Yazar: admin

  • Borderline Kişilik Bozukluğu Tedavisi Nasıl Olur?

    Kristalyn Salters-Pedneault, PhD tarafından yazılmıştır; 1 Temmuz 2021 tarihinde güncellenmiştir; Amy Morin tarafından tıbbi olarak incelenmiştir.

    Eğer size veya sevdiğiniz birine borderline kişilik bozukluğu (BKB) tanısı konulduysa, muhtemelen ilk sorunuz bu durumun tedavi edilip edilemeyeceği olacaktır. Belirli bir tedavi yöntemi bulunmasa da BKB tedavi edilebilir.1 Hatta, doğru bir tedavi yaklaşımıyla iyileşme ve gerileme sürecinde iyi bir yol kat edebilirsiniz.

    Gerileme ve iyileşme tam anlamıyla bir “tedavi” anlamına gelmese de, her ikisi de BKB’nin başarılı bir şekilde tedavi edilmesi için zemin hazırlar.2 Bu iki kavramın tanımı şu şekildedir:

    • Gerileme (remission), kişinin BKB tanısı için belirtilen kriterlere artık uymadığı aşamadır.
    • İyileşme (recovery), daha az tanımlanmış olsa da kişinin uzun bir süre boyunca hayatın her alanında fonksiyon gösterebilmesidir. Bir işe devam edebilme ve anlamlı bir ilişkiyi sürdürebilme iyileşmeye örnek olarak gösterilebilir.

    Tedavi hedefleri

    Geçmişte birçok doktor BKB’nin tedavi edilemeyeceğine inanıyor ve BKB’yi antisosyal kişilik bozukluğu (ASKB) gibi tedavi edilmesi zor olan durumlarla bir tutuyordu. Bilim insanları bozukluğun iç yüzünü daha iyi anladıklarında yeni tedavi yaklaşımları ortaya çıktı. Bu durum, bazı vakalarda borderline kişilik bozukluğunun ilaç kullanılmaksızın devamlı olarak gerilemesine yardımcı oldu.

    Bazı vakalar bu yaklaşımlara daha iyi yanıt verebiliyor ve sonuçlar farklılık gösterebiliyordu. Fakat BKB, çoğunlukla diyabet veya diğer kronik durumlarda olduğu gibi bilinçli ve bireyselleştirilmiş tedaviler ile kontrol altına alınabilir. Hastalık tamamen ortadan kalkmayabilir, ancak hayat kalitesini artırmak üzere kontrol altına alınabilir.

    Gerileme oranları

    2015 yılında yapılan bir çalışma, BKB olan birçok kişinin yetişkinlik dönemine girdiğinde artık bozukluğun tanısal kriterlerine uymadığını belirtmiştir. Bu göstergeler doğrultusunda, birçok kişinin bozukluğun doğal seyrinin bir parçası olarak eninde sonunda semptomlarını aştığı ve gerileme dönemine girdiği anlaşılmıştır.3

    2012 yılında yayımlanan bir çalışma, 16 yıl boyunca her iki yılda bir BKB olan 290 hastayı takip etti. Bu çalışma ile birlikte, en az iki yıl boyunca tanısal kriterlere uymama olarak tanımlanan gerilemenin tanıdan ve ilk tedaviden iki ila sekiz yıl sonrasında kendiliğinden gerçekleşmeye başladığı keşfedildi.

    16 yıl sonrasında %99 oranında iki yılda gerileme görülürken, %78 oranında sekiz yılda gerileme görüldü. Aynı çalışma, nükseden semptomların da iki yıl sonra %36 gibi yüksek bir orandan sekiz yıl sonra yaklaşık %10’a kadar zamanla azalma eğiliminde olduğunu ortaya koydu.2

    Yine de bu istatistiklerin BKB tanısı konulan ve bu tanı için tedavi gören kişilere yönelik olduğunu belirtmek oldukça önemlidir. Sonuçlarda uygulanan tedavi yöntemi veya tedaviyi sürdürmek için kullanılan terapi türü belirtilmemiştir. Bu nedenle, çeşitli tedavi türlerinin gerileme oranlarını ne kadar etkilediği veya tanı konulmamış kişilerin de durumu aynı şekilde atlatıp atlatamayacağı kesin değildir.

    Tedavi yaklaşımları

    BKB tedavisi, semptomların ciddiyetine ve/veya bu semptomlara eşlik eden rahatsızlıkların var olup olmadığına göre değişiklik gösterebilir. Tedavi araçları genellikle psikoterapi ve ilaçları içerir.

    Psikoterapi

    BKB tedavisinin temel dayanağı, konuşmaya dayalı terapi olarak da bilinen psikoterapidir. 4 Psikoterapi yaklaşımları şu şekildedir:

    • Bilişsel davranışçı terapi (BDT), diğer tüm psikoterapi türlerine dâhil olan konuşma terapisine temel olarak yapılandırılmış bir yaklaşımdır.
    • Diyalektik davranış terapisi (DDT), olumsuz düşünce modellerini tanımlamayı ve değiştirmeyi, duyguları kontrol edebilme ve sıkıntılarla başa çıkabilme becerileri üzerinde çalışmayı hedefleyen bir BDT türüdür.
    • Zihinselleştirme temelli terapi (ZTT), dolaylı veya dolaysız bir şekilde birbirimizi ve kendimizi anlama süreci olan zihinselleştirmeyi geliştirmeyi hedefler.
    • Şema terapi, geçmişimizle alakalı olan ve genellikle duygusal bir kurtuluş için tutunduğumuz derin düşünce ve davranış kalıplarını tanımlamayı ve değiştirmeyi hedefler.
    • Aktarım odaklı terapi, geçmiş tecrübelerle ilgili olumsuz hisleri ve bu hislerin şu anki tecrübelere ve kişilere aktarımını önlemeyi hedefler.
    • Duygusal öngörülebilirlik ve problem çözme için sistem eğitimi, BKB olan kişilerin tanılarıyla bağlantılı davranış ve hislerini tanımlamalarına; davranışlarını değiştirmeleri ve hislerini kontrol altına alabilmeleri için gerekli olan becerileri kazanmalarına yardımcı olan 20 haftalık bir eğitim programıdır.

    Tüm bu terapi türleri BKB’ye farklı şekillerde yaklaşır ve BKB tedavisi için uygundur. Diğerlerinden daha iyi olduğu söylenebilecek bir terapi türü yoktur. Bu terapi türleri arasında yapılan seçim, büyük oranda terapistinizle olan etkileşiminizin ne kadar etkili olduğuna ve kullanılan tekniğe ne kadar açık olduğunuza bağlıdır.

    Terapistinize neden belirli bir terapötik yöntemi seçtiğini sormaktan asla çekinmeyin. Bu soruyu sormak, tedavinin hedeflerini daha iyi anlamanıza ve bu tedavi yönteminin sizin için doğru yaklaşım olup olmadığına karar vermenize yardımcı olur.

    İlaçlar

    İlaçlar BKB’nin bazı semptomlarının tedavisinde yardımcı olabilir.5 Her zaman ilaç kullanımına ihtiyaç duyulmasa da en çok reçete edilen ilaçların bazıları şu şekildedir:

    • Birinci basamak tedavilerde sıkça kullanılan seçici serotonin gerialım inhibitörleri(SSRI) dâhil antidepresanlar
    • Dürtüsellik, düşmanlık ve BKB’nin psikotik semptomlarını azaltmasıyla bilinen Zyprexa (olanzapin) gibi antipsikotikler
    • BKB semptomlarından biri olan saldırganlığın tedavisinde işe yarayabilen Topamax (topiramat), Lamictal (lamotrigin) ve Depakote (semisodyum valproat) gibi duygudurum dengeleyiciler
    • Ativan (lorazepam), Klonopin (klonazepam), Xanax (alprazolam) ve Valium (diazepam) gibi anksiyolitik ilaçlar

    BKB tanısına eşlik eden durumlar

    Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü raporuna göre, BKB olan insanların %85’i anksiyete bozuklukları, dürtü kontrol bozuklukları, madde kullanımı veya bağımlılık ve majör depresif bozukluk gibi duygudurum bozuklukları gibi en az bir tane daha ruhsal bozukluktan muzdariptir.1

    BKB olan insanlar sıklıkla kişilik bozuklukları için belirtilen kriterlere de uyarlar. BKB’ye eşlik eden durumların ortalama sayısı üçtür. Eşlik eden durumlar ek tanı olarak da bilinir. Tedaviyi daha karmaşık hâle getirebilir ve tedavi üst üste binen semptomlara bağlı olarak gecikmiş veya gözden kaçırılmış tanılarla sonuçlanabilir.

    Çifte tanı konulduğunda tedavi genellikle aşamalandırılır ve böylece önce başarılı sonuç verme ihtimali en yüksek olan semptom tedavi edilir. Örneğin, BKB’nin yaygın bir ek tanısı olan majör depresif bozukluktan muzdaripseniz, hem majör depresif bozukluğun hem de BKB’nin ortak semptomu olan depresyonu hafifletmek üzere size bir antidepresan reçete edilir.

    Başa çıkma yolları

    Eğer BKB’den muzdarip olduğunuzu düşünüyorsanız veya size BKB tanısı konulduysa, tedavi seçeneklerini keşfederken durumla daha iyi şekilde başa çıkabilmek için atabileceğiniz bazı adımlar vardır.6

    • Paniklemeyin. BKB’nin gerileme ihtimali olduğunu unutmayın. Tıpkı bütün ruhsal bozukluklarda olduğu gibi, erken tanı ve tedavi her zaman gecikmiş tanı ve tedaviden daha iyi sonuçlar verecektir.
    • BKB konusunda tecrübeli uzmanlar arayın. Bunu yapmanız sadece tanıların ve ek tanıların gözden kaçırılmasına engel olmaz, aynı zamanda en güncel ve ideal olarak en az yan etki ve zorlukla karşılaşacağınız tedaviye erişme şansınızı artırır.
    • Kendiniz için en uygun terapisti bulun. Terapi büyük oranda güven ve açık etkileşime dayanır. Birkaç terapist ile görüşmek için zaman ayırın ve kendinizi en güvende, rahat ve desteklenmiş hissettiğiniz terapisti seçin.
    • Kendinizi eğitin. Durumunuz hakkında bilgi edinmek için zaman ayırın ve kendi durumunuza hâkim olun. Bunu yaparak daha güçlü hissedeceksiniz ve bir takipçi olmak yerine donanımlı bir katılımcı olacaksınız.
    • Yeni beceriler edinin. Tedaviniz asla sadece ilaçlarla veya terapi seanslarıyla sınırlandırılmamalıdır. Hayatınıza dâhil edebileceğiniz birçok kişisel gelişim stratejisi var. Günlük tutma, kendini ifade eden yazılar yazma ve farkındalık meditasyonu yapma bu stratejiler arasında sayılabilir.
    • Ailenizi sürece dâhil edin. BKB tanısı tüm aileyi etkileyebilir. Tedavi, rahatsızlığınızdan kaynaklanan duygusal çatlakları onarmaya yardımcı olur. Çevrenizdeki kişiler bu sürece dâhil olduğunda ise tedavi çok daha başarılı olur. Aile terapisi sadece BKB tedavisine değil, ailenize de yardımcı olur.
    Referanslar

    1Lenzenweger MF, Lane MC, Loranger AW, Kessler RC. DSM-IV personality disorders in the National Comorbidity Survey Replication. Biol Psychiatry. 2007;62(6):553-564. doi:10.1016/j.biopsych.2006.09.019

    2Zanarini MC, Frankenburg FR, Reich DB, Fitzmaurice G. Attainment and stability of sustained symptomatic remission and recovery among patients with borderline personality disorder and axis II comparison subjects: A 16-year prospective follow-up study. Am J Psychiatry. 2012;169(5):476-483. doi:10.1176/appi.ajp.2011.11101550

    3Biskin RS. The lifetime course of borderline personality disorder. Can J Psychiatry. 2015;60(7):303-308. doi:10.1177/070674371506000702

    4Ng FY, Bourke ME, Grenyer BF. Recovery from borderline personality disorder: A systematic review of the perspectives of consumers, clinicians, family and carers. PLoS ONE. 2016;11(8):e0160515. doi:10.1371/journal.pone.0160515

    5Ripoll LH. Psychopharmacologic treatment of borderline personality disorder. Dialogues Clin Neurosci. 2013;15(2):213-224.

    6Kramer U. The role of coping change in borderline personality disorder: A process-outcome analysis on dialectical-behaviour skills training. Clin Psychol Psychother. 2017;24(2):302-311. doi:10.1002/cpp.2017

  • Uyku Nasıl Düzene Sokulur?

    İnsanın kendisi hakkında düşünceler üretmeye başladığı eski çağlardan itibaren uyku merak uyandıran bir süreç olmuştur. Neden uyuruz, uyku sırasında tam olarak ne olur, uyku ile uyanıklık arasındaki fark nedir sorularının cevabı, Descartes’e kadar genel olarak dini ve mistik inançların etkisindeydi. Uyanıklık hali hayvanlar ve düşünsel faaliyetler için aktif bir evre olarak görülürken, uyku hali daha çok ölüme yakın olarak tanımlanan pasif bir evre olarak görülmüştür. Bu durum yakın zamana kadar sürse de 20. yüzyılda uyku ile ilgili bilimsel gözlemler ve deneyler uykunun gerçekte ne olduğunu anlamamızı sağladı.

    Uyku esnasında neler oluyor? 

