijital şiddet olarak değerlendirilmektedir (4).

    Mobbing (yıldırma)

    İş yerinde bir veya birden fazla kişi tarafından diğer kişi ya da kişilere üstleri, eşit düzeyde çalışanlar ya da astları tarafından sistematik biçimde uygulanan her tür kötü muamele, tehdit, şiddet, aşağılama gibi davranışlara mobbing denir. Mobbinge örnek olarak işverenin diğer çalışanlardan ayrı olarak bir kişiyi sürekli eleştirmesi, sürekli zor işleri bir kişiye yıkması, sürekli fazla mesaiye kalınmasını istemesi gibi davranışlar örnek verilebilir (4).

    Kadına yönelik şiddet döngüsü

    Kadına yönelik şiddet üç aşamalı bir kısır döngüde gerçekleşir. Şiddet herhangi bir noktada kırılmazsa yoğunlaşarak ve tekrarlı olarak devam eder (4):

    Birinci aşama (gerginlik evresi): Sebepli ya da sebepsiz gerginlik ortaya çıkar. Kıskançlık davranışları sergilenir ve tartışma başlar. Ufak meseleler büyür. Eş ya da sevgili, kadını kontrol altında tutmaya çabalar, istediği gibi davranmadığında tehdit eder ya da şantaj yapar. Gerginlik artarak devam eder.

    İkinci aşama (şiddet evresi): Gerginliğin artması sonucu fiziksel, cinsel veya psikolojik şiddet uygulanır. Şiddet sonrasında erkek şiddeti inkâr eder, olanlardan yalnızca kadını sorumlu tutar, onu suçlar. Şiddet, itip kakmadan cinayete kadar uzanabilir.

    Üçüncü aşama (balayı/ uzlaşma evresi): Şiddet sonrası eş ya da sevgili özür dileyip yaptıklarını telafi etmeye çalışabilir. Hediyeler alınıp, güzel sözler söylenebilir, bir daha olmayacağına dair yeminler edilebilir. Çift sakinleşip barıştıktan sonra tekrar ufak şeylerden gerilim artar ve döngü yeniden başlar. Şiddet çok uzun yıllardır bu döngüyle devam ediyorsa artık üçüncü aşama ortaya çıkmıyor da olabilir.

    Kadına yönelik şiddetin etkileri nelerdir?

    Şiddete maruz kalan kadınlar öncelikle şok ve inkâr durumu yaşamakta, daha sonra şiddete şiddetle karşılık verebilmekte ya da olan bitenden kendilerini sorumlu tutabilmektedirler. Ardından depresyon gelmektedir (2). Şiddet kısa vadede ve uzun vadede kadının fiziksel durumunu, psikolojisini, sosyal yaşamını etkilemekte, istenmeyen birçok durumu ortaya çıkarabilmektedir.

    Fiziksel etkiler: Yaralanma, sakatlık, fiziksel şiddet sonucu oluşan ağrı ve acı, kâbuslar, sürekli tetikte olma, uykusuzluk çekme, aşırı yemeye başlama, baş dönmesi, bayılma gibi durumlar kısa vadeli fiziksel etkiler olarak değerlendirilebilir. Yeme ve uyku bozuklukları, alkol ve madde bağımlılığı, kürtaj, cinsel hayatta zorluklar, endişe ve panik atakları,  istemediği sayıda çocuk sahibi olma ve cinayet gibi durumlar da şiddetin uzun vadedeki sonuçlarından bazılarıdır ( 2, 3, 4).

    Psikolojik etkiler: Utanma, suçluluk, korku, endişe, kaygı ve öfke ortaya çıkan temel duygulardır. Tekrarlı bir şekilde devam eden şiddet döngüsü kadını “öğrenilmiş çaresizliğe” sürükler. Olayları değiştirmek için elinde yapacak hiçbir şey olmadığını düşünür. Yoğun bir çaresizlik, yalnızlık, başarısızlık ve değersizlik hissi hâkimdir. Güven duygusu çok derinden sarsılmıştır. Her şeye rağmen şiddetin bir gün biteceğine dair “gerçekleşmeyecek ümide” sahip de olabilir. Şiddeti engellemek için sürekli kontrol davranışları geliştirilebilir (3,4). Uzun vadede depresyon, travma sonrası stres bozukluğu, konsantrasyon güçlüğü, intihar düşünceleri ya da teşebbüsü gibi sonuçlarla da karşılaşmak mümkündür (2,3,4).

    Sosyal Hayata etkiler: Kendini toplumdan ve sosyal aktivitelerden çekme, erken evlilik, erken anne olma, iş ve okul hayatında kayıplar yaşama, diğerleriyle ilişki kurmada isteksizlik ve başarısızlık, kadının ekonomik bağımsızlığını kaybetmesi, ekonomik zarar, ailenin maddi olarak yoksullaşması, bozuk aile ilişkileri, çocukların aile içindeki şiddete tanık olmaları gibi etkilerden söz edilebilir (2, 3).

    Kadına yönelik şiddet hakkında yanlış inanışlar (3, 4)

    • “Eğitimsiz/işsiz/yoksul erkekler şiddet uygular.”
      • 2014 yılında gerçekleştirilen “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması”na göre, yüksek refah düzeyine sahip hanelerde fiziksel veya cinsel şiddet oranı %31’dir
    • “Erkekleri yetiştiren annelerdir. Şiddet uygulamalarının nedeni de bu yetiştirme tarzıdır.”
      • Çocuğu yetiştirmek yalnızca annenin görevi değildir, babanın rolü görmezden gelinmemelidir. Bir çocuğun yetişmesinde kültür, çevre, okul, insanların tutumları, medya gibi birçok faktör daha işin içine girmektedir.
    • “Şiddet uygulayan erkeklerin önemli psikolojik sorunları vardır.”
      • Şiddet uygulayan bireylerin çoğunun psikolojik sorunu olmadığı bilinmektedir. Psikolojik sorunların şiddetin gerekçesi olmamasıyla birlikte psikolojik sorunları olan bireylerin çoğu da şiddete başvurmamaktadır.
    • “Alkol, şiddetin en önemli nedenidir.”
      • Yapılan araştırmalar alkolün şiddet davranışı için cesaret verse de şiddetin nedeni olmadığını göstermiştir.
    • “Aile içinde kadına uygulanan şiddet sadece o ailenin sorunudur, kimseyi ilgilendirmez.”
      • Aile içi şiddet olgusu toplum sağlığını, ülkenin ekonomik ve sosyal gelişimini etkileyen, bir suç olarak nitelendirilen ve kamusal düzeyde mücadeleyi gerektiren bir durumdur.
    • “Kadın şiddet görmüşse bunu hak etmiştir.”
      • Bu inanış kadını güçsüz ve aciz bir konuma sokmakla beraber, insanca bir yaklaşım değildir. Şiddeti hak etmek gibi bir durum asla mümkün olamaz.

    Kadınlar için şiddetten uzaklaşmak neden zordur?

    Bunun nedeni olarak utanmak, diğerleri tarafından suçlanacağını düşünmek, yaşadığı şeyi şiddet olarak görmemek, hak ettiğini düşünmek, kimsenin anlattıklarına inanmayacağını düşünmek, anlatırsa şiddetin artarak devam edeceğini düşünmek gibi durumlar gösterilebilir. İlişkide şiddet ve barışma dönemleriyle seyreden süreç, kadının şiddeti mazur görmesine neden olabilmektedir. Bazı durumlarda da şiddete tepki olarak küsme, cinsel ilişkiden kaçınma, tepkisizlik ve pasif direniş gibi yöntemler kullanılmaktadır (4).

    Şiddetle mücadele nasıl olabilir?

    Şiddet ve kadına yönelik şiddet konusunda bu kadar çok şey söylenmesi, bu konu hakkında sürekli olarak yeni çalışma ve projeler gerçekleştirilmesinin en önemli nedeni şiddet konusunda duyarlılık ve farkındalık oluşturmaktır. Şiddetle mücadelenin ilk adımını bu oluşturmaktadır. Şiddeti uygulayanlar çoğunlukla erkekler olduğundan erkeklerin şiddetin ortadan kaldırılmasında önemli bir ol oynadıklarını fark etmeleri, daha yapıcı çözüm yolları öğrenmeleri ve çatışmaları çözmede destekleyici olmaları oldukça önemlidir. İletişim iki kişinin karşılıklı olarak birbirlerini dinleyip anlamaları ile mümkün olmaktadır. Bu nedenle ilişkide iletişim becerilerinin geliştirilmesi için yardım alınabilir. Öfke sağlıklı bir biçimde dışarı atılırsa yapıcı da olabilmektedir. Öfke kontrolü konusunda bir uzmandan yardım almak oldukça faydalı olabilir (3).

    Kadına yönelik şiddet bir toplumsal yapı problemidir. Bu problemin engellenmesi ya da çözüme kavuşabilmesi için toplumsal kurumlar iş birliği içerisinde çalışmalıdır. Kadının eğitim, ekonomi ve siyasal yaşama katılımının desteklenmesi, günlük yaşamı ve sosyal yaşamına yönelik aktivitelerin geliştirilmesi, eğitimler ve seminerler düzenlenerek şiddet konusundaki farkındalığının artırılması hedeflenmelidir (1).

    Kadınlar için şiddet bir kader değildir. Sabredilmesi ve sindirilmesi gereken bir durum da değildir. Şiddete karşı çıkmada ilk basamak şiddet ortamından uzaklaşmak olmalıdır. Hastaneye, kliniğe, sığınma evlerine başvurma bunun bir yolu olabilir (3). Kadınların şiddete maruz kaldıklarında yararlanabilecekleri yasal hakları olduğunu, destek alabilecekleri kurum ve kuruluşlar olduğunu bilmeleri oldukça önemlidir (4). Şiddete maruz kalan ve yardım arayışında olanlar için ulaşılabilir destek kanalları:

    • ALO 183 SOSYAL DESTEK HATTI: Aile, kadın, çocuk, engelli, yaşlı sosyal destek hattıdır. 7 gün 24 saat ulaşılabilirdir.
    • Polis merkezleri, jandarma karakolları, adli makamlar (cumhuriyet başsavcılığı, aile mahkemeleri).
    • AİLE İÇİ ŞİDDET YARDIM HATTI: 02126569696 (Haftaiçi mesai saatleri içinde ulaşılabilir)
    • ALO 144 SOSYAL YARDIM HATTI: Maddi yardımlar, gıda yardımları, yakacak yardımları vs.
    • https://morcati.org.tr/
    • http://kadindayanismavakfi.org.tr/
    Kaynaklar (4)
    1. Akkaş, İ. ve Uyanık, Z. (2016). Kadına yönelik şiddet. Hacı Bektaş Veli Üniversitesi SBE Dergisi, 6(1), 32-42.
    2. Güleç, H., Topaloğlu, M., Ünsal, D. ve Altıntaş, M. (2012). Bir kısır döngü olarak şiddet. Psikiyatride güncel yaklaşımlar, 4(1), 112-137.
    3. Jandarma Genel Komutanlığı (2015). Kadına Yönelik Şiddetin önlenmesi proje raporu. Erişim adresi https://vatandas.jandarma.gov.tr/KYSOP/uzaktan_egitim/Documents/2%20KYAIS.pdf
    4. Kadın Dayanışma Derneği. (2017). Kadına yönelik şiddet kitapçığı (broşür). Kolektif: Yazar.
  • Erken boşalma

    Denetimsizliği tanımlamada erken sözcüğü uygun olmadığından ‘erken boşalma’ yerine ‘denetimsiz boşalma’ ya da ‘istemsiz boşalma’ isimlerinin kullanılması daha uygun olacaktır. Çeşitli araştırmacılar tarafından vajinaya girişten ejekülasyona kadar geçen zaman veya penisin vajina içinde gidiş-geliş sayısı esas alınarak tanımlanmaya çalışıldı.

    Masters ve Johnson 1970’de prematüre ejekülasyonu; erkeğin, cinsel birleşmelerin en az %50 sinde, eşinin orgazma ulaşmasına yetecek kadar boşalmayı geciktirememesi olarak tanımladılar. Kadınların orgazma ulaşma sürelerinde ve orgazm olma oranlarında bireyler arası büyük farklılıklar gözlenmesi bu tanımın kullanılabilirliğini sınırladı.

    Erken boşalma (prematür ejakülasyon) nedir?

    Kaplan’ın belirttiği gibi erken boşalma, vajinaya girişle ejakülasyon arasındaki zaman veya giriş-çıkış sayısı ya da ejakülasyondan önce eşin orgazm olma oranı gibi niceliksel terimlerle tanımlanamaz.Önemli olan ejakulatuar refleks üzerinde istemli denetimin olmaması ve yüksek uyarılma düzeylerine, refleks olarak ejakulasyon ortaya çıkmadan dayanılamamasıdır.

    Kısaca denetimsiz boşalma ( prematüre ejekulasyon) sürekli olarak ya da yineleyici bir biçimde, çok az uyarılmayla ve kişinin istemesinden önce, vajinaya girme öncesi, girer girmez ya da hemen ejakulasyonun olması şeklinde tanımlanır.

    Masters ve Johnson’un 1970 yılında yaptığı cinsel ilişkilerin %50’sinden fazlasında boşalmanın kontrol edilememesi ve partnerin orgazm olamaması tanımından sonra prematür ejakülasyonun birçok tanımı yapılmış olup en son 2009 yılında International Society of Sexual Medicine’nin (ISSM) yaptığı kanıta dayalı tanım kullanılmaktadır. Bu tanıma göre prematür ejakülasyon; boşalmanın hemen hemen tüm ilişkilerde vajinal girişten önce veya 1 dakika içinde olması, tüm ilişkilerde geciktirilememesi, kişide üzüntü, rahatsızlık, hayal kırıklığı veya cinsel birliktelikten kaçma gibi olumsuz sonuçlar doğurmasıdır .

    Erken Boşalma tanımlarında sabit eleman olarak

    a) Kısa boşalma süresi

    b) Ejakülasyonun kontrol edilememesi ve kişinin isteminden önce gerçekleşmesi

     c) Negatif etkiler olarak; Cinsel ilişkiden zevk almama, üzüntü, partner ve diğer kişilerle olan ilişkilerde sorun yaşanmasını sayabiliriz.

    Waldinger güncel öneriler doğrultusunda semptomatolojiye dayanarak 4 PE sendromu tanımlanmıştır. Bu sendromlar da güncel olarak kullanılmaktadır.

    a) Yaşam boyu süren PE (Primer PE); İlk seksüel ilişkiden itibaren vardır, ejakülasyon olguların çoğunda (%80) 30-60 saniyede veya 1 ve 2 dakika içinde (%20) olmaktadır, hayat boyu sürmekte (%70) veya yaşlanma ile daha kütüleşebilmektedir. PE’nin hemen hemen her vajinal ilişkide ve her kadınla olması, ilk ilişkiden itibaren olmasıdır. Yaşamboyu süren PE bir kronik ejakulasyon bozukluğudur. Biyolojik komponenti vardır ve muhtemelen santral sinir sisteminde serotonin veya serotonin reseptör anomalileri sonucudur .

     b) Kazanılmış PE; Prematür ejakülasyon erkeğin hayatının belirli dönemlerinde olmaktadır. Şikayetlerinden önce normal ejakülasyon vardır. Ani veya yavaş gelişmiştir. Ürolojik olaylara (sertleşme bozukluğu veya prostatit), tiroid disfonksiyonuna, psikolojik veya ailevi problemlere bağlı olabilir. Ömürboyu süren PE’den farklı olarak nedeni bulunduğunda tedavi edilebilmektedir.

     c) Doğal değişken PE; Değişkenlik gösteren prematür ejakülasyondur. PE şikayetleri bazen olmaktadır. Ortalama ejakülasyon süresi 1,5 dakikadır. Ejakülatuar performansın normal varyasyonu olarak kabul edilmektedir.

     d) Prematür Ejakülasyon benzeri boşalma disfonksiyonu; Ejakulasyon süresi 3-6 dakika arasında veya daha uzun olduğu halde kişi erken boşalmadan yakınmaktadır, erken boşaldığına inanmaktadır. Ejakulasyonu kontrol edebilmektedir.

    KAPLAN:Denetimsiz boşalma, bir erkeğin gönüllü boşalmayı kontrol edemeyip istediğinden önce zirveye çıkıp boşalmasıdır.Normal bir erkek önce heyecanlanır, sonra bu heyecanın keyfini yaşar (plato) ve ardından boşalır. Denetimsiz boşalanlarda  bu plato fazı yoktur.Heyecanlanır ve boşalır.’

    Daha dar bir pencereden  bakıldığında buradaki sorun, orgazm refleksinin bir bileşeni olan boşalmanın kendisi ile ilgili bir sorun değildir, bu bir orgazm bozukluğudur.

    Normal koşullarda uyarıldıktan sonra yaşanması gereken ve çiftin bir süre ilişkiide kalması dönemi olan plato denetimsiz boşalanlarda mevcut değildir.Yani gönüllü uzatma veya erteleme noktası mevcut değildir.

