Yazar: admin

  • Şizotipal kişilik bozukluğu nedir?

    Şizotipal kişilik bozukluğunu, aklımızda bir çerçeve oluşturması bakımından toplumda nispeten daha çok bilinen şizofreninin hafif seyreden bir türü olarak düşünmemiz mümkündür.

    Şizofreni ile yakından ilişkili olan şizotipal kişilik bozukluğu, birçok noktada şizofreni ile benzer bulgular gösterse de aralarındaki farklar doğru tanı ve tedavi açısından önemlidir.

    Şizotipal kişilik bozukluğu olan kişilerin düşüncelerinde, davranışlarında, konuşmalarında, dış görünümlerinde tuhaflık ve sıradışılık gözlemlenmektedir. Şizotipal kişiler olağandışı davranışlarda bulunmakla birlikte insanlarla ilişki kurmakta da zorlanan, kişilerarası ilişkilerde aşırı derecede sosyal kaygı yaşayan kişilerdir.

    Bu kişilerin büyüsel düşünceleri, algı yanılsamaları, gözle görülmeyen şeyleri görme, telepati ile iletişim kurma gibi doğaüstü inançları vardır.

    Şizotipal kişilik bozukluğu olan kişiler, gerçekte orada olmayan bir gücün veya kişinin oradaymış hissine sahip olabilir. Konuşmalarında alışılmışın dışında, devrik ve net olmayan cümle kurabilir, özbakım yetersizlikleri, kendi kendine konuşma gibi özellikler gösterebilirler.

    Şizotipal kişiler insanlarla yakın ilişkiler kurmakta oldukça güçlük çekerler. Bunun en belirgin nedeni insanlara karşı şüpheci olmalarıdır. Akranlarının ve çevrelerindeki insanların kendilerine karşı olumsuz düşünceler beslediklerini düşünerek onlara karşı şüpheci, güvensiz, çekingen davranır, insanlarla iletişim ve ilişki kurmaktan kaçınırlar.

    Şizoid bozukluğa sahip kişilerin kendileri insanlarla yakınlaşmak istemediği gibi özbakımlarının yetersiz olması, konuşmalarındaki belirsizlik ve tutarsızlıklar, garip davranışları nedeniyle de insanlar tarafından çoğu zaman dışlanırlar. İnsanlar bu kişilerle ilişki kurmak istemez, onları garip bir tip olarak nitelendirilirler.

    Bu bozukluk her ne kadar hastalık olarak değerlendirilse de, toplumda normal kişilik biçimi olarak da yer bulmaktadır. Bu kişilik tarzında olan insanları; gizemli, farklı ve ilginç deneyimleri açık ve doğaüstü olaylara ilgi duyan kişiler olarak düşünmek mümkündür.

    Genel hatlarıyla şizotipal kişilik bozukluğunu giriş yapmış olsak da bu hastalığın teşhis ve tedavisi için tanı ölçütleri daha detaylı bilgi sağlayacaktır.

    Şizotipal kişilik bozukluğunun tanı ölçütleri nelerdir?

    Toplumun %3’lük yani oldukça ender bir kısmında rastlanan şizotipal kişilik bozukluğu şizofrenik yakınları olanlarda daha sık görülmektedir. Cinsiyet bakımından da erkeklerde kadınlara oranla daha sık rastlanmaktadır.

    Şizotipal kişilik bozukluğu tanısı koymaktaki en büyük zorluk, bozukluğun, borderline kişilik bozukluğu, narsisistik kişilik bozukluğu ve çekingen kişilik bozukluğu ile benzer belirtilere sahip olmasıdır. Bu nedenle, uzman tarafından tanı koymak zorlaşmaktadır.

    Genel hatlarıyla şizotipal kişilik bozukluğu tanı kriterleri şu şekildedir:

    • Şizoid kişilerde referans düşünceler görülmektedir. Bu kişiler, olayların kendileri için özel, olağandan farklı anlamlar taşıması inancına sahiplerdir.
    • Kişinin davranışlarını etkileyen toplumsal değerlerle uyuşmayan sıradışı inançlar veya büyüsel düşünce örneğin altıncı his, telepati, batıl inanç, doğaüstü inanışlar gibi örüntüler vardır.
    • Olağandışı algılar ve bedensel illüzyonlar, gerçeğin olduğu gibi algılanmasında güçlük gibi bulgular rastlanmaktadır. Örneğin, uzuvlarında büyüme gibi şekil bozuklukları olduğunu hissederler.
    • Şizoid kişilerin belki de en dikkat çeken özelliklerinden biri de şüpheciliktir. Bu kişiler çevresindeki insanlara sürekli kuşkuyla yaklaşır bir türlü onlara güven duymaz. Şüphecilikle birlikte paranoid düşünceler de beraberinde gelir. İnsanların sürekli kendisine komplo kurduklarına ve kendisinin kötülüğü için uğraştıklarına dair gerçekçi olmayan düşünceleri vardır.
    • Tuhaf düşünceler ve belirsiz ya da basmakalıp konuşma, bağlamdan bağımsız, uygunsuz konuşma gibi belirtiler gösterirler.
    • Bu kişilerin duygulanımlarında da uygunsuzluk ve kısıtlılık görülmektedir. Genel olarak sıkılmış ve donuk bir görünüme sahiptirler.
    • Birinci derece akrabaları dışında genellikle yakın arkadaşları bulunmaz. Bunun sebebi olarak, kişilere kuşkucu yaklaşmaları, alınganlık ve garip tarzları düşünülmektedir.
    • Aşırı derecede toplumsal kaygıları ve değersizlik duyguları bulunmaktadır. Bu sebeple de kendilerini topluma ait hissedemezler. Her ne kadar yakın oldukları kişilerle görüşüyor olsalar dahi her görüşmede aynı yoğun kaygıyı hissederek ortamı kısa sürede terk etme ihtiyacı hissederler.
    • Şizoid kişiler, olaylara tepkilerini içe dönük bir şekilde verir, dışsal tepki mekanizmaları neredeyse yoktur.

    Şizotipal kişilik bozukluğunun nedenleri nelerdir?

    Şizotipal kişilik bozukluğu olan kişilerde sanrıların gelişmesiyle birlikte şizofreni görülme olasılığı diğer kişilere göre yüksektir. Şizofrenik hastaların yakınlarında da şizotipal kişilik bozukluğu özellikleri gösterme olasılığı diğer kişilere kıyasla yüksektir. Buradan da anlaşılacağı gibi şizotipal kişilik bozukluğu ile şizofreni temelde ortak bir paydadan gelmektedir. Ancak hastalıkların şiddeti ve seyri birbirinden ayrılmaktadır. Şizotipal kişilik bozukluğunun nedenlerine baktığımızda şizofreninin nedenleriyle hemen hemen aynı paydada oldukları görmekteyiz. Bu nedenler şu şekilde sıralanabilir:

    Biyolojik  Nedenler: Bugüne kadar yapılan araştırma bulguları şizotipal kişilik bozukluğunun aileden kalıtımsal yolla geçmiş olduğu yönündedir. Genetik aktarım yoluyla gelişebilen şizotipal kişilik bozukluğu genellikle şizofreninin oluş nedeniyle ile aynıdır. Biyolojik  yapının hastalık üzerindeki etkilerini saptamak amacıyla yapılan araştırmalarda beyin yapısı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme gibi teknolojik araçlarla incelenmektedir. Bu sayede beyin yapısındaki anormalliklerin saptanması hedeflenmektedir. Araştırma sonuçlarında şizotipal kişilik bozukluğu görülen kişilerin beyi yapısında özellikle beynin ön lobu olan frontal lobda farklılıklar tespit edilmiştir. Düşünme ve algı becelerimizden sorumlu olan frontal lobdaki daralma şizofreni ve şizotipal kişilik bozukluğunun biyolojik temelleri olduğuna işaret etmektedir.

    Nörokimyasal Nedenler: Beynimizin çalışmasında oldukça etkili bir rol oynayan kimyasal haberciler olarak adlandırabileceğimiz nörotransmitterlerin de şizotipal kişilik bozukluğunun oluşumu üzerindeki etkileri araştırılmıştır. Bu kimyasal haberciler sayesinde düşünebiliyor, algısal ve bilişsel faaliyetlerimizi bu kimyasallar aracılığı ile sağlıyoruz. Şizotipal kişilik bozukluğunun en tipik belirtisi olan bilişsel çarpıtmalar ve düşüncelerde kopukluk akla bu kimyasallar habercilerin araştırılmasını getirmiştir. Düşünce bozuklukları, paranoid belirtiler, sıradışı algılar gibi belirtileri bulunan şizotipal kişilik bozukluğunun  dopamin hormonunun fazlalılığıyla bağlantılı olduğu tespit edilmiştir. Dopamin hormonundaki artışların hastalık semptomlarında artışa neden olduğu araştırmalar sonucu kanıtlanmıştır.

    Çevresel Nedenler: Şizotipal kişilik bozukluğunun nedenlerinde önemli yer tutan bir diğer faktör de kişinin çocukluktan itiberen nasıl bir çevrede büyüdüğü, ona bakım verenler tarafından nasıl bir tutumla yetiştirilmiş olduğu ve olumsuz yaşantılar bütünüdür. Çocukluk döneminde her çocuğun anne babasından ayrılarak kendi özerkliğini kazanmaya başladığı bir evre vardır. Bu evrede çocuk etrafı özgürce, tek başına keşfetmek ister kendi başına bir şeyler başarma arzusu vardır. Çocuğun gelişimin doğal bir parçası olan özerklik kazanma evresinde çocuğa gereğinden fazla korumacı davranışlar göstermek ya da çocuğun tek başına herhangi bir davranışta bulunmasına ket vurmak çocukta kalıcı hasarlara neden olabilir. Şizotipallerin ebeveynleri çocuklarını özerk davrandıkları için cezalandırırken bir yandan da kendileri benzer özerk davranışlar sergilerler. Bu tutumlar çocuğa çelişkili ve mantıksız mesajlar iletilmesine neden olur. Bu tutuma bir örnek verecek olursak; Kendisi eve uğramadığı halde çocuğunu evde bulamadığı için çocuğunu döven bir babayı düşünebiliriz. Çocuğundan beklentileriyle kendi yaptıkları uyuşmayan baba, çocuk üzerinde kafa karışıklığı yaratmaktadır. Aynı durumda çocuğa “senin her hareketinden haberim olur bilirim ben” gibi cümleler kurmak çocuk üzerinde sürekli izlendiği ve uzaktan takip edildiği hisleri uyandırabilmektedir. Bu tarz tutumların gelecekte  büyüsel inançlara sahip şizotipal kişilikler oluşumunda etkili olduğu düşünülmektedir. Çeşitli araştırmalarda saptanmış diğer bir etmen de; şizotipal kişilik bozukluğuna sahip kişilerin, çocukluk döneminde fiziksel ve ruhsal olarak istismar edilmiş, ihmale maruz kalmış çocuklar olduğu yönündedir.

    Şizotipal kişilik bozukluğuna sahip kişilerin genel özellikleri nelerdir?

    Kişilik bozuklukları çoğu zaman pasif kalıp herhangi bir soruna neden olmaksızın kişinin yaşamını sürdürmesine imkan tanır. Ancak kişinin zorlandığı, baskı altında olduğu ya da travmatik olaylara maruz kaldığı zamanlarda şiddetlenebilir. Her ne kadar toplum içinde sindirilmiş olarak hayatlarını sürdürseler de şizotipal kişilik bozukluğuna sahip kişilerin genel özellikleri şaşırtıcı derece ilginç olabilir. Şizotipal kişilikteki insanları fark etmemizi sağlayan belli başlı genel özellikler şunlardır:

    • Şizotipaller genel olarak soğuk yapılı ve mesafelidir. Kendilerini toplumdan yalıtmıştır. Olaylar ve durumlar karşısında tepkileri donuktur. Dışarıdan bakıldığından umursamaz ve kafaları karışık gibi görünürler.
    • Yetersiz ve uyumsuz duygulanımları sebebiyle tam olarak canlı ve yaşıyor gibi gözükmezler. Kendilerini cansız bir varlık gibi hissederler. Kendilerine ve bedenlerine yabancılaşmış hissederler. Başkalarına ve kendilerine sanki uzaktan bakıyormuş gibidirler. Bu yabancılaşmayı telafi etmek adına kendi gerçekliklerini yaratarak kendilerine özgü batıl inançlar, şüpheler, illüzyonlar oluştururlar.
    • Şizotipal kişiler, kendileri aşırı uyarı altında hissederler. Aşırı kaygılı olma hali özellikle toplum içine karışmak istemedikleri ve toplumdan uzak kalmayı istedikleri, toplumsal beklentilerin kendilerini zorladığı sıralarda görülür. Bu istemedikleri durumlarla karşı karşıya kaldıklarında gerçek olmayan kendi oluşturdukları dünyaya sürüklenerek psikoz hali yaşayabilirler.
    • Karşılıklı toplumsal iletişimin gereklerini yerine getiremezler. Dağınık, düzensiz, kopuk iletişim kurarlar. Yalnız kişilerdir çok az sayıda arkadaşları vardır.
    • Şizotipal kişiler, tutarlı olarak toplumsal başarı gösteremez, ilerleme kaydedemezler. İş ve okul hayatları  karışıktır ve başarısızlıklarla doludur. İş değişikliğinde bulunur ya da işten atılma durumuna sürüklenirler. Başarısızlıklarının temelinde değersizlik duyguları yatmaktadır.
    • Kişiler arası iletişimlerde az sayıda sözcükle, sınırlı konular hakkında konuşurlar. Karşılıklı konuşmalarda konuyu acayip, özel veya soyut konulara çekerler. Konuşulan konudan bağımsız tepkilerde bulunabilir uygunsuz cevaplar verebilirler.
    • Bir kişinin aklından geçen düşünceleri ya da çok uzakta yaşanmış bir olayı bir araç ve duygusal bağlantı olmadan algılama becerileri olduklarına inanırlar. Telapatik iletişimin gücüne ve varlığına inanırlar.
    • Başkalarının dünyalarına ilgisiz ve kayıtsız olmaları şizotipallerin en belirgin özellikleri arasındadır. Tüm bu özellikleri şizotipal kişilik bozukluğuna sahip insanların iç dünyasında yaşanıyor olsa dahi dışarıdan da görülebilecek türdendir. Şizotipaller iç dünyalarındaki karışıklığı davranışlarıyla dışarıya yanıtır.

    Şizotipal kişilik bozukluğu ve biçimi arasındaki farklar nelerdir?

    Şizotipal kişilik bozukluğu ciddi bir hastalık olarak görülsede buraya kadar anlattığımız kadarıyla okuyucular kendilerinde şizotipal kişiliğe benzer özellikler olduğunu düşünebilir. Bu nedenle toplumda normal olarak kabul edilen şizotipal kişilik biçimi ile şizotipal bozukluğun ayrımındaki detaylara değinmek yararlı olacaktır.

    Bozukluk: Şizotipal bozukluk olan kişide kastedilme zannı vardır. Bu bozukluğa sahip kişiler olayları sanki özel olarak kendilerini hedef alan özel bir anlam ifade ediyormuş gibi yorumlar.

    Biçim: Şizotipal kişilik özellikleri taşıyanlar ise kendi iç dünyalarından ilham alır kendi duygu ve düşüncelerine odaklanır.

    Bozukluk: Şizotipal bozukluğa sahip kişilerin büyüsel düşünceleri ve  batıl inançları vardır. Örneğin bu kişiler; başkalarının aklından geçenler okuma, geleceği görebilme gibi yetenekleri olduğuna inanabilir.

    Biçim:  Bu kişilik yapısında olanlar bazı alışılmadık fikir ve batıl inançlara sahip olsalar da toplumsal gerçekliğe ayak uydurmak adına bu inançları bir kenara atabilirler.

    Bozukluk: Şizotipallerde olağandışı algısal yaşantılar vardır. Bunlar; gerçekte orada olmayan şeyler görme, yanılmasama şeklinde olabilir. Örneğin ölmüş birini gerçekte görmüş hissetme gibi biçimlerde olabilir.

    Biçim: Şizotipal tarzı olan kişiler ise gizemli, doğaüstü olaylara ilgilidir ancak bunları gerçeklik olarak kabul etmezler.

    Bozukluk: Yoğun derecede toplumsal kaygıları vardır. Şizotipal kişiler yeni sosyal ortamlara girmekten aşırı kaygı duyarlar. Bununla birlikte sosyal kaygıları o kadar yüksektir ki tanıdık çevrelerde dahi kaygı yaşamaya devam edebilirler.

    Biçim: Kişilik biçimi olarak şizotipal özellik gösterenler de diğer insanlara göre başkalarının düşüncelerine daha fazla önem verirler. Başkalarının kendilerine nasıl davranacağını diğerlerine göre daha fazla duyarlıdırlar.

    Bozukluk: Kimseye benzemeyen davranışları bulunmakla birlikte insanlara karşı oldukça soğukturlar. Özbakımlarına dikkat etmezler. Örneğin saçları dağınık, kıyafetleri pasaklı olarak gezebilirler.

    Biçim: Toplumsal uyumları gelişmiştir. Özbakımlarına dikkat ederler. Toplumdan ayrılan kendilerine has davranışları bulunmakla birlikte bunlar toplumdan dışlanmalarına sebep olmaz. Toplumsal değerleri dikkate alarak oluşturulmuş kendilerine özgü, ilginç yaşamları vardır.

    Bozukluk: Şizotipal kişilik bozukluğu olan kişilerin birinci derece yakın akrabaları dışında sosyal çevreleri ve yakın arkadaşları veya sırdaşları yoktur ya da bir kişiden oluşur.

    Biçim: Şizotipal tarzda kişiliğe sahip insanlar için yalnız kalmak bir tercihtir. Kendi başlarına zaman geçirmekten, insanlardan bağımsız yaşayan az sayıda yakın arkadaşa ihtiyaç duyan kişilerdir.

    Şizotipal kişilik bozukluğunda doğru tanıyı koyabilmek

    Şizotipal kişilik bozukluğunun bazı semptomları diğer kişilik bozukluklarıyla ortak veya benzer olması nedeniyle ayırıcı özellikler önem taşımaktadır. Şizotipal kişilik bozukluğu; en çok şizoid ve kaçıngan kişilik bozuklarıyla karıştırılsa da aynı zamanda paranoid ve sınırda kişilik bozuklarıyla da ortak özellikler taşımaktadır. Bunlara ek olarak yaygın olarak şizofreni hastalığı ile karıştırılmakta ve ortak özellikleri bakımından çok sayıda benzerlik taşımaktadırlar. Şizofrenilerde görülen sanrı, halüsinasyon, psikoz durumlarının sürekliliği şizotipal kişilik bozukluğundan ayrılmaktadır. Paranoid ve şizoid kişiliklik bozuklarından ise psikoz görülmesi bakımından ayrılan şizotipal kişilik bozukluğu, sınırda kişilik bozukluğundan da yakın insani ilişkilerin varlığı ve duygusal iniş çıkışların görülmesi bakımından ayrılmaktadır. Sınırda kişilik bozukluğunda kişiler yakın ilişki kurmadan yapamazlar ancak şizotipaller insanlardan tamamen uzak, ayrı durmaya çalışır.

    Şizotipal kişilik bozukluğunun tedavisi nasıldır?

    Şizotipal kişilik bozukluğu, kişilik bozuklukları içinde en erken tespit edilen bozukluk olmasına rağmen tedavi edilmesi en güç olan kişilik bozuklukları arasındadır. Tedavisinin zor olmasındaki en büyük neden şizotipal kişinin düşüncelerini ve kendini ifadesindeki zorluklardır. Aynı zamanda şizotipal kişilerin başka insanlara karşı şüpheci yaklaşımı ve güvensiz tutumu terapi ile tedaviyi zorlaştırmaktadır. Bu nedenle bu kişilik bozukluğu ile çalışırken tedavide ilaçla tedavisinin de önemli bir yeri bulunmaktadır. Terapinin sürdürülmesi için gerekli olan karşılıklı güven ve işbirliğinin sağlanmasında ilaçla tedavinin desteği gerekli olmaktadır. Şizotipal kişilik bozukluğunda ağır bir tablo seyreden hastalar için terapiden önce ilaç kullanımı daha yararlı olmakla birlikte kişinin durumuna bağlı olarak ilaçlı tedavi ve terapi eş zamanlı olarak da devam edebilmektedir. Terapinin başarıya ulaşması büyük ölçüde şizotipal kişinin düşünsel bozukluğunun şiddetine bağlıdır. Terapi metotları açısından bakacak olursak; genel olarak ilaç tedavisiyle paralel olarak yürütülen bilişsel davranışçı terapi şizotipal kişilik bozukluğunun tedavisinde en etkili yöntem olmaktadır.

    Referanslar

    KÖROĞLU, Ertuğrul, DSM-IV-TR Tanı Ölçütleri, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2005.