    Uyku ile ilgili belki de bilinmesi gereken ilk şey beynimizin hiçbir zaman tamamen uyumadığı, yatağımızda uykunun en derin saatlerinde bile beynimiz etkin olmaya devam ettiğidir.

    Uyku halinde vücut tamamen aktivitesiz kalmadığı gibi uyku sırasında bir çok yapım işlemi gerçekleşiyor. Bunlar kas tamiri, protein sentezi, doku büyümesi, hormon salgısı ve aynı zamanda büyüme faaliyetlerinin gerçekleştirilerek savunma, sinir ve kas-iskelet sistemlerinin yeni güne hazırlanmasıdır. Beyin de uyurken aktif olarak çalışıyor. Gün boyu öğrenilen bilgiler kalıcı hafızaya alınıyor, beyinde biriken atıklar temizleniyor, beyin hücreleri bağlantı kuruyor veya gereksiz bağlantıları koparıyor. Böylece öğrenme, yaratıcılık, hafıza, problem çözme, karar alma, odaklanma ve konsantrasyon gelişiyor.1

    İdeal uyku süresi nedir?

    Sinir sistemine sahip olan hayvanlar arasında uyumadığı düşünülen hiçbir hayvan yok dolayısıyla uykunun sinir sistemiyle ilgili olduğunu biliyoruz. En uykucu hayvanlardan biri olduğu bilinen kahverengi yarasalar günün 20 saatini, pitonlar 18 saatini, kaplanlar 16 saatini uyuyarak geçiriyor. İnsanlar ortalama 8 saat ile az uyuyanlar arasında sayılır fakat bu durum bebekler için ortalama 16 saate kadar yükseliyorken yaşlılarda 5.5 saatin de altına düşebiliyor. Uyku hayvan olmanın temel niteliklerinden biri gibi görünüyor.

    Günde 4 saatin altında uyuyan kişilerin zihinsel performansları düşüyor, basit görevleri yapamaz hale geliyorlar. Mikro uykuya dalıyor ve bunun farkında olmuyorlar. Bu uykusuzluk hali devam ettiğinde bir süre sonra vücut bu seviyeye alışıp, düşük bilişsel seviyeye saplanıyor ve bundan ancak uzun süre düzenli uyku uyuyarak kurtulunabiliyor. Uyku, aslında beynin kendi atıklarını temizleyip, sinir sisteminin uyanıkken oluşan sorunları çözmesini sağlayan bir bakım evresi. Hastalık sırasında etkin uyku ve dinlenme iyileşmeyi kolaylaştırır, uyku sırasında bağışıklığın güçlendiği biliniyor.

    Ne kadar süre uyumalıyız?

    Ne kadar uykuya ihtiyaç duyulduğunu çok fazla sayıda faktör etkileyebilir. Sağlık, egzersiz, ağır iş yükleri, zihinsel yorgunluk bile ne kadar uykuya gereksinim duyduğumuzu değiştirebilir.2 Psikolojik stres durumunda, hastalık durumunda, spordan sonra ve hatta sınavlar sırasında aynı dinlenme durumuna ulaşmak için gereken uyku miktarı artabilir.

    İdeal uyku süresi kişiden kişiye değişmekle birlikte yapılan araştırmalarda yetişkinlikte ideal uyku süresinin 7-8 saat aralığında olduğu tespit edilmiştir. Bu araştırmalarda ortak bulgu az ve çok uykunun zararlı olduğu yönündedir. 6 saatin altında uyumak  kalp damar hastalığı, inflamasyon, kanser riski oluşturabiliyorken 9 saatin üstünde uyumak bel ve sırt ağrısı, unutkanlık, baş ağrısı, nefes darlığı, depresyon gibi zararlı etkiye sahiptir.

    Çok uyuyorum, yine de uykusuzum

    Uzun süre uyuyor, uyandığınızda dinlenmiş hissetmiyorsanız ve bu durum tüm gün uykusuz hissetmenize neden oluyorsa bu, gün içinde fazla kalori almanızdan -özellikle yağ ya da şeker kaynaklı kalori alımında-, günlük rutininizin hareketsiz olmasından ve/veya stres düzeyinizin yüksek olmasından kaynaklanıyor olabilir.

     Bu durumu değiştirmenin yolu yediğimiz besinleri dikkatle seçip uyumadan en az 4 saat önce yemek yemeyip,  günlük hareket düzeyini arttırıp, stresle baş etme yöntemlerini öğrenip uygulayarak değişebilir. Günlük yaşantıyı düzenlemeden uykuyu düzenlemek mümkün değildir.

    Uyku evreleri nelerdir?

    Kesintisiz uyku, başta çocuklar ve gençler olmak üzere tüm insanlar için önemle tavsiye edilir. Uyku kesintiye uğradığında vücut kas onarımını, hafıza düzenlemesini, büyüme ve bazı hormonların salgılanmasını tamamlayamaz. Erken kalkmak ya da uyku düzeninin bozulması gün içinde karar verme ve konsantre olma becerimizi olumsuz etkiler. Kesintisiz bir uyku çeşitli evrelerden oluşur.

    Uyku evreleri, uykunun farklı aşamaları esnasında beyindeki elektrik hareketliğindeki değişimleri ve bunlara bağlı olarak vücudun verdiği fizyolojik tepkileri tanımlar. Beyin dalgaları frekansı (hız) ve genlik (yükseklik) terimleri ile tanımlanır. Bu dalgalar bir makine ile kaydedilir. Uykuyu temel olarak iki kısma ayırmak mümkündür: REM Evresi (Hızlı Göz Hareketi Evresi) ile NREM Evresi (REM-Olmayan Evre). Uyku sırasında gözlerimiz belli aralıklarla aşağı yukarı, sağa sola titreşmeye ve kendi daireleri içinde farklı yönlerde hareket etmeye başlar. Buna “hızlı göz hareketi” denir ve bu hareketin görüldüğü aşamaya REM denir. Diğer aşamada (NREM) bu göz hareketi görülmez.3

    Alfa evresi

    Uykunun ilk evresine girmeden önce kısa bir dinginlik evresine gireriz. Bu evrede biraz dinlendikten sonra REM dışı uykunun birinci evresine gireriz. 

    1. NREM

    Uyanıklık halinden uykuya geçiş evresidir, kolayca uyanılabilir. Bu evreye “hafif uyku” da denir. Yavaş yavaş uyarıcılara karşı verdiğimiz tepkiselliğimizi kaybederiz.

    Bu evrede var olmayan şeyler görülebilir. Bir ışık parlaması veya evde tek başımıza olduğumuzu bilmemize rağmen etrafta birilerinin gezindiğini görebilir, ses duyabiliriz.

    Uykuya dalarken düştüğümüzü hissedip sıçradığımız durum (Hipnik jerk) uykunun ilk evresindeyken yaşanır. Uykunun %5’ini oluşturan bu evre yaklaşık 5-15 dakika sürer.

    2. NREM

    Bu evrede kas gerginliği, nabız ve vücut sıcaklığı yavaş yavaş düşer ve kişiyi uyandırmak ilk evreye kıyasla zordur. Bizim “uyku” olarak bildiğimiz durumun ilk evresidir. Bu evrede vücut sıcaklığı düşer, nefes alımı ve kalp atışları sabitleşir. Uyku iğcikleri etraftan gelen bilgilerin tehdit olup olmadığını ayrıştırarak rahatça uykuya devam etmemizi sağlar. Görülen rüyaların çoğu bu evrede başlar, uyanıldığında rüyayı hatırlamak çok zordur. Bu evre uykunun %50-60’ını oluşturur.

    3. NREM ve  4. NREM  (Bazı kaynaklar bu evreleri ayırır, bazıları ise birleştirir.)

    Bu evrede nefes alımı ve kalp atışları günlük yaşantıya kıyasla azalır, kan basıncı düşer, kaslar gevşer, doku büyümesi ve tamiri hızlanır. Büyüme ve gelişim hormonları salgılanır.

    Bu evrelerde rüya sıklığı artar ama henüz rem evresindeki kadar sık değildir.

    Uyurgezerlikte dolaşma durumu uykunun bu evresinden itibaren yaşanmaktadır bunun sebebi kaslar bu evrede felç halinde değil, hareket ettirilebilir durumdadır. Huysuz bacak sendromuna sahip kişiler de kasları felç durumunda olmadığı için uykunun bu evresinde bacaklarını istemsiz şekilde kasıp gevşetebilirler. Bu evre uykunun %15-20’sini oluşturur.

    REM

    Bu evrede gözler, göz kapaklarımızın altında hareket eder, diğer kaslarımız da felç halindedir. En derin uyku evresidir buna rağmen beyin, uyanık olunan zamana en benzer seviyededir. REM sırasında yoğun beyin faaliyeti yaşanır. Bu evre sırasında nabız ve tansiyon, REM dışı uykuya göre iki kat artmış olabilir. Karanlıkta salgılanabilen melatonin hormonu salgılanır. İlginç bir diğer özellik ise bu evrede beyin dalgalarının uyanık ve çok dikkatli olduğumuz zaman kaydedilen beyin dalgalarına çok benzer olmasıdır. Bir kişinin REM uykusunda mı yoksa uyanık mı olduğu sadece beyin dalgalarına bakılarak anlaşılamaz. REM uykusuyla ilgili ilginç bir gerçek üreme organlarında ortaya çıkıyor. REM evresinde erkek penisinde sertleşme ve kadın klitorisinde büyüme gerçekleşir. Bu evrede her iki cinsiyet de neredeyse üremeye hazırdır. Bu durum erkeklerde 3 yaşından itibaren gözlenebilen ve hayatın sonuna kadar her uykuda kendini tekrar edebilen yaygın ve kalıcı bir durumdur. Vücudun kendini üremeye hazırlar gibi tepkisinin nedeni tam olarak bilinmemektedir.

    Tüm bunlara rağmen boyun ve uzuvlarımızdaki kas gerginliğini tamamen kaybederiz. Kasların felç durumunda olması nedeniyle görülen rüyalara fiziksel tepkiler veremeyiz.

    Rem evresinde beynimizin uyanık olduğumuz zamana benzer çalışması ama derin uykuda olmamız kontrollü rüya (lucid dream) görmemizi sağlayabilir. Kontrollü rüya, rüyayı gören kişinin rüya gördüğünü bilinçli olarak fark etmesi durumudur. Bu farkındalık rüyanın kısmen veya tamamen kontrol edilebilmesine yol açar.4 Rem uykusu, uykumuzun %20-25’lik bölümünü oluşturmaktadır. Gece boyunca yaklaşık 5-6 defa REM uykusuna geçeriz. Her REM uykusunda 15-45 dk kadar kalırız ve REM dışı uykuya geçeriz. Normal ve bölünmemiş bir gece uykusunda bu döngü 4-5 kez tekrarlanır. Her döngünün tamamlanması yaklaşık 90 dakika sürer.

    Uyku ve ışık ilişkisi

    Işığın hayatımızdaki önemi etrafımızdaki nesneleri görme ve tanıma gibi basit süreçlerin ötesindedir. Işığın üzerimizdeki etkisi ise görsel ve görsel olmayan etkiler olmak üzere ikiye ayrılabilir.5

    Işık, insan yaşamının da dahil olduğu bütün yaşam ritimlerini belirleyen öneme sahiptir. 

    Işık, görmeyi gerçekleştirmenin dışında insanın psikolojik ve fizyolojik sağlığı üzerinde etkilere sahiptir.  Biyolojik saat, dünyanın aydınlık-karanlık döngüsü ile senkronize eden birincil uyarıcı ve insan sağlığında rol alan önemli bir çevresel faktördür.

    Sabah alınan ışık miktarı vücudun biyolojik saati tetikler. Tetiklenen vücut bu uyarana serotonin, kortizol ve adrenalin gibi hormonlar salgılayarak tepki verir. Hormon salgılanmasına ek olarak metabolizma hızı ve vücut ısısı artar. Öğleden sonra metabolizma hızı ​​en yüksek seviyesine ulaşır. Akşam, biyolojik saatle birlikte epifiz bezi uyarılır. Epifiz bezi bu uyarana yanıt olarak salgıladığı serotonin hormonunu melatonine çevirerek vücut ısısını düşürür. Geceleri melatonin hormonunun salgılanması artar ve vücut ısısı düşer. Sabahları melatonin hormonunun salgılanması tekrar durur ve bu döngü 24 saatlik tekrarlar halinde devam eder.6

    Sirkadiyen ritim ve biyolojik saat

    Sirkadiyen ritim, biyolojik saat olarak da bilinen vücudumuzdaki 24 saatlik ritimdir. Sirkadiyen ritim vücuttaki dört biyolojik ritimden biridir. Bu ritim, beyin hücrelerinin ışığa ve karanlığa nasıl tepki verdiğini temsil eder. Işık, gözün retinasına çarptıktan sonra, sinir sistemi aracılığıyla, hipotalamustaki suprakiazmatik çekirdeğe iletilir. Vücudun biyolojik saatini kontrol ederek sirkadiyen ritmi düzenler ve yaklaşık 24 saatlik bir döngüde tekrarlanan: sindirim, uyku, hormon salgılanması, vücut ısısı uyku-uyanıklık döngüsü gibi biyolojik faaliyetlerin belli periyotlarda olması sağlanır.

    Sirkadiyen ritim uyku bozukluğunun belirtileri nelerdir?