    Erken boşalma tanısında dikkat edilmesi gerekenler

    Denetimsiz boşalma teşhisinde boşalmanın gerçekten erken mi meydana geldiğine yoksa bayan partnerin yavaş reaksiyonuna bağlı olarak erkenmiş gibi algılandığına dikkat edilmelidir.

    Denetimsiz boşalma tanısı, yalnızca boşalma süreci erkek tarafından yeterli derecede kontrol edilemez bulunduğunda veya erkeğin boşalma sürecini yeterince kontrol edemediği için partnerde orgazm yaşanmadığında konulmalıdır.

    Denetimsiz boşalma cinsel ilişkiye giren genç erkeklerde sık görülür.Çoğu erkek daha sonraları boşalma süresi üzerinde bir kontrol geliştirir.

    Erken boşalmanın nedenleri nelerdir?

    Erken boşalmanın nedenini ya da nedenlerini açıklamak için birçok girişim olmuştur. Çoğu erkek soluk soluğa bir telaşla cinsel zevkin peşinden koşarken boşalmanın kontrol edilmesi, durdurulması veya sabitlenmesini başaramaz. Bedenini partneriyle uyum içinde hareket ettiremeyen erkekte şimdiye yoğunlaşmak, o anı duyumsamak olanaksızlaşır ve cinsel birleşmenin ansızın son bulacağı kaygısı olur. Bu nedenle her cinsel sorun gibi erken boşalmada bu kaygıdan ya da bir rahatsızlıktan kaynaklanır. Ama asıl sorun erkeğin cinsel işlevlerinde değil, cinsel işlevlerini nasıl yerine getirmesi gerektiği konusundaki düşüncelerindedir. Çünkü aklını düşüncelerden arındıramayan, özgür ve doğal bir şekilde cinselliği yaşayamayan erkek, tedirginlik duygusundan uzaklaşamaz ve boşalma konusunda sorun yaşar. Kısaca erken boşalmanın başlıca nedenleri şu şekilde sıralanabilir:

    • Gençlik çağlarında uygunsuz ortamlarda yakalanma korkusuyla, ayıp, yasak ve günah düşünceleriyle yapılan mastürbasyonlar,
    • “Mastürbasyon körlük yapar”, “kişi sağır olur” gibi cinsel mitler yani hurafeler,
    • Cinsel ilişki konusunda tecrübesizlik,
    • Cinsel fizyoloji hakkında yanlış anlamalar ve gerçek olmayan beklentiler,
    • Zayıf cinsel beceriler ve tecrübesizlik,
    • Anksiyete ve depresyon,
    • Stres, sıkıntı ve gerginlik,
    • Yorgunluk, sıkkınlık, kızgınlık ve tedirginlik,
    • Cinsellikle ilgili gerçekçi olmayan beklentiler,
    • Cinsel uyarım eksikliği,
    • Gerekli koşulların sağlanamaması,
    • Sertleşmiş penise verilen orantısız önem,
    • Cinsel açıdan baskı altında yetişme,
    • Aşırı cinsel isteğin verdiği gerginlik,
    • Günah işleme veya suçluluk duygusu,
    • Hastalık kapma korkusu,
    • Partnerin anlaşılamayan korkusu veya reddetmesi,
    • Gebe bırakma korkusu,
    • Hadım edilme korkusu,
    • Partnerin hayal kırıklığı korkusu,
    • Vajinanın aşılamama korkusu,
    • Kadına karşı isteksizlik,
    • Partnerle çatışma,
    • Başkaları tarafından mahrem yerlerinin keşfedilme korkusu,
    • Partnere aşırı ilgi, bağlılık ve sevgi,
    • Para karşılığı kurulan ilişkiler veya genelev alışkanlığı,
    • Cinsel uyumsuzluk,
    • Bilinçaltında yatan cinsel ilişki ile ilgili olumsuz düşünceler,
    • Prostatit, üretrit vb. hastalıklar,
    • Penis başının aşırı hassasiyeti (penil hipersensitivite),
    • T12-L1 düzeyindeki nörolojik yaralanmalar,
    • Narkotik veya antipsikotik tedavinin aniden kesilmesi vb.

    Erken boşalmanın temel belirtileri nelerdir?

    Boşalmanın küçük cinsel uyarılarla ve neredeyse kontrolsüz bir şekilde meydana gelmesi, cinsel tatminde azalma, suçluluk, utanç ve hayal kırıklığı hissi erken boşalmanın en temel belirtileridir. Bu belirtileri gösteren erkeğin yalnız olmadığını bilmesinde fayda vardır. Suçluluk, utanç ve ayıp gereksizdir ve erken boşalmanın üstesinden gelme konusunda erkeğin motivasyonunu bozabilir ve çiftin cinsellikten zevk almasını engeller. Kısaca erken boşalmanın temel belirtilerini özetleyecek olursak;

    • Kontrolsüz bir şekilde boşalma,
    • Cinsel tatminde azalma,
    • Suçluluk,
    • Cinsel ilişkiye aşırı önem verme,
    • Cinsel ilişki öncesi, ilişki sırasında ve sonrasında gerginlik yaşanması,
    • Performansın çok önemli olarak algılanması,
    • Utanç duyma,
    • Hayal kırıklığı hissi,
    • İçinde bulunulan ana yoğunlaşamama,
    • Cinsel birleşmenin ansızın son bulacağı kaygısı,
    • Zamanla meydana gelen cinsel isteksizlik,
    • İlk boşalmadan sonra ikinci cinsel birleşme için ısrarcı olma vb. erken boşalmanın temel belirtileridir.

    Erken boşalmanın evreleri nelerdir?

    Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği’nin istatistikler ve ortalamalar alınarak çıkardığı derecelendirmeye göre;

    Normal Boşalma – Boşalma refleksi üzerinde istemli bir denetim vardır. Yüksek yarılma düzeylerinde refleks olarak boşalma ortaya çıkmaz.

    Evre 1 – Penis vajinada iken 5-7 dakika arasında boşalma olur. Erkek ya da partnerine göre sorun yoktur. Cinsel doyum sorunları yaşanmaz. Boşalma refleksi üzerinde istemli bir denetim yoktur.

    Evre 2 – Penis vajinada iken 5-7 dakika arasında boşalma olur. Erkek ya da partnerine göre sorun vardır.Cinsel doyum sorunları yaşanır. Boşalma refleksi üzerinde istemli bir denetim yoktur.

    Evre 3 –  Penis vajinada iken 3-4 dakika arasında boşalma olur. İyi derece erken boşalma vardır.

    Evre 4 – Penis vajinadayken 1-2 dakika arasında boşalma olur. Orta derecede erken boşalma vardır.

    Evre 5 – Penis vajinaya girmeden önce boşalma olur. İleri derecede erken boşalma vardır.

    Durumsal – Bazı durumlarda veya bazı partnerlerle erken boşalma yaşanır.

    Erken boşalmanın görülme sıklığı nedir?

    Toplumda en sık görülen cinsel işlev bozukluğu olmasına karşın, cinsel işlev bozuklukları tedavi merkezlerine başvurular arasında erektil işlev bozukluklarından sonra ikinci sıradadır.

    Cinsel ilişkilere yönelik tutum ve davranışlarla ilgili kapsamlı bir araştırmada, 27.000 kişiden toplanan verilere göre EB’nin dünyada en azından % 21,4 düzeyinde seyrettiği aktarılmaktadır. Görülme sıklığının Doğu Asya ülkelerinde % 29,1, Orta ve Güney Amerika’da % 28,3, Avrupa’da % 21,1 olduğu bildirilmiştir. En düşük yaygınlık oranlarının ise % 12,4 ile Cezayir, Mısır, Fas, Güney Afrika ve Türkiye’de olduğu gözlenmiştir .

    Ancak, Konya il merkezinde yapılan yeni bir araştırmada , evli erkeklerdeki EB oranının % 29,3 olduğu bildirilmiştir. Türkiye toplumundaki, çoğunluğu Müslüman erkeklerin sorunlarını gizlemesi ya da içinde bulunduğu olumsuz durumu sorun olarak görmemesi, EB gibi cinsel işlev bozukluklarının sıklığını belirlemede görüldüğü gibi yanıltıcı olabilmektedir.

    Örneğin, Türkiye’de yapılan bir araştırmada, sorun belirtmeyen erkeklerin dörtte üçünde cinsel işlev bozukluğu gözlenmiştir. Benzer biçimde) EB tanısı alan erkeklerin yarısında tanı ile başvuru yakınmaları arasındaki tutarlılığın düşük olduğu izlenmiştir.

    Erken boşalma sorunu çoğu kez sertleşme sorunları, cinsel isteksizlik ve evlilik sorunları ile birlikte görülmektedir.Bu tür olgularda başvurular çoğu kez erektil işlev bozukluğu yönünden yardım almak amacıyla yapılmakta ancak incelendiğinde temel sorunun denetimsiz boşalma olduğu saptanmıştır.

    Eğitim düzeyi daha yüksek olan grupta bu yakınma ile başvuruların daha fazla olmasının partneri tatmin etme çaba ve kaygısından kaynaklandığı belirtilmektedir.

    Denetimsiz boşalma genellikle primer bir sorundur.

    Erken boşalma çeşitleri nelerdir?

    Metz ve McCarthy 9 tip erken boşalma tanımlar. Cinsel terapistler  bunu 12’ye tamamlar.

    12 tipi vardır. 4’ü fiziksel nedenli, 7’si psikolojik ya da ilişkisel nedenli ve 1 tanesi de diğer bir cinsel fonksiyon bozukluğunun eşlik ettiği karışık tip olmak üzere inceleyeceğimiz erken boşalma tipleri, özellikle klasik ve geleneksel yöntemlerin sonuç vermemesini anlamada bizi aydınlatacak bir sınıflama olacaktır.

    1. Özgüven eksikliğine bağlı erken boşalma
    2. Psikolojik streslere bağlı erken boşalma
    3. Karışık tip erken boşalma
    4. Psikoseksüel beceri eksikliğinden kaynaklanan erken boşalma
    5. Nörolojik sisteme bağlı erken boşalma
    6. Bilinçdışı çatışmalara bağlı erken boşalma
    7. Psikolojik sisteme bağlı erken boşalma
    8. Fiziksel hastalığa bağlı erken boşalma
    9. Fiziksel yaralanmaya bağlı erken boşalma
    10. İlacın yan etkisine bağlı erken boşalma
    11. Mahremiyet eksikliğine bağlı erken boşalma
    12. İlişki stresine bağlı erken boşalma

    Özgüven eksikliğine bağlı erken boşalma

    Özgüven, bir kişinin kendi değerleri ve yetenekleri hakkındaki subjektif ( öznel) değerlendirmesidir. Yani kişinin kendi özelliklerinin ne ölçüde olumlu ya da olumsuz olduğu hakkındaki yorumudur.

    Psikolojik streslere bağlı erken boşalma

    Psikolojik sıkıntılara bağlı erken boşalma, uyum sorunu (geçici depresyon yada anksiyete), alışkın olunmayan ciddi bir stres yada akut depresyon gibi geçici psikolojik zorlanmalardan kaynaklanabilir.

    Erken boşalması olan erkekler için tipik bir kişilik profili var olmasa da, bilimsel literatüre göre daha çok durumsal anksiyete, reaktif depresyon, kendine güven kaybı, şüphecilik, engellenme, öfke, sınırlayıcı dini inançlar, kişinin kendi bedeni ve cinsellikle ilgili olumsuz duygularının olması ya da cinsel performans hakkında gerçekçi olmayan beklentilerin olması veya kişinin baba ver erkek rolleri arasında çatışma yaşaması gibi durumlarda erken boşalmanın görüldüğü söylenebilir.

    Psikolojik sıkıntılara bağlı erken boşalma sonradan kazanılmıştır.

    Karışık tip erken boşalma

    Başka bir cinsel fonksiyon bozukluğunun eşlik ettiği erken boşalmadır.

    Erken boşalma başka bir cinsel fonksiyon bozukluğuyla olabilir, cinsel isteksizlik yada sertleşme sorunu gibi veya cinel kimlik bozukluklarının yani eşcinselliğin bir sonucu olabilir.

    Psikoseksüel beceri eksikliğinden kaynaklanan erken boşalma

    Erken boşalma, erkek kendi bedeni, partnerinin bedeni ve cinsel fizyoloji (cinsel yanıt nasıl oluşur) konularında doğru ve yeterli bilgiye sahip olmadığında cinsel performansla ilgili gerçekçi olmayan beklentileri olduğunda ve cinsel uyarılma sırasında bedenini kontrol etmeyi beceremediğinde ortaya çıkabilir.

    Ayrıca bazı erkekler flört etme yada kişiler arası ilişki becerilerinden de yoksundurlar. Bu tarz erken boşalma cinsel ilişkilerde ömür boyu sürebilir ama mastürbasyon sırasında  ortaya çıkmayabilir.

    Başarısız olma korkusu vardır, cinsel olarak uyarıldığında bedenini rahatlatmakta sorun yaşar; erken boşalmayla baş edecek teknikler konusunda farkındalığı azdır; partnerinin bedeni ve tepkilerine aşırı derecede odaklanmıştır; kısıtlanmış, endişe dolu hisleri vardır ve bozuk düşüncelere sahiptir.

    Nörolojik sisteme bağlı erken boşalma

    Tarihsel olarak erken boşalma konusunda en genel açıklamaları içeren nörolojik sisteme bağlı erken boşalma, sinir sisteminde erken boşalmaya fizyolojik bir yatkınlık olmasından kaynaklanır. Boşalma refleks olarak tetiklenir.

    Erken boşalması olan bazı erkeklerin aykırı olarak aşırı duyarlı sempatik sinir sistemleri yani çok hızlı işleyen boşalma refleksleri vardır. Erken boşalmanın bu türü; erkeğin yaşamı boyunca sürer, mastürbasyon da dahil olmak üzere her durumda ve her partnerle olur.

    Erken boşalması olan erkeklerin aşk kası refleksi (bulboculvernosus refleksi) daha hızlıdır. Bu aşk kaslarında daha hızlı bir nörolojik yanıt olduğu anlamına gelmektedir.

    Penisin aşırı duyarlılığı, penisin cinsel nesnelere teması ve bunu algılayan sinirsel yapılar ise algının iletildiği üst merkezler arasındaki ilişkinin erken boşalmaya yol açacak şekilde aşırı duyarlılık derecesinde olmasıdır.

    Bilinçdışı çatışmalara bağlı erken boşalma

    Ödipal çatışma ve oto kastrasyon yaşayan kişilerde çok görülür. Bu kişiler anne lafını çok kullanırlar ve muhtemelen  anne ile ayrışma gerçekleşmemiştir. Bu kişilerde anneden ayrışma ve bağımsızlaşma sorunları , bağlanma hastalığı görülür.

    Psikolojik sisteme bağlı erken boşalma

    Psikolojik Sisteme Bağlı Erken Boşalma; bipolar bozukluk, obsesif-kompulsif bozukluk, kronik depresyon, anksiyete bozukluğu, şizofreni, kişilk bozuklukları( örneğin, çekingen kişilik bozukluğu, bağımlı kişilik bozukluğu, narsisistik kişilik bozukluğu ya da borderline kişilik bozukluğu ),travma sonrası stres bozukluğu yada dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gibi gelişimsel olarak ortaya çıkan kronik psikolojik tahatsızlıklardan kaynaklanabilir. Erken boşalmanın bu türü, erkeğin yaşamı boyunca ve her durumda ortaya çıkar.

    Fiziksel hastalığa bağlı erken boşalma

    Bu çeşit erken boşalma sonradan kazanılmıştır, yaşam boyu değildir ancak her cinsel durumda ortaya çıkar.

    Bir takım akut hastalıkların boşalma hızını etkilediği bilinmektedir. Bazıları idrar yolu enfeksiyonları gibi oldukça yaygın hastalıklarken, bazıları da az görülen rahatsızlıklardır. Erken boşalmaya en çok neden olan rahatsızlık prostat iltihabıdır(prostatit). Ayrıca diğer ürolojik hastalıklar da erken boşalmaya yol açabilir.

    Ayrıca karaciğer yetmezliği, kalp-kan dolaşım rahatsızlıkları, hipertansiyon, arsenik, benzol ve kurşun gibi kimyasal maddelerden zehirlenmeler, çeşitli skleroz, ağır böbrek hastalıkları, prolaktin anomalileri ve tiroid hormon bozuklukları gibi endokrinopatiler de erken boşalma yapabilir. Bu nedenle erken boşalma hastalarında rutin olarak prolaktin ve testosteron düzeylerine bakılması tedavinin gidişatı için çok yararlı olacaktır.

    İlacın yan etkisine bağlı erken boşalma

    Özellikle ruh sağlığı hastalıklarında kullanılan ilaçların ani olarak kesilmesi erken boşalma sorununa yol açabilir.Bu tip erken boşalma sonradan kazanılmış olup, her durumda ortaya çıkar.

