İnsanı anlama bakımından oldukça önemli bir yerde duran varoluşçu yaklaşım, insana kuramlar ve sayıltılarla çerçeve çizmek yerine onun özüne, var olma çabasına ve potansiyeline odaklanarak kendini keşfetme sürecine katkıda bulunmayı amaç edinir. Varoluşçu yaklaşım bireyin varolmanın getirdiği sancılarla yüzleşmesini ele alır. Temelde dört nihai kaygı varoluşçu yaklaşımın inceleme alanını oluşturmaktadır: ölüm, yalnızlık (tecrit), özgürlük ve hayatın anlamı.
Mutlak Son: Ölüm-Ölmek-Ölümlülük
Ölüm, hakkında pek az şey bilirken aslında çok şey deneyimlediğimiz bir gerçektir. Ölüm anında neler olduğu, ölen kişinin nasıl bir deneyim yaşadığı, ölümün nasıl geldiği, öldükten sonra neler olacağı belirsizdir. Ölüm hakkındaki bu belirsizlik ölüme dair endişelerimizin temelini oluşturur. Böyle soyut olan bir olguyu anlamlandırma çabamız onu bildiğimiz, tanıdığımız ve somut olan şeylerle açıklama yoluna götürür bizi. Öyle ki öldükten sonra gidilen dünyanın tasviri de hep dünyanın ırmakları, yiyecekleri ve nimetleri vs. ile anlatılır. Ölümü en çok işleyen ve ölümle en cesur yüzleşmeleri yapan edebiyat, bizlere bu tasvirlerden bolca örnek sunar:
Ben ölülerin uyuyan sakin bir insana benzediğini sanırdım, şimdiyse bunun tam tersi olduğunu görüyorum. Uyanık ve sanki bir kavganın ardından öfkeye kapılmış birine benzediğini görüyorum.”
Yaprak Fırtınası, Gabriel Garcia Marquez
“Hep aynı şey… Günler geceler hep aynı… Ah bir an önce bitse! Ne bir an önce bitse? Ölüm, karanlık. Yok, yok. Her şey ölümden daha iyidir!”
İvan İlyiç’in Ölümü, Tolstoy
“…öldükten sonra bu hayat yakama yapışıp benden hesap soracak mı acaba diye korkuyorum. Ne dersin, böyle bir şey olur mu sence?”
Uykuların Doğusu, Hasan Ali Toptaş
Özfarkındalık insan için büyük bir armağandır. Kim olduğumuzu hayatta ne yapmak istediğimizi, hedeflerimizi belirlerken farkındalık bizi harekete geçiren temel taşımızdır. Bize var olduğumuzu hatırlatırken bir yandan da acı bir gerçeğin ayırdında olmamıza neden olur: Ölümlülük. İnsanın tek ve biricik olma isteği onu bu yaşanacak tek hayatının başrolü yapar; bir başrol için ölümlü olmayı kabul etmek de oldukça zordur. Ölüme karşı en çok yaptığımız şey onu inkâr etmektir. Bu inkârla birlikte bir savunma mekanizması gibi işleyen ancak insan doğasında hep var olan “kahramanlık” kendini gösterir. Narsistik bir yapıda olan bu kahraman yönü kişiyi kendi ölümünü düşünmeyip yanında olan kişiye acımaya götürür. Çünkü ölecek olan odur kendisi değil. Ölümle yüzleşmiş ve ondan galip gelmiş kişilere büyük bir hayranlık besleriz. Örneğin, kanseri yenmiş kişilerin hikâyesini tüm detaylarıyla bilmek isteriz. Çok eski zamanlardan beri kahramanlık olgusu vardır. İlkel çağlarda kahraman, ruhların dünyasına giden ve oradan canlı dönen insana verilen bir yakıştırmadır. Kahramanlık ölümün dehşetine karşı verilen ilk tepkilerdendir.
Ölümle ilgili anksiyete artıp azalsa, görünür olup gizli kalsa da hayat döngüsünde her zaman vardır. Çocuklarda ölüm fikri 3-5 yaşına kadar oluşmaz. Ölüm soyut bir kavramdır ve deneyimlenemez, dolayısıyla çocuklar için anlaşılması zor bir meseledir Küçük çocuklar etraflarındaki ölümlülük izlerini gözlemlerler. Sonbaharda dökülen yapraklar, böcek ve hayvanların ölümü, ortadan kaybolan büyükanne ve büyükbabalar, yas tutan yetişkinler çocukların izledikleri ama bunlar karşısında sessiz kaldıkları durumlardır. Çocukların bu tür deneyimler karşısında endişelerini açıkça ifade etmeleri karşısında çaresiz kalan ebeveynler panikleyerek onları sakinleştirmeye çalışır, konuyu konuşmaktan kaçınır ya da çocuğu cennet, yeniden kavuşma gibi anlatılarla rahatlatmaya çalışırlar. Belki de ölüm karşısında aldığımız bu ilk tepkiler hiçbir şekilde yıkılmaz zannettiğimiz anne ve babalarımızın çaresizliğiyle bizi yüzleştirerek ölüm hakkındaki ilk korkularımızın da çekirdeğini oluşturmaya başlar.