    Köroğlu, Ertuğrul, Kişilik Bozuklukları, Ankara: HYB Basım Yayın, 2014.

    Butcher, James N.  Anormal Psikoloji, Kaknüs Yayınevi ; 2013

    SAYIL, Işık, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Antıp AŞ Tıp Kitapları ve Bilimsel Yayınlar No: 20, Ankara

    ÖZTÜRK, Orhan, Aylin ULUŞAHİN, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2015.

    MILLON, Theodore, Modern Yaşamda Kişilik Bozuklukları, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2019.

    Şahin. M, Anormal Psikolojisi, Ankara: Nobel Akademi Yayıncılık, 2017.

    Butcher, James N.  Anormal Psikoloji, Kaknüs Yayınevi ; 2013

    YÜKSEL, Nevzat, Ruhsal Hastalıklar,  Nobel Yayınları, Özyurt Matbaacılık, Ankara, 2006.

  • Pozitif psikoloji nedir?

    Her geçen yüzyıl kendi içerisinde iyilikleri ve kötülükleri bir arada barındırmaktadır. Geçen zaman göz önünde bulundurulduğunda, ilerleyen bilim göz önünde bulundurulduğunda yaşadığımız yüzyıl insana dair gereksinimin çok fazla olmadığı, sanki birçok şeyin insan olmadan da devam edeceğini ifade eder haldedir, bu da insan oğlunun kişilik yapısında bazı kırılmalar ve kendine dair yapılan olumsuz atıfları istemsizce beslemektedir.

    Bu kısmı biraz daha açalım.

    Tükenen meslek alanları, gelişen teknoloji gibi sebeplerden kaynaklı kimi iş alanlarına ihtiyaç duyulmamakta, bir başka örnekle eskisi gibi tarımsal veya hayvancılık gibi faaliyetler de direkt olarak insan gücünden faydalanılmamakta hatta bu sektörler neredeyse yok olma halini almıştır. Tüm bu süreçler ise insan oğlu için artık ben bu dünyaya yetersiz kalıyorum ve ben olmadan da dünya devam ediyor gibi bir düşünme modeline yol açmaktadır, böylece insan oğlu kendi kişiliğine dair olumsuz bir biçimde yaklaşmakta ve dolayısıyla kendisine dair yetersizlik ve değersizlik üzerinden atıflarda bulunmaktadır.

    İhtiyaçların çoğaldığı, birçok şeye yetemediğimizi düşündüğümüz yeni dünya düzenine getirilen bir başka bakış açısı olarak pozitif psikoloji!

    Her geçen gün, teknolojik gelişmeler, değişen dünya düzeni gibi faktörler karşısında insan oğlu kendisini aciz ve yetersiz hissedebilmekte ve farkında olmadan zihinsel olarak kendine dair olumsuz ve yetersiz atıflar da bulunabilmektedir.

    İnsan oğlunun yetersizlik, değersizlik gibi olumsuz şemalar ile çalışan birçok modelin yanı sıra unutulan tarafı, insan oğlunun güçlü yanlarını, hayatında gelişen olumlu durumların da varlığını kendine hatırlatması gerektiğini dile getiren bir bakış açısı ile pozitif psikoloji konu alınacaktır.

    Problem olarak algılanan süreçler ve durumlar karşısında, her bireyin gösterdiği tepkiler farklı olduğu gibi bireyin gereksinim duyduğu ve onu tedavi edecek olan süreç de biricik ve tektir, bu sebeple farklı bakış açılarından yararlanarak kendi ruh sağlımızı bir adım daha ileriye taşıyabilmekteyiz.

    Pozitif psikoloji diğer modellere göre görece daha yeni henüz 1990’lı yıllarda kendini ifade etmeye başlayan ve henüz tam olarak kendini tanıtma fırsatı bulamamış bir model olarak karşımıza çıkmaktadır.

    Pozitif psikoloji, üst satırlarda anlatıldığı ve de isminden de anlaşıldığı üzere, pozitife vurgu yaparak iyileşme ve onarımı gerçekleştirmeye çalışmakta ve bununla beraber iyileşme ve onarım gerçekleştiğinde de pozitif yeni özellikler ekleme, öğrenilen pozitif yaşantının geliştirilerek bireyin hayatında yer almasına katkıda bulunmaktadır.

    Pozitif psikolojinin diğer birçok model de olduğu gibi köklerini geçmiş modellerden alıp, üzerine yeni metotlar, yeni bakış açıları ekleyerek kendini ifade etmektedir.

    Pozitif psikoloji ne değildir?

    Sürekli olumlu düşünmek, ve negatif olaylarını inkar etmek veya negatif yaşantıların üzerinde durmamak değildir, Yıllardır psikoloji bilimi hastalık sürecini iyileştirmek için hizmet vermekte ve sanki çalışma alanını yalnızca hastalıklı bir durumu veya problem olarak algılanan bir durumu iyileştirmek ve bireyi sıkıntılı süreçlerden kurtarmak olarak ifade edildi, elbette psikoloji biliminin amacı budur ancak, toplumsal bir gözlem yaparak elde edilmesi çok da güç olmayan bir çıkarımdan söz edecek olursam; toplum içerisinde çoğu zaman insanlar kendisini herhangi bir ekstra sıkıntı, stres gibi faktörü yoksa kendini ne mutlu olarak tanımlamakta,  ne de mutsuz olarak tanımlamaktadır. Halbuki psikoloji bilimin üzerinde durması gereken bir başka alan da bireyleri sadece nötr bir seviyede tutmak yerine ne mutlu ne de mutsuz olarak ifade edilen moddan uzaklaşıp, hayattan zevk alan, yaşam doyumuna ulaşmış, kendisine ve çevresine karşı olumlu yaklaşımlar sergileyen bir birey haline getirmektir.

    Yani klasik modellerden farklı olarak ruhsal açıdan hastalık odaklı ilerlemek yerine ruhsal olarak nasıl daha sağlıklı hale gelebiliriz vurgusunu yapmaktadır.

    Pozitif psikoloji ve ruh sağlığı ilişkisi

    Pozitif psikolojinin kavramsal olarak tanımının kökleri ruh sağlığı tanımlamasına ve Dünya Sağlık Örgütünün sağlık tanımlanmasına dayanmaktadır (Eryılmaz ve Mutlu 2016).

    Özcan Köknel’e göre ruh sağlığı şöyle tanımlanabilir: Bireyin kendisiyle, çevresindekilerle ve içinde yaşadığı topluluk (dünya) ile uyum içinde olması; hayatına dair düzen ve denge sağlayabilmesi; hayata uyum göstermesi için çabalamasıdır.

    Tanımı detaylı incelediğimizde iki kavram dikkat çekmektedir. Birinci kavram uyum sağlama noktasında engel olan unsurlara yapılan vurgu, ikinci kavram ise, uyum göstermek için harcanan çabaya yapılan vurgudur.

    Dünya Sağlık Örgütü’nün yapmış olduğu sağlık tanımlaması üzerinden de değerlendirme yapacak olursak; Dünya Sağlık Örgütüne göre sağlık; bireyler için sadece hastalık belirti ve bulgularının olmaması değil, eş zamanlı olarak bedenen, sosyal ve psikolojik olarak da iyi olma halidir. (Kesgin ve Topuzoğlu 2006).

    Yani buradaki tanımda da gördüğümüz gibi ruh sağlığı sadece hastalık veya sıkıntı içeren bir durum olmaması değil, aynı zamanda iyi hissediş halini de içinde barındırmaktadır. Bu ikinci kavram olarak söz ettiğimiz iyi olma hali psikoloji biliminin pozitif taraflarını göstermekte ve  pozitif olana vurgu yapmaktadır.

    Ruh sağlığı bir sayı doğrusu metaforu ile ifade edilecek olursa;

    Hastalık veya sıkıntı, stres faktörü odaklı ruh sağlığını onarma ve iyileştirmeye dair harcanan çaba  bireyleri negatif durumdan nötr duruma getirirken; pozitif odaklı ruh sağlığı müdahalesi  ise hem bireylerin  negatif durumdan nötr hale gelip, stabilizasyonu yakalamasını sağlamayı hedeflerken oradan  ise pozitif duruma götürmeyi de  kapsamaktadır.

    Yani pozitif psikoloji ruhsal sağlık tanımının ikinci kavramı ile de ilişkili olarak sıkıntılı süreçleri ortadan kaldırırken, bir taraftan da baş etme becerisi kazandırmayı amaç edinmektedir (Hefferon ve Boniwell 2010).

    Pozitif psikoloji kavramı, pozitif ruh sağlığı boyutundan beslenerek ortaya çıkmış ve gelişmiş bir yaklaşımdır.

    Pozitif psikolojinin kuramsal kaynakları

    Peki pozitif psikoloji sırtını hangi kuramlara dayamaktadır?

    Rogers’ın insancıl yaklaşımı

    Kişinin kendi içsel kaynaklarına inancı tam olmalı, kendi kendini iyileştirme kapasitesi var olan herkes kendi potansiyelini kendisi gerçekleştirebilir, şeklindeki düşünceleri temel alarak insanın olumlu doğasına vurgu yapan modeli geliştirmiştir.

    Rogers modelini oluştururken insanların her zaman gelişebilme, kendilerini daha da ileriye taşıyabilme potansiyelleri olduğu görüşünü savunmuş ve bunu kendini gerçekleştirme eğilimi olarak tanımlamıştır.

    Kendini gerçekleştirme eğilimini oluşturan kavramlar;  gelişme, olgunlaşma, özerk olma, bütün olma ve psikolojik ve fiziksel olarak kendini gerçekleştirmektir (Schultz ve Schultz, 2005).

    Rogers’a göre kendini geliştirebilmiş, yeterliliğini oluşturmuş kimseler yaşanılan zorlu durumlar veya karşılaşılan engellere karşı soğukkanlı ve dirençli davranabilir, sorunlar ile baş edebilme kapasite ve yeterlilikleri ile güçlüklere göğüs gerebilmektedirler. Buna paralel olarak kişiyi bir başka yandan besleyen şey ise kendi içsel yeterliliklerinin gelişmiş olması ve kendi kendine yetebildiğini fark ederek daha öz güvenli, özerk bir biçimde hareket eden ve baskın yanlarının ortaya çıkması olarak ifade bulmaktadır.

    Birey kendi doğal akıp giden yaşantısında kendi içsel süreçlerine daha fazla güvenme ve yaşantılarını açık yürekli bir biçimde, yanlışı veya doğrusu ile fark ederek kendi yeterlilik ve kapasitesini tanıyabilen ve hayatı için alacağı karar ve tercihlerini bu bilinç ile yapabilecek potansiyelin insanın doğasında olduğu görüşündedir.

     Bu potansiyeli ortaya çıkarmak yine bireyin elindedir.

    Feist ve Feist, (2008) Rogers kendini gerçekleştirme eğiliminin sadece belirli koşullar gerçekleştiğinde oluşabildiğini belirtmiştir. Bu koşullar; bireyin, kendisi için önemli bir kişi ile olan ilişkisinde, içtenlik (samimiyet), empati, koşulsuz olumlu kabul alabiliyor olmasıdır. Bu koşullar oluşturulabildiği zaman kişi doğuştan gelen kendini gerçekleştirme eğilimini olumlu bir şekilde tamamlayabilmektedir.

    Rogers’a göre diğer kuramcılardan faklı olarak gelişim sadece çocukluk yılları ile kısıtlı olmamakta ve tüm hayatı kapsayarak, birey ömrü boyunca kendini gerçekleştirmek için çabalamaktadır. Rogers’a göre, çocuk (ya da yetişkin) başka herhangi bir kimseden kabul algıladıktan sonra, olumlu kabule değer vermeye başlarken, olumsuz kabulü ise değersizleştirmeye başlamaktadır. Bunun ardından çocuk veya yetişkin  sevilme, kabul edilme, saygı duyulma ihtiyaçlarını geliştirmeye başlamaktadır. Rogers bunu “olumlu kabul” olarak adlandırmaktadır. Çocuğun sevilme, korunma, kabul edilme ihtiyaçlarının ailesi ya da bakım veren kişi tarafından koşulsuz olarak verilmesi gerektiği görüşünü dile getirmiş ve bu kavramı ise koşulsuz olumlu kabul olarak ifade etmektedir. Rogers ayrıca olumlu kendini kabul  kavramından da söz etmektedir. Olumlu kendini kabul kavramını ise açıklarken kişinin kendi benliğine dair olumlu yaklaşım sergilemesi, benliğini takdir etmesi ve benliğine değer vermesi olarak tanımlamıştır. Kişinin kendisine olumlu kabul verebilmesi için ise bireyin öncelikle başkalarından koşulsuz olumlu kabul alabilmesi gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca,bireyin tüm bu süreçleri sağlıklı bir biçimde geçirdiğinde yani,  koşulsuz olumlu kabulü alıp, olumlu kendini kabulu gerçekleştirebildiği zaman daha sonraki yaşantısında herhangi bir başka kimseye gereksinim duymadan, özerk olarak kendisine dair kabul verebildiğini eklemiştir . Olumlu kabulün bir diğer önemli özelliği ise doğası gereği karşılıklı olmasıdır. Burada anlatılmak istenen ise; birey başkasının olumlu kabul ihtiyacını karşıladığını hissettiğinde, kendisinde de bu ihtiyacın karşılandığına dair doyum hissetmektedir. Yani karşılıklık oluşmakta ve bir başkasına dair yapılan olumlu bir eylem kişinin kendisine dair de oluşan olumlu bir vurguya işaret etmektedir.

    Adler’in bireysel psikoloji kuramı

    Adler de kişinin özündeki iyi yana vurgu yapmakta ve kurduğu modeli bu yönde geliştirmektedir.

    Adler insanı kendi içinde tutarlı bir organizma olarak ifade etmektedir ve insanın eyleme döktüğü davranışlarında bilinçli halinde hatta bilinçsiz halinde yani tüm kişiliği genel olarak, hangi koşulda olursa olsun ele alındığı zaman tutarlılık gösterdiğini vurgulamaktadır.

    Adler in kuramının dayandığı bu bireysel  psikoloji modelinin nihai amacı ise bu şekildeki bu tutarlılığı kanıtlamak gerektiğidir. (Murdock, 2012). Bu yüzden kuramında bir diğer önemli yer kaplayan kavram ise bütüncülük yaklaşımıdır.

    Adler yapmış olduğu tüm çalışmalarında bireye karşı olumlu bir taraftan yaklaşmış ve bunu ispatlamak için oldukça çaba harcamıştır. Bu sebeple de bireyin tutarlılığının anlaşılmasında  “Bütüncülük”, bireysel psikolojinin insan tabiatını açıklamada kullandığı temel yaklaşımdır (Akdoğan, 2012).

    Adler çalışmalarında ve konferanslarında bireye olumlu bir açıdan yaklaşmış ve fikirlerini yaymak için yoğun uğraşlar vermiştir Adler diğer kuramcılardan daha farklı olarak sadece teoride kendini ifade eden bir kuram olmaktan çok, tüm herkesin kendini bulup yararlanabileceği bir kuram olmasını ilke edinmiştir.

    Adler kuramında daha çok bireysel süreçlere ağırlık vererek kişilik gelişimini ele alarak incelemektedir.

    İnsancıl bir kuram olarak, Adler’in bireysel kuramı bir başka değişle Adleryan kuram bireyin tercih yapabilmesindeki özgürlüğüne kendi hayatına yön vermedeki yaratıcılığını vurgulamaktadır.

    Adler birey üzerine vurgu yaparken bireyin toplum ile olan ilişkisini ve toplumsallığı göz ardı etmemekte hatta tam aksine birey ve toplum arasındaki ilişkilere de odaklanmaktadır. Bireyin topluma katkı sağlayabilmesi ve karşılıklı olarak birey ve toplumun kendini geliştirebilmesi için sosyal ilgi kavramının iyileştiriciliği temel almaktadır.

    Bireysel kuramın, insan doğasına bütüncül yaklaşım sergilemesi, önleyici ruhsal danışmaya odaklanması ve bireylerin güçlü yanlarına vurgu yapması nedeniyle pozitif yönelimli kuramlar arasında yerini almaktadır.

    Bireysel kuram hastalık değil, normal gelişime ve daha sağlıklı nasıl olabilire vurgu yapar, içinde bulunduğu sosyal çevreye odaklanır ve aidiyete sosyal desteğe dikkat çeker bu sebeple pozitif psikolojinin ortaya çıkmasında referans olarak algılanan modellerden biri olarak yerini almaktadır.

    Maslow’un kendini gerçekleştirme kuramı

    Maslow insan doğasına olumlu vurgu yapan kuramcılardandır, Maslow’a göre insan doğası gereği kötü olmamakla birlikte ya iyi bir doğaya sahiptir ya da ne iyi ne de kötü olarak ifade edilmeksizin nötr bir biçimde varlığını sürdürmektedir.

    Eğer doğası gereği nötr olan bir birey söz konusu ise burada o bireyin içindeki olumlu tarafın bulunduğundan ancak henüz ortaya çıkarılmadığından söz etmektedir ve bu iyilik doğasında var olduğuna göre ortaya çıkarmak gerekmektedir, düşüncesinden hareket etmektedir.  

    Maslow’un kuramının temelini oluşturan kavramlardan en önemlisi ise ihtiyaç kavramıdır. Bireyin biricik, kendine has olarak benliğini ifade edebilmesi ve mutluluğa erişebilmesi için bireyin gerçek ihtiyacını belirlemesi gerekmektedir. İhtiyacının ne olduğunu bilmesi Maslow’ un ifadesi ile  farkındalığın farkındalığı olarak adlandırılmaktadır.

    Birey ihtiyaçlarını hem birey olarak hem de varlığını çevreleyen  sosyal  bağlam  içinde belirleyip, buna yönelik davranış geliştirerek kendini  oluşturmasını  tanımlamaktadır  (Aydın,  2008). 

    Maslow’ un kuramına göre bütün insanların hedeflemiş oldukları ve uğraş gösterdikleri asıl amaç kendini gerçekleştirebilme ihtiyacıdır. Bu kendini gerçekleştirme ihtiyacı bireye göre farklı tanımlama ve kavramlarda ifade şekli bulabilmekte ve bireye göre farklı biçimlerde belirlenebilmektedir. Kendini tamamlama, bütünsellik, psikolojik sağlık,  bireyleşme,  özerklik,  yaratıcılık,  üretkenlik  gibi  değişik  biçimlerde bireyin kendini gerçekleştirme ihtiyacı olarak karşılık bulmaktadır.(Maslow, 2001).

    Maslow’un kuramı öz gerçekleştirme kuramı olarak da ifade edilmekte ve temel olarak benimsenen düşünce ise insanların doğası gereği çalışan bir varlık olduğu ve kendini  gerçekleştirme,  organizmanın tamamlanmasına, geliştirilmesine ve yetkinleştirilmesine dönük yönelimleri tanımlamaktadır (Aydın, 2008).

    İnsan bu kurama göre ele alındığı zaman potansiyel olarak mümkün olabildiğince kendini geliştirme ve gerçekleştirebilen bir canlı olarak ifade edilmektedir. İnsanda doğası gereği iyi olma, iyi şeyler üretme ve yetkin olma çabası barındıran, olabildiği kadar kendini geliştirme ve gerçekleştirme potansiyeli olan bir canlıdır. İnsan doğasında en iyiyi yapma  ve yetkinleşme çabası vardır. İnsan bu  çabası sayesinde içinde bulunan potansiyeli gerçekleştirme ve mutluluğu arama motivasyonuna sahiptir.

    Kuramının temelini oluşturan kendini   gerçekleştirme  kavramından  hareketle, ihtiyaçlarının farkına varıp, kendi iç potansiyellerinin tamamını   gerçekleştirmiş insanlar üzerinde sayısız araştırma yaparak , elde edilen bulgulara göre kendini gerçekleştiren insanın özellikleri şu şekilde sıralamaktadır.

     1) Gerçeği olumlu  biçimde algılar ve belirsizliğe katlanabilirler.

     2) Kendini, başkalarını ve olayları olduğu gibi kabul ederler.

     3) Düşünce, duygu ve davranışları içtendir.

     4) Kendi üzerinde yoğunlaşmaktan çok; sorun, olgu ve süreçler üzerinde yoğunlaşırlar.

    5) İyi bir doğaları ve başarılı bir espri anlayışları vardır.

    6)  Yaratıcı,  verimli  ve  üretkendirler.

    7)  İnsanlığın  ortak  mutluluğu  ile  ilgilidirler. 

    8) Yaşamlarına ve doğaya nesnel bir açıdan bakabilirler.

    9) Yaşamın gerçekçi, insancıl ve barışçıl amaçlara  dönük  eylemlerine,  yoğun  bir  duyarlılık  gösterirler.