    • Uykuya dalmakta zorluk
    • Uykuda kalma zorluğu
    • Uyandıktan sonra dinlenmiş hissetmemek
    • Uykunun sık bölünmesi
    • Daha az uyanık hissetmek
    • Öfkeli hissetmek
    • Hafıza sorunları
    • Bağışıklığın düşmesi (bunun sonucu olarak daha sık hastalanmak)
    • Dikkat ve konsantrasyonda düşüş

    Hangi ışık uyku getirir?

    Işığın vücuttaki temel görevlerinden biri sirkadiyen ritmi düzenlemek olan melatonin hormonunun salgılanmasıdır. Melatonin hormonunun en çok arttıran ışık rengini söylemek mümkün değil çünkü melatonin hormonu salgısını artmasını sağlayacak en iyi aydınlatma seçimi bir aydınlatma seçmemektir yani karanlıktır. Parlak mavi ışık, melatonin hormonu salgısını baskılarken güneş ışığı, sirkadiyen ritmin düzenlenmesinde yapay ışığa göre daha etkilidir.

    Melatonin 

    1950’lerde tespit edilen melatonin insan beyninin merkezinde bulunan beyin epifiz bezi tarafından salgılanan bir hormondur. Karanlıkta melatonin salgılanması artarken, aydınlıkta azalır.  Melatonin salgılanması gecenin uzunluğu ile ilişkilidir. Gece ne kadar uzarsa melatonin salgılanması da o kadar uzun sürer.7

    Kaliteli uyku mümkün mü?

    Uyku, yaşamımızın iyi bir şekilde devamı için önemli bir role sahiptir. Kaliteli uyku zihinsel sağlığımızı, fiziksel sağlığımızı, hayat kalitemizi korumamıza yardım eder ve güvenliğimiz için gereklidir. Uykunun başlatılması ve sürdürülmesi beyinin birçok bölgesinin işlevi ile gerçekleşir.

    Uyku hijyeni

    Uyku hijyeni, uyku sağlığını korumak için önemlidir. Uyku hijyeni, uyku kalitesini artıran ilke ve uygulamalar olarak tanımlanmaktadır. Yeterli uyku hijyeni, uyku bozukluklarında azalma, uyku tatmini ve kalitesinde artışı sağlar. Bu ilke ve uygulamalar, davranışsal ve çevresel faktörlerin düzenlenmesini ve iyileştirilmesini kapsamaktadır. Uyku hijyeni eğitimi, uyku bozuklukları ile başa çıkma stratejilerinde sıklıkla kullanılmaktadır.8

    Uyku hijyeni düzenlemeleri, uyku bozukluklarının tedavisinde hiçbir yan etkisi olmayan etkili ve düşük maliyetli bir yaklaşımdır. Uyku ortamı, uyku süresinin düzenlenmesi, günlük aktiviteler ve besin alımı, zihinsel kontrol davranışının geliştirilmesi uyku hijyeni eğitiminin alt boyutları olarak kabul edilir.

    Uyku hijyeni programları, uykuya dalma ve uykuda kalma tedavisinde, gündüz aşırı uykululuğunun azaltılmasında anahtar rol oynamakta, uyku memnuniyetini, uykunun niteliğini ve kalitesini artırmakta, uyku bozukluğu sıklığını azaltmaktadır

    Uyku hijyeni davranışçı terapiler kapsamında ele alınmaktadır. Uyku fizyolojisi, işlevsiz inançlar için uyarıcı kontrol terapisi, uyku kısıtlaması ve gevşeme eğitimlerini içeren çok bileşenli bir davranışçı terapi ile birlikte uyku hijyeni sağlanabilir.

    Uyku zamanının düzenlenmesi

    Yeterli bir uyku insan sağlığı için gereklidir ve total uyku zamanı her yaş grubu için farklı olarak planlanmalıdır. Uyku gereksinimi yaşam döngüsü boyunca kişiden kişiye değişmekle beraber yetişkinlerin bir günde ortalama 7-8 saat yeni doğanların 16-18 saat, okul öncesi çocukların 11-12 saat ve okul çocuklarının en az 10 saat uyuması önerilmektedir. Düzenli olarak aynı saatlerde uyuma ve uyanma sirkadiyen ritmin senkronizasyonunu artırmakta ve uykuyu sürdürmeyi kolaylaştırmaktadır. Geceyi uyanık geçirilen sürelerinin uzadığı durumlarda uykuya dalma zorlaşmakta, uyku süresi kısalmakta ve yetersiz uyku ortaya çıkmaktadır.

    Uyku zamanlamasına ilişkin öneriler şunlardır:

    1. Her gün aynı saatte uyumak,
    2. Her gün aynı saatte uyanmak,
    3. Günlük toplam uyku süresini düzenlemek,
    4. Uykuya dalma süresi 20 dk’dan daha uzun sürdüğü durumlarda yatak odasından uzaklaşma ve uykulu hissedinceye kadar sıkıcı ve sakin bir şeyler ile meşgul olmak.

    Çevresel düzenlemeler:

    Uykuya dalmayı ve uykuyu sürdürmeyi etkileyen önemli çevresel faktörler: gürültü, oda sıcaklığı, uyaran varlığı ve aydınlık ortamdır. Aşırı sıcak veya çok soğuk bir oda uykuya dalmayı zorlaştırır, uyanıklığı artırır.

     Uyku çevresi düzenlemesine ilişkin öneriler kısaca şunlardır:

    1. Yatak odasının karanlık ve sessiz olmasını sağlamak
    2. Konfor oda sıcaklığını (oda ısısı 24 C0’den az olmalı) sürdürmek
    3. Yatak odasına hayvan almamak
    4. Yatağı uyumak için kullanmak
    5. Yatakta teknoloji kullanımından sakınmak (yatmadan 30 dk önce teknoloji kullanımına da
      son vermek)

    Günlük aktivitelerin düzenlenmesi

    Uyku sağlığını olumlu olarak etkileyen faktörlerden biri düzenli egzersizdir. Egzersiz esnasında vücut ısısını yükselir, egzersizden 2-4 saat sonra ise vücut ısısı düşer, bu durum uykuya dalmayı ve uykuyu sürdürmeyi kolaylaştırır. Aynı zamanda egzersiz vücut için fiziksel bir stresör olarak algılanır ve vücut buna derin uykuyu artırarak yanıt verir.

    Günlük aktivite planlamasına ilişkin öneriler şunlardır:

    1. Düzenli egzersiz yapmak
    2. Yatma zamanından en az 3 saat önce egzersiz yapmamak

    Beslenmeyi düzenleme

    Beslenme ve uyku, yaşam için önemli ve gerekli iki unsurdur. Beslenmenin uykuyu etkilediği, alkol tüketiminin arttığı durumlarda uykuya dalmanın zorlaştığı ve yetersiz uykuya neden olduğu bilinmektedir. Sigaranın içerdiği nikotin uyarıcı bir etkiye sahiptir, bu etkiye bağlı olarak uykuya dalmada zorluk yaşanabilmektedir. Gece uykuya daldıktan birkaç saat sonra düşen nikotin düzeyi uykuyu bölmekte, derin uykuyu azaltmakta ve uyku süresini kısalmaktadırdır. Kafein uyku üzerinde uyarıcı etkisi olan bir başka maddedir.

    Kafein uykuya dalma süresini, total uyku zamanını ve uyku kalitesini azaltmaya neden olmaktadır. Gece yatmadan önce yüksek kalorili besinler tüketmek de uykuya dalmayı güçleştirmektedir.

     Besin alımına ilişkin öneriler şunlardır:

    1. Uyumadan 4-6 saat önce veya saat 16:00’dan sonra uyarıcı etkisi bulunan kafeinli içecekleri kısıtlamak
    2. Uyumadan en az 2 saat önce ve gece uyanıldığında sigara kullanmamak
    3. Gece uyku bölünmesine neden olacağından, alkol almamak
    4. Uyumadan önce eğer bir şey yemek gerekiyorsa büyük öğünler almayıp, bunun yerine düşük kalorili atıştırmalıklar almak

    Zihinsel kontrole ilişkin düzenlemeler

    Stres, uyku bozukluğuna neden olabilmektedir. Yüksek düzeyde stres depresif semptomlarda artmaya, total uyku zamanında kısalmaya neden olmaktadır. Yoganın algılanan stresi azalttığı, uyku kalitesini artırdığı bilinmektedir.

     Zihinsel kontrolü geliştirmeye yönelik öneriler şunlardır:

    1. Yatmadan hemen önce zihinsel aktiviteyi teşvik etmekten kaçınmak
    2. Müzik dinlemek, kitap okumak, meditasyon vb. gibi dinlendiğimizi hissettiren sakin kalmaya yardımcı olacak eylemler yapmak1

    Yazar: Klinik Psikolog Nilüfer TÜTÜNCÜ

    Referanslar

    1Güneş, Z. (2018). Uyku Sağlığının Korunmasında Uyku Hijyenin Rolü ve Stratejileri. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi. 27 (2), 188-198.

    2Çakırcalı, E. (2000). Hasta bakımı ve tedavisinde temel ilke ve uygulamalar. İzmir:İzmir Güven Kitabevi 25-36. 

    3Plotnik, R. (2009). Psikolojiye giriş. (T. Geniş, Çev.) İstanbul: Kaknüs Yayınları

    4T. L. Kahan, & LaBerge, S. (1994). Lucid dreaming as metacognition: ımplications for cognitive science. Consciousness And Cognition. 3 (2), 246-264.

    5Giray, E. (2009). Dinamik aydınlatma ve uygulaması. Yıldız Teknik Üniversitesi. İstanbul.

    6Apaydın, S. (2012). Ofislerde aydınlatma tasarımının sürdürülebilirlik açısından mekan tasarımına etkileri. Haliç Üniversitesi. İstanbul.

    7Arendt J. (1985).  Mammalian pineal rhythms. Pineal Research Review.  (3), 161-213.

    8K. Kaur G, Singh A. (2017). Sleep hygiene, sleep quality and excessive daytime sleepiness among Indian college students. J Sleep Med Disord. 4 (1), 1076.

  • Kadınlar neden aldatır?

    Bu yazıda, kadınlar neden aldatır, sorusunu psikolojik bir perspektiften ele alıyoruz.

    Severek başlayan mutlu bir romantik ilişki hiç beklenmedik şekilde eşler arası çatışmayla karşılaşmakta ve aldatmayla sonlanabilmektedir. İlişkinin mükemmel derecede iyi başlaması mükemmel devam edeceğine yönelik beklenti oluşturmaktadır. Beklentiler ne yazık ki her zaman olumlu sonuçlanmamaktadır. Saygı ve sevgi dolu eşler ilişkinin bir noktasında bambaşka kişiler haline gelebilmekte, birbirlerine karşı ilişkinin başında olduğundan çok daha duygusuz, acımasız tutumlar sergileyebilmektedir.

    İlişkinin başında görülen kusursuz uyum, eşler arası sağlıklı iletişim, eşlerin birbirlerine gösterdikleri sevgi ve sıcaklık sanki hiç olmamış gibi birbirlerini anlamayan ve anlaşamayan iki yabancı haline gelebilirler. İlişkinin böyle bir duruma gelmesinin sebebi olarak da eşler genellikle karşı tarafı suçlama ve kendini aklama eğilimi göstermektedir. Çoğu zaman gerçek sorunlar konuşulmaz ve sağlıklı iletişim kurulamaz.

    Gerçekten ilişkinin neden bozulduğu, kimin bunda ne kadar payı olduğu sorulan sorular arasında yer almamaktadır. Giderek birbirinden uzaklaşan ve kopma noktasına gelen eşler sorunu çözmek yerine üstünü örterek dikkatlerini dışarıya yöneltebilmektedir. Çoğu zaman kendileri gibi ilişkilerinde sorun yaşayan veya bekâr arkadaşlarıyla zaman geçirerek eski mutluluklarına ulaşmaya çalışırlar. Kendi ilişkisinden uzaklaşarak yeni bir heyecan arayan kişi farklı insanlarla tanışır ve hatta eşini bu insanlarla tek gecelik veya sürekli olarak aldatabilir. Eşler arası aldatma konusunda akla ilk başta erkeklerin kadınları aldatması gelmektedir. Bu durumda toplumsal normların, kültürün ve toplumsal cinsiyet rollerinin etkisi olmaktadır. Ancak modern dünyada her şey artık farklılaşmakta olup giderek ekonomik açıdan bağımsızlık kazanan ve haklarını tanıyan kadınlar erkeklerle her konuda eşit konuma gelmektedir.

    Aldatma kavramı

    Aldatma, geçmişten günümüze evlilikler ve yakın ilişkiler için büyük bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmiş yıllarda daha az görülen aldatma davranışı, teknolojinin gelişip internetin hayatımıza girmesiyle, son yıllarda oldukça hız kazandı.

    Akıllı telefonlar ve sonsuz uyaranlar zincirine sahip internetle her bireyin kendine ait özel bir dünyası oluşmaya başladı. Karşı cinsle iletişim sorunu yaşayan kişiler, internet üzerinden çok daha kolay iletişim kurmakta ve çok fazla kişiye ulaşma imkânına sahip olmaya başlamışlardır.

    Evliliklerde veya ilişkilerde eşleri birbirine bağlayan en önemli etken sadakattir. Eşler, evlenirken her konuda birbirlerine sadık kalacaklarına dair söz verirler. Ancak evliliklerde, sadakati ortadan kaldıran veya zayıflatan durumlar yaşanabilir. Sadakatsizlik, mevcut birliktelik dışında olan kişilerle yaşanan duygusal veya fiziksel ilişki sonucu, mevcut birlikteliğin beklentilerinin çiğnenmesidir. Aldatma ise, sadakatsizlik sonucu ortaya çıkan ve dürüstlük sınırları dışında kalan söylem ve davranışlardır.