6 yaşla beraber ön ergenliğe kadarki dönemde ölüm korkusunda bir azalma yaşanır. Çocuğun oyun, arkadaş edinme, okula alışma sürecinde ölüm korkusu gizil kalır. Ancak ergenlikle beraber ölüm korkusunda önemli derecede bir artış olur. Ölüme olan ilgi artar, bazı gençler riskli davranışlar sergileyerek (madde kullanımı, aşırı hız yapma gibi) ölüme meydan okurken, bazıları da mizah yoluyla ölüm endişesiyle başa çıkmaya çalışır. Ölüm korkusunun en fazla bu dönemlerde olmasının temel nedeni, yaşanmamış hayat fikridir. Bu sebeple çok yaşlı olan bireylerin korkusunun daha az olması da anlaşılabilir. Yaşlı bireyler daha fazla ölüm deneyimlemiş, kendilerini ölüme daha fazla hazırlamışlardır. Oysaki bir genç için koca bir ömür düşlenir, yaşanacak ve yapılacak pek çok şey vardır. Tüm bunların yaşanmadan yitirilmesi ihtimali büyük bir kaygı doğurur. Ölüm kaygısı bu yönüyle varoluşçuluğun bir diğer temel taşı olan hayatın anlamlandırılması kaygısı ile yakından ilişkilidir.
Genç yetişkinliğin kariyer yapma, evlenme ve çocuk yapma gibi yaşam olaylarıyla beraber ölüm korkusu bir kenara itilir. Orta yaş krizi ile beraber korku tekrar canlanır. Böylece yaşamın sonuna kadar her an bizimle olmaya devam eder. Ölüm korkusu her an bizimle olsa da her an onun farkında değilizdir, zaten böyle bir durumda yaşama devam etmemiz de mümkün olmazdı. Yine de zihnimiz bu korkuyla baş ettiği zamanlarda bile onu tam anlamıyla bastıramaz. Endişe bazen kendisini açık bir biçimde gösterirken bazen de örtük bir şekilde yaşanır.
Birçok kişi ölüm anksiyetesini terk edilmek, yok olmak ya da kötülük görmek korkusuyla birleştirir. Açık yaşanan ölüm anksiyetesini psikoterapistler ölümle ilişkili bir kaygı yerine başka bir problemin maskesi olarak ele alıp hataya düşerler. Açıkça yaşanmayan ölüm anksiyetesinin en belirgin görünümü ise kabuslarda ortaya çıkar. Bazı önemli yaşam olayları da anksiyeteyi ortaya çıkarır; yaralanma, hastalık, bir yakının kaybı, doğal afet vs.
Ölüm anksiyetesi bazı durumlarda yer değiştirebilir ve başka bir kaygıya aktarılabilir. Kendi ölümüne dair endişesini çocuğu üzerinden yaşamak bunun bir örneği olabilir; çocuğunun başına bir şey gelmesinden yersiz yere endişe duyan bir ebeveyn aslında kendi başına bir şey gelmesinden endişeleniyor olabilir. Ölüme karşı endişemizin sevdiklerimizin ölümü düşüncesiyle kendini göstermesinin temelinde işleyen mekanizma, aslında kendi ölümümüzle oluşacak boşlukla yüzleşmektense diğerlerinin bıraktığı acıyla yüzleşmenin daha kabul edilebilir olmasıdır.
Ölüm anksiyetesini ele alırken filozof Epiküros’un felsefesinin temel sayıltıları bizlere önemli ipuçları sunar:
- Ruhun ölümlülüğü: Bilinç bu dünyaya aittir, öldükten sonra bir bilince sahip olamayız.
- Ölümün nihai hiçliği: Ölümle birlikte ruhumuz da öleceği için ölümün geldiğini ve öldüğünü bilecek bir bilinç orada olmayacaktır. Ölümle aynı anda var olamayız, ya biz varızdır ya ölüm.
- Simetri iddiası: Ölümden sonraki var olmama durumumuz doğumdan önceki var olmama durumumuzla aynıdır.