    10)  Maksatlı  olarak  gelenek  dışı olamamalarına karşın, öz kültürlerinin, sorgulanmadan içselleştirilmesine karşıdırlar.

    11) İnsanlarla doyurucu, kalıcı ve sevgi için de iletişim kurarlar.

    12) Doruk deneyimleri daha fazla yaşarlar.

    Maslow insanların özüne dair yapmış olduğu bu gözlemle, bir nevi diğer başka insanlar için hayat felsefesi haline getirilebilecek öğüt veya tavsiye olarak algılanabilecek özellikleri sıralayarak kendisini ve modelini okuyan, öğrenmeye çalışan kimseler için de ilham kaynağı olmaktadır.

    Bu kuramların katkısı ile oluşan görece yeni bir disiplin olan pozitif psikoloji kavramına da kuramsal bir bakış açısı ile yaklaşacak olursak;

    Pozitif psikoloji kuramı

    Pozitif Psikolojinin en büyük kurucusu Martin Seligman olarak kabul edilmektedir.

    Pozitif Psikoloji yaklaşımının temel amacı ve çıkış noktası yaşanan psikolojik sıkıntı ve stres faktörlerinin veya psikolojik rahatsızlık belirtilerinin yok edilmesi yoluyla düzenlenemeyeceği bir yanda da eş zamanlı olarak bireylerde zaten var olan olumlu duyguların ve olumlu potansiyelin ön plana çıkartılarak, yükseltilmesidir.

    Bunun yanı sıra bireyin kişilik doğası olarak olumlu yönlerine vurgu yaparken, karakter yapılanmalarının kuvvetli hale getirilmesi ve varoluşsal olarak yaşadıkları hayata bir anlam verilmesi bir amaç yüklenmesi ile etkili bir biçimde düzenlenebileceği üzerinde durulmaktadır.

    Pozitif Psikolojiyi diğer kuramlardan farklı kılan bir diğer faktör ise koruyucu ruh sağlığına dair yapılan vurgudur. Klasik psikoloji akımları var olan bir problem üzerinden tedavi metodu ile ilerleyerek sıkıntıyı ortadan kaldırmayı hedeflerken pozitif psikoloji henüz sıkıntı oluşmadan da önleyici danışmanlık sağlamakta veya sıkıntı oluşup üstesinden gelindiği halde dahi gelecekte yaşanacak olası bir olumsuz durum, sıkıntılı süreç veya stres oluşturabilecek faktörler ile karşılaşıldığında bu metodun öğretileri ile bireyin kendi kişiliğine koruyucu etkilerinin olacağını ifade etmektedir.

    Yani anlatılmak istenen birey içinde bulunan  pozitif potansiyeli fark edip kendi kaynaklarına kendine dair bu pozitif kaynakları eklediği takdirde ilerleyen süreçlerde olumsuz herhangi bir yaşantı ile karşılaşsa dahi bu pozitif potansiyelin koruyucu etkileri olacaktır.

    Seligman (2011)  pozitif psikoloji kuramında üç önemli odak noktası belirtmektedir.

    Birinci odak noktası bireyin haz odaklı, hazzı barındıran bir yaşamı olmasıdır, bu durumun oluşabilmesi için ise bireyin olumlu duygularını ortaya çıkarabilmesi bunun için ise kendine iyi gelecek, olumlu duygular hissetmesine yardımcı olacak etkinliklere yönlenmesi gerekmektedir.  Burada okuyucular bu düşünceyi gerçekleştirmesi güç olarak düşünüp kendi yaşamlarına dair olumlu düşünce ve duygu olmadığını ifade edebilmektedir ancak bu noktada hatırlanması gereken ise içimizde bizi besleyen ve hayata tutunmamızı sağlayan pozitif yanın muhakkak olduğu ancak bunun çıkartılması gerektiği olmalıdır. Kimileri için bu potansiyel daha derinlerde gün yüzüne çıkması daha zor iken kimileri için bu daha kolay bir biçimde gerçekleşebilmektedir, ama muhakkak her bireyde bulunmaktadır, sadece çabalamak gerekmektedir.

    İkinci odak noktası ise, katılımlı yaşamdır. Katılımlı yaşamdan kasıt ise birey kendini gerçekleştirdiğini anlayabilmesi, kendini gerçekleştirirken neredeyse zaman kavramını unutup, ayakları yerden kesilircesine kendini akış içine kaptırarak yaptığı veya düşündüğü her neyse onun içinde kaybolması halidir. Bireyin bu şekilde ilgisi olduğu yönlerini keşfedip, yönlenmesi gerekmektedir.

    Üçüncü odak noktası  ise anlamlı bir yaşamdır. Bireyin benliğinden büyük bir şeylere inanması anlamlı yaşamı oluşturmaktadır. Bu noktada dini inançlar, politik görüşler, aile ve toplum yaşamın anlamını oluşturmanın önemli araçları olarak değerlendirilmektedir (Duckworth ve ark. 2005).

    Seligman ,bu üç boyut üzerinden çalışan kuram daha sonra daha geliştirilerek farklı boyutlar eklenerek tamamlanmıştır.

    Daha fazla mutlu olabilmek ve daha sağlıklı bir ruhsal gelişim için beş boyut daha model için önerilmiştir.

    Önerilen bu beş boyut ise; Olumlu duygular, katılım, ilişki, anlam ve başarı boyutlarıdır ve kuram bu hali ile ruhsal gelişimi daha fazla desteklemektedir.

    Psikolojik olarak nasıl iyi olabiliriz?

    Öz saygı: Kelime anlamı olarak insanın kendine, özüne gösterdiği saygı anlamına gelmektedir, bireyin öz saygısını yüksek olması hem kendine hem de düğer bireylere karşı algısının daha olumlu olmasını sağlamaktadır.

    Öz anlayış: Bireyin kendisine yönelik olarak merhametli, destekleyici, şefkatli ve anlayışlı olmasını içeren bir kavramdır, pozitif psikoloji kavramı ile de oldukça ilintilidir, bireyin kendisine dair merhamet ve şefkat barındırması kendisini daha iyi anlamasına ve dolayısıyla  yapmış olduğu hatalara dahi kendisini sevebilmesine imkan sağlamaktadır En nihayetinde mükemmel insan yoktur, kişiye kendisinin hata yapılabilir olduğunu fark ettiren bir kavramdır.

    Umut: Umut hem olumsuz yaşantılar da bizi yerden kaldırarak yolumuza devam ettiren bir kavramdır hem de zaten olumlu giden bir sürece dair daha da umu dolu bakmayı, motivasyonunu yüksek tutmayı sağlamaktadır, dolayısıyla psikolojik iyi oluşu için vazgeçilmez bir kaynak olarak görülmektedir.

    İyimserlik: İyimserlik umut ile çok fazla benzemektedir, ancak ayrıldıkları nokta iyimserlik daha çok bir bakış açısı olarak karşımıza çıkmaktadır, yaşanan her şey kötü değil sadece su an zor bir durumla karşılaştım diyebilmek de iyimser bir bakış açısıdır.

    Sosyal destek: Her zaman çoğu kimsenin etrafında birileri olur ancak birey gerçekten kendini yalnız hissetmediğinde sosyal açıdan desteği var olarak kabul edilebilmektedir.

    Bunun yanı sıra affedicilik, yaşamın anlamına, amacına dair düşünmek yaşanana her ana dair oluşan farkındalık, içsel kaynaklardan alınan güç psikolojik olarak iyi oluşun bileşenlerini oluşturmaktadır.

    Tüm kavramları hayatımızın bir parçası haline getirebildiğimiz zaman hayata dair bakış açımız farklılaşacak ve hem kendimize verdiğimiz değer hem de etrafımızda olan bitene karşı yüklediğimiz anlamlar değerler her şey farklılaşmaya başlayacaktır.

    Pozitif psikolojide iyileşme sürecinde öncelikle bireylerin pozitif kaynaklarının neler olduğu üzerinde durulmakta ve bu şekilde bireylerin güçlü taraflarına dair bir keşif yolculuğuna çıkılmaktadır. Sonrasında ise bireylerin karakter yapılarının daha güçlenmesini sağlamak amacıyla olumlu duygular yaşaması için, olumlu hissetmesine dair çalışarak, kötü anılar biriktirmek yerine iyi anıların üzerinden gitmenin de bir seçenek olduğu bir başka tarafın da olduğu üzerinde durulmaktadır.

    Pozitif psikoloji tüm bu kavramlarının üzerinde durup, yukarıdaki öğretilerin kazanılması ile birlikte terapi sürecinde affetme, minnettarlık gibi uygulamalar yapılmaktadır.

    Ve kişiler bu kavramları içselleştirip kendi hayatlarında uygulamaya döktüklerinde ve kendilerine dair daha olumlu atıflar yapmaya, içlerindeki potansiyellerini fark etmeye başladıklarında en nihai hedef olan bireyin doyum içinde bir yaşam sürmesi üzerine çalışarak umut ve iyimserlik üzerinde durulmakta ve hayat görüşüne dair olumlamalar sağlanılmaya çalışılmaktadır.

    Pozitif psikoloji temel olarak aslında bazı kavramların farkındalığına varmayı, ve de içimizde olanı ortaya çıkarmayı ve de hem içimizde olan biteni hem de dış dünyada gelişen birçok şeyi öğrenebileceğimize vurgu yapmaktadır.

    Mesela mutluluk öğrenilebilir bir kavramdır. Sadece biricik ve tek olan sensin seni ne mutlu ediyor bunun farkına varmak gerek! Bir başkasını mutlu ederek, bir başkası ile olumlu sosyal ilişki kurarak, bir kimseye yardımcı olarak da mutlu olunabileceğini gösteren bir modeldir.

    Bir gruba dahil olmak, bir başkası tarafından sevilmek gibi durumlar beni mutlu ediyor, demek ki karşı tarafında mutlu olması için buna ihtiyacı var işte bu karşılıklı yaşadıktan sonra her iki tarafta birbirini mutlu ederek mutlu olabiliyor!

    Aslında çok basit öyle değil mi ?

    Belki biraz daha ‘’içindeki sen’’e odaklanmak

    Yaptığın işlere tüm dikkatini vererek tamamen orada olmak ve de

    Seni mutlu edecek bir şeyin aslında birçok kişi için mutluluk sebebi olabileceğini düşünerek

    Kendin üzerinden dünyaya karşı bakışını değiştirerek, daha affedici, daha minnettar olabilirsin.

    Pozitif psikoloji araştırma sonuçları

    Pozitif psikolojinin yapmış olduğu bilimsel çalışmalardan elde edilen önemli bulgular da var. Bunlardan birkaçı:

    Aslında genel olarak insanlar mutlu ancak, farkında değil.

    Maddi olanakların fazlalığı sadece temel ihtiyaçlar karşılanana kadar, temel ihtiyacını gidermiş birçok kimse hemen hemen aynı oranda mutlu.

    Bir başkasına yardımcı olmak, bir başkası için bir çaba göstermek bireyin kendisini daha mutlu kılıyor.

    Olumsuz yaşantılar, başa gelen olumsuz durumlar ile ilgili en büyük yardım sosyal destekten geliyor, etrafımızdaki kimseler bizim için değerli elbette siz de onlar için !

    Dünyada bir amaca hizmet ettiğinizi bilmek ve düşünmek daha mutlu kılıyor ,yaptığınız işi gerçekten anlamlı buluyorsanız ruhsal anlamda iyi oluşluğunuz yüksek

    İyimserlik, affedicilik, minnettarlık öğrenilebiliyor ve öğrenildiğinde bireyleri daha mutlu kılıyor.

    Pozitif psikoloji okumak, öğrenmek bile hayata bir başka yönden bakarak, umut dolu olmaya katkı sağlıyor, güçlü yanlarımız bizi ayakta tutan sıkı sıkıya sarılmamız ve her zor durumda, sıkıntılı süreçte hatırlamamız gereken bizi koruyan tarafımız, bu tarafın varlığını unutmadan, hatta bu varlığı kendimize sık sık hatırlatarak daha kabul edici, daha affedici, daha minnettar olmak elimizde.

    İçimizde olanı görmek için içimize bakmalıyız, hem de daha dikkatli, herkesin sevilir yanını bulurken kendimize geldiğimizde benliğimizde sevecek bir yan bulamıyoruz, bu mümkün mü elbette değil, bu gün kendimize bir de bu gözle bakmayı deneyelim!

    Referanslar

    Akdoğan, R. (2012). Adleryen yaklaşıma dayalı grupla psikolojik danışmanın üniversite öğrencilerinin yetersizlik duygusu ve psikolojik belirti düzeylerine etkisi.Yayınlanmamış doktora tezi). Anadolu Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.

    Aydın, A. (2008). Eğitim psikolojisi. 9. Baskı. Ankara: Pegem Akademi.

    Duckworth LA, Steen TA Seligman ME (2005) Positive psychology in clinical practice. Annu Rev Clin Psychol, 1:629-651

    Eryılmaz A (2016). Depresyon tanısı alan ve almayan genç yetişkin erkeklerin pozitif psikoterapi yapıları açısından karşılaştırılması. Akademik Bakış Dergisi, 53:294-303.

    Feist, J., ve Feist, G., J. (2009). Theories of Personality (7th ed.). United States of America: McGraw-Hill.

    Hefferon K, Boniwell I (2010) Positive Psychology. NewYork, McGraw Hill

    Kesgin Ç, Topuzoğlu A (2006) Sağlığın tanımı, başa çıkma. İstanbul Kültür Üniversitesi Dergisi, 3:47-49.

    Köknel Ö (1989) Depresyon: Ruhsal Çöküntü. İstanbul, Altın Kitapları.

    Maslow, A. H. (2001). İnsanolmanınpsikolojisi.(Çev: O. Gündüz). İstanbul: Kuraldışı Yayıncılık

    Murdock, N. L. (2012). Psikolojik Danışma ve psikoterapi Kuramlar. F. Akkoyun (Çev. Edt.) Ankara: Nobel Yayınevi.

    Seligman MEP (2011) Flourish: A Visionary New Understanding of Happiness and Well Being. New York, Free Press.

    Schultz, D., P. ve Schultz, S., E. (2005). Theories of Personality (8th ed.). California: Thomson Wadsworth.

  • Sorun nedir?

    Sorun çözme terapisinin temel kavramları arasında sorun, çözüm, sorun çözme, dayanıklılık, başetme vb. yer alır.

    Sorun, Türk Dil Kurumunun Büyük Türkçe Sözlüğü’nde “1. Araştırılıp öğrenilmesi, düşünülüp çözümlenmesi, bir sonuca bağlanması gereken durum, mesele, problem 2. Sıkıntı veren durum, dert.” olarak tanımlanmaktadır.

    Sorun çözme teorisyenlerinin sorun tanımı ise “…sağlıklı bir işlevsellik için bireyden bir tepki gerektiren fakat kişinin karşılaştığı engeller yüzünden o an için etkili bir tepkinin olamadığı günlük yaşamla ilgili bir durum veya iş.” şeklindedir. Buna göre bir sorunun çözümü için kişinin uygun tepkisine ihtiyaç duyulmaktadır. Fakat kişi karşılaştığı engelleryüzünden uygun tepkiyi sergileyememektedir. Kişinin karşılaştığı engeller nesnel ve öznel olarak sınıflandırılabilir.

    Sorun durumla ilgili, kişiden bağımsız var olan engeller nesnel engelleri ifade ederken, kişiden kaynaklanan engeller öznel engelleri ifade eder. Söz gelimi, kişinin patronuyla işlevsel bir iletişim kuramaması sorunu açısından meseleye bakarsak, patronun kibirli tutumu, iletişime kapalı oluşu nesnel bir engelken kişinin kendini ifade edememesi öznel bir engeldir.

    Sorun çözme teorisyenleri, bireyin amaçları ihtiyaçları, azim ve sebatı; sorun durumun yeniliği, belirsizliği; kişinin beceri eksikliği ve kaynak eksikliği gibi konuları sorun çözmede engel olarak kabul ederler.

    Sorunla ilgili literatür incelendiğinde sorunların dört grupta toplanabileceği ifade edilmektedir:

    1. Kişisel sorunlar: Sağlık sorunları, davranışsal ve duygusal sorunlar kişisel sorunlardır. Herkesin şu ya da bu türde kişisel sorun yaşaması söz konusudur. Aynı şekilde herkes karşılaştığı bu sorunları çözme çabası (şu ya da bu şekilde) güder. Söz konusu çabalar işe yararsa bireyin uyum düzeyi artar. Ancak sorun çözme çabaları işe yaramazsa kişisel sorunların etki ve şiddeti artabilir.

    2. İnsanlar arası sorunlar: İnsan ilişkileri hem mutluluk hem de mutsuzluk kaynağımız olabilmektedir. Bu yüzden en önemli sorun kaynaklarımızdan birisi kişiler arası sorunlardır. Kişiler arası ilişki sorunları kişisel sorunlara da yol açabilmektedir. Diğer insanlarla yaşanılan problemler incelendiğinde şu özellikler kendini göstermiştir: Kişiler arasında psikolojik yakınlık arttıkça ilişki sorunları yaşama olasılığı da artmaktadır.

    3. Kişisel olmayan sorunlar: Bu gruptaki sorunlar dünyevi sorunlar olarak kabul edilmekte ve çözümlerinin daha kolay olduğu varsayılmaktadır. Arabanın bozulması, tüp gazın bitmesi gibi sorunlar bu gruptandır.

    4. Toplumsal sorunlar: İnsanın sosyal bir varlık olması dolayısıyla yaşayabileceği sorunlar bu gruptandır. Siyasi sorunlar, eğitim sorunları trafik sorunları gibi sorunlar sosyal sorunlar arasında gösterilebilir. Bu tür sorunların çözümü için bireysel olarak yapılabilecek şeyler olmasına rağmen çözüm sadece kişinin elinde değildir.

    Yukarıdaki tüm sorun alanlarını hesaba kattığımızda bana göre en önemli nokta kişinin neyi sorun olarak algıladığıdır. Bazılarımız dağdaki bir hayvanın açlığını dert edinebilirken bazılarımız dünyanın yanmasını bile umursamayabilir.

    Sorun çözme terapisinde, çözümü için çaba harcanacak sorunun tanımlanması çok önemlidir. Mesela Türkiye’deki trafik sorununun çözümü terapi ortamında ele alınamazken trafikte öfke patlamaları yaşama sorun çözme terapisinde ele alınabilir. Sonraki yazıda görüşmek üzere. Muhabbetle kalın.

  • Ölüm anksiyetesi nedir?

    İnsanı anlama bakımından oldukça önemli bir yerde duran varoluşçu yaklaşım, insana kuramlar ve sayıltılarla çerçeve çizmek yerine onun özüne, var olma çabasına ve potansiyeline odaklanarak kendini keşfetme sürecine katkıda bulunmayı amaç edinir. Varoluşçu yaklaşım bireyin varolmanın getirdiği sancılarla yüzleşmesini ele alır. Temelde dört nihai kaygı varoluşçu yaklaşımın inceleme alanını oluşturmaktadır: ölüm, yalnızlık (tecrit), özgürlük ve hayatın anlamı.

    Mutlak Son: Ölüm-Ölmek-Ölümlülük

    Ölüm, hakkında pek az şey bilirken aslında çok şey deneyimlediğimiz bir gerçektir. Ölüm anında neler olduğu, ölen kişinin nasıl bir deneyim yaşadığı, ölümün nasıl geldiği, öldükten sonra neler olacağı belirsizdir. Ölüm hakkındaki bu belirsizlik ölüme dair endişelerimizin temelini oluşturur. Böyle soyut olan bir olguyu anlamlandırma çabamız onu bildiğimiz, tanıdığımız ve somut olan şeylerle açıklama yoluna götürür bizi. Öyle ki öldükten sonra gidilen dünyanın tasviri de hep dünyanın ırmakları, yiyecekleri ve nimetleri vs. ile anlatılır. Ölümü en çok işleyen ve ölümle en cesur yüzleşmeleri yapan edebiyat, bizlere bu tasvirlerden bolca örnek sunar:

    Ben ölülerin uyuyan sakin bir insana benzediğini sanırdım, şimdiyse bunun tam tersi olduğunu görüyorum. Uyanık ve sanki bir kavganın ardından öfkeye kapılmış birine benzediğini görüyorum.”

    Yaprak Fırtınası, Gabriel Garcia Marquez

    “Hep aynı şey… Günler geceler hep aynı… Ah bir an önce bitse! Ne bir an önce bitse? Ölüm, karanlık. Yok, yok. Her şey ölümden daha iyidir!”

    İvan İlyiç’in Ölümü, Tolstoy

    “…öldükten sonra bu hayat yakama yapışıp benden hesap soracak mı acaba diye korkuyorum. Ne dersin, böyle bir şey olur mu sence?”