    İlişki stresine bağlı erken boşalma

    Karmaşık kişilerarası ilişkiler  erken boşalmaya yol açabilir ya da erken boşalma nedeniyle ilişkiler bozulabilir. İlişkisel sorunlara bağlı erken boşalma iletişim eksikliği, yanlış anlaşılmalar, romantik olmaktan korkma, çözülmemiş duygusal çatışmalar,partnere karşı aşırı hassasiyet, yakın ilişkilerden aşırı derecede korkma ya da aldatılmaya karşı bir cevap nedeniyle ortaya çıkabilir.

    Ayrıca kadına karşı isteksizlik , eşle çatışma, eşin hayal kırıklığına uğrayabileceği korkusu, erken boşalma korkusu gibi durumların erken boşalmaya yol açacağı saptanmıştır. İlişkisel sorunlara bağlı erken boşalma genelde sonradan kazanılmıştır.

    Mahremiyet eksikliğine bağlı erken boşalma

    Sağlıksız bağlanmalar kişinin sağlıklı ve mutlu bir evlilik yaşamasına engel olabilir. Cinsel birleşme eylemi, bir başkasının vücudunda başka birinin vücudunun yer alması, son derece kırılgan fizyolojik bir pozisyondur. Cinsel sorunlar mahremiyet zorluklarının bir göstergesidir.Mahremiyet evlilikte, cinsel ve aile yaşamından çok elzem bir kavramdır. Mahremiyet de aşk gibi bir çok tanıma sahiptir.Mahremiyet yaygın anlamlarının dışında birçok şey ifade etmektedir.Herhangi bir şey özelse, onu hak etmeyen bir kişiyle paylaşmak doğru değildir.bu özel olan şey için ‘mahrem’ kelimesi de kullanılabilir. Paylaşmak haline, gizli olma durumuna veya gizliliğe ise ‘mahremiyet’ denir. Mahremiyet için bir çok önemli öge vardır; bağlanabilme ve iş birliği becerisi, mahrem ilişkilerde meydana gelen çatışmayı, düşmanlığı çözebilme, anlama, direnebilme ve ifade edebilme yetisi.

    Mahremiyet korku dolu bir süreçtir çünkü ifşa korkusu, terk edilme korkusu; kızgın saldırı korkusu; kontrolü kaybetme korkusu; kişinin kendi yıkıcı dürtülerinin korkusu; kişinin bireyselliğini kaybetme korkusu gibi korkular içinde barındırır.Erken boşalmaya yol açan mahremiyet eksikliği, yakınlık korkusunun bir sonucu da olabilir.

    Sünnet yaşının erken boşalma üzerinde etkisi var mıdır ?

    Yapılan araştırmalara göre erken boşalmayı “sünnet yapan kişinin mesleki konumu”, “sünnet ettirilme nedeni”, “zorla sünnet ettirilme durumu”, “sünnet sırasında anestezi kullanımı” ve “sünnete bağlı ek bir sorun olup olmaması” etkilememiştir.

    Fakat “sünnet olma yaşı” açısından görülen farklılık ise sünnet yaşının Erken Boşalma üzerinde etkili olduğunu göstermiştir. Bulgulara göre sağlıklı grubun büyük çoğunluğunun (% 82,5) “7 yaşın altında” sünnet oldukları izlenmiştir.

    Erken Boşalan grupta ise yine büyük bir çoğunluk (% 72,5) “7 yaş ve üstünde” sünnet olmuştur.

    “7 yaş ve üstü”nde sünnet olmanın erken boşalma ile karşılaşma açısından oldukça riskli olduğu tesğit edilmiştir. Diğer taraftan “7 yaşın altında” sünnet olmanın erken boşalma açısından anlamlı bir risk taşımadığı gözlenmiştir.

    Fallik dönemde sünnet ve erken boşalma

    Araştırmalara göre, “3-7” yaşları arasında (fallik dönemde) sünnet olanların erken boşalma ile karşılaşma oranı olan % 10, diğer yaş dilimlerine göre en düşük orandır. Bu bulgu beklendik değildir. Çünkü Freud’un , sünnetin iğdiş edilme korkusu ile bağlantılı olabileceğine dikkat çekmesi ile ilişkili olarak sünnet “fallik dönem”de önerilmeyen bir ameliyat olagelmiştir. Bu konuyla ilgili Türkiye’deki elde edilen ilk kanıtlara göre , 4-7 yaşları arasında sünnet olma sürecindeki (sünnet öncesi ve sonrası gözlem) 12 çocuk üzerinde yaptığı testlerin sonuçlarına göre sünnetin, çocuklar tarafından “iğdiş edilme” ve bedenlerine bir “saldırı” olarak algılandığını belirtmektedir. Sünnetin (sünnet olma süreci ve anında) iğdişlik korkusunu tetiklediğini bildirilmiştir. Ayrıca, Türkiye toplumundaki çocukların çoğunluğunun iğdişlik korkusunun arttığı bir dönemde (3-7 yaş) sünnet ettirildiğini vurgulayarak, sünnetin erkek çocuğa “organıma bir şey yapılacak”, “bir parçası kesilecek” korkusu yaşattığına ve bu korkunun da çocukta iğdişlik karmaşasının yerleşmesine neden olabileceği tespit edilmiştir..

    Benzer biçimde yapılan bir araştırmaya göre   ergenlik dönemi öncesi travma (sünnete bağlı oluşan iğdişlik korkusu bir travma olarak düşünülebilir) yaşayan erkeklerde yaşamayanlara göre üç kat daha fazla sertleşme sorunu, iki kat daha fazla erken boşalma ve azalmış cinsel istek olduğunu gözlemiştir

    Fallik dönem sonrası (7 yaş ve üstü) sünnet ve erken boşalma

    Erikson’un  gelişim kuramına göre çocuk 6-7 yaşlarına geldiğinde, ruhsal dünyası ile gerçek yaşama girmeye hemen hemen hazırdır. Çocuk bu süreçte, aletleri (araç-gereçler) ve becerilerinden ya da çalışma arkadaşları ile arasındaki konumundan umudunu keserse, onlarla ve aletler dünyasının bir bölümüyle özdeşim kurmaktan kaçınır. Böylece çocuk, aletler dünyası ve beden yapısındaki donanımına (el, kol, cinsel organlar vb.) karşı umutsuzluğa kapılarak yetersizlik ve aşağılık duygusu içine girer. Bu döneme sünnetsiz olarak girmek, “henüz erkek olmadım” algısına paralel bir biçimde, beden donanımında da bir eksiklik algısı ortaya çıkararak Türkiye’deki erkek çocuklarında yetersizlik ve aşağılık duyguları uyandırıyor olabilir. Bu yorum, Türkiye’de, sünnet olmamanın erkek olmamakla, toplum dışı kalmakla eşanlamlı olduğunu ve bu nedenle sünnetin önemli bir benlik gereksimi halini aldığını destekler. Bu yönüyle bakıldığında sünnet olan bireyin beden algısı ve beden parçası kaybına yüklediği anlam yaş arttıkça, fiziksel ve zihinsel olgunluğa bağlı olarak, farklı boyutlar kazanabilir. Böylece geç sünnet erken boşalmanın gelişiminde rol oynayabilir.

    Boşalma öncesi majör belirtiler nelerdir?

    • Nefes hızlanması,
    • Kaslarda kasılma,
    • Ritmin hızlanması

    Boşalma öncesi minör belirtiler nelerdir?

    Penisten gelecek boşalma sinyalleri;

    • Keyifli bir yanma
    • Bir ılıklık ve sıcaklık
    • Uyuşma veya karıncalanma
    • Kasık bölgesindeki kaslarda kasılma
    • Çekilme

    Erken boşalan erkeklerin ortak özellikleri nelerdir?

    • Hızlı yemek yerler.
    • Hızlı araba kullanırlar.
    • Her konuda aceleci davranırlar.
    • Çabuk sinirlenirler.
    • Kontrolsüz davranışları vardır.
    • Ya çok çabuk güvenirler ya da güven duymada zorlanırlar.
    • Kaygılı ruh halleri vardır.
    • Çocukluklarında babalarıyla sorunları vardır.
    • Çocukluklarında yataklarını ıslatmışlardır.
    • Genellikle eğitim düzeyleri yüksektir.
    • Atipi kişilik yapısına sahiplerdir.
    • Rekabetçi, sosyal alanda ve mesleğinde hırslıdır,
    • Dakiktir,
    • Güçlü ve etkileyicidir,
    • Sabırsızdır,
    • Aynı anda birkaç iş yapmayı sever,
    • İnsanlara ve olaylara çabuk sinirlenir,
    • Onaylanmayı bekler,
    • Sorunlu bir dinleme tarzı vardır,
    • Daima telaşlıdır,
    • Ev ve iş dışında çok az ilgi alanı vardır,
    • Duygularını saklar,
    • Kendini ve başkalarını işlerini bitirmeye zorlar vb.

    Boşalmanın hızını artıran faktörler nelerdir?

    • Genç olmak,
    • Romantik, içgüdüleri zayıf ve mantığıyla hareket eden erkekler,
    • Heyecanlanmak,
    • Uzun süren cinsel perhizler sonrası kurulan cinsel ilişkiler,
    • Partnerinin daha istekli olması,
    • Yeni evlenmiş veya hiç cinsel ilişkide bulunmamış olmak,
    • Cinsel ilişki yoğunluğunun azalması,
    • Cinsel birleşme esnasındaki gidip gelmelerin hızlanması,
    • Kaygılı ve sinirli ruh hali,
    • Aşırı istekli olmak veya aşırı cinsel isteğin verdiği gerginlik,
    • Eve günün stresinden bunalmış, yorgun ve sıkıntılı bir halde gelmek,
    • Performans anksiyetesi yani aşarısızlık korkusu,
    • Partner olarak seçilmiş kadının cinsel isteksizliği,
    • Cinsel zevke önem vermeyen kadınlarla, hayat kadınlarıyla veya yakalanma korkusu olan bir ortamda kız arkadaşlarla yaşanan erken cinsel deneyimler,
    • Devamlı alışılmış partnerle değil de ek olarak başka bir partnerle ilişkiye girme,
    • Sorunlu veya bozuk giden evlilikler,
    • Sertleşme bozukluğu olacağı endişesi vb.

    Erken boşalmanın tedavisi nasıldır?

    Erken boşalma tedavisinin önündeki en büyük engel erkeğin tedavinin ne zaman biteceğine yönelik aceleci tutumudur. Erkek ironik bir şekilde tedavi için acele ettikçe erken boşlamasının tedavisini de baltalamaktadır. 

    Erken boşalma cinsel terapisinde erkekler sonu belirsiz ve zaman sınırlaması olmayan bir cinsel aktiviteye yönlendirilmelidir. Böylece çiftler arasındaki yakınlık en yüksek düzeye çıkar ve bu yakınlık süreklilik kazanır. Örneğin buz pateniyle dans ederken, buz pistini sınırlayan hiçbir başlangıç ve varılacak son nokta veya bir işaret yoktur. Çiftler özgürce dans ederler. Önemli olan o anı yaşamaktır. Cinsellikte de önemli olan son noktayı düşünmeden telaşsız bir şekilde şimdiye ve duygularımıza yoğunlaşmaktır. Ayrıca yoğunlaşırken bedenimizin serbestçe hareket etmesine olanak tanırsak cinsellik doğal bir şekilde gerçekleşebilir. Aksi takdirde “nasıl bir cinsel birleşme olmalıdır?” kavramını tanımlayan toplumun genelinde kabul görmüş cinsel mitlere uygun bir şekilde hareket edersek, ani bir boşalma kaçınılmaz olacaktır.

    Bu nedenle erken boşalmanın tedavisinde boşalma süresini uzatmak değil, kişiyi telaşsız bir birleşmenin getireceği sonsuz yakınlık duygusuna ulaştırmak, zamansız bir şekilde cinsel birleşme becerisini ve kalıcı olarak boşalma refleksi üzerinde istemli denetim sağlamayı öğretmek esas olmalıdır.

    Erkeğin ne kadar sürede boşaldığından çok, boşalmanın istendiği zamanda olabilmesi için; düşük uyarım ve heyecan düzeyinde cinsel aktiviteye devam edilmeli, aşırı heyecanlanıldığında sakinleşene kadar beklenmeli ya da yavaşlamalı ve sakinleştikten sonra yeniden cinsel aktiviteye başlanmalıdır. Bu sayede cinsel heyecanı arttırıp azaltma becerisini kazanıp, istemeden doruğa ulaşılan o noktadan uzak durma öğrenilebilir.

    Ama bu süreç içinde boşalmayı kontrol etmeyi öğrenirken “sabırsız” olunmamalıdır. Çünkü önemli olan heyecan düzeyi arttığında geri çekilmek gerektiğini anımsamak ve fark etmektir. Erken geri çekilmek, geç kalmış olmaktan her zaman daha iyidir. Boşalmayı kontrol etmeyi değil, boşalmanın istem dışı bir şekilde gerçekleştiği kaçınılmazlık noktasına (geri dönülmez nokta) ulaşmamak için heyecan düzeyimizi kontrol etmeyi öğrenmeliyiz. Bu durum üzerinde şelale bulunan bir ırmakta kayıkta kürek çeken bir kişiye benzetilebilir. Tecrübeli kayıkçı ırmağın durgun sularında kalır, şelaleye fazla yaklaşmaz. Tecrübesiz kayıkçı şelaleye fazla yaklaşırsa kayığın üzerindeki kontrolünü tamamıyla yitirebilir. Eğer kayıkçı şelaleyi aşmayı amaçlamıyorsa yani henüz boşalıp orgazm olmak istemiyorsa, deneyimleri ona, ırmağın durgun sularında kalmayı yani heyecan seviyesini kontrol etmeyi öğretecektir. Bu yöntemin, heyecan seviyesini kontrol etme yeteneğini ortaya çıkarıp geliştirebilmek için cinsel aktivitenin yeterince uzatılmasına olanak tanır. Tedavide;

    • “neden?” sorusuna yanıt aranması yani sebebin açığa çıkarılması,
    • nedenselliği değiştirecek güç ve kudretin hastanın içinde olduğunun gösterilmesi ve hissettirilmesi,
    • endişelerin giderilmesi,
    • gevşeme ve rahatlamanın sağlanması,
    • erken boşalma yaratan kişilik özelliklerinin tespit edilerek yerine daha olumlu davranışların öğretilmesi,
    • sık cinsel ilişkide bulunarak cinsel gerilimin azaltılması,
    • cinsel birliktelikte birden fazla ilişkiye girme,
    • mastürbasyon egzersizleri,
    • erkeklerin boşalma olmaksızın en az bir saat süreyle sevişmeye motive edildiği carezza yöntemi,
    • cinsel ilişki sırasında prezervatif kullanılması,
    • soluk almanın kontrol edilmesi esasına dayanan pranayama tekniği ve
    • uyuşturan kremlerin veya spreylerin penis başına sürülmesi işe yarayabilir.

    Erken Boşalma  tedavisinde yeni ve uygun farmakolojik tedavilerin kullanılmaya başlanmasına geleneksel psikolojik/ davranışsal metodlar yan etkilerinin olmaması, çiftleri cinsel ilişkide iletişime teşvik etmesi, orta derecede başarılı olunması nedeni ile halen cazip bir tedavi seçeneği olarak bulunmaktadır. Önemli miktarda zaman ve para gerektirir, hemen sonuç alınamaması partnerin uyumu gereklidir ve etkinliğinin belirsizliği bazı çekinceleride beraberinde getirmektedir.Seks terapistleri arasında iki psikolojik/davranışsal yöntem popülerlik kazanmıştır. Bunlardan ilki Semans tarafından geliştirilen dur-sık tekniğidir  ve bu teknik daha sonra Masters ve Johnson tarafından kendi cinsel tedavi kliniklerinde kullanılmıştır.

    İkinci metod ise Kaplan , tarafından savunulan dur-ara ver tekniğidir. Her iki teknikte de seksüel stimulus durdurularak ejakülasyon dürtüsü baskılanır. Ancak ilk yöntemde, ejakülasyon olmasına yakın zamanda stimülasyona ara verilmesi için glans penis sıkılır.

    Dur-sık tekniğinde; Tedavinin başlangıç aşamasında erkek altta sırt üstü pozisyonda olmalıdır. Erkeğin cinsel eşine ejakülasyon dürtüsünün oluştuğunu belirtmesi sonrasında çiftler; bu aşamada seksüel hareketi durudur. Cinsel eş her iki elin işaret ve orta parmağı ile penisi korona hizasından tutar; iki elin baş parmağı ile  aralıklı olarak erkeğin boşalma dürtüsü azalana kadar bası uygular. Ancak bu bası ereksiyonun kaybına neden olacak seviyede olmamalıdır. Sıkma işlemi, farklı sürelerde uygulanmaktadır ve belirlenmiş özel bir süre yoktur. Bu yöntemde erkek ve bayan duyularına çok dikkat etmeli ve boşalma kaçınılmaz olmadan önce aktivitesini durdurmalıdır. Orta derecede seksüel uyarı devam edecek şekilde dengeli dürtü azalması yapan yaklaşım en etkin yoldur . Masters ve Johnson’un ilk raporunda erken boşalma tedavisinde kısa sürede %2, uzun sürede %3 oranında başarısızlık belirtilirken, sonraki çalışmalarda çok daha düşük başarı oranları (%50-60) rapor edilmiştir (49).