- Dalgalanma: Ölümümüzden sonra bize ait bir fikir, ad, davranış vs. yaşamaya devam ettikçe biz de kendimizi geleceğe yansıtmış oluruz. Ölümlülüğün endişesi bu yolla yumuşar ve kendini geleceğe aktarma hazzı yaşanır.
Bireyin yaşadığı önemli bir olay ya da deneyim, özellikle de ölüm anksiyetesi yaratan bir durum, hayata bakışında önemli değişikliklere yol açarak dönüşüme uğramasına yol açabilir. Günümüzde varoluşçu yaklaşım ve varoluşçu terapinin öncülerinden olan Yalom’un “uyanma deneyimi” olarak ifade ettiği bu tür “sınır durumlar” bir transformasyon (dönüşüm) görevi görebilir. Kişi kendi ölümü üzerine düşündüğünde yaşadığı hayat üzerinde de düşünmeye başlar. Böylece kendini ve potansiyelini keşfetme süreci devreye girer. Varoluşuna anlam katmak için kişi kendine şans tanır. Bu tür bir uyanma deneyimine Yalom’un da bahsettiği gibi Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı eseri önemli bir örnektir. Çevresindeki ölüm törenlerine, yakınlarını kaybedenlere ilgisiz ve mecburi gözlerle bakan roman kahramanı yakalandığı bir hastalık sonrasında ölümü düşünmeye ve sonrasında da nasıl bir hayat yaşadığını düşünmeye başlar. Hayatını yaşaması gerektiği gibi yaşayıp yaşamadığını sorgulaması oldukça çarpıcı iç diyaloglarla anlatılmıştır.
Yalnızca ölümle yüz yüze geldiğimiz deneyimler değil mezuniyetler, akranlarımızın düğünü, lise arkadaşlarıyla buluşmalar gibi bazı dönüm noktaları da bizi hesaplaşmaya götürür. Nasıl bir hayat yaşadığımız, nerede olduğumuz ve ne yaptığımızı sorgulatan bu deneyimler de bir tür dönüşüme yol açabilir.
Ölümün en çok nesi bizi korkutur? Unutulmak, toprağın altında olmak, terk edilmek, diğerlerinin arkamızdan üzülecek olması, yarım kalan ilişkiler… Bu soruya verdiğimiz cevap korkumuzun temeline dair bir ipucu sunar, cavabımız hayattaki korkumuzun bir yansımasıdır. Hayatımız boyunca neyi yapamamışsak, nelerden çekinip, nelere dair endişe duymuşsak ölüm bizi bununla korkutur.
İnsan sosyal bir varlıktır. Yaptığı çoğu şeyde diğerleriyle beraberdir ya da yaptıkları bir noktada diğerlerinin yaptıklarıyla kesişir. Oysaki ölmek insanın yalnız yaptığı tek şeydir. Bazen insanlar ölmekte olan kişinin çevresinden yavaşça çekilirler, ölüm karşısında ne yapacaklarını bilmediklerinden çaresizlik onları bu noktaya getirir. Ya da kendi ölümleriyle yüzleşmekten kaçarlar. Bazen de ölüme yakın olan kişi çevresini boşaltır. Kalanları üzmemek, onlarla vedalaşma korkusu bunun temel nedenidir ancak böylesi bir yalnızlık da korkuyu daha çok artırır. Ölüme yaklaşmış ya da ölüm konusunda anksiyete yaşayan kişinin kaygısı kabullenilmeli, onun fiziksel olarak yanında olunmalı ve ona empatik bir dille yaklaşılmalıdır.
Ölüm hakkında en çok yaptığımız şey onu inkâr etmektir. Ancak ölüm anksiyetesinde en iyileştirici olansa yüzleşmektir. Ölümle yüzleşmek büyük bir anksiyete doğurur ancak yaşamımızı anlamlandırma fırsatı da sunar bizlere. Her birimizin yaşamı bir gün sonlanmak üzere başlamıştır. Bu gerçekten kaçmak hayatımızı dilediğimiz gibi yaşama özgürlüğünden kaçmamız anlamına gelir. Ölümle yüzleşebildiğimiz, onu kabullenip onunla yaşamaya başladığımız ve onu anladığımız ölçüde yaşamımızı anlamlı kılarız. Ölmediğimiz her an yaşama şansımız vardır. Kendimize bu fırsatı tanıdığımızda kendimiz olabiliriz.
Kaynak
Yalom, I. (2017). Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek (1.Baskı). (Z, Babayiğit, Çev.). İstanbul: Pegasus Yayınları.
Becker, E. (2013). Ölümü İnkâr (1.Baskı). (A. Tüfekçi, Çev.). İstanbul: İz Yayıncılık.
Bir yanıt yazın