    Uykuların Doğusu, Hasan Ali Toptaş

    Özfarkındalık insan için büyük bir armağandır. Kim olduğumuzu hayatta ne yapmak istediğimizi, hedeflerimizi belirlerken farkındalık bizi harekete geçiren temel taşımızdır. Bize var olduğumuzu hatırlatırken bir yandan da acı bir gerçeğin ayırdında olmamıza neden olur: Ölümlülük. İnsanın tek ve biricik olma isteği onu bu yaşanacak tek hayatının başrolü yapar; bir başrol için ölümlü olmayı kabul etmek de oldukça zordur. Ölüme karşı en çok yaptığımız şey onu inkâr etmektir. Bu inkârla birlikte bir savunma mekanizması gibi işleyen ancak insan doğasında hep var olan “kahramanlık” kendini gösterir. Narsistik bir yapıda olan bu kahraman yönü kişiyi kendi ölümünü düşünmeyip yanında olan kişiye acımaya götürür. Çünkü ölecek olan odur kendisi değil. Ölümle yüzleşmiş ve ondan galip gelmiş kişilere büyük bir hayranlık besleriz. Örneğin, kanseri yenmiş kişilerin hikâyesini tüm detaylarıyla bilmek isteriz. Çok eski zamanlardan beri kahramanlık olgusu vardır. İlkel çağlarda kahraman, ruhların dünyasına giden ve oradan canlı dönen insana verilen bir yakıştırmadır. Kahramanlık ölümün dehşetine karşı verilen ilk tepkilerdendir.

    Ölümle ilgili anksiyete artıp azalsa, görünür olup gizli kalsa da hayat döngüsünde her zaman vardır. Çocuklarda ölüm fikri 3-5 yaşına kadar oluşmaz. Ölüm soyut bir kavramdır ve deneyimlenemez, dolayısıyla çocuklar için anlaşılması zor bir meseledir Küçük çocuklar etraflarındaki ölümlülük izlerini gözlemlerler. Sonbaharda dökülen yapraklar, böcek ve hayvanların ölümü, ortadan kaybolan büyükanne ve büyükbabalar, yas tutan yetişkinler çocukların izledikleri ama bunlar karşısında sessiz kaldıkları durumlardır. Çocukların bu tür deneyimler karşısında endişelerini açıkça ifade etmeleri karşısında çaresiz kalan ebeveynler panikleyerek onları sakinleştirmeye çalışır, konuyu konuşmaktan kaçınır ya da çocuğu cennet, yeniden kavuşma gibi anlatılarla rahatlatmaya çalışırlar. Belki de ölüm karşısında aldığımız bu ilk tepkiler hiçbir şekilde yıkılmaz zannettiğimiz anne ve babalarımızın çaresizliğiyle bizi yüzleştirerek ölüm hakkındaki ilk korkularımızın da çekirdeğini oluşturmaya başlar.

    6 yaşla beraber ön ergenliğe kadarki dönemde ölüm korkusunda bir azalma yaşanır. Çocuğun oyun, arkadaş edinme, okula alışma sürecinde ölüm korkusu gizil kalır. Ancak ergenlikle beraber ölüm korkusunda önemli derecede bir artış olur. Ölüme olan ilgi artar, bazı gençler riskli davranışlar sergileyerek (madde kullanımı, aşırı hız yapma gibi) ölüme meydan okurken, bazıları da mizah yoluyla ölüm endişesiyle başa çıkmaya çalışır. Ölüm korkusunun en fazla bu dönemlerde olmasının temel nedeni, yaşanmamış hayat fikridir. Bu sebeple çok yaşlı olan bireylerin korkusunun daha az olması da anlaşılabilir. Yaşlı bireyler daha fazla ölüm deneyimlemiş, kendilerini ölüme daha fazla hazırlamışlardır. Oysaki bir genç için koca bir ömür düşlenir, yaşanacak ve yapılacak pek çok şey vardır. Tüm bunların yaşanmadan yitirilmesi ihtimali büyük bir kaygı doğurur. Ölüm kaygısı bu yönüyle varoluşçuluğun bir diğer temel taşı olan hayatın anlamlandırılması kaygısı ile yakından ilişkilidir.

    Genç yetişkinliğin kariyer yapma, evlenme ve çocuk yapma gibi yaşam olaylarıyla beraber ölüm korkusu bir kenara itilir. Orta yaş krizi ile beraber korku tekrar canlanır. Böylece yaşamın sonuna kadar her an bizimle olmaya devam eder. Ölüm korkusu her an bizimle olsa da her an onun farkında değilizdir, zaten böyle bir durumda yaşama devam etmemiz de mümkün olmazdı. Yine de zihnimiz bu korkuyla baş ettiği zamanlarda bile onu tam anlamıyla bastıramaz. Endişe bazen kendisini açık bir biçimde gösterirken bazen de örtük bir şekilde yaşanır.

    Birçok kişi ölüm anksiyetesini terk edilmek, yok olmak ya da kötülük görmek korkusuyla birleştirir. Açık yaşanan ölüm anksiyetesini psikoterapistler ölümle ilişkili bir kaygı yerine başka bir problemin maskesi olarak ele alıp hataya düşerler. Açıkça yaşanmayan ölüm anksiyetesinin en belirgin görünümü ise kabuslarda ortaya çıkar. Bazı önemli yaşam olayları da anksiyeteyi ortaya çıkarır; yaralanma, hastalık, bir yakının kaybı, doğal afet vs.

    Ölüm anksiyetesi bazı durumlarda yer değiştirebilir ve başka bir kaygıya aktarılabilir. Kendi ölümüne dair endişesini çocuğu üzerinden yaşamak bunun bir örneği olabilir; çocuğunun başına bir şey gelmesinden yersiz yere endişe duyan bir ebeveyn aslında kendi başına bir şey gelmesinden endişeleniyor olabilir. Ölüme karşı endişemizin sevdiklerimizin ölümü düşüncesiyle kendini göstermesinin temelinde işleyen mekanizma, aslında kendi ölümümüzle oluşacak boşlukla yüzleşmektense diğerlerinin bıraktığı acıyla yüzleşmenin daha kabul edilebilir olmasıdır.

    Ölüm anksiyetesini ele alırken filozof Epiküros’un felsefesinin temel sayıltıları bizlere önemli ipuçları sunar:

    • Ruhun ölümlülüğü: Bilinç bu dünyaya aittir, öldükten sonra bir bilince sahip olamayız.
    • Ölümün nihai hiçliği: Ölümle birlikte ruhumuz da öleceği için ölümün geldiğini ve öldüğünü bilecek bir bilinç orada olmayacaktır. Ölümle aynı anda var olamayız, ya biz varızdır ya ölüm.
    • Simetri iddiası: Ölümden sonraki var olmama durumumuz doğumdan önceki var olmama durumumuzla aynıdır.
    • Dalgalanma: Ölümümüzden sonra bize ait bir fikir, ad, davranış vs. yaşamaya devam ettikçe biz de kendimizi geleceğe yansıtmış oluruz. Ölümlülüğün endişesi bu yolla yumuşar ve kendini geleceğe aktarma hazzı yaşanır.

    Bireyin yaşadığı önemli bir olay ya da deneyim, özellikle de ölüm anksiyetesi yaratan bir durum, hayata bakışında önemli değişikliklere yol açarak dönüşüme uğramasına yol açabilir. Günümüzde varoluşçu yaklaşım ve varoluşçu terapinin öncülerinden olan Yalom’un “uyanma deneyimi” olarak ifade ettiği bu tür “sınır durumlar” bir transformasyon (dönüşüm) görevi görebilir. Kişi kendi ölümü üzerine düşündüğünde yaşadığı hayat üzerinde de düşünmeye başlar. Böylece kendini ve potansiyelini keşfetme süreci devreye girer. Varoluşuna anlam katmak için kişi kendine şans tanır. Bu tür bir uyanma deneyimine Yalom’un da bahsettiği gibi Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı eseri önemli bir örnektir. Çevresindeki ölüm törenlerine, yakınlarını kaybedenlere ilgisiz ve mecburi gözlerle bakan roman kahramanı yakalandığı bir hastalık sonrasında ölümü düşünmeye ve sonrasında da nasıl bir hayat yaşadığını düşünmeye başlar. Hayatını yaşaması gerektiği gibi yaşayıp yaşamadığını sorgulaması oldukça çarpıcı iç diyaloglarla anlatılmıştır.

    Yalnızca ölümle yüz yüze geldiğimiz deneyimler değil mezuniyetler, akranlarımızın düğünü, lise arkadaşlarıyla buluşmalar gibi bazı dönüm noktaları da bizi hesaplaşmaya götürür. Nasıl bir hayat yaşadığımız, nerede olduğumuz ve ne yaptığımızı sorgulatan bu deneyimler de bir tür dönüşüme yol açabilir.

    Ölümün en çok nesi bizi korkutur? Unutulmak, toprağın altında olmak, terk edilmek, diğerlerinin arkamızdan üzülecek olması, yarım kalan ilişkiler… Bu soruya verdiğimiz cevap korkumuzun temeline dair bir ipucu sunar, cavabımız hayattaki korkumuzun bir yansımasıdır. Hayatımız boyunca neyi yapamamışsak, nelerden çekinip, nelere dair endişe duymuşsak ölüm bizi bununla korkutur.

    İnsan sosyal bir varlıktır. Yaptığı çoğu şeyde diğerleriyle beraberdir ya da yaptıkları bir noktada diğerlerinin yaptıklarıyla kesişir. Oysaki ölmek insanın yalnız yaptığı tek şeydir. Bazen insanlar ölmekte olan kişinin çevresinden yavaşça çekilirler, ölüm karşısında ne yapacaklarını bilmediklerinden çaresizlik onları bu noktaya getirir. Ya da kendi ölümleriyle yüzleşmekten kaçarlar. Bazen de ölüme yakın olan kişi çevresini boşaltır. Kalanları üzmemek, onlarla vedalaşma korkusu bunun temel nedenidir ancak böylesi bir yalnızlık da korkuyu daha çok artırır. Ölüme yaklaşmış ya da ölüm konusunda anksiyete yaşayan kişinin kaygısı kabullenilmeli, onun fiziksel olarak yanında olunmalı ve ona empatik bir dille yaklaşılmalıdır.

    Ölüm hakkında en çok yaptığımız şey onu inkâr etmektir. Ancak ölüm anksiyetesinde en iyileştirici olansa yüzleşmektir. Ölümle yüzleşmek büyük bir anksiyete doğurur ancak yaşamımızı anlamlandırma fırsatı da sunar bizlere. Her birimizin yaşamı bir gün sonlanmak üzere başlamıştır. Bu gerçekten kaçmak hayatımızı dilediğimiz gibi yaşama özgürlüğünden kaçmamız anlamına gelir. Ölümle yüzleşebildiğimiz, onu kabullenip onunla yaşamaya başladığımız ve onu anladığımız ölçüde yaşamımızı anlamlı kılarız. Ölmediğimiz her an yaşama şansımız vardır. Kendimize bu fırsatı tanıdığımızda kendimiz olabiliriz.

    Kaynak

    Yalom, I. (2017). Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek (1.Baskı). (Z, Babayiğit, Çev.). İstanbul: Pegasus Yayınları.

    Becker, E. (2013). Ölümü İnkâr (1.Baskı). (A. Tüfekçi, Çev.). İstanbul: İz Yayıncılık.

  • Disleksi nedir, tedavisi nasıldır?

    Disleksi kavramının kökeni Yunanca’dan gelmekte ve kelimelerle ilgili zorluklar anlamını içermektedir. Özel öğrenme bozukluğu olan disleksi ; kişinin yeterli zekâya, sosyo-kültürel fırsatlara ve kişiye  uygulanan normal ve yeterli bir eğitime rağmen verimli okuma becerisi kazanmada meydana gelen beklenmedik kalıcı başarısızlığı olarak tanımlanmaktadır. Başka bir ifadeyle disleksi, bireyin normal veya üstün zeka düzeyinde olmasına karşın okuma, yazma, dil becerileri ve matematik gibi akademik becerilerinde problemlerin/sorunların yaşanması durumudur. Genellikle okuma bozukluğu olarak kendini gösteren disleksi dikkat ve belleği de etkilemektedir (aBalcı, 2017).

    Disleksi ne değildir ?

    Disleksinin; beyinsel bir hastalık, zihinsel bir engel, zeka geriliği, duyu organlarındaki problemler veya davranış bozukluğu nedeniyle ortaya çıkan bir öğrenememe durumu olmadığı belirtilmektedir.

    Disleksinin nedenleri nelerdir ?

    Disleksinin nedeninin kesin olarak bilinmediği belirtilmektedir. Fakat bu konu hakkında çeşitli görüşler de bulunmaktadır. Örneğin Yeni Bilim Adamı Dergisi’ne göre disleksi ‘doğuştan gelen gelişimsel disleksi’ ve ‘travmaya bağlı disleksi’ olmak üzere ikiye ayrıldığı belirtilmektedir. Doğuştan gelen gelişimsel disleksi kendi içerisinde doğum öncesi, doğum sırası, doğum sonrası ve kalıtsal olmak üzere dört gruba ayrılmaktadır. Doğum öncesi disleksi oluşumuna zemin hazırlayan etkenler arasında annenin sağlıksız veya yeterli beslenememesi ve bilinçsiz olarak kullandığı ilaçlar gösterilmektedir. Doğum sırasında annenin uzun ve zor mücadeleli doğum tecrübesi, plasenta ve göbek kordonu anomalileri doğum sırasında disleksiye örnek verilebilmektedir. Doğum sonrasındaki disleksiye bebeğin nefes almasındaki gecikme veya güçlük, geçirdiği ateşli hastalıklar ve başa alınan darbeler örnek gösterilebilmektedir. Son olarak kalıtsal disleksiye ise ailede öğrenme bozukluğu olan yani disleksi olan başka kişilerin de bulunması örnek gösterilebilmektedir.

    Disleksi belirtileri nelerdir ?

    Disleksi, bireylere göre farklılık göstermekte ve bireyin yapısı, aldığı eğitimin süresi ve kalitesi, çevresel/dış faktörler  gibi etkenler disleksinin yapısını değiştirebilmektedir. Genel olarak disleksinin belirtileri şu şekilde sıralanabilir:

    • Konuşmayı öğrenmede gecikme,
    • Harfleri öğrenememe,
    • Numaraları ezberlemede güçlük yaşama,
    • Akıcı okumada sıkıntı yaşama
    • Uzun okuma parçalarını takip etme ve
      okumada güçlükler yaşama,
    • Yabancı bir dil öğrenmede zorlanma,
    • Matematiksel işlemleri yapmada sıkıntı
      yaşamadır.

    Disleksili bireyler  bu güçlükler nedeniyle eğitim hayatına uyum sağlayamamakta,düşük benlik algısı geliştirerek kendilerini arkadaşlarından, okuldan ve toplumdan soyutlamaktadırlar (aBalcı, 2017). Disleksili bireylerin akademik olarak yaşadıkları bu sorunlar, onların zihinsel süreçlerinden kaynaklanan bir problem değildir. Aksine bu bireyler çoğu zaman normalin üstünde bir zekâya sahiptir ve pek çok bilişsel alanda başarılı olmaktadırlar. Zekâsına ve aldığı sınıf içi okuma eğitimine rağmen okuma problemi yaşadığı tespit edilen her bireye daha okuma eğitimi tamamlanmadan, ilk şüpheler gerçekleştiğinde gerekli önleyici müdahaleler uygulanmalıdır. Yapılan çalışmalara göre, disleksili bireylerin okul öncesinde okuma ile ilgili aile ortamında yeterince uyaran almadıklarını ve deneyimlerinin az olduğunu, bununla birlikte etkili bir eğitimle okuma sorunlarının üstesinden gelebildikleri görülmektedir (bBalcı, 2017).

    Disleksili çocukların  genel davranış özelliklerine örnek vermek gerekirse bunlar:

    • Birbirine yakın heceli kelimelerde sesleri karıştırma (‘su’ kelimesi yerine  ‘bu’
      kelimesini kullanma),
    • Ayakkabı bağcıklarının bağlanmasındagüçlük yaşama,
    • Sağ ve solu karıştırma,
    • Zaman ve yön kavramlarını birbirinekarıştırma,
    • Okuma ve yazmayı geç öğrenme,
    • Yavaş ve hatalı okuma,
    • Benzer kelimeleri birbirine karıştırma (‘incir’ yerine ‘zincir’ kelimesini kullanma),
    • Kelimeleri yanlış heceleme,hece atlama, heceleri tersten okuma,
    • Aşırı düzensizlik,
    • Dikkat dağınıklığı ve çabuk unutma,
    • Şekil, sembol ve işaretleri tersten algılama ve yazma( ‘+’ yerine ‘x’ yazma),
    • Kurulan cümlelerin sonunu getirmede zorluk aşama ve genelde kısa cümleler kurma,
    • Organize etme, sentez ve analiz yapmada güçlük yaşamadır (Salman, Özdemir, Salman ve Özdemir, 2016).

    Disleksi hakkında yanlış bilinenler

    • Disleksili bireyler ‘geriye okuma’ yaparlar
    • Erkeklerin kızlara oranla disleksi olma ihtimali daha fazladır
    • Sol el kullananların disleksili olma oranı daha fazladır
    • Disleksili bireylerin hepsi özel yetenekli bireylerdir
    • Başarılı bireylerin disleksili olma ihtimali yoktur
    • Zekâ ile disleksi arasında doğrusal bir ilişki vardır
    • Disleksi toplumlarda nadir görülen bir durumdur
    • Bir birey okuyabiliyorsa o disleksili olamaz
    • Okuma eğitimi başlamadan önce bireydeki disleksi teşhis edilemez
    • Disleksi çocuklarda bulunur, yetişkinlerde bulunmaz
    • Disleksi yalnız medikal tedavi yöntemleri ile tedavi edilebilir (aBalcı, 2017).

    Tüm bunlar, disleksinin tanı ve tedavi sürecini olumsuz etkileyebilecek, araştırmalarca kanıtlanmamış bilgilerdir.

    Disleksi problemi olan çocuğa nasıl yardım edilmelidir ?

    Anne ve babalar disleksi konusunda yeterli bir bilince sahip olmadıklarında çocuğu suçlayıcı tavırlar sergileyebilmektedir. Örneğin ‘neden yapamıyorsun, çok yaramazsın, yaramazlık yaparsan tabi ki yapamazsın’ gibi suçlayıcı tavırlar çocukta kalıcı sorunlara yol açabilmektedir. Diğer taraftan dislektik çocukların okul derslerinde başarısız olma durumlarında özgüven sorunu yaşayabilmekte ve çoğu zaman bu durum arkadaşları tarafından alay konusu olabilmektedir. Böyle bir sorun yaşayan çocuk çevresi tarafından olumsuz etkilenip karamsarlığa ve içine kapanıklığa sürüklenebilmektedir. Bu sorunların yaşanmaması için ve çocuğun psikolojik sağlığı için ebeveynlere öneriler şu şekildedir:

    • Sabırlı olun
    • Motive edin
    • Oyunlarla destekleyin
    • Başkalarıyla kıyaslamayın
    • Okul idaresi ve öğretmeni ile işbirliği yapın
    • Özel yeteneklerine yönelin
    • Yeteneklerini takdir edin
    • Dikkat dağıtıcı eşyaları kaldırın
    • Öğrenmeyi oyunlar ile eğlenceli hale getirin
    • Sevginizin başarıyla orantılı olmadığını gösterin

    Disleksi tedavisi

    Disleksili olan çocuk ve gençlerin eğitiminin sadece normal sınıf müfredat programı ve özel dersler ile gerçekleşmesi mümkün değildir. Tanı konulup değerlendirme yapıldıktan sonra oluşturulacak özel eğitim programları ve yapılacak eğitsel terapiyle öğrenme süreci başarıya ulaşabilmektedir. Disleksi, terapi yapılmadan kendiliğinden düzelememektedir (Salman, Özdemir, Salman ve Özdemir, 2016). Disleksi tedavisi için en etkili yöntem özel eğitim programları ile sağlanmaktadır. Bu özel eğitim programlarındaki araç-gereçler (oyunlar, materyaller vb.) disleksiyi tamamen orrtadan kaldırmasa da çocuğun öğrenme sürecindeki engelleri kolay bir şekilde aşmasını sağlamaktadır.

    Disleksi tedavisi ile ‘Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları’ bölümü ilgilenmektedir. Bu bölümdeki uzmanlar disleksi teşhisi koymak için okuma bozukluğu ve öğrenme bozukluğu testi gibi testler uygulamaktadır. Disleksinin kesin bir tedavisi bulunmamaktadır. Fakat disleksi ile beraber görülebilecek diğer bozukluklara yönelik tedavi şekilleri vardır. Örneğin; DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) disleksi ile görülebilen bir bozukluktur. Böye bir durumda dikkat eksikliği için ilaçlı veya ilaçsız tedavi yöntemleri bulunmaktadır (Asfuroğlu ve Fidan, 2016).