    Başla-dur tekniği: Cinsel ilişki sırasında uzun boşalma zamanı için gerekli olan davranışları daha iyi taklit ettiği düşünülerek Kaplan tarafından geliştirilmiştir.  Haftalık ayaktan tedavi 25 primer, yaygın (tüm partnerlerle ve sıklıkla mastürbasyon sırasında da) erken boşalması olan erkeklerde %80-90 oranında yüksek bir başarı oranına sahiptir. Hem dur-sık hem de başla-dur tekniklerinin farklı terapistlerin varyasyonları dahil farklı tanımlamaları mevcuttur. Bazı terapistler yavaşlama, derin nefes alma veya dairesel tarzda hareket gibi erken boşalması  olmayan birçok erkeğin bilinçsizce yaptığı teknikleri kullanmayı tavsiye etmektedir. Hemen hemen hepsi cinsel ilişki pozisyonunun etkili faktör olduğu konusunda hem fikir olup; partnerin üstte veya yanda olduğu pozisyonlar, erkeğin üstte olduğu pozisyona göre daha fazla kontrol olanağı sağlamaktadır

    Davranışsal ve psikolojik stratejiler kullanıldığında tedavide etkinliği artıran üç faktör önemlidir:

    Birincisi erkeğin seksüel ve visseral duyularına olan dikkati yükseltilmelidir.

     İkincisi, çiftlere koite odaklanmamaları söylenmeli ve geniş perspektifli bir cinsel tutum geliştirilmelidir.

    Üçüncüsü, erkek ve daha az derecede de eşi boşalma kontrolü arttırmak için alternatif kognitif ve davranışsal stratejiler geliştirmelidir. Bu spesifik tekniklerin ötesinde, erkeğin tedavi için motivasyonu ve davranışsal yaklaşımlara olan açıklığı ve partnerin ilişki hakkındaki olumlu yaklaşımı pozitif tedavi sonucu sağlanmasında önemli belirleyicilerdir.

     En etkili tedavi haftada 1-2 seans olarak başlamaktır. Uzun dönemde etkinliği azaldığı için yeterli yoğunluk veya sürede olmayan tedavilerde nüks ihtimali artar başarı sağlandıktan sonra 6 aylık görüşmelerle periyodik olarak devam edilir . Erken boşalmanın grup veya bireysel tedavisine ait sonuçları net değildir ancak çiftlerin birlikte tedavi proğramına dahil edilmesi başarı oranını artırdığı bilinmekle birlikte bazı toplumlarda sosyokültürel farklılıklar buna izin vermeyebilir.

    Erken boşalma antidepresanlar ile tedavi edilir mi ?

     İsteğe bağlı kullanım ile ilgili sınırlı sayıda çalışma bulunmakla birlikte klomipraminin (10- 50mg) cinsel ilişkiden en az 4-6 saat önce alındığında etkinliğinin en az 15 saat devam ettiği bulunmuştur. Diğer bir strateji ise paroksetin, sertralin ve fluoksetinin günlük düşük doz kullanımının, cinsel ilişkiden kısa süre önce verilen yüksek doz ile kombine edilmesidir.

    Güncel tedavi seçenekleri

    1) Kendi kendini tedavi etme çabaları

     2) Davranış tedavileri

    3) Topikal tedaviler (lokal anestetikler)

    4) PDE5 inhibitörleri

    5) Tramadol

    6) SSRI/trisiklik antidepresan kullanımı

    7) Dapoksetin

    8) Diğer yeni tedaviler

    Kaynaklar (8)
    1. Ekmekçioğlu O, Nas H, Yılmaz U ve ark. (1999) Prepusyum retraktilitesi ve sünnetle ilişkisi, Türk Üroloji Dergisi, 25(2): 174-7.
    2. Koçak İ, Özkök S, Dündar M ve ark. (2001) Bir toplu sünnet uygulaması ve sonuçlarının medikolegal yönden değerlendirilmesi. Türk Üroloji Dergisi, 27(1): 65-9.
    3. Cücelioglu A, Hoşrik E, Ak M, Bozkurt A. ( 2012) Sünnet yaşının erken boşalma üzerindeki etkisi. Türk Psikiyatri Dergisi, 23(2): 99-107.
    4.  Kaynar, M.(2010).Prematüre ejekülasyon( erken boşalma) tedavisinde tramadol kullanımı,(Yayımlanmamış uzmanlık tezi). Selçuk Üniversitesi/Meram Tıp Fakültesi ,Konya
    5. Keçe, C.(2010) 10 adımda erken boşalmanın tedavisi. Ankara: Pusula.
    6. Keçe, C.(2014) Erken boşalmanın üstesinden gelmek.Anlara:Pusula.
    7. Gülsün, M., Ak, M., & Bozkurt, A. (2009). Psikiyatrik Açıdan Evlilik ve Cinsellik. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar-Current Approaches In Psychiatry, 1: 68-79.
    8. Kulacaoğlu, F.(2016). Psikojenik nedenli erektil disfonksiyon. Androloji Bülteni , 18(67): 230–232.
  • Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu

    Sitede yer alan yazılarda daha önce obsesif kompulsif bozukluktan bahsedilmişti. Bu yazıda ise obsesif kompulsif kişilik bozukluğundan bahsedeceğiz.

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu nedir?

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğunun temel özelliği genç erişkinlik döneminde başlayan ve çok değişik koşullar altında ortaya çıkan, aşırı bir mükemmeliyetçilik, düzenlilik, kendini ve başkalarını denetleme isteğidir. Bu özellikler danışanın esnek, açık ve verimli olmasını engeller.

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu ne sıklıkla görülür?

    Görülme sıklığının genel popülasyonda %1, psikiyatrik bozuklukları olan kişiler arasında ise %3-10 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Erkeklerde kadınlara göre iki misli daha fazla görülmektedir.

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu tanısı ve DSM-V (Ruhsal bozuklukların tanısal ve istatistiksel el kitabı) 

    DSM-V’te obsesif kompulsif kişilik bozukluğu için daha özgül hale getirilen tanı ölçütleri şunlardır:

     A. Aşağıdakilerden en az dördünün olması ile belirli, genç erişkinlik dönemimde başlayan ve değişik koşullar altında ortaya çıkan, esneklik, açıklık ve verimlilik pahasına düzenlilik, mükemmelliyetçilik, zihinsel ve kişilerarası kontrol koyma üzerine aşırı kafa yormanın olduğu sürekli bir örüntü.

    1. Asıl amacı unutturacak şekilde ayrıntılar, kurallar, listeler, sıralama, organize etme ya da program yapma ile uğraşıp durur.

    2. İşin bitmesini zorlaştıran mükemmeliyetçilik gösterir.

    3. Etkinlik ve arkadaşlarından yoksun kalacak şekilde kendini işe adar.

    4. Ahlak, doğruluk, değerler gibi konularda esneklik göstermez.

    5. Özel bir değeri olmasa bile eski, değersiz şeyleri elden çıkaramaz.

    6. Görev dağılımı yapmak ve başkaları ile birlikte çalışmak istemez.

    7. Para harcama konusunda hem kendisine, hem de başkalarına karşı cimri davranır.

    8. Katı ve inatçıdır.

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğunun özellikleri

    Obsesif-kompulsif kişilerin düşünceleri genellikle akılcı ve işlevsel özelliklerden yoksundur. Bu yoksunluk ise uyumsuz duygulara, davranışlara ve fizyolojik tepkilere yol açar. Obsesif-kompulsiflerin bazı otomatik düşünceleri şu şekilde sıralanabilir:

    • “Bu iş mükemmel olmalı”,
    • “Bunu kendi başıma yapmalıyım yoksa tam ve doğru olmayabilir”,
    • “Boş zamanlarımda roman okumak yerine daha üretken işler yapmalıyım”,
    • “Ne yapacağıma karar vermeden önce iyi düşünmeliyim yoksa hata yapabilirim”,
    • “Bir kişi yanlış davrandıysa cezalandırılmalıdır”,
    • “Bu eski lambayı saklamalıyım, çünkü bir gün ihtiyacım olabilir”,
    • “Bir işi, doğru olduğundan emin olmak için tekrar tekrar yapmayı tercih ederim”,
    • “Bu partide kendimden hoşnut olmalıyım”.

    Obsesif kişilerin bazı özellikleri

    • Bu kişiler kendilerini yetersiz ve çaresiz olarak algılarlar. Çaresizlikle ilgili bu inançları yüzünden kendilerini koruyamayacakları düşüncesiyle diye paniğe kapılır, işlevlerini yerine getiremez hale gelirler.
    • Diğerlerini fazla rahat, sorumsuz, sadece kendileriyle uğraşan, yetersiz kişiler olarak görürler. Kendilerini, kendilerinden ve diğerlerinden sorumlu olarak görürler. Kendilerinden ve diğer insanlardan beklentileri çok fazladır. Mükemmeliyetçilikleri bazen işe yarasa da genel bir yaşam stili haline geldiğinde fonksiyonel değildir.
    • Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu olan bireyler her şeyi, en iyi ve en kusursuz bir biçimde yapmak ister. Bu nedenle başladığı bir işi defalarca bozup yeniden başlayabilir.
    • Obsesif kompulsif kişilik zamanını iyi kullanamaz. Önemsiz ayrıntılarla çok zaman kaybeder. Örneğin; bir öğrenci, bir sınavda, bütün soruların yanıtlarını bildiği halde, tüm sınav süresini birinci soruyu yanıtlamakla geçiriyor. Sürenin dolmasına beş dakika kaldığı halde hala, birinci soruyu devalı silip yeniden yazmaktadır
    • Obsesif -kompulsif kişilik, yaşamak için çalışmak yerine çalışmak için yaşar.
    • Hayatta katı kurallar vardır ve bu kurallara hiç değiştirilmeden uyulmalıdır.
    • İnsanları tanımlayan yaptıkları iştir. Yaptığımız iş ne kadar iyi ise biz de o kadar iyi bir insan sayılırız.
    • “Düzenli olmazsam, olan bitenle başa çıkamaz hale gelebilir, kontrolü kaybedebilirim.” “Var olmak için kurallara ve düzene ihtiyacım var.” “Belli bir sistemim yoksa her şey mahvolur.” “Performansımdaki en küçük bir kusur bile büyüyüp, bir çığa dönüşebilir.” “Eğer bu işte başarısız olursam, bir insan olarak da başarısızım demektir.” Gibi fonksiyonel olmayan düşünceleri vardır.
    • “Kontrolü elde tutmalıyım.” “Her şeyi mükemmel yapmalıyım.” “Neyin en iyi olduğunu bilirim.” “Her şey benim söylediğim şekilde yapılmalıdır.” “Ayrıntılara dikkat edilmelidir.” “İnsanlar mutlaka daha iyiye doğru çabalamalıdır.” Gibi stratejilerle hareket ederler.
    • Standardın altında performans beklentisi yüzünden anksiyete, gerçek ve ciddi başarısızlıklar karşısında da depresyon yaşarlar.

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğunda kişilerarası özellikler

    Kişilerarası bakış açısıyla, obsesif kompulsif kişilik bozukluğu olan bireyler sosyal etkileşimlerinde son derece kısıtlıdır. Spontanlıktan yoksundurlar, kişisel etkileşimlerinde neredeyse çizelge tutarlar. Uzaklıkları ve hesaplama nitelikleri iş ortamlarında, astları ve üstleri ile ilişkilerinde açıkça görülebilir. Psikodinamik yaklaşımın da öne sürdüğü gibi, ebeveynin aşırı kontrolcülüğü kompulsif kişiliğin gelişmesine katkıda bulunan bir faktördür. Kişilerarası psikologlara göre, gerçek başarıların ödüllendirilmesinde yapılan ailesel hatalar da önemli bileşendir.

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğunun sebepleri nelerdir?

    • Katı tuvalet eğitimi gibi anal döneme saplanmaya yol açan etkenler, titizlik, inatçılık ve düzenlilik gibi karakter hatalarının gelişmesine neden olabilir. (Bu görüş aradan geçen zaman içinde gücünü bir miktar yitirmişse de Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu vakalarının bir bölümünde görülen tuvalet ritüelleri bu görüşü destekler gibidir. )
    • Çocuğun duygu, düşünce ve dürtülerin ifade edilişine ebeveynlerce uygulanan aşırı kontrol ve takdirsizliğin çocukta bu yönde bir yapı oluşturabileceği düşünülmektedir.
    • Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu olan bireylerin ailelerinde depresyon ve diğer C kümesi kişilik bozuklukları (çekingen kişilik bozukluğu, bağımlı kişilik bozukluğu) daha sık görülür.

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu ile ilgili araştırma ve deneysel veriler

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu ile ilgili olarak yapılmış çok az tanımlayıcı çalışma mevcuttur. Bu bozukluk ile ilgili bilgilerimizden pek çoğu klinik çalışmalar sonucunda elde edilmiştir. Yapılan faktör analitik çalışmalar, birçok özelliğin Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu tarafından kapsandığını ve birlikte bulunduklarını göstermektedir. Fakat psikoanalistlerin öne sürdüğü gibi, obsesif kompulsif kişilik bozukluğunun katı tuvalet eğitiminden kaynaklandığı ile ilgili bir bulguya rastlanmamıştır. Adams’ın obsesif çocuklarla yapmış olduğu bir çalışmada, bu çocukların ailelerinin, katılık, kontrol, aşırı uyum, yetersiz empati ve yetersiz duygu aktarımı gibi obsesif özellikler taşıdığı belirtilmektedir. Obsesif-kompulsif kişilik özellikleri taşıyan bu çocukların, gelecekte yüzde kaçının obsesif kompulsif kişilik bozukluğu geliştirecekleri ise tahmin edilememektedir.

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğunun genetik ve fizyolojik temelleri ile ilgili olarak bazı çalışmalar başlamıştır. Clifford, Murray ve Fulker’ in yapmış olduğu bir çalışmada, Leyton Obsesyon Envanteri kullanılmış ve bu envanter ile ölçülen obsesif özelliklerin korelasyon katsayıları, tek yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerine göre daha yüksek bulunmuştur. Kişilik bozuklukları ile beyindeki sağ ve sol hemisfer aktivasyonları arasındaki ilişkilerin incelendiği çalışmalar da mevcuttur.

    Obsesif kompulsif kişilik bozukluğunda ayırıcı tanı

    • Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu, bu adı taşımasına rağmen obsesyon ya da kompulsiyonların olmayışı ile obsesif-kompulsif bozukluktan ayrılır. Ortak özellikler gösterdiği diğer kişilik bozukluklarından ayırt edilmesi güç olabilir.
    • Örneğin; narsistik kişilik bozukluğunda da mükemmeliyetçilik ve başkalarının yaptığını beğenmeme görülebilir. Fakat bunlardaki belirgin kendini beğenmişlik obsesif kompulsif kişilik bozukluğunda yoktur.
    • Danışan birden çok kişilik bozukluğunun ölçütlerini karıştırıyorsa tüm tanılar konulmalıdır.

    Obsesif kompulsif bozukluk ile obsesif kompulsif kişilik bozukluğu arasındaki ilişki

    Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) ile obsesif kompulsif kişilik bozukluğu (OKKB) isimleri benzer olsa da; klinik açıdan birbirinden farklı şeylerdir. Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu da obsesyon veya kompulsiyonların varlığı yerine düzenli olmak, mükemmelliyetçi olmak ve denetim altında tutabilmek düşünülüp durulur. Ayrıca söz konusu bozukluk tanısı konulabilmesi için bozukluğun genç erişkinlik döneminde başlamış olması gerekir. Hem obsesif kompulsif kişilik bozukluğu ve hem de obsesif kompulsif bozukluk tanısının birlikte konması için her iki bozukluğunda semptomlarının kişide beraber bulunması gerekir.

    Bir yaklaşıma göre, çocukluk çağında başlayan obsesif kompulsif bozukluğun ileride obsesif kompulsif  kişilik bozukluğuna dönüşebileceği ileri sürülmektedir. Yapılan başka bir araştırmada obsesif kompulsif kişilik bozukluğu olan obsesif kompulsif danışanlarında kontrol etme kompulsiyonlarının obsesif kompulsif kişilik bozukluğu olmayan obsesif kompulsif danışanlarına oranla daha yüksek sayıda olduğu bulunmuştur. Bu çalışmaların sonuçları, obsesif kompulsif kişilik bozukluğunun, genel obsesif kompulsif semptomatolojiden çok kontrol etme kompulsiyonlarıyla bağlantılı olduğunu düşündürmektedir.

    Ne Zaman Yardım Alınmalı?

    Yaşanılan sıkıntılar (ayrıntılara çok fazla dikkat etme, her şeyi kusursuz yapmaya çalışma vb. gibi) kişiyi rahatsız edecek boyuta gelmişse, kişinin olmak istediği benliği ile gerçek benliği arasında fark varsa (örneğin; kişi, rahat bir yapıya sahip olmak istiyor fakat aşırı mükemmeliyetçi), kişinin bu durumu ve yaşadıkları genel toplum normundan belirgin derece sapma gösteriyorsa ve kendi içerisinde yaşadığı bu çatışmayı çözemiyorsa mutlaka bir tıp hekimine sonrasında ise bir terapiste giderek yardım almalıdır.

    Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğunun Tedavisi

    • Diğer C kümesi kişilik bozukluklarında (çekingen kişilik bozukluğu ve bağımlı kişilik bozukluğu) olduğu gibi danışan durumundan rahatsız olabilir ve tedavi için başvurabilir. Ne var ki terapi sürecini de denetlemek ve kendi istediği biçime sokmak eğiliminde olacağı için psikoterapi zor ve zaman alıcıdır.
    • Eşlik eden depresif bulgular varsa ya da danışanın bazı özellikleri obsesyon ya da kompulsiyon düzeyine yaklaşıyorsa antidepresan ilaçlar denenebilir.
    • Bireysel terapilerden ve grup terapilerinden yararlanılabilir.

    Bilişsel-Davranışçı Terapi Yaklaşımı

    • Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu olan danışanlarla yapılan psikoterapinin temel amacı, danışanın davranış ve duygularının değiştirilebilmesi amacıyla, problemlerinin altında yatan varsayımları ona gösterebilmek ve bunları yenmesinde yardımcı olmaktır. Terapi, danışanın getirdiği problem ya da problemlere odaklanılarak başlamalıdır. Şayet danışan anksiyete (kaygı), baş ağrısı ve erken boşalma gibi belirtilerle başvurursa, bunlar obsesif kompulsif kişilik bozukluğunun ilk ipuçları olabilir. Bazen de danışan “patronum, geçerli bir nedeni olmadığı halde beni sürekli eleştiriyor” gibi çok uç bir şikayetle başvurabilir. Bu tür bir problem ile gelen bir danışan ile çalışmak oldukça güçtür. Terapist böyle bir durumda doğrudan getirilen probleme yönelmeli, patronun davranışlarını değiştiremeyeceklerine göre, hedeflerinin bu davranışların danışan üzerindeki etkisinin değiştirilmesi olduğu danışana belirtilmelidir.
    • Bütün terapilerde olduğu gibi, başlangıçta danışan ile sağlam bir ilişkinin kurulması önemlidir. Bu ise, obsesif bireylerin katı, duygu aktarımı ve kişilerarası ilişkilerinin zayıf olması nedeniyle oldukça zordur. Bu danışanlarla yapılan terapi genellikle duygusal aktarım ve destekten yoksun, yalnızca iş ve problem odaklı olarak sürme eğilimindedir. Terapi ilişkisi genellikle terapistin danışan üzerindeki yönlendirmesine temellenir. Terapinin erken aşamalarında duygusal bir ilişkinin kurulmaya çalışılması zararlı olabilir ve terapinin erken sonlanmasına yol açabilir.
    • Obsesifler, terapistler üzerinde çeşitli duygusal reaksiyonlara neden olabilirler. Bazı terapistler bu danışanları, duygusallıktan yoksun olmaları, olayların duygusal yönlerinden çok, gerçekçi görüntüleriyle uğraşmaları nedeniyle çok kuru ve sıkıcı bulabilirler. Yavaşlıkları ve ayrıntılara çok dalmaları nedeniyle, deneyimli bir terapisti bile çileden çıkartabilirler. Bazı obsesifler terapide pasif-agresif yollar izleyebilirler. Örneğin bir ev ödevi verildiğinde, terapiste bu ödevin çok aptalca ve ilgisiz olduğunu söyler veya ev ödevini yapmayı başlangıçta kabul eder ama yapmak için hiç vakitleri olmadığını ya da unuttuklarını söylerler. Bu tür danışanlar terapistte kızgınlık ve hayal kırıklığı yaratırlar.
    • Obsesif bir danışana terapistin gösterdiği tepki aynı zamanda terapiste, danışan ve danışanın yaşadığı güçlüklerin kaynakları hakkında da bilgi sağlar. Bununla birlikte terapist, hastanın görüşlerinin temellendiği değerleri değiştirmeye çalışmaktan çok, danışanın ihtiyaçları ve ortaya koyduğu problemler üzerinde çalışmalıdır. Örneğin duygu aktarımında güçlüğü olan bir obsesif bireyin bu durumu, bir terapist için psikolojik sağlıklılık göstergesi olmadığı halde, danışan için bu durum bir stres kaynağı oluşturmuyor olabilir.
    • Bilişsel terapinin başlangıcında danışana bilişsel model hakkında bilgi vermek gereklidir. İnsanın duyguları ve davranışlarının, yaşantısındaki olaylara verdiği anlam, düşünceleri ve algılarından etkilendiği, bunlar üzerine kurulduğu anlatılarak, danışanın çeşitli yöntemlerle bunun farkına varmasını sağlamak gereklidir. Danışana, terapi esnasındaki duygu değişimlerini fark ettirerek ya da daha önce olanları düşündürerek bu gösterilmeye çalışılabilir. Bunu danışana fark ettirmenin başka bir yolu da; geç kalan arkadaşını bekleyen birini düşünmesini sağlamaktır. Bu arkadaşını beklerken kızgınlık, anksiyete (kaygı) ve depresyon gibi ilgili değişik duygular ve “Beni bekletmeye nasıl cüret edebilir”, “kaza geçirmiş olabilir” veya “bu durum kimsenin beni sevmediğini gösterir” gibi duygularla ilgili düşünceler danışana sıralanarak farkına varmasına çalışılabilir.
    • Danışana bilişsel terapi hakkında bilgi verdikten sonra tedavi edici (terapötik) hedeflerin belirlenmesi önemlidir. Getirilen problemlerle ilişkili olarak bir hedef listesi yapılabilir. Terapist ve danışan hedefleri belirledikten sonra bunları sıraya dizerek üzerinde çalışmaya başlarlar. Hedefler sıraya dizilirken her bir problemin önem derecesi ve çözülebilme kolaylığı gibi iki kriter kullanılabilir. Bu, terapinin hızlı ve başarılı bir şekilde ilerlemesine yardımcı olur. Problem alanları belirlenip sıraya dizildikten sonra, bunlarla ilgili otomatik düşünceler ve şemaların belirlenmesi önemlidir. İşlevsel olmayan düşüncelerin hangi durumlarda, nasıl bir duygu durumu içindeyken, ne ile ilgili olarak ortaya çıktığının hasta tarafından fark edilerek kaydedilmesi istenir. Böylece bir obsesif, işi erteleme konusu üzerinde çalışırken, bunun bir görev olduğunun farkına vararak anksiyete (kaygı) yaşayabilir ve “bunu yapmak istemiyorum, çünkü mükemmel bir şekilde yapamayacağım” diye düşünebilir. Buna benzer birkaç otomatik düşünce örneği hastaya gösterildiğinde anksiyete (kaygı) ve işi erteleme durumunun mükemmeliyetçiliğinden kaynaklandığını anlama fırsatı doğabilir.

    Özel Bilişsel Terapi Teknikleri

    • Bilişsel terapinin geniş yapısı içerisinde yer alan birkaç özel teknik obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu olan bireyler ile çalışırken yararlı olabilir. Terapi seanslarının yapısını belirlemede, üzerinde durulacak problemlerin önem derecesine göre dizilmesi ve problem çözme tekniklerinin kullanılması önem taşır. Bu tür bir çalışma, özellikle obsesyonun karar verememe, uzun uzun düşünme ve işi erteleme gibi özelliklerinin çözümü için yararlıdır. Şayet danışan yapı üzerinde çalışmakta zorlanıyorsa, terapist danışanın bunun ile ilgili otomatik düşünceleri üzerinde yoğunlaşmasını sağlayarak, karar verememe ve işi erteleme sorunları ile ilişkisini danışana göstermeye çalışabilir. Hafta içerisinde danışanın yaptığı tüm aktiviteleri adım adım kaydettiği Haftalık Aktivite Çizelgeleri, terapi esnasında daha az çaba harcanarak danışanın günlük yaşamda karşılaştığı sıkıntıların, yaşadığı belirtilerin anlaşılmasında oldukça yarar sağlar.
    • Obsesif bireylerin sıklıkla yaşadığı anksiyete ve psikosomatik semptomlar gibi problemler nedeniyle gevşeme teknikleri ve meditasyon sıklıkla yararlı olur. Obsesif bireyler boşuna zaman kaybı olduğuna inandıkları için bu teknikleri başlangıçta kullanmakta zorluk çekerler. Danışanlardan, bu tür özel bir davranış veya inancın avantajları ve dezavantajlarının listesini çıkartmalarının istenmesi gibi bilişsel bir teknik de kullanılabilir. Obsesif bir danışan için gevşeme tekniğinin dezavantajı vakit alması, avantajı ise danışanı rahatlatması ve anksiyetesini azaltmasıdır.
    • Obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu olan bireylerle davranışsal bir yöntemin kullanılması yoluyla da ilişki kurulabilir. Danışanın obsesif katı inançları üzerinde tartışmak yerine, terapist nötr ve deneysel bir tutum takınabilir. Örneğin obsesif bir iş adamı gün içerisinde gevşeme egzersizleri yapmaya hiç vaktinin olmadığını söylüyorsa, terapist bu durumda danışandan birkaç gün için bu egzersizleri mutlaka denemesini ve o günlerde kendini nasıl hissettiğine, o gününü nasıl yaşadığına dikkat etmesini, bu günleri de gevşeme egzersizleri yapmadığı günler ile karşılaştırmasını isteyebilir. Bu durum, danışanın aradaki farkı değerlendirmesine yardımcı olacaktır.
    • Bilişsel ve davranışçı teknikler, danışanın kronik sıkıntı ve düşünceleriyle başa çıkmasında yardımcı olabilir. Önce danışanın bu düşünce ve sıkıntılarının işlevsel olmadığını kabul etmesi, düşünceyi durdurma ve dikkatin başka yöne çekilmesi gibi teknikler ile bu düşünce süreçlerinin yönünü değiştirebileceğini anlaması gerekir. Herhangi bir amaca ulaşmak için hazırlanmış olan derecelendirilmiş görevler (ödevler) listesi bu durumda yardımcı olabilir.

    Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğunun Tekrarını Önleme

    • Tedavi gören pek çok danışan için işlevsel olmayan bilişler ve davranışların tekrar başlaması, yani bozukluğun nüks etmesi oldukça kolaydır. Bu durum, özellikle kişilik bozukluğu tanısı almış ve problemleri oldukça kemikleşmiş olan danışanlar için geçerlidir. Ancak, danışanların problemlerinin ne olduğu ile ilgili olarak bilinçlendirilmesi ve bu problemlerle etkili bir biçimde nasıl başa çıkılabileceğinin öğretilmesi nedeniyle, bilişsel terapi diğer terapi türlerine göre daha avantajlıdır. Danışanlara terapi dışındaki yaşamlarında da işlevsel olmayan düşüncelerin kaydının nasıl tutulacağı ve bunlarla nasıl başa çıkılabileceği gibi malzemeler verilerek başa çıkma yolları öğretilir.
    • Danışan terapi sonunda, bozukluğun nüksetme olasılığı ile ilgili olarak uyarılmalı ve böyle bir durumda zaman kaybetmeden başvurması gerektiği belirtilmelidir. Ayrıca danışanın zaman zaman destek seanslarına ihtiyaç duyabileceği ve böyle bir durumda herhangi bir kaygı yaşamaması gerektiği vurgulanmalıdır. Birçok terapist bunu, terapi bittikten sonra danışanı periyodik olarak belirli aralıklarla takip seanslarına alarak yapar.
    Kaynakça
    • Beck, A.T. ve Freeman, A. Kişilik Bozukluklarının Bilişsel Terapisi. Litera Yayıncılık.
    • Davinson, G. C. ve Neale, J. M. (2011) Anormal Psikolojisi, Ankara: Nobel Akademi Yayıncılık.
    • Gölcük, D. (2016). Okul çağı çocuklarında cinsiyet açısından obsesif kompulsif bozukluk belirtileri arasındaki farkların incelenmesi. İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
    • Konduz, N. (2015). Dsm-5’e göre kişilik bozukluğu tanısı alan hastaların kişiler arası işlevsellikte yetersizlik düzeyleri. Adnan Menderes Üniversitesi Sağlık Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Aydın.
    • Özdemir, Ö., Tükel, R. ve Türksoy, N. (2000). Obsesif kompulsif kişilik bozukluğu olan ve olmayan obsesif kompulsif bozukluk hastalarında klinik özelliklerin karşılaştırılması. Klinik Psikiyatri, 3, (92-98).
  • Panik atak nedir?

    Panik atağı, son derece zorlayıcı ve korkutucu bir deneyim olduğu için, cevaplanması gereken pek çok soruyu da beraberinde getiriyor. Ben de bu yazıyla, okuyucuların zihnini meşgul eden sorulara cevap vermeye çalışacağım.

    Panik atağı nedir?

    Panik atak (panik atağı) veya panik nöbeti hakkında zihnimizde bir netlik oluşturmak için, bazı kelimelerin Türk Dil Kurumu’ndaki anlamlarına kısaca göz atmama müsaade edin lütfen.

    • Panik: Ani dehşet duygusu, büyük korku, ürkü
    • Atak: Aniden başlayan hastalık nöbeti
    • Nöbet: Vakit vakit ortaya çıkan, aynı türden fizyolojik bozuklukların bütünü
    • Korku: Gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan ve coşku, beniz sararması, ağız kuruması, kalp, solunum hızlanması vb. belirtileri olan veya daha karmaşık fizyolojik değişmelerle kendini gösteren duygu

    Panik atak, “panik” ve “atak” kelimelerinden oluşan, İngilizce karşılığı “panic attack” olan bir isimdir. Türkçe psikoloji literatüründe, “panik atak (panik atağı)” şeklinde yaygın bir kullanım söz konusu olsa bile, Türk Dil Kurumu’nda, “panik atak” kelimesine ulaşamıyoruz. Onun yerine “panikatak -ğı” kelimesiyle karşılaşıyoruz.

    Türk Dil Kurumu’na göre panikatak, “Aşırı korku, heyecan dolayısıyla saldırgan, telaşlı davranışta bulunma veya içine kapanma.” demektir. Burada bahsettiğimiz, panik atak kelimesinin sözlük kullanımıdır. Biz bu yazıda daha çok, panik atağın psikiyatri/psikoloji literatüründeki karşılığını kullanacağız.

    Türkiye’nin önemli psikiyatristlerinden Prof. Dr. M. Orhan Öztürk, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları kitabında, “panic attack” kelimesinin Türkçe çevirisiyle ilgili bir dipnot düşüyor, ve şöyle diyor:

    İngilizce’de iki isim yan yana gelebilir. Örneğin “anxiety disorder”, “drug effect”, “panic disorder” gibi. Türkçe’de iki isim böyle bir amaçla yan yana getirilince, ikincisi ek alır. “Anksiyete bozukluğu”, “ilaç etkisi”, “panik bozukluğu” gibi. İngilizce’de panic (panik) isimdir. “I am panic” hiçbir zaman denemez. “I am panicy.” ya da “I am in a panic.” denir. Bunun gibi, İngilizce’deki “attack” sözcüğünün Türkçe’deki karşılığı “nöbet” olmalıdır. (Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Prof. Dr. M. Orhan Öztürk)

    Orhan Hoca’nın eleştirisinden hareketle düşünecek olursak, doğru kullanım “panik atağı”, hatta “panik nöbeti” olmalıdır; ki kendisi bu şekilde kullanmayı tercih ediyor. Ben bu sitede, “panik atak”, “panik atağı” ve “panik nöbeti” kelimelerinin hepsini kullanıyorum.

    Yukarıdaki tanımlardan hareketle, nereden bakarsak bakalım panik atağı, içinde korku barındıran bir deneyim olarak görülebilir. Korku duygusunun tetiklenebilmesi ise, bir tehlikenin algılanmasına (sezinlenmesine) bağlıdır.

    Panik atak meselesini anlamak için, tehlike algısı bence kilit bir kavram. Tehlike algısı, panik atağımızın tetiklenmesi için, bir tehlikeyle karşı karşıya kalmamız gerektiğine işaret eder. Haklı olarak şöyle bir soru aklınıza gelebilir: Ben televizyon karşısında otururken, ortada hiçbir tehlike yokken, bir anda panik atağı geçirebiliyorum. Bunu nasıl izah edeceğiz?

    Ben bir meseleyi anlamaya çalışırken, o meseleyle ilgili ana kelimelerin anlamlarına ihtiyaç duyuyorum; bu yüzden sizi de sürekli sözlüğe başvurmaya davet ediyorum, umarım kusuruma bakmıyorsunuz. Şimdi de tehlike kelimesinin ne anlama geldiğine bir göz atalım:

    Tehlike: 1- Büyük zarar veya yok olmaya yol açabilecek durum, muhatara. 2- Gerçekleşme ihtimali bulunan fakat istenmeyen sakıncalı durum.