    Aldatma ve sadakatsizlik eş anlamlı değildir. Sadakatsizlik bir seçimken, aldatma bu seçim sonucu ortaya çıkan ve kaçınılmaz olan bir sonuçtur. Aldatmanın nedenlerine bakıldığında oldukça karmaşık bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak sık karşılaşılan aldatma nedenleri şunlardır:

    • Evlilik ilişkisinin nasıl olduğu aldatma konusunda önemli bir yer tutmaktadır. Evlilikten alınan düşük doyum ya da cinsel ve duygusal ilişkilerin az sayıda ve düşük kalitede olması, aldatma için bir sebep oluşturabilmektedir.
    • Evlilik dışı ilişki ile ilgili en yaygın kabul gören görüşlerden biri de evliliklerdeki mutsuzluk ve çatışmalardır. Mutsuzluk ve çatışma arttıkça aldatma eğilimi de yükselmektedir.
    • Bir diğer nokta ödül-bedel ilişkisidir. Kişi ilişkiden alacağı ödül yani haz ve doyumun, ödeyeceği bedelden(bireyi kısıtlayıcı etmenler) yüksek olduğu ilişkileri tercih eder. Ödül ve bedel arasındaki fark pozitiften, negatife dönmeye başladığında kişi ilişkiyi sonlandırma eğilimine girebilir.
    • Cinsellik, aldatmada payı olan önemli faktörlerden biridir. Kaliteli ve doyurucu bir cinselliğin yaşanmadığı ilişkiler kişileri aldatma davranışına yöneltmektedir.
    • Çiftlerden birinin ilişkiye gereken hassasiyeti ve bağlılığı göstermemesi ve bireyin söz konusu ilişki için bir gelecek olmadığını düşünmesi yine aldatmaya yol açabilmektedir.
    • Aldatmanın bir diğer nedeni normalleşmedir. Televizyon, sinema ve diğer kitle iletişim araçlarında sıkça işlenen aldatma temasının aldatmayı bireyin gözünde normalleştirebileceği ve bir moda algısı oluşturabileceği belirtilmiştir.
    • Bir başka neden sosyal arka plandır. Genç evlenme, gençliğinde birden fazla romantik ilişki yaşama, tutucu bir kültürde yetişme, anlaşmalı evlilikler gibi faktörlerin aldatma davranışı üzerinde etkili olduğu düşünülmektedir.
    • Son olarak da bireyin ilişkideki monotonluktan kurtulmak istemesi ve yeni bir heyecan arayışı içinde olması aldatma davranışına neden olabilmektedir.

    Aldatma türleri nelerdir?

    Aldatmanın türü, ilişki üzerindeki etkilerinin nasıl ve ne derecede olacağını etkilemektedir.

    Aldatma genel olarak duygusal aldatma ve cinsel aldatma olarak iki başlık altında incelenmektedir.

    Cinsel aldatma

    Cinsel aldatma, bireyin partneri dışındaki biriyle cinsel ilişki içinde bulunması olarak tanımlanırken, duygusal aldatma ise bireyin partneri dışındaki birine âşık olması ya da derin duygusal bir bağın paylaşılması şeklinde tanımlanmaktadır. Cinsel ve duygusal aldatmanın cinsiyete göre değerlendirildiği çalışmalar da mevcuttur. Yapılan araştırmalara göre erkeklerin partnerini daha çok cinsel olarak aldattığı, kadınların ise duygusal bir yakınlık ihtiyacı ile aldatma girişiminde bulunduğu açıklanmıştır. Bunun yanında erkekler partnerlerinin kendilerini cinsel olarak aldatıp aldatmadığını dikkate alırken kadınların, herhangi bir fiziksel unsur içermese bile duygusal yakınlaşmayı sadakatsizlik olarak değerlendirdiği görülmektedir.

    Duygusal aldatma

    Duygusal aldatma kıskançlık duygu durumuna neden olurken, cinsel aldatma öfke duygu durumunu uyandırabilmektedir. Araştırmalar sonucu kadınların duygusal, erkeklerin ise cinsel aldatılma karşısında daha çok kıskançlık duyduğu sonucuna ulaşmıştır. Erkekler, kadınların cinselliğe duygusal yakınlık yüklediklerinin farkına vardıklarında, cinsel aldatılma durumunda daha çok kıskançlık duyabilmekte, kadınlar da erkeklerin cinselliği heyecan ve fiziksel rahatlamayla ilişkilendirdiklerini düşündükleri için cinsel aldatılmadan çok duygusal aldatılma durumunda kıskançlık duymaktadırlar.

    Kadınlar eşlerini neden aldatır?

    Özellikle ülkemizde yaygın olan “Erkekler aldatır.” inancı giderek gerçekliğini kaybetmektedir. Geçmiş yıllar için geçerli olabilecek bir genelleme olsa da, son yıllarda kadınların iş dünyasında yer alarak kariyer ve para kazanma alanlarında erkeklerden daha iyi konuma gelmiş olmaları, kimseye ihtiyaç duymadan, bağımsız bir şekilde hayatlarına yön verebilmeleri kadın zihniyetinin büyük oranda değişmesine sebep oldu.

    Evde oturup çocuk bakmak zorunda olmayan, her akşam kocasına yemek yapmak zorunda hissetmeyen, dışarı çıkarken eşinin iznine gerek duymayan, daha modern ve kendi ayakları üzerinde duran kadın figürü ortaya çıktı. Bu gelişmelerle kadınlar da en az erkekler kadar dışarıda vakit geçirmekte, para kazanmakta ve eve akşam yorgun gelmektedir.

    Zamanla kadın ve erkek rolleri birbirine yaklaştı hatta günümüzde bu iki cinsiyet sonunda eşit konumda yer almış oldu. Bu eşitlik kadının erkeğe ilişkide mecbur olmadığı bilincine ulaştı. Erkek istediğini yaparsa kadın da istediğini özgürce yapabilecek olgunluğa geldi. Kadınların kendine güvenlerindeki artış ve maddi açıdan bağımsız olmaları, ilişkilerinde herhangi bir problem olduğunda serbest hareket edebilmelerine olanak tanıdı.

    Aldatan kadın olduğunda sorun genellikle yakınlık arayışı ve eşinin veremediği ya da vermediği sevgi, ilgi, kabul edilme, saygı görme, beğeniliyor olma duygularını verecek birini bulma ihtiyacıdır. Kadın aldattığında cinsellik genellikle aldatmanın başlıca nedeni değildir (tabii ki her zaman değil).  Peki bu durumda kadınları aldatmaya iten sebepler neler olabilir hep birlikte bakalım.

    • Duygusal olarak ihmal edilmiş hissetme: Kadınlar için ilişkideki sıcaklık, sevgi ve duygusal ihtiyaçların karşılanması erkeklere nazaran daha önemlidir. Kadınlar ilişkilerinde hassasiyet arar ve anlaşılmak ister. Özel günlerde yapılan incelikler(çiçek veya hediye almak), hoş sohbet veya güzel sözler kadınların temel ihtiyaçları gibidir. Yani bir kadın ruhsal doyuma ve duygusal yakınlığa ne kadar ulaşırsa eşine o kadar bağlı hissedecektir. Erkeklerin kadınlara duygusal anlamda ulaşamaması kadının ilişkiden aldığı doyumu azaltacaktır. Duygusal olarak ihmal edilme kadınların aldatmalarındaki en önemli nedenlerden biridir.
    • Sözel veya fiziksel şiddet görme: Sürekli eleştirilen, beğenilmeyen kadın, kendisini yetersiz ve değersiz hisseder. Yaptıkları küçümsenen, aşağılanan, sürekli psikolojik ve fiziksel şiddet gören bir kadın günün birinde kendisine saygı duyan, iltifat eden, sevgi sözcükleriyle hitap eden, onu anladığını hissettiren bir erkeğe ilgi duyabilir. Ona değer veren birisi ile yeni bir ilişki başlatabilir. Böylece yeni bir ilişkiyle birlikte kendisine olan güveni geri gelir. Bu sayede hem fiziksel olarak gücü yetmediği erkekten intikam alır, hem de değerli ve işe yarar biri gibi hisseder.
    • Heyecan arayışı: Bazı insanlar monotonluktan diğerlerine göre daha çok sıkılır. İlişkilerinde belli rutinler oluşmuş ve belli kalıplarla sınırlandırılmış kişiler hayatlarında farklılık arayışına girebilirler. Bu kişiler sürekli farklı uyaranlara ihtiyaç duyan tipler olarak karşımıza çıkmaktadır. Heyecan arayışı, yenilik, farklılıklara merak gibi sebepler aldatma nedenleri arasında bulunmaktadır.
    • Baştan çıkarılma faktörü: Aldatmanın yine önemli nedenlerinden biridir. Bu faktör temelde diğer kişilere hayır diyememek, başkaları tarafından caydırılmaya açık olmak gibi etmenler içermektedir. Aslında erkekler genellikle aldatmada bunu karşı tarafı suçlamak amacıyla yapsa da kadınlarda da baştan çıkartılma faktörü görülmektedir.
    • Partnerini suçlu görme: Kadınların aldatma nedenleri arasında oldukça büyük öneme sahip bir alandır. Kadınlar genellikle birlikte oldukları erkeği belli alanlarda yetersiz gördüğünde, birlikte olunan kişiyle bir gelecek göremediğinde, karşısındakiyle güven sorunu yaşadığında ya da beraber olunan kişiyle paylaşımın olmaması gibi durumlarda aldatma eğilimi oluştuğu gözlemlenmiştir. Kadınlar, erkeklere göre, suçlamanın önemli bir aldatma nedeni olduğunu düşünüyor. Bununla birlikte katılımcılar, erkeklere kıyasla kadınların “suçlama” nedeniyle birlikte oldukları erkeği daha çok aldattıklarını belirtiyorlar.
    • Özgüven artırma isteği: Kadınlar zihinsel olgunluğa önem verdikleri kadar dış görünüşleriyle de oldukça ilgilidirler. Ortama girdiklerinde belli ölçüde dikkat çekmeyi ve beğenilmeyi her kadın az çok beklemektedir. Yaşla birlikte değişen fiziksel görünüm veya eşin kadının güzelliğiyle ilgili yeterince tatmin edici iltifatlarda bulunmaması gibi nedenlerle kadının fiziksel görünümüne olan güveni düşebilir. Kadınlar genellikle evlilik sonrası ve çocuk doğurduktan sonra fiziksel görünümlerini ihmal etmeye başlamaya başlayabilirler. Aslında bu doğal bir süreçtir. Hiç kimse ilişkinin başındaki fiziksel özeni uzun dönem sürdürememektedir. Uzun ilişkilerin ve evliliklerin fiziksel görünüme göre şekillendiği birlikteliklerde bu aldatma sebebine daha çok rastlamaktayız.
    • Zengin ve/veya statü sahibi biriyle olmak arzusu: Kadınların erkeklerde önem verdikleri bir diğer konuda maddi güç ve statüdür. Özellikle de çalışma hayatında aktif yer alan kadınlar erkeklerin statüsüne daha çok önem vermektedir. Eşinin kendi statüsünün altında kalıyor olması ve eşini dengi görmemesi zaman içinde kadının duygularını da değiştirebilir. Bu durumda kadın yeni sosyal ortamlarda veya iş ortamında statü ve güç sahibi erkekleri daha çekici bulabilir ve onlarla bir ilişki başlatmaya meyilli olabilir.
    • Sorumlulukların yükünden kurtulma isteği: Evlilikte kadınlara çoğu zaman erkeklerden fazla sorumluluk yüklenmektedir. Evli ve çalışan bir kadından hem işinde hem de evinde üstün başarı beklenildiği durumlar görülmektedir. İş hayatı olan bir kadın işte en az erkek kadar yorulmakta olup bir de eve gelince ev işleri ve çocukların ihtiyaçlarıyla uğraşarak yıpranmaktadır. Hatta bazı ailelerde erkeğin pasif kaldığı ve çeşitli rahatsızlık sebebiyle de çalışmadığı görülmektedir.  Bu durumda kadının tüm ev geçimini sağlaması ve aynı zamanda ev düzenini kontrol etmesi İlişkiye karşı anlamsızlık, güvensizlik ve ilişkiden uzaklaşmaya sebep olmaktadır. Evin tüm maddi yükünü omuzlarında hisseden bir kadın için kaçış kimi zaman tek çare olarak düşünülmektedir.
    • Cinsel tatminsizlik: Cinsellik çoğunlukla erkeklerin önemsedikleri bir alanmış gibi düşünülür ancak bu doğru değildir. Toplumda erkeklere cinsellikle ilgili verilen hak ve izinler kadınlara verilmemiş olup bu durum kadınların cinselliklerini bastırmalarına sebep olmaktadır. Erkeğin cinsel yaşamında bencil davranması ve kadını düşünmemesi de kadını aldatmaya itebilir.

    Kadınların cinsel dürtülerini bastırmaları sonucu ilişkinin bir noktasında duyarsız ve bencil olan erkek kadını rahatsız etmeye başlayacaktır. Bazı kadınlar erkeği cinsellik dışında iyi ve yeterliyse bunu pek önemsemezler. Ama aynı zamanda kaba, bencil, öz bakımına özen göstermeyen, hem de cinsellikte eşini tatmin edemiyorsa aldatma olabilir.