    Disleksi için öneriler

    Disleksinin ortaya çıkma nedeni her ne olursa olsun, önemli olan ailenin bu sorunun varlığını kabul edip ve çözümlenmesi için alanında uzman bir eğitimciye götürmesidir. Disleksi olan çocukların aileleri çoğu zaman bu sorunun nedenini dış etkenlere bağlamakta ve hemen okul veya öğretmen gibi dış etkenleri değiştirmektedir. Bazen de bu aileler suçluluk duymakta ve kızgınlık hissetmektedir. Bu durum endişe verici bir boyuta dönüşmekte ve aileleri depresyona kadar sürükleyebilmektedir. Bu nedenle öncelikli olarak ailelerin bu sorunu kabul etmesi ve çözmek için yardım yolları araması gerekmektedir.

    Disleksi belirtileri fark edilir edilmez çocuk, bir uzmana  götürülmelidir.

    Disleksi özel bir uzmanlık ve yardım süreci gerektirir, bu yardım öğretmenlerden beklenmemelidir. Gerekli tıbbi ve psikolojik ölçümler yapılmalı, psikoeğitim ve psikiyatrik destek sağlanmalıdır. Disleksili olan çocuk, kimseyle kıyas yapılmadan ve özel durumu inkar edilmeden kabul edilmelidir. Ebeveynlerin bu hususta sabırlı, anlayışlı ve hoşgörülü olmaları tavsiye edilir.

    Başta ebeveynler olmak üzere tüm aile bireylerinin tutarlı olması gerekmektedir. Çocuğa karşı bir gün sabır gösterip diğer gün sabırsız davranılmamalıdır. Okul ve öğretmenleri ile yakın ve sürekli bir iletişim sürecine girilmeli ve ortak adımlar atılmalıdır. Okul dışında, gerekli destekleyici eğitim ve çalışmaların yapılması için ilgili yerlere yönlendirilmelidir.

    Özgüven kazanması için gerekli desteğin verilmesi, sosyal faaliyetlere yönlendirilmesi, yapabildiklerinin takdir edilmesi ve teşvik edilmesine dikkat edilmelidir. Her çocuğun büyüme, gelişme ve öğrenme seviyesi ve süresinin farklı olduğunun bilincinde olarak, çocuğa sevgi ve özenle yaklaşılmalıdır (Salman, Özdemir, Salman ve Özdemir, 2016).

    Disleksi kavramının kökeni Yunanca’dan gelmekte ve kelimelerle ilgili zorluklar anlamını içermektedir. Özel öğrenme bozukluğu olan disleksi ; kişinin yeterli zekâya, sosyo-kültürel fırsatlara ve kişiye  uygulanan normal ve yeterli bir eğitime rağmen verimli okuma becerisi kazanmada meydana gelen beklenmedik kalıcı başarısızlığı olarak tanımlanmaktadır. Başka bir ifadeyle disleksi, bireyin normal veya üstün zeka düzeyinde olmasına karşın okuma, yazma, dil becerileri ve matematik gibi akademik becerilerinde problemlerin/sorunların yaşanması durumudur. Genellikle okuma bozukluğu olarak kendini gösteren disleksi dikkat ve belleği de etkilemektedir (aBalcı, 2017).

    Referanslar

    Asfuroğlu, B. Ö., & Fidan, S. T. (2016). Özgül Öğrenme Güçlüğü. Osmangazi Tıp Dergisi, 38(1), 49-54.

    aBalcı, E. (2017). Disleksi Hakkında Gerçekler: Disleksi Nedir ve Ne Değildir? Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 19(1), 1-17.

    bBalcı, E. (2017). Dyslexia: definition, classification and symptoms. SDU International Journal of Educational Studies, 4(2), 166-180.

    Salman, U., Özdemir, S., Salman, A. B., Özdemir, F. (2016). Özel Öğrenme Güçlüğü ‘’Disleksi’’. FNG & Bilim Tıp Dergisi, 2(2), 170-176.

    https://www.mentalup.net/

    https://www.genelsaglikbilgileri.com/

  • Sokratik sorgulama (yönlendirilmiş keşif) tekniği

    Aşağıda okuyacağınız makalenin yazarları, M. Hakan Türkçapar (Doç. Dr. Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi II. Psikiyatri Kliniği/ANKARA) ve A. Emre Sargın (Uzm. Dr. Çankırı Devlet Hastanesi. Psikiyatri Kliniği/ÇANKIRI)’dır. Okuyacağınız makalenin orjinali daha önce, şu adreste yayınlanmıştır.

    Makale Özeti

    Sokratik yöntem, antik dönem Yunan filozofu Sokrates’in felsefi düşünüşü ve bilgiyi soru sorarak öğretme yöntemidir. Sokrates’in öğrencilerine bilgileri sorular sorarak öğretmesi Sokratik dialog adıyla bilinir. Bu anlamda sokratik sorgulamayla aslında karşısındakine yeni bir şey öğretilmemekte sadece bilinen anımsatılmakta ve tekrar bulunmaktadır. Bilişsel Davranışçı Terapi sürecinde kullanılan Sokratik sorgulama ve bunun terapideki uygulama biçimi ise yönlendirilmiş keşif (Guided Discovery) olarak adlandırılır. Bu yöntemle bir seri soru ile aslında danışanın bilebileceği ancak farkında olmadığı bilginin farkına varması amaçlanır. Sokratik yöntem veya yönlendirilmiş keşif’de öncelikle danışan dikkatli bir şekilde ve yansıtmadan faydalanılarak dinlenilir. Bu teknik sorunun tanımlanması, incelenmesi, değerlendirme yaparak alternatifler bulunması, açığa çıkan yeni bilgilerin kullanılarak yeniden tanımlama yapılması ve son olarak da eski çarpık inancın sorgulanması ve yeni bilgi ışığında bir sonuca varma ve uygulama yapılması aşamalarından oluşur. Bu aşamalar esnasında kullanılan soru tipleri bilgi edinmeye dönük sorular, çeviri soruları, yorum soruları, geçmişteki benzer durumlara ilişkin uygulama soruları, analiz soruları ve analitik sentez sorularıdır. Bu yazıda Sokratik Sorgulama-Yönlendirilmiş Keşfin bu aşamaları örnek görüşmeler üzerinden gözden geçirilecektir.

    Anahtar Kelimeler: Sokratik sorgulama, yönlendirilmiş keşif, bilişsel terapi

    Tanımlar

    Sokratik yöntem, antik dönem Yunan filozofu Sokrates’in (MÖ 470 Alopeke, Attika – MÖ 399 Atina) felsefi düşünüşü ve bilgiyi soru sorarak öğretme yöntemidir. Sokrates’in öğrencilerine bilgileri sorular sorarak öğretmesi Sokratik Diyalog adıyla bilinir. Eski Yunan felsefecilerin bir kısmının savunduğu insan zihninde her şeyin bilgisinin önsel olarak var olduğu fikrine dayanır. Bu anlamda sokratik sorgulamayla aslında karşısındakine yeni bir şey öğretilmemekte sadece bilinen anımsatılmakta ve tekrar bulunmaktadır. Kişide var olanı ortaya çıkarmaya dayalı olduğu için buna doğurtma yöntemi de denir. Klasik şekliyle sokratik yöntemde, önce muhatabının yanlış/eksik önermesini ele alan sorgulayıcı (örneğin: yalan kötü bir şeydir) daha sonra da bu önermeyle çelişen örnek durumları açığa çıkartan sorular sorulur (örneğin “suçsuz bir insanı öldürmek üzere onu arayan bir kişiye onun olduğu yeri doğru söyler misin?” “Hayır”; “o halde bu durumda yalan söylemek iyi bir şey diyebilir miyiz?” “Evet”) Ardından bu yeni bilgi ışığında eski önerme yanlışlanır veya revize edilir (“O halde yalan söylemek her zaman kötü bir şey değildir; hatta bazen iyi bir şeydir diyebilir miyiz?”).

    Sokratik yöntem, bilişsel terapinin kurucuları olan Beck ve Ellis tarafından, Bilişsel-Davranışçı Terapi’nin temel parçası olarak görülür. Bilişsel Davranışçı Terapi’de (BDT) kullanılan biçimiyle sokratik sorgulamaya yönlendirilmiş keşif (guided discovery) adı da verilir.

    BDT’nin temel hedefi olan bilişsel alandaki değişiklikler kişiye mantıklı veya gerçekçi düşünmesini söylemek veya mantıklı ve gerçekçi düşünceleri doğrudan terapistin söylemesiyle gerçekleşmez. Bu, bireyin bilişlerini keşfetmesi, değerlendirmesi ve yeniden formüle etmesini sağlayan Sokratik soruları içeren Sokratik süreçle gerçekleşir.

    Bilişsel terapide sokratik biçimde soru sormak temel yöntemdir. Bu sorular yardımıyla danışandan bilgi alınır ve danışanın müphem veya soyut yakınmaları somut tekil sorunlar olarak ortaya konur, bilişleri (otomatik düşünce, inançlar) açığa çıkarılır, işlevsel olmayan bilişlerinin geçerliliği incelenir, maladaptif davranışlarının sonuçları araştırılır, soruna değişik yaklaşımları araştırarak karar verilmesi sağlanır.

    Ardarda yöneltilen soruların yardımıyla soruların yönlendirildiği kişinin mantık yardımıyla inançlarının geçerliliğini değerlendirmesini sağlar. Yardımlaşmacı bir biçimde yürütülen bir araştırmaya benzer. Yerinde sorularla hem kişinin merakı uyandırılır, kişi bildiklerinden yola çıkarak bilmediklerini öğrenir.

    Sokratik Sorgulamanın Özellikleri

    Danışanın cevaplamak için gerekli bilgiye sahip olduğu sorulardan oluşur ve amacı aslında danışanın da sahip olduğu bir bilgiyi ortaya çıkarmaya dönüktür. Danışanın sorunuyla ilgili olan ancak o anda klinik durum nedeniyle danışanın farkındalık alanında olmayan bilgiyi açığa çıkarmayı amaçlar, dikkatleri bu bilgi üzerine toplamaya dönük sorulardan oluşur.

    Sokratik süreç yardımlaşmacıdır ve kişinin kendisi için anlamlı ve yararlı yeni sonuç ve anlayışlara ulaşmasını sağlar. Yeni ortaya çıkan bilgiyle daha önce ortaya çıkan sonuç değerlendirilir ya da yeni bir fikir oluşturulur. Yönlendirilmiş Keşif (Guided Discovery) Yönlendirilmiş keşif sokratik sorgulamanın terapideki uygulama biçimidir. Bir seri soru ile danışanın bildiği ancak o anda duygudurumu nedeniyle farkındalık alanında olmayan bir bilginin farkına varmasını amaçlar. Danışanın iyi dinlenmesi ve yansıtılması, açığa çıkan bilginin özetlenmesi ve yeni bilgisini eski çarpık inancına uygulayarak yeni bilgi ışığında yeniden değerlendirmesine dayanır.

    Yönlendirilmiş Keşfin Aşamaları

    I. Tanımlama

    Hastanın sorununun dinlenilerek sorunuyla ilgili düşüncesinin-inancının anlaşılması ve yansıtılması, önemli bilişlerin ve bunlara eşlik eden duygu ve davranışların saptanması yer alır. Bu aşamada danışana bilgi edinmeye dönük sorular sorulur.

    Kişinin yaşamında olup bitenleri filtre etmesinde, yorumlamasında, yönlendirmesinde ve öngörmesinde etkili olan önemli “evrensel tanımlamaların” , bilişsel genellemelerin yanlılıkları saptanır. Bunun ardından kişiyle bunun bir sağlaması yapılır.

    Örnek sorular:

    Sorun ne?
    Niye sorun?
    Sorunu ne oluşturuyor?
    Ne kadar kötü?
    Neleri değiştirmeyi bekliyorsunuz?
    Ne sıklıkta?
    Ne kadar süredir?
    Tamamıyla geçtiği oluyor mu?
    Bu durumun bir örneğini anlatır mısınız?
    En son ne zaman böyle bir durum yaşadınız?
    Anlatır mısınız?
    Kimle, nerede, nasıl?
    Ne hissettiniz?
    Ne düşündünüz?
    Ne yaptınız?
    Bunun sorun olan yanı ne?
    Geçmişte ne yaptınız?

    Örnek Görüşme 1. Bölüm:

    Hastanın sorununun dinlenilerek sorunuyla ilgili düşüncesinin-inancının anlaşılması ve yansıtılması:

    – Yani sınavda kaldığınız için başarısız bir insansınız.

    Açığa çıkan bilgilerin özetlenerek inancın tekrar netleştirilmesi:
    – Başarısız bir insansınız, onun için de uğraşmaya
    gerek yok.

    II- İnceleme-Değerlendirme ve Alternatifler Bulma

    Ardından danışana konuyla ilgili farklı ve aykırı örnekleri saptamaya yarayan bilgi edinmeye dönük sorular sorulur. Konuyla ilgili değişik bilgi ve verileri gündeme getirebilecek uygun sorularla, yeni bilgi ve verilerin farkındalık alanına getirilmesi, tanımlamaların test edilmesi özellikle de istisnaları olup olmadığının saptanması, evrensel tanımlamalara uymayan örneklerin veya mantıksal tutarsızlıkların örneklerinin araştırılması bu tanımlamaya bir sınır getirilmesini sağlar.

    “Daha önce de benzer bir sorun oldu mu?”
    “Nasıl hallettiniz? Aynı çözüm şimdi işe yarar
    mı?”
    “Yardımı olabilecek başka bir fikriniz var mı?”
    Örnek Görüşme 2. Bölüm:

    – Bu işi daha önce yaptı mı?
    – İlk defa yapılan bir işte başarısızlık sadece kendisinin mi yaşadığı bir şeydir?
    – Bir daha denerse ne kaybeder, ne kazanır?
    – Aynı şeyi tekrar tekrar yapanların başarısında daha sonraki denemelerde ne gibi değişiklikler görülür?

    II. Yeniden Tanımlama

    Yeni bilginin özümsenmesi ve bilişsel yapıyla bütünleştirilmesi, veya yeni bilişlerin geliştirilmesi, daha sonra sorulan uygun sorularla ortaya çıkan yeni bilginin özetlenmesidir.
    – Bundan ne sonuç çıkarırsınız?
    – Bu söyledikleriniz … inancınızla uyumlu mu?
    – Buna göre neyin yardımı olabilir?
    – Yakın bir arkadaşınız olsa bu durumda ona ne derdiniz?
    – Bütün bunları size önem veren ve seven yakın bir arkadaşınız öğrense ne derdi?

    Örnek Görüşme 3. Bölüm:

    – O zaman şunu diyebilir miyiz; eğer bir insan bir işi ilk defa yapıyorsa zorlanır ve iyi yapamaz; ancak o işle uğraşır ve ısrar ederse giderek daha iyi yapar?
    – Evet

    IV- Sonuç ve Uygulama

    Yeni inancın sorunu oluşturan eski çarpık inançla karşılaştırılarak, eski inancın yeni bilgi ışığında yeniden değerlendirilmesi ve ardından bunun ışığında yeni bir davranış-tutum geliştirilmesidir. Yeni bilgiye göre geliştirilebilecek alternatif her bir tutumun/ davranışın/çözümün avantaj ve dezavantajları konuşulur. Uygulama sürecinde ise seçilen alternatifin uygulanması ve bunun olası sonuçları irdelenir.

    Sizce ne yapılması gerek?
    Nasıl daha iyi işe yarar?
    Bu şekilde davranmakla kazancınız ne olur?
    Kaybınız?
    Olabilecek en kötü şey ne olur?
    Bu nasıl ortaya çıkar?
    Öyleyse ne yapmayı planlıyorsunuz?
    Nerede ve ne zaman yapacağınızı düşündünüz mü?
    Sizce nasıl gider?
    Daha iyi sonuca ulaşabilmek için yapabileceğiniz başka bir şey var mı?
    Örnek Görüşme 4. Bölüm:

    Eğer bir insan bir işi ilk defa yapıyorsa zorlanır ve iyi yapamaz; ancak o işle uğraşır ve ısrar ederse giderek daha iyi yaparsa sizin bu işi yapamadığınız için kendinizi başarısız görmeniz ne kadar uygun? O halde bu konuda yeni bilgi ışığında, işi bırakmak yerine ne yapabilirsiniz?

    Sokratik Yöntemin Diğer Önemli Unsurları

    Empatik Olarak Dinleme

    Danışanın söylediklerini dikkatle takip etmek (sözcükler, imgeler, benzetmeler, ana fikirler, temalar, inançlar, güçlü yanlar ve güçsüz yanlar)

    Danışanın söylemediklerine dikkat edilmesi (diğer insanlarda bu tür durumlarda olabilecek ne eksik, yaşamadıkları neler var ama farkında mı değil, söylemekten kaçındıkları neler, size söylemenin güç geldiği şeyler neler)

    Özetleme:

    a. Orijinal inancın söylenmesinin ardından sorularla ortaya çıkan bilginin özetlenmesi.
    b. Yazılı notlar alındıysa bunların paylaşılması veya danışanla birlikte bir özet oluşturulması

    “Gelin birlikte yaşadıklarınızın ve şu ana dek bana söylediklerinizin önemli noktalarını içeren bir özet yapalım. Ardından belki bu bilgilerin bizim işimize nasıl yarayacağına bakarız”

    Sokratik Sürecin Akışında Soru Tipleri

    1. Bilgi Edinmeye Dönük Sorular

    Sorunu tanımlamaya dönük “Ne, nerede, ne zaman, kiminle, nasıl” türü sorulardır

    Bu durumun bir örneğini anlatır mısınız?
    En son ne zaman böyle bir durum yaşadınız, anlatır mısınız?
    Kimle, nerede, nasıl?
    Ne hissettiniz?
    Ne yaptınız?
    Bunun sorun olan yanı ne?
    Geçmişte ne yaptınız?
    2. Çeviri Soruları

    Olayın anlamını sorgulayan dolayısıyla anlam vermeye ilişkin otomatik düşünceleri veya bilişleri (anlam, atıf, veya sayıltıları) açığa çıkaran sorular

    Bundan ne sonuç çıkardınız?
    Bu ne anlama geliyor?
    Size göre neden oldu?
    Bunun sizin için anlamı nedir?
    Bundan ne anlıyorsunuz?
    Bu duruma bir arkadaşınız ne derdi?
    3. Yorum Soruları

    Olay veya durumlar arasındaki olası ilişkilere ilişkin bilişleri açığa çıkarırlar.

    İşte hissettiğin, evdekine benziyor mu?
    Bu düşüncelerinle duygun arasında bir ilişki var mı?
    Bu düşünceler ne zamanlar daha fazlalaşıyor?
    Eşinizle yaşadığınız sorunlar işte yaşadığınız sorunlara benziyor mu?
    Fark ne?
    Acaba geçmişte yaşadığınız bu sorundan bugün işinize yarayacak bir şey öğrenebilir miyiz?
    4. Geçmişteki Benzer Durumlara İlişkin Uygulama Soruları

    Amaç bireyin dikkatini daha önceki veya var olan bilgi ve becerilerine çekmek. Gözden kaçan veya unutulan ve ele alınan konuyla ilgili önemli bilgilere dikkat çekmek için kullanılırlar.

    Daha önce böyle bir durum yaşadınız mı?
    Aynı durumu yaşayan diğer insanlar ne yaparlar?
    Geçmişte böyle hissettiğinizde ne yapmıştınız?
    Geçmişte neyin yardımı olmuştu?
    5. Analiz Soruları

    Analiz soruları, sorunu bileşenlerine ayıran, sistematik ve mantıklı bir biçimde kişinin sorunu, düşünceleri, başa çıkma stratejileriyle ilgili inançlarına dönük sorulardır. Bu rasyonel analiz veya tümevarımsal akıl yürütmedir. Nesnelliği sağlayarak mantıklı düşünme ve tümevarımsal akıl yürütme ile inanç, yorum ve sayıltıları incelemeyi ve değiştirmeyi amaçlar

    Böyle düşündüğünüzde düşüncenizi destekleyen ne gibi veriler var?
    Gözden kaçırdığınız herhangi bir kanıt var mı?
    En iyi arkadaşınız böyle düşündüğünüzü duysa ne derdi? Bunun olmadığı oldu mu hiç? Sizce bu soruna ne neden oluyor?
    Bunun kanıtı ne?
    Bu görüşü nasıl sınayabilirsiniz?
    Sorunun azaldığı durumlar var mı?
    Bu soruna başka bir biçimde nasıl bakabilirsiniz?
    Sizin için doktor olmanın anlamı ne?
    6. Analitik Sentez Soruları veya Değerlendirme Soruları

    En son sorulacak sorulardır. İlk düşünceler, inançlar, sayıltılar yeniden değerlendirilir ve tartışmanın ışığında tekrar ifade edilir; Yeni veya alternatif açıklamalara ve çözümlere dönük sorular

    Bundan ne sonuç çıkarıyorsunuz?
    Hala kendini başarısız mı görüyorsunuz?
    Bu konuda başka biçimde düşünülebilir mi?
    Bu söyledikleriniz … inancınızla uyumlu mu?
    Buna göre neyin yardımı olabilir?
    Yakın bir arkadaşınız olsa bu durumda ona ne derdiniz?
    Bütün bunları size önem veren ve seven yakın bir arkadaşınız öğrense ne derdi?
    Olan biteni daha iyi nasıl açıklayabiliriz?
    Örnek Bir Görüşme

    Olumsuz inancın açığa çıkarılması

    H: Her açıdan tam olarak başarısızım.