    Yukarıdaki tanımdan hareketle tehlikeyi, gerçekleşmekte olan veya gerçekleşme ihtimali olan, zarar verici, istenmeyen durum olarak düşünebiliriz. Neyin, hangi durumun tehlike olarak görülebileceği, büyük oranda kişinin öznel dünyasına bağlıdır. Bu durum şu anlama gelir: Ahmet için tehlikeli (zarar verici, istenmeyen) olan şey, Mehmet için hiç de tehlikeli olmayabilir; hatta, istenen bir durum bile olabilir.

    Üst paragraftaki son cümleyle ilgili, lise yıllarıma ait bir anımı paylaşırsam, demek istediğim şey daha kolay anlaşılır zannediyorum: Karne tarihine yakın bir dönemde, arka sıradaki, ders başarısı düşük bir arkadaşım Furkan’la sohbet ederken, arkadaşımın, “Babam, zayıf getirmezsem bana bisiklet alacağını söyledi.” demesiyle yaşadığım şaşkınlığı hatırlıyorum. Benim babam, takdir belgesinin altındaki bir sonucu kabul etmiyordu. Bu durumda, sadece zayıf getirmemek (takdir belgesinin yokluğu) benim için son derece istenmeyen, korkutucu bir durum (tehlike) iken, Furkan için tam tersine, bir ödüldü. Umarım bu örnekle, öznel deneyimin ne demek olduğunu ifade edebilmişimdir.

    Korkunun bir diğer özelliği, iç dünya ve dış dünya tarafından tetiklenebilmesidir; yani biz, içsel bir tehlikeyle (huzursuzluk, can sıkıntısı gibi) karşı karşıya kaldığımızda da, dışsal bir tehlikeyle (üzerimize doğru gelen bir araç, deprem vb.) karşı karşıya kaldığımızda da korkabiliriz. İç dünya ve dış dünya ayrımını hesaba katarsak, yukarıda dile getirdiğim
    “Ben televizyon karşısında otururken, ortada hiçbir tehlike yokken, bir anda panik atağı geçirebiliyorum. Bunu nasıl izah edeceğiz?” sorusuna bir cevap üretebiliriz.

    Televizyon karşında oturan birisi, dışsal bir tehlikeyle karşı karşıyaymış gibi görülmemektedir; ancak, söz konusu kişinin, seyrettiği filmde, bir terk edilme (bırakılma) sahnesine denk geldiğini düşünelim. Şayet, kişinin hayatında (geçmişinde veya yakın zamanında) terk edilmek, bırakılmak hassas bir konu ise, kişi bir anda huzursuzlanmaya başlayabilir. Yaşadığı huzursuzluğun (buna anksiyete -bunaltı- diyebiliriz) belirtilerini bir tehlike sinyali olarak algılaması, onun panik atak tüneline girmesine yol açabilir.

    Yeniden, panik atağı nedir?

    Buraya kadar, “Panik atak ne demek?” sorusuna, ilgili kelimelerin sözlük karşılıklarından hareketle cevap vermeye çalıştım. Şimdi de isterseniz, panik atak (panik atağı, panik nöbeti) psikiyatri (psikoloji) literatüründe ne anlama geliyor, ona bakalım.

    Panik atak, aniden başlayan, klasik “savaş ya da kaç” semptomlarının ve göğüs ağrısı, ürperme, sıcak basması, tıkanma, nefes darlığı, hızlı veya düzensiz kalp atışı, karıncalanma, uyuşma, aşırı terleme, mide bulantısı, baş dönmesi ve titreme (tremor) gibi başka birkaç semptomun daha eşlik ettiği korku ve dehşet duygusudur. (DSM-5’i Kolaylaştıran, Nobel Yayınları)

    Panik nöbeti işaretleri nelerdir?

    Psikiyatri dünyasında yaygın olarak kullanılan tanı kitabı DSM-5, 13 panik nöbeti belirtisi listelemektedir. Yaşadığınız deneyim, söz konusu 13 işaretin 4’ünü veya daha fazlasını karşıladığında, “panik nöbeti” olarak isimlendirilmektedir.

    DSM-5’te yer alan 13 panik nöbeti işareti şunlardır:

    1. Çarpıntı, kalp atışlarını duyumsama, kalbin yerinden fırlayacakmış gibi olması, göğüste basınç, bazen sol kola yayılan ağrı ve uyuşmalar
    2. Terleme, sıcak-soğuk boşalımlar, bazen üşüme, bazen alevlerin basması hissi
    3. Titreme, sarsılma, itilme hissi
    4. Boğulma ve nefes alamama hali (Boğazda düğümlenme veya bir yumru, tıkanma hissi)
    5. Soluğun kesilmesi (Derin nefes alma ihtiyacı, havanın yetmemesi hissi)
    6. Göğüste daralma, sıkışma, ağrı duyumsama
    7. Bulantı, karında ağrı, şişkinlik, gaz oluşması, geğirti (Bazen mideden başlayıp boğaza doğru yayılan kalkışma, rahatsızlık hali)
    8. Baş dönmesi, sersemlik hissi, (Düşecekmiş ya da bayılacakmış olma hali)
    9. Olayları bir sis perdesinin gerisinden algılama, cisimlerin küçülmesi, her şeyin bulanıklaşması (derealizasyon); veya, benliğinden ayrılmış hissetme (depersonalizasyon). Depersonalizasyonda, bedenle ruh ayrılmış hissedilir; kişi kendini hissetmekte, algılamakta zorlanır ve kendine yabancılaşır.
    10. Çıldırma, kontrolü kaybetme (Kendine veya etrafındakilere zarar verme) korkusu
    11. Ölüyormuş gibi hissetme (ölüm korkusu)
    12. Ellerde, kollarda, bacaklarda, başta ve birçok yerde uyuşma, yanma, karıncalanma, diken üzerinde olma hali
    13. Üşüme, ürperme veya ateş basması.

    Dikkat: Yukarıda da belirttiğim gibi, listelenen 13 maddenin 4’ünü veya daha fazlasını yaşıyorsanız, panik nöbeti geçiriyor olabilirsiniz.

    Panik atakla ilgili bazı önemli noktalar

    • Panik atak, zannedilenin aksine oldukça yaygın bir deneyimdir. Yetişkinlerin %30’u hayatlarında en az bir kez panik atağı deneyimlemişlerdir.
    • Kişinin, sakinken de endişeli veya huzursuzken de panik nöbeti tetiklenebilir.
    • Kadınların panik atak yaşama oranı erkeklerinkinden daha fazladır.
    • Pek kişi, panik atağı geçirmesine rağmen bunu bir hekimle paylaşmaz; bu durumda da bir tanı almaz.
    • Panik ataklar yaşanma sıklığı açısından değişkenlik gösterebilir. Bazıları, hayatları boyunca birkaç panik atak yaşarken, bazıları haftada birkaç panik atak yaşayabilir.
    • Panik ataklar tedavi edilmezse, insan hayatı için ciddi düzeyde zorlayıcı olabilirler.
    • Panik ataklar göz ardı edilmemesi gereken deneyimlerdir. Bazı panik atakların, kolayca üstesinden gelinebilirken, bazı panik ataklar, duygudurum bozukluğu ve kalp krizi gibi ciddi hastalıkların göz ardı edilmesine yol açabilir.
    • Panik ataklar birbirinden farklı şekillerde yaşanabilir: Belirtili ataklar, belirtisiz ataklar ve durumsal eğilimli ataklar. (Bunlar, yazının devamında, “Panik Atak Türleri” başlığı altında açıklanacaktır.)
    • Panik atak, bir bozukluk veya hastalık değil, belirtidir. Panik ataklar, diğer belirti ve bulgularla birlikte, panik bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk, depresyon gibi bozukluk ve/veya hastalıkların varlığına işaret edebilirler.

    Panik atak çeşitleri (türleri) nelerdir?

    Panik atak, zannedilebileceğinin aksine, birden fazla şekilde yaşanabilmektedir. Psikoloji literatüründe, panik atağın türlerinden (çeşitlerinden) ve alt tiplerinden bahsedilmektedir. İsterseniz bunları ayrı ayrı ele almaya çalışalım.

    Panik atak türleri

    Panik atak çeşitleri, panik atak yaşayan kişinin, yaşanma şekli açısından 3 kategoride ele alınmaktadır:

    1. Beklenmedik Panik Ataklar: Beklenmedik şekilde, aniden ortaya çıkan, kişinin neden olduğuna dair bir fikir öne süremediği panik ataklarıdır

    2. Beklenilebilen Panik Ataklar: “Belirli” bir durumda ortaya çıkan, dolayısıyla da tahmin edilebilen panik ataklardır. Korkulan bir nesne (kedi, köpek vb.) veya durumla (kalabalıklar vb.) karşı karşıya kalındığında yaşanılan panik atakları ifade eder.

    3. Durumsal Yatkınlık Gösteren Panik Ataklar: Genellikle tetikleyici bir faktörün olduğu, ama bu faktörün her zaman tetikleyici olarak işlev görmediği panik ataklardır. Mesela, araba kullanırken yaşanabilen, ama araba kullanırken
    bazen de yaşanmayan panik ataklar bu grupta değerlendirilebilir.

    Panik atak alt tipleri nelerdir?

    Panik atak yaşayanlar, üç aşağı beş yukarı panik atağın benzer belirtilerini yaşarlar. Bununla birlikte, farklı sebeplere bağlı olarak, yaşanılan panik ataklar bazı farklılıklar gösterebilirler. Bu açıdan bakıldığında, panik atağın alt türlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

    1- Klasik Panik Atak: Daha çok solunum ve kalp sistemindeki belirtilerle kendini gösteren panik atağıdır. En sık karşılaşılan panik ataklar bu grupta yer alır.

    Klasik panik atağı yaşıyorsanız; önce kalbinizin çarptığını ve heyecanlandığınızı fark edersiniz. Göğsünüzde bir sıkışma, sol kolunuz vuran bir ağrı ve uyuşma hissedersiniz. Hızlı soluk alıp verirsiniz, ve boğazınız düğümlenir. O esnada, kalbiniz duruyormuş, nefesiniz kesiliyormuş ve kap krizi geçiriyormuşsunuz gibi gelir size.

    Klasik panik ataklar, ortalama olarak, yakınları kalp krizi geçirenlerde daha fazla görülebiliyor.

    2- Kognitif (Bilişsel) Panik Ataklar: Bu panik atak türünde belirtiler daha çok kognitif (bilişsel), yani düşünce yapısıyla ilgili alanda ortaya çıkmaktadır.

    Kognitif odaklı bir panik atak yaşadığınızda, kendinizi tam ve bir bütün olarak algılamakta zorlanır, ruhunuzun bedeninizden ayrıldığını, boşlukta olduğunuzu hisseder; etrafı bulanık (sisli) görmeye, cisimleri uzak (farklı) algılamaya başlarsınız ve başınız dönmeye başlar. Bununla birlikte, kontrolünüzü kaybedeceğinizden, elinizde olmadan kötü şeylerin olacağından, aklınızı kaçırabileceğinizden ve öleceğinizden korkarsınız.

    3- Non-Kognitif Panik Atak: Bu panik ataklar, zihinsel belirtilerin olmadığı panik ataklar olarak kabul edilirler.

    Non-Kognitif bir panik atak yaşadığınızda, daha çok, bir fenalık hissi, göğsünüzde bir baskı ve çarpıntı hissi ile karşı karşıya kalırsınız.

    4- Nokturnal Panik Atak: Uykudan, ani bir kalp çarpıntısı ve korku ile uyanılan panik ataklarıdır.

    Nokturnal panik atak yaşadığınızda, muhtemelen, hemen pencereyi açarak veya başka bir yolla hava almaya çalışırsınız.

    5- Aleksitimik Panik Atak: Daha çok, nöbetler halinde bedensel belirtilerin yaşandığı panik atak türüdür.

    Aleksitimik bir panik atakta daha çok, ateş basması, terleme, uyuşma, nefes darlığı, baş dönmesi, ve ağrı yaşayabilirsiniz.

    6- Gastro-İnstentinal Panik Atak: Mide ve/veya karın odaklı panik atak çeşididir.

    Gastro-İnstentinal panik atağı geçirdiğinizde, mide ve/veya karında başlayıp göğse doğru dalga dalga yayılan bir fenalık hissi yaşarsınız. Boğazınız düğümlenir ve boğazınızda bir yumru hissi oluşur. Bunlara, mide bulantısı, midede şişkinlik, gaz ve ishal eşlik edebilir.

    Not: Gastro-İnstentinal panik atağın, bir çeşit sara hastalığı olan abdominal epilepsiden ayırt edilmesi önemlidir.

    7- Korkusuz (Non Fearful) Panik Atak: Bu, panik bozukluğu denilen bir psikolojik bozukluğun belirtilerini karşılayan panik atak çeşididir.

    Korkusuz bir panik atakta, korku veya anksiyete deneyimlemezsiniz. Bazı şikayetlerle, nörolog ve/veya kardiyologlara başvurursunuz; ancak, muayene ve tahlillerde, ilgili bölümlerle ilgili bir veriye ulaşılmaz.

    Panik atak döngüsü

    Panik atak döngüsü kavramı, yaşadığınız panik atak deneyimini anlamanız açısından size son derece önemli ipuçları sunabilir. Aynı zamanda, panik atak tedavisi için ilk adım, panik atak döngünüzü keşfetmeniz olacaktır. Bu yüzden, bu yazıyı üzerinde dura dura, belki birkaç kere okumanızı öneririm.

    Panik atak yaşantılarına baktığımızda, belirli bir döngünün varlığını görüyoruz. Ayrıntılara girmeden önce, döngü kelimesinin anlamını hatırlatmakta fayda görüyorum. Çünkü, panik atak terapisi uygulamalarımda, pek çok kişinin döngü kavramıyla, yaşadıkları arasında ilişki kurmakta zorlandığını görüyorum.

    Döngü kelimesinin sözlükteki bazı karşılıkları şunlardır:

    – Herhangi bir olayın birden fazla tekrarlanması (Güncel Türkçe Sözlük)

    – Aynı ses sinyalinin kopyalama yoluyla sürekli tekrar etmesi (Gitar Terimleri Sözlüğü)

    – Termodinamikte, aynı hal içinde başlayan ve sona eren değişimlerin sırası (Kimya Terimleri Sözlüğü)

    Panik döngüsünü anlayabilmek için, giriş-gelişme-sonuç yaklaşımını kullanabiliriz. Nasıl ki herhangi bir hikayenin genel olarak, giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden bahsedebiliyorsak, panik atağın da başlamasından, devam etmesinden ve sona ermesinden bahsedebiliriz.

    Panik döngüsü, işte bu başlama, devam etme ve sona ermelerin tekrarını ifade eder.

    Panik atak döngüsünün evreleri

    Aşağıda, panik atak yaşayan birinin geçebileceği evreleri almaya çalışacağım. Söz konusu evreler mutlak ve değişmez değillerdir. Ben, okuyucunun en iyi şekilde anlamasına yardımcı olmak için böyle bir tasvirde bulunuyorum.

    Birinci Evre: Panik Atağın Tetiklenmesi

    Bu evre tabiri caiz ise, panik atak tüneline girdiğimiz evredir. Bu evreyi aynı zamanda, endişe (veya korku) duygusunun tetiklenme evresi olarak da düşünebiliriz. Bu evrede şu ya da bu şekilde, panik atak geçirecek kişinin korku ve/veya endişe duygusu tetiklenmiş olur.

    Çok fazla ayrıntıya girmeden, korku ile endişe arasındaki bir farkı dile getirmek istiyorum: Korku, bir tehlike ile karşı karşıya kaldığımızda yaşadığımız bir duygu iken, endişe, bir tehlikenin gerçekleşme ihtimaline odaklanma halidir.

    Evet, bu evrede korku duygunuz tetiklenmiş oluyor. Panik atağınızı anlamanızda kilit noktalardan biri, korku veya endişenizi neyin tetiklemiş olduğunu doğru tespit edebilmenizdir. Panik atak sorunuyla bana gelen pek çok danışanım, korku veya endişesini tetikleyen şeyi tespit etmekte zorlanıyor.

    Korkunuzu (Endişenizi) Tetikleyen Şeyi Tespit Edebilmek

    Endişenizi tetikleyen faktörleri anlayabilmeniz için endişenin psikolojik analizine kısa bir göz atalım isterseniz.

    Endişe her zaman, bir tehlike algısının göstergesidir. Yani, endişeye kapıldığınızda, bir tehlikenin varlığına odaklanmış oluyorsunuz. Endişe veya korku duygusu son derece insani ve işlevsel (gerekli) bir deneyimdir aslında. Çünkü sizi olası tehlikelere karşı uyanık tutar. Ancak, panik atağı tetikleyen, çoğunlukla gerçekçi bir tehlike olmaktan ziyade, abartılan bir tehlike olasılığı oluyor.

    Bu yazıyı yazdığım şu anda, İstanbul’da ciddi bir kar yağışı bekleniyor. Pek çok kişi, bu kar yağışını büyük bir felaketin işareti olarak algılayıp ciddi bir endişe duygusu yaşayabilir. Mesela bir anne şöyle düşünebilir: “Ya kar yağışı çok fazla olur, yollar kapanır ve çocuğum da hasta olursa, onu hastaneye nasıl yetiştiririm?”