    Erkeğin cinsel sorunlarının olması ve tedaviye sıcak bakmaması da aldatma sebebi olabilir. Kadınlar duygu yüklü cinsel ilişkileri daha çok tercih ederler ancak partner kadının bedenini bir bütün olarak ruhuyla birlikte tanımaktan ve anlamaktan yoksunsa kadın bu dürtüsünü doyurmak için başka kişilere gereksinim duyabilir. Özellikle de kendi geçimini kendi sağlayan ve cinsellik konusunda bilinçlenmiş kadınlarda bu duruma daha fazla rastlanmaktadır. Aksi halde kadın ilişkide sessiz kalmaya ve eşini memnun etmeye zorunlu olarak devam edecektir.

    • Sosyal yapı: Kadını aldatmaya iten en önemli nedenlerden biri de büyüdüğü çevre, nasıl ne koşullarda evlendiği ve evlenme yaşıdır. Evlilik yaşının çok erken olması, aşk yaşamamış olmak ve aşka duyulan özlem; kalabalık aile ortamı içinde yaşama, eşiyle rahat ve huzurlu bir ortamda romantizm yaşayamama kadınlarda aldatma sebeplerinden biri olabilir. Kalabalık aile ortamlarında kadın eşiyle rahat ve özgür bir birliktelik sürdüremez. Özellikle bir de ağır sorumlulukları varsa cinsellik ve kadınlığı ikinci plana atılır. Günün birinde kadına bu yönlerine vurgu yapan ve uyandıran bir erkek cazip gelebilir.
    • İntikam: Erkek tarafından aldatılan kadınların bir kısmı öfkeyle intikam almak amacıyla eşini aldatıp eşitlenmek ister. Kadın ancak o zaman rahatlarlar. Bazı birliktelikler de bu eşitlenme sebebiyle daha huzurlu bir ortam gelişebilir. Bir kısmı bunu bir kere yapar ve bırakır. Bazıları eşi devam ettiği sürece yapar.

    Kadınların aldattığına yönelik işaretler nelerdir?

    Aldatma söz konusu olunca devam eden ilişkiye ve eşe yönelik kimi zaman suçlu hissetme ve bunu telafi etmeye yönelik aşırı bir çaba harcama görülebilmektedir. Bunun dışında duygusal yaklaşımlar ve tutumlarda da değişimler gözlenmektedir.

    • İlginin azalması: Kadının birlikte olduğu kişiden başka biriyle görüşmeye başlaması eşine olan ilgisinde büyük orandan azalmaya yol açar. Boş zamanları ve tatil günlerini eşiyle geçirmek istemez. Sürekli bahane üretir ve eşine karşı isteksiz gözükür. Evde olduğu zamanlar eskisine göre daha çok tek başına zaman geçirmeye başlar.
    • Öfke: Eşinin söyledikleri rahatsız etmeye başlar. Onun düşünceleri ve yaptıkları mantıklı olsun ya da olmasın kadına batmaya başlar. Sinirlilikle birlikte tartışmalar olabilir ve bu tartışmalarda çok eski sorunlar bile ortaya çıkıp ortamı daha çok gerebilir.
    • İletişim zayıflığı: Eş sohbet etmeye çalıştığında veya herhangi bir konuda konuşmak istediğinde kadında kaçınma davranışı görülebilir. İletişime girmekten mümkün oldukça uzak durur. Bunun bir nedeni eşiyle duygusal bağın azalması ve bir diğer nedeni de aldattığı için herhangi bir şekilde bunu ele vereceğine dair korkulardır.
    • Aşırı kontrol mekanizması: Aldatan kadın gizli ilişkisi ortaya çıkmasın diye eşine karşı fazla kontrolcü davranabilir. Eşinin eve geciktiği olursa nerede olduğunu sorgulayabilir veya başka konularda eşinin açığını yakalamaya çalışabilir. Bu davranış kendi korkularını eşine yansıtma savunma mekanizmasıyla işler.
    • Cinsellikten kaçınma: Cinsel istekte eşe karşı tamamen soğuma meydana gelir. Eşin istek ve yakınlaşmalarını sürekli geri çevirir. Bazen belki durumu gizlemek için veya kaçamayacağı noktaya geldiğinde istemsizce birlikte olabilir ancak mümkün olduğunca isteksiz olduğunu hissettirir. Eşiyle yakınlaşması kadını yeni birlikte olduğu kişiye aldatıyormuş gibi hissettirecektir.
    • Duygularda değişim: Zaman zaman sessizlik içinde bir köşede oturup uzaklara bakmak veya duvarı boş boş izlemek görülebilir. Bir şarkı dinlediğinde veya film izlediğinde kısa sürede duygu değişimi ağlama ve depresif örüntüler gözlenebilir. Bu durumlar kadının yaşadığı gizli ilişkinin ağırlığından ve baskısından kaynaklanmaktadır.
    • Küçümseme ve beğenmeme: Kadın, ilişkinin başında eşinin çok sevdiği özelliklerini, davranışlarını aldatmayla ortaya çıkan yeni ilişkisinden sonra sürekli eleştirebilir, küçümser ve beğenmez. Eşi onun için bir şey yaparsa burun kıvırır, onu düşünmesini ve onun için bir şeyler yapmasını istemez. Bu tutumun altında yatan sebep kadının hayatındaki yeni erkekle eşini kıyaslamasıdır. Bu kıyaslamada kendini kandırıp yeni ilişkisinin mantıklı olduğuna inandırabilmesi için de eşinin eksikliklerini görmeye çalışır ve yeni sevgilisini yüceltir.
    • Zevklerde değişiklik: Aldatan kadın yeni sosyal ilişkiye başladığı için o insanın beğenilerinden ve zevklerinden de etkilenmeye başlar. Önceleri sevmediği yemeği, hoşlanmadığı müzik tarzını veya beğenmediği tarzdaki kıyafetleri sevmeye başlayabilir. Bu durum kısa sürede eşi tarafından fark edilir. Kadın bu değişimin normal olduğunu savunur ve eşine öfkeyle yaklaşabilir.

    Kişilik tarzı veya kişilik bozukluğu aldatmada etkili midir?

    Bazı kişilik tarzları aldatmaya daha meyilli olabilmektedir. Kişiliğin oluşmasında kişinin yaşadığı çevre ve ona bakım veren kişiler oldukça önem arz eder. Aynı şekilde belirli kişilik bozukluklarına ve bazı rahatsızlıklara sahip bireylerde aldatma davranışı daha çok görülebilir.

    Çeşitli ruhsal ve fiziksel hastalıklar kadını aldatma davranışına itebilir. Mesela depresyon geçiren bir kadın çektiği acıyı, yalnızlığı onarmak için (eşiyle, eşinin ailesiyle de biraz problemliyse) tek başına gittiği bir parkta, restoranda, tatilde tanıştığı veya sosyal medyada tanıştığı biriyle çıkabilir ve eşini aldatabilir.

    Bunun yanı sıra düşünce-duygu ve davranışları aşırılığa, taşkınlığa kaçan manik-depresif bir hasta hiçbir kural tanımadan eşini aldatabilir. Çünkü manik hasta hastalık getirisi olarak çok konuşur, uyumaz, sürekli gezer, çok alışveriş yapar, çok girişken ve aşırı sevecen davranır, aşırı derecede cinselliğe düşkün olabilir.

    Kişilik bozukluklarında ise Borderline Kişilik Bozukluğu, Histrionik Kişilik Bozukluğu ve Antisosyal Kişilik Bozukluğuna sahip olanlar da eşlerini zaman zaman aldatmaya yatkındırlar.

    Zekâ düzeyi düşük ve telkine yatkın insanlar da bu yola girebilirler. Sürekli heyecan ve adrenalin peşinde koşan bazı kadınlar da sık sık partner değiştirerek bu dürtülerini tatmin etmeye çalışabilirler. Rahatsızlıkların yanı sıra kullanılan bazı ilaçların etkisiyle cinsel dürtü artıp kişiyi değişikliğe itebilir.

    Kadınlarda aşırı östrojen hormonu salgılayan bir tümör de kadını hiper seksüel yapıp, aldatmaya sürükleyebilir.

    Birtakım antidepresanlar da aşırı ve gereksiz bir özgüven ve karşı cinse yönelimde artış yaratabilir. Bu durumda da aldatma görülebilir.

    Alkol, uyuşturucu, kumar bağımlısı bazı kadınlarda da, zamanla kişilik değişimleri ve değer yargılarında aşınma olduğundan aldatma daha kolay gerçekleşebilir. Toplumda görülme sıklığı az da olsa örneğin disosiyatif kimlik bozukluğu (çoğul kişilik bozukluğu) olan bir kadın, kişiliklerinden biriyle aldatmayı gerçekleştirebilir ve çoğu zamanda o kişilikten hiç haberi olmayacağı için yakalanması da güç olur.

    Diğer yandan temporal epilepsisi rahatsızlığı olan bir kadın da nöbeti sırasında böyle bir şey yapabilir ve olan bitenleri hiçbir şekilde hatırlamayabilir.

    Referanslar
    • Atak, H. ve Taştan, N. 2012, “Romantik İlişkiler ve Aşk”, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar.
    • Emine D. T. 2013, “Evli Kadın ve Erkeklerde Aldatmanın Tipi-Affetme, Pozitif Duygu-Affetme ve Baş Etme-Affetme İlişkilerinde Evlilik Doyumunun Aracı Rolü”, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
    • Cüceloğlu, D. (2002a). Yeniden İnsan İnsana. (27. baskı). İstanbul: Remzi Kitabevi.
    • Demirtaş, H.A. (2004). Yakın ilişkilerde kıskançlık (bireysel, ilişkisel ve durumsal değişkenler). Yayınlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi.
    • Erden-İmamoğlu, S. (2009). Kişilerarası İlişikler. İstanbul: Yeni İnsan Yayınevi.
  • Derealizasyon (Çevreye Yabancılaşma) Nedir? Tedavisi Nasıldır?

    Anksiyetenin ağır olduğu durumlarda, kişi deliriyormuş hissine kapılabilir. Kişi, yaşantısında bir şeylerin gerçeklikten uzak olduğu, etrafındaki dünyanın çatırdamaya başladığını düşünmeye başlayabilir. Bazı vakalarda, bu durum kişide bütün bir dünyanın “gerçek dışı” olduğu hissini uyandırabilir, sanki etrafında olan bir şeylerin gerçek dışı olduğu hissini. Bu durum derealizasyon olarak tanımlanır ve bu, anksiyete belirtileri arasında, oldukça ürkütücü bir deneyimdir. Bu durum aynı zamanda tamamiyle öznel bir durumdur; bu durumu yaşamayanlar için anlaşılması oldukça zordur.

    Derealizasyon nasıl oluyor?

    Anksiyeteden derealizasyona geçişin nedenleri

    Derealizasyon şaşırtıcı derecede karmaşıktır. O kadar kompleks bir yapısı vardır ki; beyinde, insanları gerçeklikten uzaklaştıran ne gibi bir durumun ortaya çıktığı halen tam olarak bilinememektedir. Derealizasyonun, vücudun doğal savunma mekanizmalarından biri olduğuna inanılmaktadır. Çok yoğun anksiyete yaşadığı esnada (mesela panik atak veya benzeri ciddi stresle ilgili bozukluklar), zihin esas olarak ortaya çıkan durumla baş edebilmek için gerçek dünyayla olan ilişkisini askıya alır.

    Ancak bu askıya alma sırasında da zihin hala faal olduğu için, kişiye bulunduğu mekan gerçek dışı gibi gelmeye başlar. Hemen hemen her zaman -çok az da olsa istisnası olmakla beraber- bu durum anksiyete bozukluğunun karakteristik diğer belirtileri ile birlikte anksiyetenin zirve yaptığı noktada ortaya çıkar.

    Depersonalizasyon / Derealizasyon Bozukluğu Nedir? (Tıklayın)

    DSM-5’te Çözülme (Dissosiyasyon) Bozuklukları kategorisi altında, Depersonalizasyon-Derealizasyon Bozukluğu başlığıyla bir psikolojik bozukluk tanımlanmaktadır. Bu bozukluğun semptomları şu şekilde listelenmiştir:

    A. Sürekli ya da yineleyici olarak, kendine yabancılaşma, gerçekdışılık yaşantıları ya da her ikisinin birlikte olduğu yaşantıların varlığı:

    1. Kendine yabancılaşma (depersonalizasyon): Kişinin düşünceleri, duyguları, duyumları, vücudu ya da eylemleriyle ilgili olarak gerçekdışılık, kendinden kopma ya da dışarıdan bir gözlemciymiş gibi olduğu yaşantıları (örn. algısal değişiklikler, zaman algısında çarpıklık, kendiliğin gerçekdışılığı ya da yokluğu, duygusal ve/ya bedensel uyuşma).
    2. Gerçekdışılık (derealizasyon): Çevredekilerle ilgili olarak gerçekdışılık ya da kopukluk yaşantıları (örn. insanlar ya da nesneler gerçekdışı, düşsel, sisli, cansız ya da görsel açıdan çarpık olarak yaşantılanır).

    B. Bu kendine yabancılaşma ya da gerçekdışılık yaşantıları sırasında gerçeği değerlendirme bozulmamıştır.

    C. Bu belirtiler, klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, işle ilgili alanlarda ya da önemli diğer işlevsellik alanlarında işlevsellikte düşmeye neden olur.

    D. Bu bozukluk, bir maddenin (örn. kötüye kullanılabilen bir madde, bir ilaç) ya da başka bir sağlık durumunun (örn. katılmalar) fizyolojiyle ilgili etkilerine bağlanamaz.