    T: Çok umutsuzsunuz, kendinizi tamamıyla başarısız gibi mi hissediyorsunuz?

    H: Evet ben hiç bir işe yaramam

    T: Hiç bir işe yaramam derken neyi kastediyorsunuz? (Bilgi edinmeye dönük soru)

    H: Bütün hayatımı mahvettim, hiç doğru dürüst bir şey yapamadım.

    T: Bu sonuca ulaşmanıza yol açan bir şey mi oldu yoksa zaten daha önce de böyle mi düşünüyorsunuz?

    H: Önce bu kadar değildi ama artık kendimi daha net görebiliyorum.

    T: Yani bu düşüncenizde bir değişme mi? (Bilgi edinmeye dönük soru)

    H: Evet ailemle bir araya gelmiştik, kardeşim, eşi, çocukları, bizimkiler. Kardeşimin ailesi çok mutlu görünüyordu, o an şunu fark ettim benim ailem mutsuz, bu benim yüzümden, hasta olduğum için, eğer kardeşimin ailesi olsalardı böyle olmayacaklardı.

    T: Yani ailenizi önemsediğiniz için kendinizin başarısız biri olduğuna karar verdiniz, onları hayal kırıklığına uğrattığınızı düşündünüz. (Özetleme)

    H: Doğru.

    T: Aynı zamanda bu durumun düşüncenizde olan bir değişiklik olduğunu söylemiştiniz; geçmişte yine böyle hissettiğiniz ve kardeşinizin ailesiyle bir araya geldiğiniz zamanlarda ne şekilde düşünürdünüz? (Geçmişteki benzer durumlara ilişkin soru)

    H: Aslında hep böyle düşünmüştüm ama belki o zamanlar iyi bir baba, iyi bir eş olmaya çalışmanın yeterli olabileceğini düşünüyordum oysa şimdi sadece çaba göstermenin yetmeyeceğini anladım.

    T: Tam olarak anlayamadım, neden şu anda sadece çaba göstermenin yetmeyeceği sonucuna ulaştınız? Neden artık sadece çaba göstermek yeterli değil? (Analiz sorusu)

    H: Çünkü ne kadar çabalasam da kendimi zorlasam da onlar yine de sağlıklı biriyle olabilecekleri kadar mutlu değiller.

    T: Bu onların söylediği bir şey mi?

    H: Hayır, fakat kardeşimin çocuklarının ne kadar mutlu olduklarını gördüm.

    T: Siz de çocuklarınızın ailenizin daha mutlu olmasını istiyorsunuz?

    H: Evet

    T: O zaman şöyle diyebiliriz; siz bazı şeyleri yapamadığınız için kendinizi bir baba olarak yetersiz görüyorsunuz. (Özetleme) Peki bu hafta içinde ailenizle ilgili herhangi bir şey yaptınız mı?

    H: Hayır. Hiç bir şey yapmıyorum ki?

    T: Bu hafta çocuklarla birlikte yaptığınız herhangi bir şey oldu mu, önemli ya da önemsiz? Mesela çocuklarla ilgilendiğiniz, ya da onlarla bir şey yaptığınız oldu mu hiç?

    H: Bazen küçük çocuğu yatağına götürdüğüm oldu, büyük oğlumu pazar günü derse götürdüm.

    T: Bu yaptıklarınız çocuklar için bir anlam taşıyor muydu, bir önemi var mıydı?

    H: Olabilir

    T: Peki eşinizle ilgili yaptığınız herhangi bir şey oldu mu? Örneğin onun sizden memnun olduğu bir durum?

    H: İşten erken gelirsem memnun oluyor.

    T: Geçen hafta hiç eve erken gelebildiğiniz oldu mu?

    H: Evet bazen.

    T: O zaman çocuklar ve eşiniz için geçen hafta ara sıra anlamlı olabilecek şeyler yaptığınızı söyleyebiliriz. (Açığa çıkan yeni bilginin özetlenmesi)

    H: Evet.

    T: Peki tam olarak başarısız ve hiç bir işe yaramayan birisinin eşini ve çocuklarını ara sıra da olsa memnun etmesi mümkün müdür? (Eski bilgiyle kıyaslanması)

    H: Hayır.

    T: Buna göre kendinizi tam olarak her açıdan başarısız olarak değerlendirmek uygun mu? (Analitik sentez sorusu)

    H: Sanırım doğru değil; ama yine de depresyonda olmayan bir baba gibi değilim?

    T: Eğer böyle olmasanız, ya da daha az mutsuz olsaydınız bugünkünden farklı neler yapardınız veya onların gözünde daha iyi baba olabilmek için neler yapardınız? (Bilgi edinmeye dönük soru)

    H: Onlarla daha çok ilgilenirdim, daha çok konuşurdum, daha neşeli olurdum, gülerdim, onlara cesaret verirdim, kardeşimin şu anda ailesine yaptığı şeyleri yapardım.

    T: Peki bu saydığınız şeylerden bir kısmı mutsuz olsanız da yapılabilecek şeyler mi?

    H: Şey sanırım yapılabilecek şeyler.

    T: Peki bunların bir kısmını yapmayı denerseniz bir baba olarak kendinizi daha iyi hissetme şansınız olabilir mi?

    H: Belki ama kendimi bu kadar kötü hissediyorken bunları yapmanın yeterli olacağını sanmıyorum.

    T: O zaman şunu diyebiliriz eğer aileniz için daha fazla şey yaparsanız kendinizi iyi hissetme şansınız olabilir (Açığa çıkan yeni bilginin özetlenmesi)

    T: Peki bunun nasıl sonuç vereceğini nasıl bulabilirsiniz?

    H: Bilmiyorum.

    T: Bunu bir süre deneseniz işe yarayıp yaramadığını anlayabilir miyiz? (Uygulama sorusu)

    H: Evet.

    T: Bir hafta bunu deneyebilir misiniz?

    H: Olabilir.

    Sonuç

    Sokratik Yöntem diğer yapılandırılmış yöntemlere göre öğrenmesi ve uygulaması zor olabilir ancak bilişsel davranışçı terapide uygulanacak teknikler arasında disfonksiyonel düşünceleri değiştirmede uygulanan müdahalelerin belkemiğini oluşturmaktadır. Sokratik Yöntem sayesinde danışanın mevcut bilişlerini sorgulamasının yanı sıra önemli bilişlerin farkına varma ve daha aktif bir şekilde seanslarda yer alması sağlanır.

  • OKB tedavisi nasıl olur?

    Bilişsel Davranışçı Terapi, dünya çapında OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk) için tercih edilen bir tedavi yöntemi olarak yer almaktadır.

    Bilişsel Davranışçı Terapi OKB, panik bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu, sosyal fobi ve anksiyete gibi birçok duygu durum bozukluğunda etkin olarak kullanılan bir tedavi yöntemidir. Ayrıca yeme bozuklukları, bağımlılıklar ve kişilik bozuklukları için de etkin bir şekilde kullanılmaktadır.

    BDT diğer konuşma terapilerinden farklı olarak danışanın şimdiki sorunlarına odaklanmaktadır. Çünkü kişinin anda yaşadığı problem günlük hayatını derinden etkilemekte ve günlük hayatın sağlıklı bir şekilde idare edilememesine yol açmaktadır. Bu nedenle BDT diğer terapi metodları gibi uzun süreli bir terapi modeli değildir. Çoğunlukla haftalar ya da aylar süren bu terapi modeli, danışanın hissettiği semptomları azaltmaya ve bunların altında yatan düşünce kalıplarını değiştirmeye yönelik çeşitli yaklaşımları uygular.

    OKB gibi kişinin günlük hayatını sağlıklı bir şekilde idare etmesini oldukça zorlaştıran bir sorun için, en işlevsel yöntemlerden birisinin de Bilişsel Davranışçı Terapi olduğu görülmektedir.

    Yapılan çeşitli araştırmalar, BDT’nin OKB’li danışanların tedavisinde yaklaşık %75 oranında yardımcı olduğunu hatta %80’e varan iyileşme oranlarının da görülebildiği tespit etmiştir. 

    OKB tedavisinde bilişsel davranışçı terapinin 3 merkezi yolu vardır? 

    • Maruz bırakma: Danışanın saplantılı ve endişe uyandıran durumlara belli aşamalar dahilinde maruz kalması amaçlanmaktadır. Burada bahsedilen aşamalar, danışanın hızı çerçevesinde oluşturulur. Terapist danışanı asla istemediği bir şeye zorlamaz. 
    • Müdahalenin önlenmesi: Kaygıya neden olabilecek işlevsiz ritüel veya zorlayıcı davranışların engellenmesi ve kişinin buna bağlı olarak kaygısının azaltılması veya tamamen önlenmesi amaçlanmaktadır. 
    • Bilişsel terapi: Danışanın kendisinde endişe uyandıran düşüncelerinin tanımlanması amaçlanır. Tanımlanan bu olumsuz düşüncelerin yeniden çerçevelendirerek danışanın hayat kalitesinin arttırılması hedeflenmektedir. 

    Tedavinin etkinliliğini test eden araştırmalara göre terapist ile danışan arasındaki terapötik bağın ne kadar önemli olduğu unutulmamalıdır. Bu noktada tedavinin etkinliliğini etkileyen 3 adet faktör bulunmaktadır: 

    1. Danışanın duyduğu konfor seviyesi 
    2. Terapiste olan güven duygusu 
    3. Danışanın ve terapistin tedavi sürecine olan bağlılığı  

    Terapötik ilişki, tam anlamıyla ifade etmek istenirse, bağlılık anlamını oluşturmaktadır. Tedavinin başarısı adına terapistin yetkinliğinin yanı sıra danışanın da sürece olan inancı ve katkısı önem oluşturmaktadır.  

    Terapi sürecindeki ilk adım, danışanın kendisinde OKB semptomlarının oluşmasına neden olan, saplantı ve zorlamaları tanımlamasıdır. Danışan kendisini en çok kaygılandıran nedenden en az kaygılandıran nedene kadar sıralar. Daha sonrasında terapist danışanı en az korkutan nedenden başlar. Örneğin danışanın, halka açık yerlerden mikrop kapacağına dair bir korku duyduğunu varsayalım. Bu da danışana en az korku veren madde olsun. Terapist, kişiyi bu korkuya maruz bırakacak bir ödev verir ya da bir durum tasarlar.  

    Örneğin danışanın bir kapı tokmağını tutması istenilir. Burada önemli olan, alışılagelmiş yanıtın kullanılmamasından geçmektedir. Siz her kapı tokmağını tuttuktan sonra ellerinizi yıkıyorsanız, bu durumda ellerinizi yıkamadan bir süre vakit geçirmeniz istenebilir. Bu maruz kalma görevini yaparken, terapistiniz sizden bu sürenin gittikçe uzamasını isteyebilir. Maruz bırakma yöntemi ile kişi, zamanla mikrop korkusunu ellerini yıkamadan kontrol etmeyi öğrenmiş olacaktır. Size inandırıcı gelmeyebilir, ancak bu yöntem ile korkularınız ile doğrudan yüzleşmiş olacaksınız ve artık daha az korku veya saplantılı düşünce duyacaksınız. Beyniniz bu ritüelleri bıraktıkça aslında gerçekten o kadar da korkunç olmadığını anlamanızı sağlayacaktır.  

    Bu örnekteki kişi kapı tokmağına ilk kez dokunduğunda, muhtemelen kendini çok korkmuş ya da paniklemiş hissedebilir. Fakat unutulmamalıdır ki insan muhteşem bir uyum kapasitesine sahiptir ve siz deneyimleme fırsatı buldukça kaygınız azalmaya başlayacaktır. Bu denize ilk girdiğinizde, suyun soğuk gelmesine benzemektedir. İlk başta denize girmek istemezsiniz çünkü su size çok soğuk gelmektedir. Ancak suyun içinde vakit geçirmeye başladıkça suyun soğukluğuna bedeniniz gittikçe alışmaya başlayacak ve soğukluğu hissetmemeye başlayacaksınız. Bu örnek tıpkı tokmağı tuttuktan sonra ellerini yıkamamak için bekleyen kişinin yaşadıklarına benzemektedir. Terapistiniz bu süreç içerisinde size yardımcı olacak ve sizde kaygı uyandıran olay ya da durumlarla gittikçe daha işlevsel ve kontrollü bir şekilde başa çıkabileceğinizi hissetmeye başlayacaksınız.  

    Hayali Maruz Bırakma, gerçek dünyada deneyim yaşamakta zorlanan danışanlar için uygulanmaktadır. İmajinasyon ile terapist, kişinin rutin bir durumda yaşayacağı endişe için senaryo oluşturmaya amaçlar. Öğle saatinde insanların içinde yemek yemekten kaygı duyan bir kişi, imajinasyon yöntemi ile duyarsızlaştırılmaya çalışılır. Zaman içinde kişinin kaygısı azaldıkça, sürecin gerçek hayata dökülmesi için de zemin hazırlanmış olur. Gerçek hayattaki maruz kalmaya dirençli olan bir danışan için uygun zemin de hazırlanmış olur.  

    Bir diğer uygulanan yöntem de, kişinin alışkanlıkları konusunda farkındalık sahibi olmasını amaçlamaktadır. Kişi için kaygı uyandıran takıntılı düşünceler sosyal destek, olumlu pekiştireçler ve rahatlama teknikleri ile giderilmeye çalışılır. Bu teknik ile kişinin takıntılı düşünceyi ne zaman daha fazla hissettiği ve davranışı gerçekleştirirken neler yaptığı hakkında farkındalığı artmaktadır. Böylece kişinin duruma müdahale etmesi ve değişiklik yapma olasılığı artmaktadır. Uygulanan bu yöntemde başlamadan önce rahatlama tekniklerinin yanı sıra danışanın da gayretli bir şekilde çalışması ve sabrı gerekmektedir. Ayrıca tedavinin başarıya ulaşması adına ailenin tutumu ve desteğinin yanı sıra kişi için olumlu geri bildirimler de çok önemlidir. 

    OKB’nin tedavisinde bilişsel davranışçı terapi ne işe yarar? 

    Bilişsel Davranışçı Terapi, danışanın çeşitli davranışsal teknikler ile alternatif düşünme yolları geliştirmesini sağlamaktadır. Düşüncelerin, duyguların ve davranışların birbiriyle ne kadar bağlantılı olduğunu görmek büyük önem taşımaktadır. Bunun dışında danışana, bu olumsuz düşüncelerin ve duyguların OKB’de kişiyi nasıl bir kısır döngüye hapsettiği konusunda farkındalık kazandırmayı amaçlamaktadır. Buradaki temel amaç, kişinin terapi dışındaki günlük hayatta da kendi kendini iyileştirmesini sağlamak ve bunlar için danışana bilgi ve araçları kazandırmaktır. 

    Bilişsel Davranışçı Terapi size bu düşüncelerden tamamen arınmanızı sağlamaz. Ancak daha önemlisi bu olumsuz düşünce ve hislerden nasıl korunacağınızın farkındalığını sağlamaya çalışır. Kişi bu olumsuz düşünceleri tekrar düşünebilir ancak eskisi gibi savunmasız değildir. Çünkü danışanın elinde artık BDT’nin kişiye verdiği bir kalkan vardır.  

    Terapi sürecinde OKB’si olan kişinin temel olarak öğrendiği bir diğer şey de, sorun karşısında kişinin yaptığı şeyler ve daha önemlisi onlara nasıl cevap verdikleridir. OKB için de çoğu zaman süreçteki fark etmenin zor olduğu şeyler konusunda, düşünceler ve hisler arasındaki korkuların anlaşılması önem taşımaktadır.  

    Düşüncelere verilen farklı tepkilerin, bizim davranışlarımızı ne şekilde etkilediğini göstermek açısından, aşağıdaki örnek yararlı olacaktır.  

    Gece saat 01.00 gibi uykuya daldığınızı düşünün. Tam uykuya dalacakken aşağıdan bir tıkırtı sesi duyuyorsunuz.  Bu sesten sonra şu şekillerde düşünebilirsiniz: 

    • “Sanırım yine içeri kedi girdi ve oradan oraya koşturup duruyor.” Kediye sizi uyandırdığı için sinirlenirsiniz ve söylene söylene tekrar uyumaya devam edersiniz. 
    • “Eşim gelmiş olabilir. Zorlu bir iş yemeğindeydi. Onu çok özlemiştim ve yemeğin nasıl geçtiğini merak ediyorum” diyerek mutlu bir şekilde eşinizin yanına gidersiniz. 
    • Aşağıdan bir tıkırtı sesinin geldiğini duyduktan sonra bunun hırsız olduğunu düşünebilir. Korkuyla telefona sarılarak polisi arayabilirsiniz. 

    Bu örnekte de görüldüğü gibi gece yarısı duyulan tıkırtı sesi farklı insanlar tarafından farklı bir şekilde yorumlanarak farklı duyguların hissedilmesine yol açmıştır(sinirli, mutlu, korku). Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da kişilerin hissettiği duyguların yine farklı davranışlara yol açtığının bilinmesidir. Örneğin korku duygusunu hisseden kişi polisi aramaya çalışırken, mutluluk duygusunu hisseden kişi eşine sarılmak için aşağıya inmektedir. 

    OKB için, görüldüğü üzere bilişsel davranışçı terapi de olumsuz düşüncelere odaklanmaktadır. Bazı insanlar olumsuz ve takıntılı düşünceleri kolayla reddedebilirken(“bu düşündüğüm çok saçma bir şey. Arada böyle şeyler aklıma gelebilir.” Bazı kişiler de düşüncelerinin her zaman gerçeği yansıttığına ve çok önemli olduklarına dair inançları vardır. Buradan çıkarılacak sonuçla, olumsuz düşüncelerin akla gelmemesini sağlamak mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle bu düşüncelerin kişi tarafından nasıl ele alındığı önemlidir. Örneğin bir kişi “böyle bir düşünceye sahip olduğum için kötü bir insanım!” diyebilirken başka bir kişi aklına gelen bir düşünce için bunun aklına gelen herhangi bir düşünce olduğunu düşünebilir. Araştırmalar insanların, olumsuz düşüncelerin önemli olduğuna ve inanmaya daha eğilimli olduğunu göstermektedir.

    OKB tedavisindeki önemli yaklaşımlardan bir tanesi de, kişinin OKB davranışı gösterdiği durumlardan en şiddetlilerinden birisini düşünmesini sağlamaktır. Daha sonrasında terapist kişinin o ana gitmesini ister ve o anda düşündüğü düşünceleri, duyguları ve dürtüleri söylemesini ya da yazmasını ister.  Örneğin bunlar; 

    • Uygunsuz bir şey söyleyeceğine dair korkunç bir düşünce, 
    • Yemeğinde kendisine hastalık bulaştıracak bir nesnenin varlığını hissetmesi, 
    • Ellerinin asla temizlenemediği düşüncesi olabilir. 
    • Halka açık olan tuvaletlerden HİV virüsü kapacağına dair endişe, 

    OKB tedavisinde bilişsel davranışçı terapide ne tür pratik uygulamalar vardır?

    OKB , kişinin çeşitli nesnelerden, insanlardan ya da halka açık tuvalet, sosyal alanlar, hastalığa sahip insanlardan kaçınmaları gerektiğine dair düşüncelerin oluşmasına yol açar. Ancak kişi tüm bu şeylerden kaçınarak, gerçekten ne olacağına dair asla bir bilgiye sahip olma şansına ulaşamaz. BDT’de ise kişinin kaçınma davranışı yerine aşama aşama kaçındığı durumlara maruz kalması amaçlanır.  

    Örneğin tuvalette bulunan mikropların kendisini ölümcül bir hastalığa yakalanmasına neden olacağına inanan bir kişiye, başlangıçta düşünceleri yazması, imajinasyon tekniği(hayal etme yolu ile danışanın tuvalete gitmesini sağlamak) ve daha sonrasında da aşama aşama terapist ile birlikte danışanın gerçekten tuvalete gitmesi istenebilir. Danışanı OKB davranışına iten şey ile karşılaşmasını sağlamak, danışanın gerçekçi olmayan düşüncelerini fark etmesini ve işlevsel düşüncelerin oluşması için kendisine kanıt bulmasına fırsat vermektedir. Bu teknik tabi ki bir anda hastanın OKB’ye neden olan düşünce ve davranışlarıyla direkt olarak karşılaşmasını amaçlamamaktadır. Tedavi boyunca terapist ile danışan iş birliği içerisinde beraber hareket etmektedir.  