    Kişiyi endişeye sevk eden ve panik atağını tetikleyen söz konusu tehlike, çok değişik olabilir. Bazı tehlike örneklerini şöyle sıralayabilirim:

    • Hastalanma, yaralanma vb. yollarla bedenine bir zararın gelmesi. Bu zararın sonraki aşaması, ölüm ihtimali.
    • Aşağılanma, eleştirilme, beğenilmeme gibi yollarla kendiliğin zarar görme ihtimali.
    • Sevilmeme, terk edilme, yalnız kalma, dışlanma, aldatılma gibi olasılıklar.
    • Başarısız olma, yetersiz görülme, beceriksiz olarak algılanma gibi olasılıklar.
    • Adli bir meseleye karışma ve hapse girme gibi ihtimaller.
    • Deprem, yangın ve sel gibi doğal afet ihtimali.
    • Üzülme, pişman olma, çaresiz hissetme gibi duygusal olasılıklar.

    Bu örnekler çok daha fazla artırılabilir. Ana nokta, panik atağınız tetiklendiğinde, muhtemelen bir tehlike ile karşı karşıya olduğunuzu düşünüyor olmanızdır. Bunu keşfedebilmek için, aklınızdan geçenlerin doğru ya da yanlış, akıllıca ya da aptalca oluşlarına bakmadan kendinize şu tür soruları sormanızdır:

    • Endişeli hissettiğim esnada aklımdan ne geçiyor olabilir? Zihnimde nasıl bir görüntü oluşmuş olabilir?
    • Şu anda ne olacağından endişe ediyorum?
    • Yaşadığım korku duygusu ne ile izah edilebilir? Aşağılanma korkusu, dışlanma korkusu, yetersizlik korkusu, yaralanma korkusu, ölüm korkusu, başarısızlık korkusu, terk edilme korkusu, enayi yerine konma korkusu vb.

    Endişeler son derece kişiseldir. Bu yüzden yaşadığınız endişenin genel geçer, kabul edilebilir bir endişe olması gerektiğini düşünmeyin. Mesela, herkesin çok eğlendiği bir anda (halay çekmek gibi) siz bir anda panik atak yaşayabilirsiniz. Çünkü zihninizde şöyle bir kurgu olabilir: “Her gülmenin sonu ağlamaktır. > Ben şu anda çok mutluyum ve gülüyorum. > O halde her an ağlayabilirim. > Demek ki bilemediğim bir tehlike ile karşı karşıyayım.” Bu düşünce zinciri sizi bir anda panik atak tüneline sokabilir.

    Panik atak döngüsünde birinci evreyi özetlersem, “içsel bir uyaran” ile karşı karşıya kalırsınız, ve bu uyaranı bir tehlike işareti olarak algılarsınız. Bu da sizin korku ve/veya endişe duygunuzu tetikler. Bu “içsel uyaranları” fark etmek panik atak tedavisi için son derece önemlidir.

    İkinci Evre: Bedensel Tepkilere Odaklanma Evresi

    İnsan ve hayvan bir tehlike algıladığında doğal olarak korkar. (Endişe ise sadece insanın yaşayabileceği bir şeydir. Çünkü hayvanlar, bildiğimiz kadarıyla gelecekle ilgili tasarımlarda bulunamazlar.) Son derece doğal bir duygu olan korkunun bedeninizde bazı karşılıkları olur: Mesela kalbiniz hızlı atmaya başlar, terlemeye başlarsınız, elinizde ayağınızda titreme, vücudunuzun bazı bölgelerinde kasılmalar vb. olabilir. Bedeninizin yavaş yavaş, anlam veremediğiniz bir sürece girdiğini ve kontrolünüzü kaybetmeye başladığınızı düşünürsünüz.

    Üçüncü Evre: Bedensel Tepkilerin Felaket Olarak Yorumlanma Evresi

    Bir önceki paragrafta ele aldığım nokta son derece önemlidir. Çünkü, panik atak döngüsü ve dehşetpanik atak yaşayan pek çok kişi, bedeninde ortaya çıkan tepkilerin doğal bir korku tepkisi olduğunu düşünemez. Bu belirtileri daha çok bir felaketin işaretleri olarak algılar. “Acaba kalp krizi mi geçiriyorum?”, “Eyvah, vücudumda tuhaf şeyler oluyor!” gibi düşünceler, sizi korku sarmalına iyice sokar. Siz korktukça bedensel tepkileriniz artar, bedensel tepkileriniz arttıkça da korkunuz tetiklenir. Bütün bunların sizi getirebileceği nokta şudur: Bedenim (ve/veya zihnim) benim kontrolümden çıkıyor.

    Büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelmiş olma ve kendinizle ilgili kontrolü kaybetme düşüncesi sizi bir “dehşetin” içine sokar. Bu dehşetengiz yaşantıya ise literatür “panik atak” diyor.

    Dördüncü Evre: Panik Atağı Evresi

    Hissettiğiniz duyguların bedeninizde duyumsadıklarının etkisiyle 10 dakika gibi bir sürede panik atağınız zirveye ulaşır. Bu evrede, panik atağın korkutucu ve zorlayıcı belirtilerini yaşarsınız.

    Beşinci Evre: Atak Sonrası Evre (Beklenti Anksiyetesi ve Kaçınma)

    Sorularla panik atak

    Panik atak yaşayan kişi, bedeninde ortaya çıkan ani değişiklikleri çoğunlukla bir tehlikenin işareti olarak yorumlar. Bu yorum kişinin korkmasına ve bu korku da algılanan tehlikeye daha fazla odaklanma gibi bir sonuca yol açar. Bu şekilde bir panik atak tetiklenmiş olur.

    Panik atakla ilgili, insanların zihninde pek de gerçekçi olmayan, düşünce ve bilgiler yer alabilmektedir. Bu bölümde, panik atakla ilgili, sıkça sorulan soruları ve onların bilimsel cevaplarını (kısaca) bulacaksınız.

    Soru: Panik atak kalp krizine yol açar mı?

    Panik atak esnasında kalbin normalden çok daha hızlı atması, pek çok kişi tarafından bir kalp krizi işareti olarak algılanır.

    Tıbbi Gerçek: Panik atakları kalp krizine yol açmaz. Panik atak esnasında çekilen elektrokardiyogramlarda (EKG), sadece kalp atış hızında artış gözlemlenir. Kalp krizi belirtileri gözlenmez. Gerçek bir kalp krizinin işaretleri, göğüste basınç duyumu, şiddetli bir göğüs ağrısı ve seyrek olarak ortaya çıkan çarpıntıdır. Kalp krizi belirtileri çoğu zaman kişinin dinlenmesi ile azalır. Panik atak yaşayan kişinin belirtileri ise, kişi dinlense bile devam eder.

    Soru: Panik ataklar inmeye (felce) yol açar mı?

    Panik atak esnasında yaşanan uyuşukluk, kaskatı kesilme, karıncalanma, güç kaybı hissi (özellikle vücudun belirli bir bölümünde), ve sırttan yukarı doğru hissedilen ateş basmaları, kişi tarafından inme (felç) işareti olarak algılanır.

    Tıbbi Gerçek: Panik ataklar bir felce yol açmaz. Panik esnasında kan basıncı biraz yükselse bile bu durum hiçbir zaman bir inmeyi tetiklemez.

    Soru: Panik atak boğulmayla sonlanır mı?

    Nefes almakta yaşana güçlük, yeterince hava alamama (soluksuz kalma), boğazda daralma ve boğazın tıkanması duyumları ve göğüste basınç duyumu kişide “Boğuluyorum galiba.” düşüncesini tetikleyebilir. Kapalı, sıcak ve kalabalık ortamlar kişide, yeterince hava alamıyor hissi yaratabilir.

    Tıbbi Gerçek: Henüz, panik atağı esnasında boğularak ölen birisi literatürde tanımlanmamıştır. Her ne kadar kişi, panik atak esnasında soluk alıp veremediğini hissetse de, aslında soluk alıp veriyordur. Ancak kişi, soluk almak için kendini ne denli zorlarsa, soluk alıp verme hızı o denli artacağından yeterince hava alamadığını hissedecektir.

    Soru: Panik atak, bayılmaya yol açar mı?

    Kişinin yaşadığı sersemlik hissi, baş dönmesi, bayılacakmış gibi olma duygusu, uyuşukluk, bulanık görme, odaklanmakta zorluk, ateş basması ve soluk alıp verememe kişide bayılma endişesini tetikleyebilir. Bu korkuya “düşecek gibi olma” deneyimi de eşlik edebilir. Pek çok kişi, yaşadıklarını “bayıldım” diye tabir etse de, yaşantı analiz edildiğinde, ortada gerçek bir bayılmanın olmadığı fark edilir.

    Tıbbi Gerçek: İstisnai durumlar dışında, kişiler panik atak esnasında bayılmazlar. Bayılmanın gerçekleşebilmesi için kan basıncının aniden düşmesi gerekir. Oysa panik atak esnasında kan basıncı az da olsa yükselir.

    Soru: Panik atak geçirenler çıldırır mı?

    Panik atak esnasında gerçekdışılık veya benliğinden ayrılmış olma deneyimi, odaklanamama ve düşünceleri toparlayamama, düşünce uçuşmaları vb. söz konusu olabilir. Bu tür deneyimler kişinin zihnine “Acaba çıldırıyor muyum?” gibi bir sorunun düşmesine yol açabilir. Bu soru da korkuyu ve paniğin şiddetini artırır.

    Tıbbi Gerçek: Net olarak bilinmesi gereken şey şudur: Panik atak çıldırmaya yol açmaz! Literatürde şu ana kadar, “Panik atak dolayısıyla çıldırdı.” denilen kimse olmamıştır. Yaşanılan korkunu birtakım rahatsız edici sonuçları olabilir. Ama bu tıbben bir çıldırma işareti olarak değerlendirilmez.

    Soru: Panik atak geçirdiğim için insanlar beni aşağılar mı?

    Panik atak yaşayan pek çok kişi için başkaları tarafından nasıl görüldüğü, hayatını zorlaştırıcı derecede önemlidir. Onlar için, yaşayacakları zorlu deneyimden ziyade, başkalarının onun hakkında ne diyeceği önemli olabilir. Söz konusu kişiler, “Benim çok zayıf biri olduğumu düşünecekler.”, “Beni acınası bulacaklar.”, “Benim, duygularını  kontrol edemeyen biri olduğumu düşünecekler.” tarzında düşünce yapısına sahip olabilirler. Bu düşünce yapısı da, kişilerin başkalarının yanında rahat olamamasına yol açabilir. Bu yüzden insanlar alışveriş yapmakta, başkalarının yanında yemek yemekte, bir ortamdan kalkıp gitmekte vb. zorlanabilirler.

    Tıbbi Gerçek: Bu tür düşünceler gerçeği yansıtmaktan çok, bizim durumu algılama şeklimizi ifade eder. Yolda yürürken, herkesin (bu yüzlerce kişi de olabilir) tek derdinin sizin olmanız ne kadar gerçekçi olabilir? Biz bu kadar önemli olmadığımız gibi başkaları da bu kadar acımasız değildir belki de.

    Soru: Panik atak uyuşma yapar mı?

    Pek çok kişi, panik atağı, uyuşmalara yol açan bir “sebep” olarak görmektedir. Oysa uyuşma, panik atağın yol açtığı bir sonuç değil, panik atak işaretlerinden biridir. Yani, insanlar panik ataktan dolayı vücutlarında uyuşma yaşamazlar; vücuttaki uyuşmalar, başka pek çok (yazının ilk kısımlarında dile getirilen) işaretle birlikte ortaya çıktığında, duruma panik atağı denir.

    Örnek bir panik atak vakası

    Sertan, 45 yaşında, evli ve üç çocuk babası bir adamdır. İyi eğitimli ve başarılı olmasına karşın, Sertan’ın hayatında on beş yıldır panik atakların yol açtığı zorluklar vardı. Sertan her ay ortalama iki ile beş arasında panik atak yaşıyordu.

    Sertan bir önceki hafta, ailesiyle bilgisayar mağazasına giderken, direksiyon başında panik atak yaşamıştı. Panik ataktan hemen önce, arka koltukta çok gürültü yapan çocuklara sesini yükselttiğini hatırlıyordu. Panik atak, çocuklara uslu durmalarını söylemek için hızla arkaya döndüğü anda ortaya çıkmıştı. Yola bakmak için kafasını çevirdiğinde, başının döndüğünü hissetmişti. Bunu hisseder hissetmez terleme, kalp atışlarının hızlanması, ateş basması ve titreme gibi ani ve yoğun yaşantılar da sökün etmişti. Kaza yapmaktan korkan Sertan, arabayı hemen sağa çekmişti.

    Panik atak yaşantısı

    Sertan ayda yalnızca birkaç panik atakyaşıyordu. Ancak her an bir panik atakyaşama olasılığına odaklandığı için ger gün yüksek düzeyde kaygı yaşıyordu. Dolayısıyla araba kullanma, uçakla seyahat, asansöre binme, açık alanlarda bulunma, uzun süre yalnız yürüme, sinemaya gitme ya da şehir dışına çıkma gibi konularda yoğun bir endişe yaşıyordu, ya da bu durumlardan kaçınıyordu.

    Panik atak geçmişi

    Sertan ilk panik atağını on beş yıl önce yaşamıştı. Gece saat bir sularında, arkadaşlarıyla içtikten sonra eve dönmüş ve salondaki divanda uyuyakalmıştı. Dört buçuk gibi uyandıktan hemen sonra midesinde acı, ensesinde yoğun bir kan basıncı hissedecekti. Birdenbire kalbinin de deli gibi atmaya başladığını fark etmişti. Ne olup bittiğini bilmiyordu ama öleceğinden emindi.

    Sertan, yaklaşık iki ay sonra ikinci bir panik atak yaşadığını anımsıyordu. Bundan sonra panik ataklar daha düzenli bir şekilde ortaya çıkmaya başlamıştı. Ataklar tekrarlanınca Sertan da, atakları yaşadığı durumların yanı sıra, panik atak yaşamaktan korktuğu diğer durumlardan da kaçınmaya başlamıştı. Panik atakların ilk birkaç yılında yaşadığı üç olayda hastanenin acil servisine gitmiş; çünkü belirtilerin kalp krizine işaret ettiğinden eminmiş. Ancak yapılan tetkiklerde herhangi bir kalp krizi belirtisine rastlanmamış.

    Kaynakça
    • Kring, A.M., Johnson, S.L., (2015). Anormal Psikolojisi. 1. Baskı. Ankara: Nobel.
    • Köroğlu, E., (2011). Kaygılarımız korkularımız. 3. Baskı. Ankara: HYB
  • Çocuk Resimlerini Okuma Rehberi

    Bir yetişkin kelimeler ile kendini ifade edebilirken, bir çocuğun yetersiz kelime haznesi ve ilişkisel bağ gücü bunu uygun şekilde yapamaz. Ancak kendini ifade etme ihtiyacı onu başka yollarda kendini bulmaya ve ifade etmeye sevk eder. Çocuğun duygu ve düşünceleri, yansıttıkları oyunlarda, çizimlerde, resimlerde anlam bulur. Yani temelde çocuklar sözcüklerle anlatamadıklarını, resimle anlatır. Bu nedenle çocukları genelde resim yaparken sıkça buluruz.

    Çocukların çizdiği resimler neden önemlidir?

    Çocuğun bu eşsiz, saf dünyası yansıttığı resimlerde öyle net bir şekilde kendisini ifade eder ki; yaşamında neler olduğunu, neye üzülüp, neye sevindiğini, ihtiyaç duyduğu şeyin ne olduğunu, kızgınlıklarını, korkularını yani yaşadıklarını duygu ve düşünceleriyle nasıl algıladığını biraz dikkat edersek görebiliriz. Bunun önemi öylesine büyük ki, zamanında fark edilmeyen olumsuz anılar, tekrar tekrar yaşandıkça ve bununla ilgili uygun bir baş etme yöntemi geliştirilmedikçe yani olumsuz yaşantı ile ilgili algı çemberi kırılmadıkça, tüm yaşamı boyunca ciddi ruhsal hastalıkların öncüsü olabilmektedir. Bu nedenle bir çocuğun duygusal ve zihinsel gelişimini takip etmek bir anne babanın öncelikli görevidir.

    Çoğu ebeveyn çocukla ilgili problemin nereden kaynaklandığını bilmediği için çaresiz kalmaktadır. Çocuk resimlerini okumak çocuk ile ebeveyn arasında iletişim bağı oluşturan güçlü bir köprüdür.

    Çocuk resimleri ve özellikle psikolojik boyutları ile ilgili 1900 lü yıllardan beri birçok araştırma yapılmıştır ve git gide geliştirilmiştir. Bu araştırmalar sonucu çocukların çizimlerinden yola çıkarak onlar ile ilgili sadece duygu ve yaşantıları hakkında bilgi sahibi olmak değil, aynı zamanda kişilik ve zihinsel gelişimleri ile ilgili de değerlendirmeler yapılmaktadır.