    E. Bu bozukluk, şizofreni, panik bozukluğu, yeğin depresyon bozukluğu, akut gerginlik bozukluğu, örselenme sonrası gerginlik bozukluğu ya da başka bir çözülme bozukluğu ile daha iyi açıklanamaz. (Kaynak: DSM-5 Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı)

    Derealizasyon nasıl anlaşılır?

    Derealizasyonu anlamanın en iyi yolu; sadece hiç bilmediğiniz değil aynı zamanda hiç bir şekilde anlamlandıramadığınız bir yere nakledildiğinizi düşünmektir. Neler olup bittiğini izleyemediğiniz veya çevrenizdeki dünyaya dair bilgileri alamadığınız bir yer. Bu yerin pek tanıdık gelmemesinden öte, tanıdık gelme ihtimali zaten yoktur; çünkü 5 duyu organıyla algılananlar zihin tarafından işlenememekte ve bir çerçeveye oturtulamamaktadır. Bu durumun bir hayli sıradışı ve ürkütücü olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Bu durumu yaşayan kişi sıklıkla aslında algıladığı ortamda olmadığını veya algıladığı dünyanın gerçek olmadığını düşünebilir; sanki hiç bir şey anlamadığı bir şeyleri izliyormuş, yada o an kaçmasının mümkün olmadığı bir rüyanın –belki de bir kabusun- tam ortasındaymış gibi hissedebilir. Bazı vakalarda derealizasyon, depersonalizasyon (kendine yabancılaşma) –sanki kendisini izliyormuş hissi- ile birlikte ortaya çıkabilir.

    Başka anksiyete semptomları, derealizasyon hissini daha da şiddetlendirebilir. Anksiyete atağı esnasında gözbebekleri genişleyebilir ve bu da alışılmadık bir görüş açısıyla derealizasyon hissini kuvvetlendirebilir. Anksiyete, kaslarda zayıflığa da yolaçabilir, bu da hastada güçsüzlük hissi meydana getirebilir. Anksiyete semptomlarının birbiriyle etkileşebileceği sayısız yollar vardır.

    Derealizasyon nasıl durdurulur?

    Anksiyeteden kaynaklanan derealizasyon hissi genel olarak pek tehlikeli kabul edilmez. Sıklıkla bu durum kendiliğinden ortadan kalkar ve ancak çok yoğun anksiyete esnasında tekrar ortaya çıkar. Bu zamanlarda bile bazı insanlar bu durumla başa çıkmayı öğrenir ve derealizasyon bir daha tekrarlamaz. Eğer derealizasyon hissiniz gerçeklik algınızı etkileyecek derecede inatçı ise, veya başladığında uzun süre devam ediyorsa hemen bir doktora başvurmanız gerekebilir.

    Derealizasyonu durdurmanın en iyi yolunun “farkındalık” olduğu hususunda doktorlar ve psikologlar genel olarak hemfikirdirler. “Farkındalık” terim olarak, kendi varlığınızın daha fazla farkında olma manasında kullanılmaktadır. Farkındalık değişik yollarla elde edilebilir fakat en kolay yolu; mümkün olduğunca fazla odaklanabileceğiniz bir iş yapmaktır, bu da size gerçeklik hissini tekrar kazandırabilir.

    Örneğin:
    • Soğuk veya sıcak bir şeye dokunun ve ısı farkına odaklanın.
    • Kendinizi çimdikleyin ve ne kadar gerçek olduğunuzu anlayın.
    • Çok basit bir objeye odaklanın ve o objenin ne olduğunu, hakkında ne bildiğinizi sıralayın.
    • Odada bulunan bir şeyleri saymaya başlayın. Bu şeyleri tanımlamaya çalışın.
    • Mümkün olan herhangi bir şekilde duyularınızı kullanmaya çalışın.

    Bazı uzmanlar gözlerin sürekli hareket ettirilmesini ve beyni tek bir düşünceden ziyade farklı düşüncelere odaklamaya çalışılmasını tavsiye ediyorlar.

    Unutmayın, derealizasyon hissi bir anksiyete semptomudur. Bu his psikopat olduğunuz ya da zihninizde bir şeylerin yanlış olduğu anlamına gelmez. Derealizasyon hissinin üstesinden gelmenin bir parçası; geçmesini beklemek ve sonrasında da diğer anksiyete semptomlarının üzerine eğilmek ve böylece tekrardan böyle yoğun bir anksiyete durumunun ortaya çıkmasına engel olmaktır.

    Referanslar

    Kaynaklar

    1. Alıntı: www.calmclinic.com/anxiety/symptoms/derealization
    2. Trueman, David. Anxiety and depersonalization and derealization experiences. Psychological reports 54.1 (1984): 91-96.
    3. Cassano, Giovanni B., et al. Derealization and panic attacks: a clinical evaluation on 150 patients with panic disorder/agoraphobia. Comprehensive Psychiatry 30.1 (1989): 5-12.
  • Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) Nedir?

    Son zamanlarda anne babalardan, eğitimcilerden sıkça duyduğumuz “Ne oldu da çocuklarımız bu kadar dikkatsiz ve yerlerinde duramaz oldular?” sorusu dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun sanki yeni ortaya çıkmış bir sorun olduğunu vurgulamaktadır. Oysaki dikkat eksiliği ve hiperaktivite bozukluğuna sahip çocuklarla geçmiş yıllarda da karşılaşılmaktaydı. Ancak bu çocuklar geçmişte farklı kavramlarla (dik kafalı ya da söz dinlemeyen, asi gibi) adlandırılmaktaydılar.

    Son yıllarda bu bozukluk ile ilgili araştırmaların ve yayınların artmasıyla gündemde olan, bilinen bir konu halini aldı. Ancak aileler çocuklarının her dikkatsiz, uyumsuz ve hareketli davranışını bu bozuklukla bağdaştırmaya başlayıp çaresizce uzmanlara danışma yoluna gittiler. Çoğu zaman sadece yaşının gerektiği ölçüde hareketli davranan çocuklara gelişigüzel hiperaktif denilmeye başlandı. Bazen de gerçekten bu bozukluğa sahip çocuklar davranışlarıyla suçlandı, görmezden gelindi.

    Bu noktada dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun ne olduğunu, belirtilerini, tanı kriterlerinin neler olduğunu, tedavisindeki önemli detayları ve bu rahatsızlıkla başa çıkma yollarını bilmekte yarar var.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) nedir?

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), erken çocukluk döneminde başlayıp erişkinlik dönemine kadar devam edebilen, kişinin yaşına uygun olmayan dikkat süresi kısalığı/dağınıklığı, odaklanma zorluğu, aşırı hareketlilik ile birlikte dürtüsellik (istekleri erteleyememe)  tablosunun görüldüğü ve yaşamın çeşitli alanlarında bozulmaların olduğu bir rahatsızlıktır. Aynı zamanda bireylerin sosyal ilişkileri, okul yaşantısı gibi birçok alanda olumsuz etki yaratan psikiyatrik bir bozukluktur.

    DEHB çocukluk çağında en sık rastlanan bozukluklardan biridir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu denlince akla genellikle aşırı hareketli çocuklar gelse de durum her zaman böyle olmamaktadır. Bazen yalnızca dikkat dağınıklığı, bazen yalnızca hiperaktivite, bazen ise dikkat eksikliği ve hiperaktivite bir arada gözlemlenmektedir. DEHB  tanı koyulmasını kolaylaştıran bu üç ana başlık halinde incelenir.

    DEHB tanı ölçütleri nelerdir?

    DEHB klinik bir tanı olup; tanıyı kesinleştirmeye yönelik herhangi bir laboratuar incelemesi veya özgün bir test yoktur. Klinisyenin tanı araçları; aile ve çocuk ile yapılan görüşmeler, klinik gözlem, psikiyatrik ve nörolojik muayene, davranış değerlendirme ölçekleri, ebeveyn ve öğretmen ölçekleri ve bilişsel testlerdir. DEHB’li çocuklarda; dikkatlerini belirli bir konuya veya olaya odaklayamama, dikkati sürdürmede zorlanma, eşya ve oyuncakları sık kaybetme, aldığı sorumluluk ve görevleri unutma gibi dikkat problemleri görülür. Bunlarla birlikte sırasını beklemede güçlük, isteklerini erteleyememe, acelecilik, başkalarının sözlerini kesme gibi dürtüsel davranışlar, yaşıtlarına göre belirgin olarak fazla olan, günlük işlevlerde sorun oluşturan hareketlilik gibi belirtiler görülmektedir. Bu tanıyı alan çocuklarda belirtiler 7 yaş öncesinde başlar. Aşırı hareketlilik genellikle geç çocukluk veya erken erişkinlik döneminde düzelme gösterirken, dikkat eksikliğinin devam ettiği, sonuç olarak DEHB’li çocukların %30-80’ninde ergenlik döneminde, % 65’inde ise erişkinlik döneminde de belirtilerin görüldüğü ileri sürülmektedir.

    Dikkat eksikliği baskın olan görünüm:

    DEHB bileşeni olan dikkatsizlik belirtilerinin mevcut olduğu bireyler;

    • Genellikle okuldaki çalışmalarında ya da diğer etkinliklerde dikkatsizce hatalar yapar, ayrıntılara yoğun dikkat gösteremez.
    • Çoğu zaman görev ya da oyunlarda dikkatini korumakta zorlanır.
    • Doğrudan kendisiyle konuşulduğunda çoğu zaman dinlemiyor gibi görünür (örneğin dikkatini dağıtacak açık bir dış uyaran olmasa bile, aklı başka yerde gibi görünür).
    • Genellikle, sürekli zihinsel çaba gerektiren görevlerden kaçınır, hoşlanmaz ya da bunlara isteksizce yaklaşır.
    • Genellikle görev ya da etkinlikler için gerekli eşyaları kaybeder (örneğin, oyuncaklar, kalem, kitap, okul ödevleri, araç gereç).
    • Genellikle verilen talimatları sonuna kadar uygulayamaz ve küçük ev işlerini, ev ödevini ya da görevleri tamamlayamaz. (örneğin, işe başlar ancak hızlı bir biçimde odağını yitirir ve dikkati dağılır).
    • Genellikle görev ve etkinlikleri organize etmekte zorlanır. (örneğin, ardışık işleri yönetmekte güçlük çeker; kullandığı gereçleri ve kişisel eşyaları düzenli tutmakta güçlük çeker; dağınık ve düzensiz çalışır; zaman yönetimi kötüdür; zaman sınırlamalarına uyamaz).
    • Genellikle gündelik etkinliklerde unutkandır.
    • Çoğu zaman dikkati dış uyaranlardan kolayca dağılır. ( örneğin ders dinlerken, konuşmalar ya da uzun bir okuma sırasında odaklanmakta güçlük çeker).

    Yukarıda belirtmiş olduğumuz maddelerden altı veya daha fazlasının en az altı aydır görülüyor olması dikkatsizliğin göstergesidir.

    Aşırı hareketlilik (hiperaktivite) – dürtüsellik olan görünüm

    DEHB’in alt bileşeni olan aşırı hareketlilik ve dürtüsellik görülen bireyler;

    • Çoğu zaman elleri ve ayakları yerinde duramaz ya da oturduğu yerde kıpır kıpırdır.
    • Genellikle yerinde oturması beklenirken sınıfta ya da diğer durumlarda oturduğu yerden kalkar.
    • Çoğu zaman çevrede aşırı bir şekilde koşturur, tırmanır ya da huzursuzluk hissettiğini söyler.
    • Genellikle sakince oynamakta zorlanır.
    • Sürekli “hareket halindedir”  ya da genellikle “motor takmış” gibi hareketlidir.
    • Genellikle aşırı konuşur. Sınıf içi etkinliklerde sessiz duramaz.
    • Çoğu zaman daha soru tamamlanmadan yanıtı ağzından kaçırır ( örneğin, insanların cümlelerini tamamlar; konuşma sırasını bekleyemez).
    • Çoğu zaman konuşma sırası beklemekte zorlanır.
    • Genellikle diğerlerinin sözünü ya da hareketlerini yarıda keser ( örneğin konuşmaların, oyunların ya da etkinliklerin arasına girer; sormadan ya da izni almadan başka insanların eşyalarını kullanmaya başlayabilir).

    Yukarıda sıralamış olduğumuz maddelerden altı ya da daha fazlasının en az altı ay boyunca görülmesi hiperaktivite-dürtüsellik işaretidir.