    Kişinin düşüncelerin aklından geçmesine izin vermemesi de bir başka kaçınma örneğidir. Kişiye rahatsızlık veren istenmeyen düşüncelerin görmezden gelinmesi aslında var olan sorunun daha fazla şiddetlenmesine yol açmaktadır. Bunu anlamanız için siz de pembe renkli bir fili düşünmemeye çalışabilirsiniz. Pembe renkli fili düşünmemeye çalıştıkça, aslında pembe renkli fili daha çok düşünmeye başladığınızı siz de fark etmiş olacaksınız. İşte bu nedenle size rahatsızlık veren düşünceleri düşünmemeye çalışmak mantıklı bir yöntem gibi gözükse de doğru bir strateji olmadığı açıktır. Bu nedenle Bilişsel Davranışçı Terapi,  kişinin işlevsel olmayan sağlıksız düşüncelerini fark etmesini sağlar ve onların gerçekliği için kişinin kanıt bulmasını amaçlar. 

    OKB, kişinin “riskli” durumlarını belirleme ve kendisine müdahale eden düşünceleri daha fazla fark etmesine yol açmaktadır. Bu durum da kişinin dünyayı gerçekten tehlikeli bir yer olarak görmesine yol açar ve kişi gereğinden fazla endişelenir. Bu duruma bir örnek vermek gerekirse, “Kim Milyoner Olmak İster?” Yarışmasını hatırlayın. Yarışmacılar doğru olduklarına emin oldukları soruda bile, “Emin misiniz? Son Kararınız mı?” gibi bir yanıt aldıklarında, cevapları hakkında daha az güven duyduklarını ve endişe seviyelerinin arttığını görmüşsünüzdür.  Bu durum Obsesif Kompulsif Bozukluk için de aynıdır. Kişi ne kadar çok kontrolcü olursa endişe seviyeleri de o derece artmaktadır. 

    OKB, kişinin kendisini gereğinden fazla kontrol etmesine ve kendi kendisiyle hiç bitmeyen tartışmaların yaşanmasına neden olmaktadır. Bu da doğal olarak kaygı seviyesinin hiç azalmamasına neden olmaktadır. BDT tedavide danışanın kendisinde kaygı yaratan durumları en yüksekten en aza kadar sıralamasını ister. Bu da hem tedavi planının oluşması hem de kişinin kendisinde kaygı yaratan nedenleri hakkında farkındalık sahibi olmasını sağlayabilmektedir.

    Referanslar

    Anxıety and Depression Association of America(t,y) Treatments for OCD. www.adaa.org

    Ocduk(t,y). What is Cognitive Behavioural Therapy(CBT). www.ocduk.org  

    Phillipson, S.J.(t,y). When Seeing Is Not Believing: A Cognitive Therapeutic Differentiation Between Conceptualizing And Managing OCD. www.ocdoline.com 

    Storch, E.A.(Eylül, 2006). Obsessive-compulsive disorder: Strategies for using CBT and pharmacotherapy 

  • Depresyonun zararları nelerdir?

    Depresyon en sık karşılaşılan psikolojik bozuklukların başında gelmektedir. Bir duygudurum bozukluğu olarak depresyon, kişinin üzüntü, endişe, suçluluk ve değersizlik duyguları içerisinde, sosyal ortamdan uzaklaşmasını ve daha önce yapabildiği şeylere karşı ilgisini yitirmesini içeren bir süreçle kendini göstermektedir.

    Modern dünyanın içinde insanın kendini üzgün, çaresiz ve bezmiş hissettiği zamanlar mutlaka olacaktır; ancak depresyon tanısı için kişi hemen hemen her gün, günün çok büyük bir kısmında kendini böyle hissetmelidir. Bununla beraber belirtiler en az 2 haftadır devam ediyor olmalıdır.

    Günlük hayatta sıkça kullanılan “Depresyondayım galiba.”“Şimdi depresyona gireceğim.” gibi ifadeler, aslında bir psikolojik bozukluk olarak depresyonun kişiyi ne denli etkilediğini, depresyondaki bir kişinin sıkıntılı ruh halinin ne denli yıkıcı olabileceğini hafif göstermektedir.

    Depresyon klinik belirtileriyle birlikte kişiyi intihara sürükleyebilecek denli ağır sonuçlar doğurabilmektedir. Depresyon tek başına kişiye zarar vermez, ortaya çıkan belirtilerle oluşan klinik tablo, kişiye hem bireysel olarak hem de toplum içinde yaşayan bir birey olarak zarar verir. 

    Mutsuzluk hali depresyondaki kişinin en belirgin özelliğidir. Süregiden mutsuzluk, kişinin günlük işlerinde harcayacağı enerjisinden başlayarak yaşam için kendinde bulacağı enerjiye kadar canlılığını sömürür. Mutsuzluk, çökkünlük, bıkkınlık, karamsarlık gibi diğer olumsuz duyguları da tetikleyeceğinden, depresyondaki kişi bir süre sonra olumlu duygularla bağını koparacaktır. Böylesi bir durumda da kişinin kendini iyi hissedebilmesi giderek güçleşecektir. 

    Çökkün ruh hali ve azalan enerji, kişinin daha önce yapabildiği birçok şeye karşı ilgisinin azalmasına ve aktivite seviyesinin düşmesine neden olur. İlgi azlığı ve enerji kaybı depresyonun çekirdek belirtilerindendir. Azalan enerjiyle birlikte kişi sosyal yaşamdan giderek çekilir, günlük yaşam aktivitelerini dahi yerine getiremeyecek duruma gelebilir. 

    Özbakımın azalması da depresyon için önemli belirtilerdendir. Kişi o kadar yavaşlamıştır ki, yüzünü yıkamak, bedenini temizlemek ya da saçlarını taramak onun için fazla güç harcamayı gerektirecektir; üstelik depresyondaki kişi bunlara dikkat edecek durumda da değildir. Özbakımın azalmasının olumsuz bir başka yönünü ise bireyin diğerleriyle ilişkilerinin bozulması oluşturmaktadır. 

    Klinik belirtilerden biri olan anhedoni, kişinin yaptığı herhangi bir şeyden zevk alamama durumunu ifade eder. Zevk alamama durumu, yeniliklere kapalı olmayı ve hiçbir şey yapmak istememeyi beraberinde getirir. Anhedoni kişinin işlevselliğine zarar verir. Birey artık toplumun bir üyesi olarak görevlerini yerine getiremez, akademik olarak başarısızlığa, sosyal olarak arkadaş kaybına ve ekonomik olarak da iş kaybına sürüklenir.  

    Depresyondaki kişi kendi iç dünyasındaki çökkünlüğe o kadar dönmüştür ki dış dünyadaki herhangi bir şeye odaklanması onun için oldukça zordur. Diğerlerinin neler konuştuğunu takip edebilmek, okumak, karar vermek gibi temel dikkat becerileri yavaşlar ve bu durumda  kişi daha fazla içine kapanır. Bunların sonucunda da kişilerarası ilişkiler çok büyük zarar görür. Kişinin dikkat becerilerini kullanmasını gerektiren okul, iş ya da sosyal yaşamında aksamalar meydana gelir. 

    Depresyonun bedensel belirtilerinden olan iştah azalması ya da artması, uykusuzluk ya da aşırı uyuma hali ile beraber daha önce belirtildiği gibi enerji azlığı, kişinin bedensel yakınmalara da sahip olmasına neden olabilmektedir. Bireyin ruhsal sıkıntısına eklenen biyolojik sıkıntılar da iyi olma halini olumsuz etkilemektedir.  

    Depresyondaki kişi kendine, dünyaya ve geleceğe ilişkin olumsuz yargılara sahiptir: “Ben kötüyüm, hayat anlamsız ve dünya güvensiz bir yer.” Yaşadığı şeylere karşı fikirleri düşünce hatalarıyla doludur. Olayların yalnızca olumsuz tarafına odaklanmak, yalnızca tek bir durumdan genele dair sonuca varmak, abartmak bu düşünce hatalarından bazılarıdır. Ne yaparsa yapsın durumun değişmeyeceğine dair algı öğrenilmiş çaresizlik olarak ifade edilmektedir. Depresyondaki kişinin temel durumu da tam olarak bu şekildedir. Aynı zamanda da kendine dair olumsuz bir yaklaşımla değersizlik hisleri içindedir. Karamsarlık, değersizlik ve suçluluk hisleriyle birlikte kişi intihara teşebbüs edebilir veya yaşamını bu şekilde sonlandırabilir. Depresyonun en yıkıcı ucunda intihar bulunmaktadır. 

    Görüldüğü üzere depresyon kişinin yalnızca duygusal anlamda karanlık bir girdabın içinde bulunmasından çok daha fazlasıdır. Depresyon öncesindeki yaşamından çok farklı bir yerde bulunan kişi, hayatın içinde kalmakta, görevlerini yerine getirmekte, insanlarla ilişki kurmakta ve kendine bakmakta zorlanmaktadır. Farklı depresyon tipleri için farklı örüntülerden söz edilse de genel anlamıyla depresyon kişiye biyolojik, psikolojik, sosyal ve ekonomik anlamda zarar verebilen, yıkıcı sonuçlar doğurabilen bir hale gelebilmektedir.  

    Referanslar

    Davison, J. Ve Neale, J. M. (2011). Duygudurum Bozuklukları. Anormal Psikolojisi içinde (s.234-272). (Dağ, İ. Çev. Ed.). Ankara: Türk Psikologlar Derneği Yayınları. 

  • Panik atak tedavisi nasıl olur?

    “Panik atak tedavisi nasıl olur?” ve “Panik atak tedavisi evde mümkün müdür?” sorularına cevap vermeye çalışacağım bu yazıda. Yazı, tanı, teşhis ve tedavi için kullanılamaz; bilgilendirme amaçlıdır.

    Öncelikle kelime grubunu tek tek kelimelere bölerek ele almak gerekirse panik ve atak sözcüklerin teker teker anlamlarını bilip bu iki ayrı kelime bir kelime grubu oluşturduğunda hangi anlama işaret ettiğini anlamlandırmak daha yerinde olacaktır.

    Panik kelime anlamı olarak TDK referans alındığında ve kelime anlamı olarak değerlendirildiğinde panik; ‘’ani dehşet duygusu, büyük korku, ürkü’’ olarak karşılık bulmaktadır. Psikoloji literatüründe kelimeyi incelediğimizde ise elbette ki benzer sonuçlar ile karşılaşmaktayız. Atak kelimesinin anlamını yine TDK referansı ile ele alacak olursak ‘’saldırı, hücum karşı taraftan gelen hamle gibi anlık ve bir anda hızlı bir şekilde gelişen olayları içeren anlamları kapsamaktadır.

    Dolayısı ile kelimeler yan yana gelip grup oluşturduğunda ortaya çıkan anlam bir anda adeta saldırı halindeymiş gibi hızlı ve aynı zamanda büyük korku, dehşeti içeren anlama işaret etmektedir. Durum böyle olduğunda ise bireyde oluşturduğu etkiyi tahmin etmek güç olmayacaktır.

    İnsanlar panik atak esnasında yaşadıklarını ifade ederlerken de hemen hemen benzer ifadeler kullanırlar ve içlerinde bulundukları durumdan ciddi manada yakınma duymaktadırlar.

    Bu yazıda işlenecek esas tema ise panik atağın karşımıza hangi bozuklularda birer semptom olarak kendini gösterdiği,  toplum arasında zaman zaman panik atak ile panik bozukluğunun birbirine karıştığı hatta toplumda birçok kişinin kendini panik atak olduğuna dair etiketlemelerde bulunması ve tüm bunların yanı sıra oluşan bir panik atak karşısında nasıl durulması gerektiği, tedavisinin mümkün olup olmadığı, eğer ki bir tedavi mümkünse bunun ne şekilde olacağı ilaç kullanmanın gerekli olup olmadığı veya hangi durumlarda ilaca gereksinim duyulduğu, hangi durumlarda psikoterapi ile çözüm arandığı ya da ilaç tedavisi ve psikoterapi sürecinin paralel ve eş güdümlü mü ilerlemesinin gerekliliği üzerinde  durulacaktır.

    Bir semptom olarak panik atak

    Yukarıda da bahsedildiği gibi panik atak ve  panik bozukluk birbirine çok yakın kavramlar olmakla birlikte anlam olarak tamamen birbirilerine karşılık gelmemektedir.

    Panik atak yukarıda uzun uzun anlatıldığı üzere bir belirti, bir semptom olarak diğer ruhsal rahatsızlıkların, hastalıkların hatta bazen hastalık olarak adlandırılamayan bir durumda bile kendini gösterebilmektedir.

    İnsanlar yaşadığı panik atak sırasında çaresiz, savunmasız ve tedirgin hissettiklerinden kendilerine etiket yapıştırmaya çoğu  kez meyillidirler.

    Bu sebeple panik atak geçiren bir birey atak anında kendini ciddi bir panik rahatsızlığında hisseder ve ilk olarak hatta fiziksel bir sağlık problemi olduğunu düşünerek hemen doktora başvurur. Doktorların yapmış olduğu sağlık kontrolleri sonucunda yapılan tarama ve bulgular ile beraber ve bu kontrollere paralel psikolojik bir tedavi sürecine başlanması istenir ancak birey kendinin yaşadığı sıkıntının gerçekten fiziksel bir sağlık sıkıntısı olduğu konusunda çoğu zaman ısrarcı ve hatta inatçıdır.

    Fizyolojik bir rahatsızlığı olduğunu doktorların bunu fark etmediğini, ya da yakınlarının bu durumu ondan gizlediğini kimi zaman düşünebilmektedirler. Bu sebeple bu bireyler psikoterapi sürecine ilk olarak en başta daha ön yargılı yaklaşabilmektedirler.

     Terapi sürecinin işe yararlığını ve gerekliliğini kendi içlerinde çok kez tartışırlar. Çoğu zaman yakınlarının talebi ve ricası hatta kimi zaman ısrarı üzerine veya son çare olarak artık kendi kendilerinin iknaları sonucunda bir psikoterapistten yardım alma serüveni başlar .

    Bu serüvenin başlaması aslında teşhisin doğru konulabilmesi adına oldukça mühim bir basamaktadır. Az önce de belirtildiği gibi panik atak kimi zaman başka bir rahatsızlık, hastalık veya sıkıntılı bir durumda karşımıza bir semptom olarak çıkabilmektedir bu sebeple uzman bir kişinin görüşünün alınması, zaman kaybetmeden bir an önce tedavi sürecinin başlaması gereklidir.

    Panik atak hangi durumlarda semptomdur?

    Yaygın anksiyete bozukluğu ve panik atak ayırıcı tanısı

    Anksiyeteyi tanımlarken korku ve endişe hissetme olarak ifade edebilmekteyiz. Kimi zaman bu hisse bedensel birtakım eşlik etmeler olabilir. Göğüs sıkışması, kalp çarpması, yoğun ter, baş ağrısı, midede oluşan birtakım değişikliler tuvalete gitme ihtiyacı sık görülen belirtilerdendir. Bunun yanı sıra duygusal ve psikolojik belirtiler huzursuz olma, öylece dolanma isteği de sık görülen belirti olarak kaşımıza çıkmaktadır.

    Sıklıkla  panik atak ile karışmasının sebebi  sonuç olarak ortaya çıkan fizyolojik, ruhsal belirtilerin birbirine çok yakın hatta hemen hemen aynı olmasıdır.

    Panik atak dediğimiz kavram aniden ortada herhangi bir sebep olmaksızın aniden ve şiddeti yüksek bir biçimde ortaya çıkması ancak ankisiyetnin farklı kılan kısmı çoğu kez belli bir sebepten kaynaklı bir şekilde ortaya çıkıp panik ataklarına benzer belirtiler ile sonuç bulmasıdır.

    Elbette ki kişiden kişiye belirtiler farklılık gösterebilmektedir. Kimi kişilerde fizyololoijk belirtler daha yoğun olmakla birlikte kas gerginliği, boyun  ağrısı gibi belirtiler de gözlenmektedir (Türkçapar, 2004). Anksiyete bozuklukları; panik atağı, agorafobi, agorafobi olmadan panik bozukluğu, agorafobili panik bozukluğu, panik bozukluğu olmadan agorafobi, özgül fobi, sosyal anksiyete bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk, posttravmatik stres bozukluğu, akut stres bozukluğu, yaygın anksiyete bozukluğu, genel tıbbi duruma bağlı anksiyete bozukluğu ve madde kullanımının yol açtığı anksiyete bozukluklarını içeren çok geniş yelpazeli bir hastalık örüntüsüdür.  

    Ayırıcı tanı açısından özellikle panik bozukluğu ve yaygın anksiyete bozukluğu önem taşımaktadır. Panik atak bedensel ya da bilişsel on üç belirtiden en az dördünün eşlik ettiği yoğun bir korku ya da rahatsızlık duyma dönemi olarak tanımlanmaktadır. Atak birden başlar  ve hızla doruk zirve seviyesine ulaşır.

    Genellikle on dakikadan kısa bir süre içinde gelişmektedir. Çoğu zaman buna yakında bir tehlikenin geleceği hissi ya da kişinin yaşamının sonuna geldiği hissi  ve bu histen kurtulma dürtüsü eşlik etmektedir.

    Bedensel ya da bilişsel on üç belirti, çarpıntı, terleme, titreme ya da sarsılma, nefes darlığı ya da boğuluyor hissi, soluğun kesilmesi, göğüste ağrı ya da göğüs sıkışması hissi, bulantı ya da karın ağrısı, baş dönmesi ya da sersemlik hissi, ortamdan kopma ya da kendini sanki dışarıdan izliyormuş duygusu, kontrolünü kaybedeceğine ya da çıldıracağına dair oluşan korku, ölüm korkusu, üşüme, ürperme ya da ateş basmalarını içermektedir.

    Bu hastalar ufak tefek şeylere üzülen, sürekli korku içinde olan ve olabilecek en kötü şeyin kendi başlarına geleceğini bekleyen ve sürekli kaygı halinde olan kişilerdir.

    Unutulmamalıdır ki tüm bunların sonucunda anksiyete bozuklukları bir hastalık panik atak ise sadece bir belirtidir.

    Panik bozukluk ve panik atak ayırıcı tanısı

    Panik bozukluk uzun süre devam edeni anlık geçmeyen birçok anı kapsayan hastalıktır ancak panik atak bu hastalığın sadece bir belirtisidir.

    Daha rahat anlaşılabilmesi adına fizyolojik bir hastalıktan örneklendirme yapmak istiyorum.

    Örneğe geçecek olursam mesela; kanser birçok belirtisi olan kompleks bir hastalıktır ancak kanserin bir belirtisi de halsizliktir. İşte panik bozukluk kanser ve bir hastalık olarak karşımıza çıkıyor ise panik atak ise semptom olan halsizlik olarak belirti şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

    Yani genel olarak karıştırılan durumları ele aldığımız zaman aslında panik atak diye bir hastalık olmadığını bu atakların sadece hastalıklara birer belirti olarak eklendiğini fark etmek mümkün görünmektedir.

    Durum böyle olunca panik atağın ne demek olduğunu bir daha toparlamak gerekiyor diye düşünmekteyim.

    Çünkü atak denilen şey bir anda ortaya çıkan ve devamlılığı olmayan bir durumu içeriyor, dolayısı ile diğer hastalıklara da kimi zaman eşlik ederek kendini sanki hastalığın kendisiymiş gibi gösterebiliyor bu sebeple öncelikle kendimize tanı ve teşhis koymak yerine hastalıkların arka planını iyi bilmeli hatta tıkandığımız durumlarda panik atak belirtilerinin ciddi anlamda yoğun olduğu durumlarda bir uzman desteği ile ilerlemeyi düşünmek en sağlıklısı olacaktır.

    Çünkü kişiler yıllarca kendilerini ne yazık ki tek bir semptomdan kaynaklı çeşitli etiketlere maruz bırakmaktadırlar. Bunların en sık, en yaygın örneğini ben yazımda ele almak istedim. Bir tanesi anksiyete bozuklukları bir diğeri ise panik bozukluktur.

    Tekrar hatırlatıyor ve vurguluyor olmanın gerekli olduğunu düşünmekteyim. Panik atak bir semptom olarak diğer hastalıklarda kendini gösteren huzursuzluk içeren, sıkıntı veren ve sanki fizyolojik bir rahatsızlık yaşıyormuş hissini oluşturan bir semptom olarak ifade edilmektedir.