    Bu makalede hangi yaş grubunun, nasıl çizimleri olur? Kişiliği nasıl yansıtır? Ne zaman psikolojik bir desteğe ihtiyaç duyulur ve bir uzmandan destek alınması kaçınılmazdır? Kendisi, başkaları ve dünya hakkında algısı nasıldır? Gelişimsel özellikleri normal midir? Renklerin, çizimlerinin sembolik anlamları neyi ifade etmektedir? gibi birçok konuda temel ölçüde cevap bulacaksınız. Burada amaç, psikolojik teşhis ve tanı koymak değil, çocuğu tanımaya, anlamaya, yaşadığı iç/dış çatışma ve yaşantılarıyla ilgili ön değerlendirme yapabilmek ve şüphe yaratan noktalarda bir uzmandan yardım almaya yöneltmektir.

    Unutmamak gerekir ki her çocuk özeldir ve kendi dünyalarında yaşadıklarını basitçe bir kalıba sokmamak, kendisine özgü ve bütünsel değerlendirme yapma hassasiyeti gerektirir.

    Sağlıklı çocukların çizimleri

    Öncelikle patolojik yani ruhsal bir problem olmayan, sağlıklı çocuklarda görülen ve resimlere yansıyan genel resim detaylarını bilmek gerekir. Bunlar;

    Kimlik/benlik algısı

    Benlik algısı gelişmiş, özsaygısı olan bir çocuğun yaptığı bir resimde, kendisi olarak çizdiği insan figüründe temel organlar ve detaylar (her yaş grubuna göre detay farklı olarak değerlendirilmelidir) var ise örneğin gözler, burun, ağız, kulaklar, kaşlar, saç, boyun, gövde, eller ve kollar, bel,  bacaklar, ayaklar gibi ve bu organlar uygun ve orantılı bir şekilde konulmuşsa eğer bir insan resmi çizilmiş ise, tüm gerekli detaylar varsa buna ek olarak kendisi olarak ifade ettiği insan figürü silik ya da baskın olarak çizilmeden kağıda göre normal boyutlarda sayfanın orta noktalarında konumlandırılmışsa sağlıklı bir kimlik algısı ve özsaygıdan bahsedebiliriz.

    Güven duygusu ve öz güven

    Kendine güvenli ya da kendini güvende hisseden çocukların resimlerinde hayali bir zemin bulunur. Ayakları belli bir yere, toprağa basılı gibidir. Havada asılıymış gibi belirsiz bir yerle temas içinde değildir. Genel olarak insan figürü net çizgilidir ve belirgin olarak ortalıktadır, bazı kısımları ya da tümü saklanmaz.

    Sıcaklık

    İnsanların arasındaki ilişkinin sıcaklığını çocuklar resimlerinde birbirine yakın nesneler çizerek gösterirler. Yakınlıktan öte önemli iki figür arasına çizilen nesneler kişilerin arasında problem olduğunu ve bu durumun çocuğun farkında olduğunu ve olumsuz etkilediğini gösterir. Örneğin anne baba figürlerinin arasına çizilmiş bir nesne, anne baba arasında olumsuz, soğuk ya da problemli bir ilişkinin olduğunu gösterebilir.

    Tekraren ifade etmekte yarar vardır, çocuk resimlerini değerlendirirken tek bir olgu üzerinden değil bütünsel olarak bakmak ve değerlendirmek hatta birçok resmin akışını birlikte değerlendirmek gereklidir.

    İletişim ve açıklık

    İnsan figürlerinin ya da temsil ettiği figürlerin örneğin çiçek, ağaç gibi kolları açık ve rahat şekilde çizilmiş olması iletişim ve kendini ifade edebilme açısından çocuğun sağlıklı olduğunun bir işareti olabilmektedir. Aynı zamanda insanın dışında olan ve evini temsil eden figürler örneğin evin kapısı, pencereler gibi figürler eğer bir ev çizilmişse mutlaka belirtilmiştir ve net olarak çizilmiştir. Yani bilinçdışı olarak, ben/evim/ailem dış dünyaya açılan bir kapımız penceremiz var ve bu etkileşime açığız diye sembolize edilebilir.

    Cinsiyet bilinci

    Çocuk yaşa göre uygun olarak cinsiyetleri belirlerken özellikleri dikkate alarak çizmektedir, örneğin bir erkek figüründe gösterdiği pantolon ya da kız figüründe gösterdiği etek (bazı özel figür çizimleri hariç örneğin kahraman figürleri). İnsan figürlerinde çizilmiş pantolon ağı da artık kimlik algısının yavaş yavaş oluştuğunun göstergesi olabilir. Genellikle ilk olarak çizilen figürler çocuğun kendi cinsiyetindendir. Bu noktaya dikkat edilebilir.

    Gelişimsel dönemlerine göre çocuk çizimleri

    Yaşa göre sınıflandırılan “Çocuk Çizimlerinin Gelişimsel Dönemleri” nden söz etmek gerekir. Bu genel olarak evrenseldir ve ilk başlarda karalama olarak başlayan çizimler yaş ilerledikçe sembolik çizimlere ve sonralarında bir kompozisyon haline dönüşmektedir. Küçük yaşlarda insan figürlerinde neredeyse hiç detay olmazken, ileriki yaşlarda göz, göz bebeği, kulak, ağız, burun, kaşlar, kirpikler, çene, saç, eller, ayaklar, ayakkabı, ve diğer organlar ile ilgili tüm detaylar beklenir. Victor Lowenfeld (1978) ve diğer araştırmacıların yaptığı tüm çalışmaların ortak olarak belirtildiği beş evre bulunmaktadır. Çocuk çizimlerinin hangi aşamalarda olduğu ve beklenildiği bu beş evre aşağıdaki gibidir;

    Karalama dönemi

    Bu dönemde çocuk resimle kendini ifade etmedeki ilk aşamadadır ve kalem, boya ve resim kağıdıyla ilk kez tanışır ve çizimlere başlar. 2 ile 4 yaş arasında olan bu dönemde (14 aylıktan itibaren de başladığı görülmektedir) çocuğun çizimleri düzensiz ve amaçsızdır. Çok az kas kontrolü gerektirir. Kullandığı renkler genellikle parlak ve canlıdır. Çocuk çizimle ilk defa tanıştığı için kalem tutuşu ve karalamaları ilkel ve hatalı gibi görünür, bu noktada ebeveyn bazen çocuğun kalem tutuşunu düzeltmek isteyebilir. Ancak ısrarcı olunmamalıdır. Zamanla zaten çocuk çizimlerini benzettiği ve daha iyi ifade edebildiği zaman tutuşu ve çizimleri ileri seviyeye geçecektir. Eğer sabırsız davranıp çocuğa çok fazla müdahale edilirse, o noktada kendini ifade etme aracından uzaklaşabilmekte ve duygusal anlamda kendini yetersiz ve sürekli hata yapıyor olarak algılayabilmektedir. Bu noktada ya geri çekilme ortaya çıkabilir ya da agresyon (öfke) ortaya çıkabilir.

    Şema öncesi dönem

    Bu dönem çocuğun ilk simgeleştirmeye çalıştığı, gördüklerini ya da hayal ettiklerini ilk tasvir etmeye çalıştığı dönemdir. 4 ile 7 yaş arasında olan bu dönemde görsel düşünce yavaş yavaş gelişmeye başlar. Ancak henüz uzay mekan kavramı gelişmediği için nesneler belli bir düzen ve planda konumlandırılmamıştır. Ancak karalama döneminde zemin kavramı oluşmadığı için nesneler ve figürler havada asılı kalırken, bu dönemde çocuğun yere basarak yürüdüğünü fark etmesiyle çizimlerinde de bunu kullanır ve nesneleri ve figürleri bir zemine oturtmaya başlar. Renk seçimi hala mantıksal değil duygusal olarak seçilir. Çocuğun çizdiği insan figürleri kafadan inen bacaklar şeklinde görülebilir. Ancak yaş ilerledikçe kollar ve bacaklar gövdeden inmeye başlar. Genellikle aileden fertleri çizerler (birbirine benzer figürlerdir). Eğer aile dışından bir insan figürü çizmiş olduğunu gösterirse sosyalleşmeye başladığını gösterir.  Çocuk insan figürlerinde önem verdiği, kendisi için daha değerli olan kişileri en önce ve daha büyük çizer, sevmediklerini ise çirkin, en son ya da küçük çizer.

    Şematik dönem

    Bu dönemde çocuk görsel düşünce oluşturmaktadır. 7-9 yaş arasında olan bu dönemde çocuk çevresinde olup bitenler hakkında daha farkındalıklı ve belli bir şemalara sahiptir. Artık insan figürleri daha belirgindir. Cinsiyet farklılıkları netleşmeye başlar, İnsan figürlerine kıyafetler giydirir. Eller parmaklar kollardan çıkmış, Diğer organ detayları da daha gerçekçidir.  Kullandığı renkler de artık daha gerçekçidir. Önceki dönemlerde örneğin insan yüzünü mor yapan çocuk, artık bu dönemde 7-9 yaş arasında daha gerçekçi renkler kullanarak insan yüzünde anormal renkler kullanmaz.

    Gruplaşma dönemi

    Bu dönemde çocuk artık gerçekçi bir algıyla çizimlerini yapar. 9-11 yaş grubuna ait bu dönem, çocukların cinsiyet farklılıklarının artık netleştiği bir dönemdir. Kız çocukları daha çok bebek, kız kıyafetleri, çiçekler gibi resimler çizerken, erkek çocukları ise araba, uçak, polis gibi resimler çizmeye başlar. Bu evrede renkler ve çizgiler gerçeklik üzerine kurulur ve gördükleri şeylerin aynısını çizmek için gayret gösterirler. Bu durum bu evre için çok önemlidir.

    Mantık dönemi

    Doğalcılık ve tabiatı tasvir etme dönemi olarak da bilinen bu dönemde 12-14 yaş grubu çocukları, eğer bir önceki gruplaşma / gerçekçilik döneminde çocuk gerçeği olduğu gibi çizemediği zaman kendini bu alanda ifade etme ile ilgili umutsuzluğa düşer ve artık devam edecek cesareti ve şevki kalmayabilir. Bu nedenle her çocuk bu dönemi geçiremeyebilir ve bu noktada bırakabilir.

    Renk kullanımında dikkat edilecek noktalar

    Öncelikle bilinmesi gereken sıcak ve soğuk renklerdir.

    Sıcak renkler: Kırmızı, Sarı ve Turuncudur.

    Soğuk renkler: Mor, Mavi, Yeşildir.

    Resimlerde önemli olan sıcak ve soğuk renklerin bir uyum içinde birlikte kullanılmasıdır.

    Diğer bir önemli nokta sadece renklere bakarak değerlendirilmemeli, renklerin hangi nesnelerde ve nasıl bir etkileşim yaratarak kullanıldığına dikkat edilmelidir.

    Kırmızı: Bir çocuk için öfkeyi, kızgınlığı ya da saldırganlığı temsil edebilir. Duygusal bir patlamanın ifadesi, bir problemin ifadesi olarak gösterilebilir. Bazen de aşkı, yoğun duyguları, keskinliği ve baskınlığı da ifade edebilir.

    Pembe: Bu renk, geçmişte oluşan bir problem ya da rahatsızlıkla ilgili üstesinden gelindiğinin ya da gelinebileceğini göstermektedir (Furth, 2002). Sakin, sevgi dolu, sıcak bir renk olan pembeyi resimlerinde kullanan çocuklar olumlu duygular yaşadığını gösterir.

    Sarı: Çocuklar resimlerinde en çok güneşi yaparken kullanırlar. Bu nedenle parlaklığı, ışığı, sıcaklığı, enerjiyi ve umudu simgeler. Olumlu hisler yaratır ve onu yansıtmasını sağlar. Anne babası tarafında sevilen ve değer verilen ya da sevilmek isteyen bu konuda umut besleyen çocuklar sarı rengi tercih ederler. Çünkü çocuğun yaptığı resimler gerçek duygu ve yaşantılarını yansıtabildiği gibi, onların fantazmlarını, korkularını, umutlarını, beklentilerini de yansıtabilir. Ancak bir yandan diğer boyutlarını düşünmekte fayda vardır; çocuğun anne babaya çok fazla bağımlı olup olmadığına da bakmak gerekebilir.

    Mavi: Çocuklar resimlerinde genellikle gökyüzünü, bulutu ya da denizi, nehri göstermek için maviyi kullanır. Bu rengi resimde baskın ya da belirleyici olarak görmek sakin, huzurlu ve uyumlu bir yapının olduğunu ve olumlu duyguları açığa çıkardığını gösterir.

    Yeşil: Kendine güvenli, mutlu, gelişmekte ve büyümekte olan çocuğu simgeler. Bununla birlikte,koyu yeşil sağlığı ve iyileşmeyi ifade ederken, açık yeşil ise fiziksel zayıflığı ya da sağlığa kavuşulmuş olmayı beklemenin bir ifadesi olabilmektedir (Malchiodi, 1998).

    Mor: Eğer bir çocuk resminde baskın olarak ya da önemli figürlerinde mor rengini kullanıyorsa, çocuğun ve anne babanın son zamanlardaki davranışlarıyla birlikte değerlendirme yapmak gerekebilir. Çünkü böyle bir resimde çocuğa yüklenen bazı sorumluluklar ağır gelmiş ve bekleneni karşılayamayacağı kaygısı taşır ve resimlerine bu ağır yükü ve endişeyi mor rengiyle yansıtır. Bu noktada düşünülmesi gereken bu çocuk anne babanın sevgisine ve desteğine daha çok gereksinim duyabilir.

    Turuncu: Çocuk resimlerinde enerjiyi, sıcaklığı, keyfi ifade etmesiyle görünür. Olumlu duygular çağrıştırır. Ancak kullandığı yere ve baskınlığa göre endişeyi de ifade edebilmektedir. Çocuğun yaşadığı süreçlerle eş kontrol yapmakta fayda vardır.

    Kahverengi: Bu renk çocuklarda sınırları ifade etmektedir. Çok fazla kural olan bir ailede, çocuk sınırların ve engellemenin verdiği olumsuz duyguyu ifade etmek için bu rengi kullanabilmektedir. Aslında toprak rengi olduğu için çok derin bir renktir ancak bazen duygusal ağırlık yaşatabilir. Aynı zamanda, resimlerinde kahverengiyi baskın kullanan çocuklar, korunmaya ihtiyaç duydukları, sevgi ve ilgi özlemi çektikleri göstermek isteyebilirler. Tuvalet eğitiminde yaşanan sıkıntılara da işaret edebilmektedir. (Çankırılı,2011).

    Resimlerde genellikle bütüne bakılmalıdır. Nesne ve figürlerin bazı sembolik anlamları vardır. Örneğin dağ babayı sembolize ederken, sivri uçlu keskin dağ çizimleri babayla aradaki kötü kızgın ilişkiyi ifade edebilmektedir. Ya da dağdan çıkan kırmızı sert karalamalar babaya duyulan öfke ya da babanın çocuğa gösterdiği agresyon olarak çizilebilmektedir.

    Çocuklar ağaç çizmesini çok sever, ancak ağacın gövdesindeki kovuklar ve yuvarlak kontrolsüzce çizilen halkalar travmayı işaret edebilmektedir. Güneşli bir hava aydınlığı, neşeyi gösterirken, yağmurlu bir hava eğer ki bir de üzgün endişeli insan yüzleri varsa depresif bir durumları ifade edebilmektedir. Ya da bir evin çatısının olması olumlu bir algıyken çatıdan çıkan kara yüksek dumanlar evdeki çatışmayı huzursuzluğu sembolize edebilmektedir, ya da çatısız bir ev çizen çocuk ailesi tarafından ya da tüm aile olarak korunaksız olduğunu gösterebilmektedir.

    Yani temel olarak, çocukların yaptığı resimler ve çizimler çocuklar için duygularını açığa çıkarıp, baskılamaması açısından son derece önemliyken, ebeveynler açısında çocuğun yaşadığı tüm süreçleri takip edebilmek ve tehlike sinyali çaldığı zamanı görebilmek açısından son derece önemlidir. Ancak bu takip ve değerlendirmeler sürecinde çocuğa asla müdahale, sorgulama ve yargılama yapılmaması dikkat edilmesi gereken önemli bir husustur. Tam tersi, çocuk yönlendirme yapılmadan teşvik edilebilir. Yaşa uygun olarak değerlendirilmeli ve nesneler, figürler, renkler, etkileşimler birlikte değerlendirilmelidir. Bu süreçte garipsediğiniz, endişelendiğiniz ya da yukarıda belirtilen noktalarda olumsuz bir durum gözlemlediğiniz noktada bir uzmandan destek almayı geç olmadan unutmayınız.

    Referanslar
    • Viktor, L. (1978). Creative and Mental Growth.
    • Furth, G. M. (2002). The Secret World Of Drawings: A Jungian Approach to Healing Through Art, Toronto: Inner City Boks, 2 edition.
    • Malchiodi, C. A. (1998). Çocukların Resimlerini Anlamak, İstanbul: Epsilon Yayıncılık.