    Bileşik görünüm (dikkat eksikliği ve hiperaktivite)

    Bu görünüm, en sık şikayette bulunulan görünümdür. Dikkatin kolayca dağılması, belli bir konuya odaklanmada problem, yaş düzeyine uygun olmayan aşırı hareketlilik, okul ortamında problem yaşama gibi hem dikkatsizlik hem de dürtüsellik görünümlerinde bulunan belirtileri birlikte barındırır. Bir çocukta DEHB olduğunu söyleyebilmek için;

    • Dikkat eksikliği,
    • Aşırı hareketlilik,
    • Dürtüsellik belirtilerine ek olarak; belirtilerin yedi yaşından önce başlamış olması, belirtilerin en azından bir bölümü iki ya da daha fazla ortamda, örneğin ev ve okulda ya da okul ve akranlarla oyunda görülmesi, sürekli olması ve kişinin yaşamını olumsuz yönde etkilemesi gerekmektedir. Burada tanıyı koyabilecek yetkin kişiler çocuk alanında eğitimini tamamlamış uzman psikolog, çocuk ve ergen psikoterapisti ve psikiyatristler olacaktır. Bu alanlarda uzmanlığı olmayan kişilerin tanı koymasına yetki yoktur. Rehber öğretmenler ise yalnızca bu sorundan şüphelenip çocuğu uzmana yönlendirme konusunda rol alabilirler.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun görülme sıklığı

    DEHB okul çağı çocuklarında görülen rahatsızlıklar arasında en sık rastlanan bozukluklardan biridir. Bu rahatsızlığın çocukların %3-%5’inde rastlandığı ve kızlara oranla erkeklerde daha sık görüldüğü bildirilmiştir. Bu çocukların yarısının yetişkinlik döneminde de DEHB ile bağlantılı problemler yaşadığı görülmektedir. Yapılan çalışmalara göre yaşla birlikte hiperaktivite azaltmakta, dikkat eksiliği ise gittikçe artmaktadır. Kliniğe başvuru oranı açısından bakıldığında, erkeklerin kızlara oranla dokuz kat daha fazla olduğu gözlenmiştir. Kızlarda ağırlıklı olarak dikkat eksikliğinin önde geldiği tipin görülmesi ve eşlik eden davranış sorunlarının daha az olmasının kliniğe başvuru oranlarını azalttığı düşünülmektedir. Erkeklerde ise saldırganlık, ataklık ve davranış bozukluklarını daha sık göstermeleri nedeniyle ailelerin tedavi amaçlı başvuruları daha sık ve erken olmaktadır.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun nedenleri nelerdir?

    Yapılan araştırmalarda DEHB’nin nedeni tam olarak bilinmemekle beraber ortaya çıkışında genetik, biyolojik, psikososyal ve çevresel faktörlerin hepsinin birden rol oynadığı görülmüştür.

    Genetik faktörler

    DEHB’nin genetik kökenli bir bozukluk olduğu yapılan araştırmalarla belirlenmiştir.  İkiz, evlat edinme ve aile araştırmalarından elde edilen bilgiler ile DEHB’nin kalıtsal özellik gösterdiği belirtilmiştir. Aile çalışmalarının sonuçları, DEHB olanların birinci derece akrabalarında riskin 4-6 kat arttığını göstermektedir. İkiz çalışmalarında ise tek yumurta ikizlerinde % 50-80, çift yumurta ikizlerinde % 33 oranında genetik geçiş saptanmıştır. Sonuç olarak ailesinde DEHB bozukluğu olan bireylerin bu rahatsızlıkla karşılaşma olasılıkları olmayanlara göre daha yüksektir.

    Biyolojik faktörler

    Beyin görüntüleme yoluyla tanı yöntemleri sayesinde hiperaktif olan ve hiperaktif olmayan bireylerin beyin yapılarında ve beyin işlevlerinde bazı farklılıklar olduğu görülmeye başlanmıştır. Manyetik rezonans görüntüleme (MR) kullanılan çalışmalarda DEHB olan çocukların çoğunda beynin sağ yarıküresinin sol yarıküreden daha büyük olduğu görülmüştür, buna karşılık DEHB olmayan çocukların büyük bölümde bunun tam tersi durum söz konusudur. Bununla birlikte beyindeki yapısal işlev farklılıkları (beyin hasarı veya nörokimyasal aksaklıklar) görülebilir.

    Çevresel faktörler

    • Gebelik Dönemindeki Faktörler: Annenin alkol, sigara ya da ilaç kullanımı, yetersiz ve kötü beslenme, toksin maddelere ve ağır metal zehirlenmesine maruz kalma (örneğin, kurşun) maruz kalma, çoğul gebelik.
    • Doğum Sırasında Ve Doğumdan Sonraki Faktörler: Zor doğum, doğum esnasında veya sonrasında yaşanan tıbbi sorunlar (kordon dolanması, beynin oksijensiz kalması), erken doğum, düşük doğum ağırlığı(DEHB riskini 2-3 kat artırmaktadır), merkezi sinir sistemi iltihapları, demir eksikliği, alerjiler.
    • Psikososyal Faktörler: Bozukluğun gelişiminde temel bir etkiden çok hazırlayıcı ve ortaya çıkışını hızlandırıcı etkilerden söz edilebilir. DEHB olan çocukların genellikle parçalanmış ailelerden geldiği, anne-babanın sürekli geçimsizliği ve anne-babada psikiyatrik bozukluklara rastlandığı görülmüştür. Buna ek olarak yetiştirme yurtlarındaki çocukların dikkat sürelerinin kısa olduğu ve aşırı hareketli oldukları gözlenmiştir. Bu belirtiler uzun süreli duygusal yoksunluktan kaynaklanmaktadır. Özetleyecek olursak yoksulluk, eğitimsizlik, suç oranı yüksek veya ruhsal sorunları olan bir çevrede yetişmiş olmanın DEHB oluşumuna ortam hazırladığını söylenilebilir.

    DEHB ile birlikte görülebilen diğer bozukluklar

    DEHB diğer psikiyatrik bozukluklar ile birlikte sıkça görülen bir bozukluktur.

    • Davranım bozukluğu (%30-50)
    • Karşıt olma gelme bozukluğu (%50)
    • Öğrenme ve dil bozuklukları (%25-35)
    • Duygudurum bozuklukları
    • Anksiyete
    • Zihinsel gerilik
    • Otizm spektrum bozukluğu
    • Tik bozuklukları
    • Tourette bozukluğu
    • Özgül Öğrenme bozuklukları

    DEHB hangi durumlar ile karıştırılabilir?

    • Görme ve işitme bozukluklarına bağlı davranışsal problemler.
    • Akut ve kronik fiziksel hastalıklar (örneğin, astım) gibi durumlar sıklıkla sonradan gelişen dikkat sorunlarına yol açar.
    • Bazı nöbet tipleri ( epilepsi çeşidinde yer alan dalma nöbetleri) aileler ve öğretmenler tarafından DEHB zannedilebilir.
    • Uyku bozukluklarına bağlı yetersiz uyku, çocuk gün içinde uyuklayacağı ve dikkatini toplamakta güçlük çekeceği için DEHB ile karıştırılabilir.
    • Kafa travması sonrasında da DEHB belirtileri gelişebilir; özellikle 7 yaşından sonra gelişen DEHB varsa bu ihtimal akla getirilir.

    Çocuklar ne zaman hiperaktif olarak değerlendirilmelidir?

    Sağlıklı ve uyumlu bir yaşam sürdürebilmeleri açısından DEHB’li çocukların erken teşhis edilmesi ve eğitime erken başlanması önemlidir. Bu çocukların, çoğu zaman eğitim öğretim ortamlarıyla tanıştıktan sonra fark edildiği görülmektedir. Sınıfta sürekli koşan, gürültü yapan ve çok konuşan öğrencilerin “hiperaktif” olarak değerlendirilmesi, okul ortamında sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Ancak yaşının gereği hareketli olmakla aşırı hareketli olmak birbirine karıştırılmamalıdır. Bu nedenle, normal hareketlilik ile aşırı hareketlilik arasındaki farkların bilinmesi önem taşımaktadır. Normal hareketlilikte davranışın bir amaca yönelik olması, aşırı hareketlilikte ise davranışın amaçsız olması, aşırı hareketlilik ile normal hareketlilik arasındaki en önemli farkı oluşturur. Aşırı hareketli öğrenciler özellikle dikkat toplamaları gereken durumlarda hareketlerini kontrol etmekte daha da zorlanmaktadır. Aynı zamanda normal hareketlilik gösteren çocukların stresli durumlarda hareketliği artarken hiperaktif çocukların heyecan verici durumlarda sakinleştiği, normal durumlarda ise hareketlilik düzeyinin arttığı görülmektedir. Çocuklara DEHB tanısı konulabilmesi için daha önce bahsettiğimiz DEHB ile birlikte görülebilen rahatsızlıklarla karıştırılmaması ayrıcı tanı  niteliklerine dikkat edilmesi gerekmektedir. Bu sebeple de DEHB olan çocuklarda gözlemlenebilecek durumların bilinmesi ve şüphe duyulduğunda mutlaka uzmana başvurulması gerekmektedir.    

    DEHB olan bireylerin sosyal ve gelişimsel özellikleri nelerdir?

    Çocuklar okula başlamadan önce normal olarak hareketlidir ve dikkat süreleri kısadır. Bu nedenle okul öncesi dönemde DEHB’ten şüphelenilmesi zordur ancak çocuktaki dikkat eksikliği ve hareketlilik yaşıtlarına oranla önemli ölçüde farklılık gösteriyorsa o zaman bu tanı düşünülebilir. Sıklıkla çocuklar ilkokul döneminde iken bu tanı konur. DEHB’in temel özelliği, kalıcı ve sürekli dikkatsizlik belirtileri ile aşırı hareketliliktir. Yürümeye yeni başlayan bir ya da iki yaşındaki bir çocuğun çok hareketli olması gelişimsel olarak beklenen bir durumdur ancak on bir yaşındaki bir çocuğun sınıfta 10-15 dakika bile yerinde oturamaması gelişimsel olarak olağan karşılanmamaktadır. Yine de bir yıl içinde sadece birkaç gün aşırı hareketli olan çocuğa bu tanı konulamaz. Tanı koyma aşamasında belirtilerin birden çok ve çeşitli olması beklenmekte, sadece unutkan olmak ya da arkadaşlarına dürtüsel davranmak tanı için yeterli kabul edilmemektedir. Genel olarak DEHB tanısı almış çocukların gelişimsel özellikleri şunlardır:

    • DEHB olan çocuk genellikle birinci çocuk olmaktadır ayrıca aşırı konuşkan ve gürültücü çocukların annelerinin de normalden daha konuşkan olduğu gözlenmiştir.
    • Boyu ve kilosu yaşına göre ortalamanın altındadır.
    • Bu çocuklar diğerlerine nazaran acıya daha dayanıklı olabilirler.
    • Sınıfta kalma oranı normal çocuklara göre iki-üç kat daha fazladır.
    • Bireysel olarak uygulanan IQ testlerinde bilişsel gelişim, olduğundan daha düşük görülmektedir. Bunun nedeni zihinsel gelişim için gerekli odaklanma eksikliği ve zihin tembelliğidir.
    • DEHB olan çocuklar aynı zamanda öğrenme güçlüğüne de sahiptir. Öğretmen uygun düzenlemeleri yaparsa bu çocukların çoğu normal sınıflarda öğrenim görebilir.
    • Satır veya sözcük atlama, okuduğu yeri kaybetme, sözlükte veya rehberde istenileni bulamama gibi yakınmaları vardır.
    • Okuduğu bir öyküyü ya da gördüğü bir olayı anlatırken ortasından başlar, başa döner, sonunu anlatır ve karmakarışık şekilde tamamlar.
    • İnce kas hareket bozuklukları çatal bıçak kullanma, yazı yazma ve resim yapma gibi becerilerde çok belirgindir. Ya çok yavaş yazar, yazmayı zamanında bitiremezler ya da hızlı yazıp çok hata yaparlar.
    • Defterleri düzensizdir ve yarım bırakılmış sayfalar defterin en belirgin özelliğidir.
    • Dağınık, unutkan olmaları, zihinsel olarak organize olamamalarından kaynaklanan düzensizlik, koordinasyon bozukluğu, sosyal beceri sorunları, tutarsızlık vb. gibi sorunlar da görülebilir.

    Bu bireylerin olumlu özellikleri de söz konusudur ancak bu özelliklerinin açığa çıkartılması için uygun ortamların sağlanması gerekmektedir. Bu özellikler şunlardır:

    • Yaratıcıdırlar ancak potansiyellerini ortaya koymakta zorluk çekerler.
    • Enerjik, canlı ve keyiflidirler.
    • Risk almaktan çekinmezler.
    • Hayal güçleri zengindir.
    • Kolayca birilerine güven duyabilirler.
    • Espri yetenekleri gelişmiştir.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun tedavisi

    Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nun tedavisi çok yönlü bir süreçtir. Bu süreç psikoterapi ve tıbbi (medikal) destekleri içerir. İlaç tedavisi, bilişsel-davranışçı terapi, oyun terapisi, ebeveyn görüşmeleri, bireysel görüşmeler, okul desteği ve öğretmen görüşmesi gibi bir çok farklı yöntem kullanılmaktadır. DEHB tedavisinde en önemli unsur DEHB tanılı bireylerin, ailelerinin ve çevrelerinin bu bozukluk hakkında bilgilendirilmesidir. DEHB olan çocuklarda en iyi ve etkili tedavi yaklaşımını belirlemek için ayrıntılı bilgi almak, farklı kaynaktan bilgi toplamak, ailenin ve çocuğun özelliklerini belirlemek gerekir. Şimdi bu tedavi yöntemlerinin neler olduğunu inceleyelim.

    İlaç tedavileri

    Günümüzde DEHB belirtileri ilaçlar ve eğitim ile oldukça başarılı şekilde tedavi edilmektedir. Farklı türde ilaçlar kullanılmaktadır. Amerika’da beyindeki bozukluğu uyaran çeşitli ilaçlar kullanılmakta birlikte ülkemizde şu anda yalnız Ritalin kullanılmaktadır. Ebeveynler ilaca olası yan etkiler sebebiyle pek sıcak bakmasalar da uzmanın gerekli gördüğü kadar ilaç kullanımı ve ek tedavi metotlarıyla birlikte iyileşme hızlanacaktır.