    Peki, panik atak ve diğer hastalıklar arasındaki ayrımı nasıl yapacağım? Yaşadığım durumu ne zaman bir semptom ne zaman bir bozukluk olarak görmeliyim?

    Burada kıstasımız aslında yukarıdaki hastalıların birer kompleks halinde olması ve sadece panik atak belirtilerini içermemesidir. Yani ne demek istiyorum biraz daha açıklayıcı olmam gerekecekse panik atağın ne olduğunu ve bahsedilen on üç belirtiyi fark etmek gerekmekte ve eşlik eden bir başka belirti olup olmadığını kontrol edip gözden geçirmek gerekmektedir. On üç belirti dışında da belirtileriniz var ise bir başka rahatsızlık veya hastalığa sahip olabilirsiniz ancak sadece bu on üç belirti siz de mevcut ise kendinizi daha kompleks bir hastalığa etiketlemek yerine panik atağın bir belirti olduğunu diğer belirtilerin eşliği halinde ne yapmanız gerektiği kısımlar üzerinde durmanız sizler için daha işlevsel ve çözüm odaklı bir yaklaşım olacaktır, bu süreç de dolayısı ile sizi çözüme daha rahat bir biçimde kavuşturacaktır.

    Panik atak bir durum

    Panik atak geçirirken o durumu genelliyor olabilirsiniz yani atağın mekan ile içinde bulunulan durum  ile ilgili olduğu kimi zaman düşünebilir yani sanki kapalı alanda kaldığınız için panik atak geçiriyor olduğunuzu düşünebilirsiniz ya da sanki herkesin karşısında o sunumu yapacağınız için panik atak geçirdiğinizi düşünüyor olabilirsiniz ve bunlar sosyal anksiyete ya da klostrofobi gibi başka hastalıklarınız olduğuna işaret ediyor olabilir sizin zihninizde, Halbuki bu sadece bir tesadüf veya sizin zihninizin  bu durumu  o şekilde eşleştiriyor olması de olabilmektedir.

    Nasıl mı yani? Şöyle siz zaten panik atak durumundayken kapalı bir alanda bulunuyor olabilirsiniz yada siz zaten panik atak durumundayken bir sunum yapıp bir topluluğa hitap etmek durumunda olabilirsiniz.

    İşte tam da bununu ayrımını iyi yaptığınızda hem kendinizi hem hastalığınızı hem de belirtinizi daha doğrusu gerçek sıkıntınızı, gerçek problem ne ise onu anlamaya bir adım daha yaklaşıyorsunuz demektir. Bu sebeple ayrım yapabilmek fark edebiliyor olmak bu konuda çok ama çok mühim bir mevzuyu oluşturmaktadır.

    Aaaa! Bende panik atak var

    Zaten panik atağınız oluyorsa bunu demeniz de çok normal 😊

    Ama bu tarz etiketlemeler kimi zaman atak geçirmiyor olsanız dahi sanki atak geçiriyormuşsunuz gibi hissetmenize beyninizi  bu duruma karşı zaten yine aynısı olacak tıpkı daha önce olduğu gibi aynısı yaşanacak algısına oluşturduğu bir davetiyedir .

    Kendinize atakların hep geldiğini yine her zamanki gibi geleceğini ne kadar sık hatırlatırsanız panik atağını o kadar sık yaşıyor olma ihtimaliniz artacaktır.  Neden mi çünkü beynimiz de bir şeyleri sınıflandırmayı, etiketlemeyi sever çünkü mekanizması gereği daha ilkel çalışmakta ve durumları en basit hali ile ele alıp irdelemeye çalışmaktadır yani yaşanan durumlar farklı olsa dahi siz o an panik atak geçirmiyor olsanız dahi beyin bunu bir panik atağı saymaya dünden razı ve bu duruma oldukça meyillidir.

    Çünkü beynimiz bizden gelen birçok dönütü birbirine benzer kimi zaman ise aynı görür bizlerin şu anki gelişmiş haline henüz adapte olmuş değildir  ve hatta üzücü bir bilgi olarak mekanizması gereği hiç de olmayacaktır çünkü ne yaparsak yapalım beynimizi ilkeldir ve daha düz  ve karmaşık şeyleri birbirinden  ayırt etme kapasitesi olarak henüz günümüze adapte olabilmiş değildir.

    Bu sebepten kaynaklı beyin devamlı sanki yine panik atak yaşıyormuşsunuz sanki yine bir hastalığın içinde ve o an onun mücadelesini veriyormuşsunuz hissinin içindedir.

    Beynimiz zor durumda kaldığında çözüm üretmek ister bu çözümleri ise kendi ilkel yöntemlerinden seçer bu sebeple ise yaşadığımız karmaşa daha da artmaktadır.

    Beyin ilkel bir biçimde tehlikeyi fark ettiğinde ilkel çözümler üretmeye çalışacaktır ve bu çözümler panik atak halindeki bir bireyi daha da panik haline sokacaktır ne yazık ki .

    O yüzden ki beynimizin oyununa gelemeden bu durumla baş etmeyi bu panik atağının ne olduğunu hangi hastalığın semptomu olduğunu ayırt ediyor olmamız gerekmektedir.

    Bir sonuç olarak panik atak

    Yani panik atak birer semptom olarak diğer hastalıklar arasında bulunarak, sizin bütünü görmenizi ve yaşanan asıl sıkıntıdan uzaklaşmanıza ve hatta kimi zaman çok da doğru olmayan bazı birkaç belirtiye odaklanarak tedavi sürecinizi sekteye uğratmanıza, geciktirmenize sebebiyet verebilmektedir.

    Bu nedenden dolayı panik atak denen durumu diğer pek çok şeyin nedeni ya da birçok şeyin kendisi olarak değil de bu kez de yaşanan şeylerin, içinde bulunan rahatsızlık, hastalık, durum ya da adı her ne olursa olsun sonucu olarak görmeyi denemek belki bakış açışınızı değiştirecek ve yine yaşanan bu aydınlanma ve farkına varma süreci ile birlikte tedavi ve iyileşme sürecini bir adım daha yaklaşmış olmanızı sağlayacaktır.

    Bakış açısı değişimi panik atağın bir sonuç olarak görülebilmesi için en önemli ölçütlerdendir, farklı açıdan bakabilmek hatta biraz daha geniş açıdan olan biten ve içinde bulunan duruma bakılabildiğinde zihninizde yaşadığınız süreç belirti, bulgu, tanı, teşhis, tedavi gibi birçok olgu daha da netlik kazanacaktır.

    Beklenti anksiyetesi

    Birey bir panik atak geçirdiği zaman yaşadığı korku, panik ve kaygı gibi durumlarda yaşadığı o hissi bir daha ne zaman yaşayacağına dair , bu panik atağın bir daha ne zaman geleceğine dair yaşanılan panik atak durumdan farklı ikincil bir durum olarak bir daha ne zaman panik atağın geleceğine, ve bu kez yaşayacağı atağın nasıl olacağına, kendisine ne gibi zararlar vereceğine, tekrardan ölecek gibi hissedeceğine, sanki akıl sağlığını yitiriyormuş gibi hissedeceğine, ya da en iyi ihtimalle düşüp bayılıp kalacağına dair ikincil bir atak beklentisi ve kaygı haline çoğu zaman girebilmekte ve her an gelecek bir sonraki atağı beklemekte ve bu bekleme esnasında yaşayacağı durumlara dahi çeşitli senaryolar üreterek korku, kaygı ve endişesini daha da yukarı çıkarabilmektedir. İşte yaşanılan bu kaygılı duruma ise beklenti anksiyetesi denilmektedir. (Tükel, 2002)

    Panik atakta iyileşme

    Tam bir iyileşmeden söz edebilmek için panik atakların tamamen ortadan kalkması gerekmektedir. Yani kişi hiçbir şekilde panik atağı geçirmemeli ve hatta uzun uzun anlatıldığı gibi yaygın anksiyete bozukluğu, agarofobi, panik bozukluk ya da herhangi bir fizyolojik rahatsızlığa bağlı bir semptom olarak da ortadan kalkmalı, bireyde bu panik ataklara hiçbir durum ve koşulda rastlanmaması gerekmektedir ( APA, 1994). Sözü edilen bu durum panik atak yaşayan bir kişi için olması pek mümkün değil gibi gözükmektedir. İşte tam da bu sebepten kaynaklı panik atak tedavileri üzerinde durmanın anlamlı ve faydalı olduğunu düşünmekteyim. Öyleyse şimdi de tedavi yöntemlerini ve işe yararlılığını, yöntemlerin işlevselliğini tartışmak isterim.

    Panik atak tedavisi nasıl olur?

    Tedavi süreci üzerinde durmaya başlamadan önce panik atağın ne olduğunu, ne olmadığını, hangi hastalıklar içinde bir semptom olarak kendini gösterdiğini ve diğer hastalıklardan ve rahatsızlıklardan ayırt edebilmek için birbirilerinden farklı olan yanlarını ve dolayısı ile diğer hastalıklara da bir noktada değinilmesi gerektiğini düşünmekteyim.

    Bir tedavi sürecinin gerçekten oluşması ve iyileşmenin gerçekten oluşması için yaşanılan durumun doğru tanısı ve teşhisi olması gerekmektedir. Ve kişi de doktorların, psikiyatristlerin, psikologların ya da diğer uzman kişilerin koymuş olduğu tanı ve teşhise gerçekten inanıp tedavi sürecini istekli, neler ile karşılaşacağını bilmeli ve iş birliği sağlamalıdır ki süreç daha sağlıklı daha verimli ve daha kısa sürede çözülebilsin.

    Farmakolojik tedavi ve psikoterapi

    Panik atak tedavilerinde sık kullanılan yöntem olan farmakolojik tedavi yani ilaç ile sürdürülen  tedavi yöntemini ilk olarak ele alacak olursak ve bu yöntemin avantaj  ve dezavantajlarından bahsedecek olursak şu şekilde başlamak isterim.

    Kullanılan ilaçlar büyük ölçüde antidepresanlardan oluşmakta ve kısa vadede bireyi çözüme ulaştırmaktadır ancak tahmin edildiği üzere bu ilaçların kimi zaman yan etkileri oluşmaktadır ve kişinin bu durumu kabullenerek sadece ilacını alarak bu süreçten tamamen kurtulmak yerine o an rahatlamak ve yaşanılan büyük sıkıntı, endişe ve huzursuzluk halinden olabildiğince hızlı bir şekilde, bir anda kurtulmak istediği için tercih edebilmektedir.

    Tüm bunların yanı sıra biyolojik temelli bir rahatsızlığa bir semptom olarak eşlik ediyorsa muhakkak ve kesin çözümün farmakolojik yoldan yani ilaç ile birlikte sağlanabileceği yaygın görüşlerdendir.

    Ancak günümüzde yapılan çalışmalar, araştırmalar, deneyler sonucunda psikoterapilerin biyolojik temelli rahatsızların dahi önüne geçebileceği, hastalıkların onarabileceği üzerine durmaktadır ve elde edilen sonuçlar kimileri için şaşırtıcı olsa bile işe yaradığını ispatlayan bilimsel çalışmalar, incelemeler, araştırmalar bulunmaktadır.

    Psikoterapi yöntemleri de kendi içinde çeşitlilik göstermektedir. Durum böyle olunca hangi yöntemin işlevsel olduğu da bilim insanları için araştırmayı gerekli kılmaktadır. Yine yapılan incelemeler, araştırmalar, kişilerden alınan bilgiler direkt kişi gözlemleri ve karşılaştırmalar sonucunda en işe yarayan dolayısı ile en işlevsel psikoterapi yönteminin bilişsel davranışçı terapi yöntemi olduğu bulunmaktadır.

    Bu sonuç ise panik atağın daha çok agarofobi, yaygın anksiyete bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, çeşitli diğer özgül fobiler, panik bozukluk gibi hastalıkların içinde birer semptom olarak görülmesini ve bu tip hastalıklarla çalışırken de bilişsel davranışçı terapi metodlarından yararlanıldığı bilgisini destekler niteliktedir. (Otto ve ark, 1994)

    Tüm bu sonuçlar ışığında ise panik atakların da önüne geçilebilmesinin yolu ve yönteminin bilişsel davranışçı terapi olduğu yapılan birçok bilimsel çalışmada ispatlanmıştır.

    Bilişsel davranışçı terapi ilk olarak kişinin yaşadığı fizyolojik belirtilerin önüne geçmeyi hedef olarak belirlemektedir. Buna paralel ise solunum ve nefes egzersizleri kas sistemine yönelik ise kas ve gevşeme egzersizlerini içeren bir formülasyon oluşturarak başlamaktadır. (Tükel, 2002)

    Diğer basamaklar ise daha çok bilişsel davranışçı terapi yöntemlerinden yola çıkarak bilişsel yapılandırma ve alıştırma tekniklerini içermektedir.

    Bu yöntem kişinin içinde bulunduğu atak sırasında  yaşadığı ve bedenini göstermiş olduğu bedensel tepkileri daha farklı bir biçimde yorumlaması ve buna paralel de felaketleştirme senaryolarından temel aldığını ifade etmekte ve bu görüşten beslenerek gelişim göstermektedir.

    Panik atak tedavi süreci nasıl yürütülür?

    Konulan doğru tanı ve teşhis sonucunda birey atakların içeriği, nasıl olduğu hakkında detaylı bir biçimde bilgilendirilmedir. Çünkü birey atak yaşarken sanki öleceğini, akıl sağlığını yitireceğini, bayılacağını düşünmekte ve atakların daha da uzamasına ve şiddetlenmesine istemsizce neden olmaktadır. Bu sebeple ilk olarak kişi yaşadığı atağın geçici olduğu, bu atağın zarar verici olmadığı, atakların fizyolojik herhangi bir hastalık ile ilişkili olmadığı, bedensel bir zarara yol açmayacağı gibi temel bilgiler noktasında bilgilendirilmelidir.

    Atak geldiği esnada kişi her ne kadar sakin kalmada güçlük yaşasa dahi bu bilgileri edinmiş olmak kişinin ataklarının süresini ve sıklığını azaltmakta, ve süreci görece daha rahat geçirebilmesine imkan sağlayabilmektedir.

     Başka bir seçenek olarak ise hem psikoterapi yöntemi hem de farmakolojik yani ilaç ile tedavi birlikte birbirine paralel bir şekilde yürütülebilmektedir.  Bu sürecin de işe yararlığını ispatlayan bilimsel çalışma ve incelemeler bulunmaktadır. (Alkın, 2001)

    Sadece ilaç tedavisi veya her iki yöntem psikoterapi ve farmokolojik yöntem bir arada yürütülüyor ise yani özetle kişi yaşanan hastalık ve rahatsızlıktan dolayı ilaç kullanmak durumunda ise ilaçların oluşturabileceği olası yan etkilerinden muhakkak ve kesin bir biçimde söz etmek gerekmektedir.

    Zaten atak geçiren bir kişi yaşanan belirsizlik ve bilinmezlik durumuna karşı belli bir oranda korku, kaygı gibi huzursuz edici duyguları yaşıyorken en azından neler yaşıyor olabileceği, sürecin tahmini ne kadar süreceği yaklaşık olarak ve hemen hemen hangi belirtilerin oluşacağını önceden bilir ve bunları bir başka kişiden özellikle bir uzmandan duymuş olursa yaşadığı kaygı, korku endişe gibi huzursuz eden duyguları görece azabilmektedir. Ve kişi bir daha yaşayacağı atağın ne zaman olacağını kestiremese dahi hemen hemen neler yaşayabileceğini bilecektir, ve de en önemlisi bu atağın en fazla on dakika süreceğini, kalıcı fiziksel, bedensel bir zarara uğramayacağını bilecektir ve daha önce de belirtildiği gibi artık tanıdığı bir süreç olduğu için bir bilinmeyen ortadan kalkacaktır. Kişi bir sonraki atağı daha hafif geçirecek, ataklar devam ettikçe bu edinilen bilgiler doğrultusunda panik atağın şiddeti gittikçe azalacak hatta panik atak halindeki süre bile azalma gösterecektir.

    Kişi artık bir sonraki atakta hemen hemen neler yaşayacağını, bir sonraki panik atakta neler ile karşılaşacağını bildiğinden kaynaklı dolayısı ile bir sonraki atağın gelme süresi ve sıklığı da uzayacaktır.

    Aslında birçok şey birbirine bu derece bağlı ve paralellik göstererek ilerlemektedir. Durum böyle olunca da kaynağı bulup ve doğru yerden başlamak doğru başlangıcı yaptıktan sonra da süreci sakin ve kontrollü bir biçimde ilerletmek aslında çok çok korkutucu, tedirgin edici olan panik atağın üstesinden gelmenin mümkün olduğunu göstermekte ve yaşanılan çaresizlik umutsuzluk gibi hislerden de uzaklaşmanın gerekli olduğuna dair bir inanç oluşturmaktadır.

    Bu yazıda genel hatları ile panik atağın ne olduğu, karşımıza hangi hastalıklar içinde birer semptom olarak çıktığı ile ilgili detaylı bir bilgilendirme yapılmaktadır. Tüm bunların anlaşıldığı varsayımına dayanarak ise panik atağın aslında bir sürecin, bir hastalığın bir sonucu olduğu çoğu kez beklenti anksiyetesini doğurduğu ve atakların yapısı, panik atağın tedavi yöntemleri ve bu yöntemlerin işlevselliği ile ilgili bilgiler sunulmaktadır.

    Halk arasında, dilde çok sık dolaşan panik atağın aslında ne olduğunu gerçekten panik atak yaşayan bir bireyin yaşam kalitesindeki ciddi değişimler beklenti anksiyetesinin yol açtığı uzun vadeli huzursuzluğun yaşanılan her panik ve evham halinde olmayacağını çoğu zaman tedavi edilmesi gereken bir hastalıkla kendini bizlere gösterdiğini ve panik atak ayrımını yapabilmenin önemli olduğunu vurgularken, kişilerin kendilerini etiketlemeden önce hem panik atağın yapısını hem de kendilerinde  ne gibi belirti ve semptomların oluştuğunu dikkatlice gözlemleyip işin içinden çıkılmaz bir hal aldığı düşünülen durumlarda ise muhakkak bir uzmandan destek almak gerektiğini ifade ederek yazımı sonlandırmak istiyorum.

    Unutulmamalıdır ki; her panik, panik atak değildir.  

    Referanslar

    Alkın T (2001) Panik bozukluğu için tedavi algoritmaları. Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji Dergisi, 9: 71-90

    American Psychiatric Association (1994) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 4. Baskı  (DSM IV), Washington DC

    Otto MW, Gould RA, Pollack MH (1994) Cognitive-behavioral treatment of panic disorder: Considerations for the treatment of patients over the long term. Psychiatric Ann, 24: 307-315.

    Tükel R (2002) Panik bozukluğu. Klinik Psikiyatri, 3:5-13

    Türkçapar H (2004) Anksiyete Bozukluğu ve Depresyonun Tanısal İlişkileri. Klinik Psikiyatri, 4:12-16

  • EMDR terapisi ne kadar sürer?

    Bu soruyu ikiye ayırıp cevaplamaya çalışalım:

    1. Bir EMDR seansı ne kadar (kaç dakika) sürer?
    2. EMDR terapisinin tamamı ne kadar (kaç seans) sürer?

    Tipik bir EMDR seansı 60-90 dakika sürer. Spesifik bir travmatik deneyimi işlemek ise bir veya birkaç seans sürebilir. Bazen bir anıyı çalışmak yeterli olabilirken bazen birden fazla anıyı çalışmak gerekebilir.

    EMDR terapisi gören bazı kişilerin terapi süreleri için şu yazıya bakabilirsiniz:

    EMDR terapisinin amacı, sorunlara neden olan travmatik deneyimleri tamamen işlemek ve tam sağlık için gereken yenilerini dahil etmektir.

    Travmatik deneyimlerle ilgili EMDR tedavisini tamamlamak için gereken süre, hastanın/danışanın geçmişine [travmatik yaşantılarına] bağlı olacaktır. Dolayısıyla her danışan için EMDR terapi süresi farklı olabilir.

    Tek bir EMDR travma hedefinin tam tedavisi, semptomları hafifletmek ve klinik tablonun tamamını ele almak için üç yönlü bir protokol içerir. Söz konusu protokol şunlardan oluşur:

    • geçmiş anılar
    • mevcut rahatsızlık
    • gelecekteki eylemler

    EMDR terapisi diğer terapi türlerine göre daha hızlı sonuç üretse de terapinin amacı hız değildir ve her danışanın farklı ihtiyaçları olduğunu unutmamak gerekir. Örneğin, bir danışanın yeterli güven duygusunu oluşturması haftalar alabilir (Aşama 2), bir başkası tedavinin ilk altı aşamasını hızla geçerek tedavi gerektiren daha önemli bir şeyi ortaya çıkarabilir.

    Referans

    About EMDRIA