    Bilişsel-davranışçı terapi

    Hem bilişsel hem de davranışsal yöntemlerin birlikte uygulandığı ayrıca DEHB hastalarında iyileştirici rol oynadığı kanıtlanmış etkili bir yöntemdir. Bilişsel teorilere göre kişinin çevreyi, dış dünyayı ve olayları algılaması ile ilgili bilişsel hatalar gelişimde sorunların temelini oluşturmaktadır. Özellikle bilişsel terapi uygulamalarının merkezinde kişinin oluşturduğu bu olumsuz şemaların, otomatik düşüncelerin düzenlenmesi temel tedavi tarzını oluşturmaktadır. Davranışsal terapi ise duyarsızlaştırma, maruz bırakma, pekiştirme gibi tekniklerle davranışı şekillendiren bir yöntemdir.

    Oyun terapisi

    Çocuk için oyun; hem eğlence aracı hem de çocuğun fiziksel, sosyal ve psikolojik gelişimine katkı sağlayan bir gelişim aracıdır.  Çocuk farkında olmadan yapsa da oyun içinde günlük yaşantısında çözüm bulamadığı, kendini ifade etmekte zorlandığı birçok alanda çözüm bulabilir. Oyun yoluyla çocuğun duyguları, problemleri, istekleri gibi genel ruhsal durumu hakkında birçok bilgiye ulaşılabilir. Oyun terapisi, çocuk ve oyun kavramını bu bakış açısı ile irdeleyerek ortaya koyan bir terapi tarzıdır. Özellikle çocukların yetişkinlerden farklı olarak kendilerini ifade etmeleri ile ilgili yaşadıkları güçlükler oyun içinde kolaylıkla aşılacaktır.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda psikososyal tedavi

    Aile Eğitimi’nin Rolü:  DEHB tanılı bireylerde aile desteği ve aile eğitimi son derece önemlidir. Çünkü DEHB sadece rahatsızlığı taşıyan bireyi değil,  onun çevresini ve ailesini de etkileyen geniş ölçekli bir bozukluktur. Bu nedenle tedavi boyunca ailenin bilgilendirilmesi, aile desteği ve eğitimi oldukça önem arz eder.  Aile eğitimi, anne babalara DEHB tanılı bireylere karşı tutum ve davranışlar hakkında bilgi vermeyi içerir. Bu durum da anne-baba yetkinliğini arttırır,  ebeveyn-çocuk arasındaki ilişkiyi olumlu şekilde etkiler, karşılaşılabilecek problemlere karşı yetkinlik kazandırır.  Anne ve baba eğitimi; çocuğun anne ve babasıyla ilişkisinin geliştirilmesinde, çocuğa yönelik doğru bir yaklaşım izlenmesinde ve ev ortamının çocuğun ihtiyaçları ve özelliklerine göre düzenlenmesinde etkili olmaktadır.

    DEHB ile ilgili ailelerin bilmesi gerekenler

    DEHB olan çocukların benlik gelişimlerini sağlıklı tamamlayabilmeleri ve öz denetim sağlayabilmeleri için davranışların kontrollü, tutarlı ve denetimli öğretilmesi gerekir. Bu rahatsızlık asla çocuğun suçuymuş gibi davranılmamalıdır. “İstese dikkatini verebilir, bize inat olsun diye böyle yapıyor çocuk işte, büyüyünce düzelir.” gibi yaklaşımlar çocuğun yaşadığı probleme duyarsız kalmak, sorunu görememek ve daha da büyük sorunlara sebep olmak demektir.

    • Ailelerin, DEHB’e bağlı problemlerin (derse dikkatini verememe, çabuk sıkılma, kendisine söylenenleri dinleyememe, sürekli hareketli olma, sabırsız olma ve bekleyememe, çok konuşma, bir iş için “Tamam.” deyip sürekli erteleme, plan yapamama, yaptığı planları uygulayamama) çocuğun elinde olmadan ve istemsizce geliştirdiği tutumlar olduğunu bilmeleri gerekir.  Bu sebeple aileler kendilerini ve çocuklarını sürekli suçlama eğilimde olmamalı çocuğa anlayışla yaklaşmalıdır.
    • DEHB’in aile, öğretmen ve uzman ile işbirliği içerisinde çözülecek bir sorun olduğu unutulmamalıdır. Aile kendini yalnız veya çaresiz hissettiğinde, ilaç kullanımıyla ilgili aklına takılan sorular olduğunda uzmanlardan destek alabileceğini aklından çıkarmamalıdır.
    • Çocuğun bu süreçte iyi günleri olabileceği gibi zor zamanlar geçirebileceğini de bilmekte fayda var bu noktada en büyük destek çocuğa her zaman yanında olacağınızı hissettirmeniz olacaktır.
    • Kesin olarak yapılması istenmeyen davranışlarla izin verilebilecek davranışları onunla önceden konuşmak ve bunlarda anne-baba olarak kararlı ve tutarlı olmak gereklidir. Tutarsız davranışlar sergilemekten kesinlikle kaçınılması gerekir dikkat problemi olan çocuğun aklını bir de tutarsızlıkla karıştırmak iyileşmeyi güçleştirir.
    • Olumsuzluklara, yapamadığı şeylere odaklanmaktan ziyade olumlular üzerinde odaklanmak geliştirici olacaktır.

    DEHB’li çocukların eğitimi nasıl olmalıdır?

    Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nda sadece ilaç kullanımıyla iyi sonuç almak mümkün değildir. İlaç, çocuğun daha sakin durmasına, dikkatini daha iyi kullanmasına yardım edebilir ancak davranış, ilişki ve okuldaki sorunlar için eğitim teknikleri kullanılmaz ise ilacın yararları sınırlı kalacaktır. İlaçla bazı durumların kontrol altına alınması ile birlikte, çocuğa kendini kontrol (öz denetim ) ve idare etme öğretilmelidir.

    DEHB’te okul ve öğretmen desteği

    DEHB tanılı çocuklar okul hayatlarına ilk defa başladıkları zaman birçok yeni durum ile karşılaşırlar. Okul hayatı belirli bir disiplin ve düzen içinde olduğundan, adapte olmakta zorlanabilir ve problemli davranışlar gösterebilirler. DEHB tanılı öğrencilere öğretmenlik yapan kişiler ise bu davranışlar karşısında zorlanabilir ve problem yaşayabilir. Genellikle öğretmen ve öğrenci arasındaki ilişki olumsuz olarak etkilenmekte ve bu durumda öğrenciyi birçok alanda etkileyebilmektedir. Bu yüzden öğretmenlerin DEHB hakkında bilgi sahibi olması önemli bir etmen olma özelliği taşımaktadır. Öğretmenlerin DEHB’in nasıl bir bozukluk olduğu, öğrencilerin tutum ve davranışları hakkında bilgilendirilmeleri, aynı zamanda bu konuda nasıl çözüm yoluna ulaşabileceği bilgisinin verilmesi gerekmektedir. Anne ve babalar ile işbirliği, davranış terapisi teknikleri ve bilişsel davranışçı terapi teknikleri bu süreç içinde kullanılabilecek yöntemlerdendir.

    Çocuğun eğitiminde uygulanması gerekenler

    • İç kontrol( öz denetim) geliştirmek.
    • Dikkat, işitsel, görsel, odaklanma gibi yetersiz oldukları alanlarda gelişime yönelik egzersizler yapmak.
    • Çocuğun özelliklerine göre var olan potansiyelini en iyi şekilde kullanmaya yönelik eğitim programı geliştirmek.
    • Duygusal, davranışsal, sosyal ortamdaki beceriler ve psikolojik alanlarda sorunlar yaşıyorsa çocuğa bu konularda bireysel veya grup terapi olanakları sağlanmak.

    DEHB olan çocuklarda kaynaştırma eğitimi

    Okul dönemine kadar geçen sürenin özellikle farklı gereksinimleri olan çocuklar açısından bir kayıp olmaması için okul öncesi dönemde DEHB olan öğrenciler için kaynaştırma eğitimi sağlanmalıdır. Aynı yaş dönemindeki özel gereksinimli çocuklara yönelik olan hizmetlerden DEHB olan çocuklara da özel eğitim programlarının yani Bireyselleştirilmiş Eğitim Programı(BEP) uygulanması gerekmektedir. Böylece çocuk bilişsel ve akademik alanlarda gelişme sağlarken toplumsallaşma sürecine de aktif olarak katılmış olacaktır. Özellikle kalabalık sınıflarda dikkatlerinin çabuk dağılması veya aşırı hareketliliği nedeniyle öğrenemeyen çocuklara bireysel eğitim desteği verilmesi çok önemlidir. Sınıf yapısı ve okul kuralları hiperaktif çocuk için oldukça zorlayıcıdır. Çocuk için yeterince zorlayıcı olan ortamda eğitimcinin bilgisi, sabrı ve ilgisi kurtarıcı olacaktır. Bu bozukluğu tanıyan öğretmenin çocuk ve ailesiyle olumlu iş birliği kurması daha kuvvetlidir. Olumsuz davranışların düzeltilmesi ve yerine olumlu davranışların konması için çeşitli destekleyici ve davranışçı yöntemler kullanılmalıdır.

    Kaynaştırma eğitiminde eğitimcilerin sınıfta dikkat etmesi gereken unsurlar:

    • Dikkatini toplamakta zorlanan hiperaktif çocuk için kalabalık okul veya sınıf yerine mevcudu daha az eğitim kurumu tercih edilmelidir.
    • Çocuk ödevlerini yaparken veya herhangi bir etkinlikte bulunurken kısa aralar verilmelidir. DEHB olan çocuklar bu aralara diğer çocuklardan daha çok ihtiyaç duyar.
    • Mümkünse çocuk öğretmene yakın göz önünde bir yerde oturtulmalıdır.
    • Çocuğun fazla enerjisini atabileceği oyun saatlerini azaltma ya da oyundan çıkarma gibi cezalar saldırganlaşmasına sebep olacaktır. Çocuk fazla enerjisini atamadığı için sınıfta ders saatinde olumsuz davranışlar sergileyecektir.
    • Genellikle bir sınıfta üçten fazla hiperaktif çocuk olması önerilmez.
    • Sınıf öğretmeninin belli kuralları ve sınıfın belli bir düzeni olmalıdır. Aksi halde çocuğun dikkati serbest ortamda daha kolay dağılacaktır.
    • Ders anlatımı yaparken bilgilerin kolay kazanılması adına çocuğun dikkati çekecek yöntemler kullanılmalıdır. Konuyla ilgili nesneler, görseller veya işitsel öğelerden yararlanılabilir.
    • Çocuğun yapması gereken ödev veya görevleri küçük parçalara ayırılmalıdır. Bu şekilde çocuk yapması gerekenleri gözünde büyütmeyecek ve motivasyonunu arttıracaktır.
    • Dikkatin dağıldığı fark edildiğinde sadece öğretmen ve çocuk tarafından anlaşılan, diğerlerinin anlamayacağı bir şifre, işaret onu utandırmadan dikkatini anlatılana vermesini sağlayacaktır.
    • Çocuğun yapmasını istediğiniz işi nasıl yapabileceğini çocuğa ayrıntılarıyla anlatmak yararlı olacaktır (Örneğin, çantasını toplamasını istiyorsanız; önce nelerden başlayacağından, hangi eşyaları nasıl çantaya yerleştireceğine kadar bütün ayrıntıları tek tek anlatın.).
    • Okul öncesi dönemde kullanılan bütün araç gereç ve materyaller ( top, legolar, küpler, oyun hamuru, resimli kartlar, hafıza kartları gibi) DEHB olan çocuklar için de kullanılmaktadır. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta bu materyallerin belirli bir program kapsamında daha sık ve yoğun bir şekilde kullanılmasının gerektiğidir.

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tüm olumsuzluklara rağmen anlayışla, ilgiyle ve uygun tedavi metotlarıyla iyileşebilecek bir rahatsızlıktır. Bu konuda ebeveynlere, eğitimcilere ve bu alanda çalışan uzmanlara düşen görevler büyüktür ve bunlar sağlandığında çocuk potansiyelini kullanabilecek uyumlu ve sağlıklı bir birey olarak hayatına devam edebilecektir.

    Referanslar
    • Abalı, O. (2009). Hiperaktivite ve Dikkat Eksikliği, İstanbul: Adeda Yayıncılık.
    • Yazgan, Y. (2012). Hiperaktif Çocuk Okulda. İkinci Baskı, Doğan Yayıncılık, İstanbul.
    • Tınaz D. (2004), Ergen ve Yetişkinde ADHD-Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Dergisi, 1; 195-206.
    • Yavuzer H., (2002), Eğitim ve Kişilik Özellikleri ile Okul Çağı Çocuğu, Remzi Kitap Evi.
    • Işık, E. , Işık Taner Y. (2009). Çocuk, Ergen ve Erişkinlerde Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu. Türkiye Klinikleri Yayınları.
    • Okan KARKA, Dikkat Eksikligi , MEB Yayınları, Ankara, 2006.
    • http://www.cocukvegenc.com/icerikdetay-118/dikkat-eksikligi-icin-egzersizleri.
    • POLLOWAY Edward, SERNA Loretta, Özel Gereksinimi Olan Öğrenciler
    • için Öğretim Stratejileri, Nobel Yayınları, 2014.
    • Öztürk, Orhan. (2015). Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları, On Üçüncü baskı, Nobel Tıp Kitapevi, Ankara.
    • Bee, Helen.  Çocuk Gelişim Psikolojisi.  İstanbul: Kaknüs Yayınları,1.basım  2009.
  • Daniel G. Amen ile yedi soru

    Bu seri, psikoterapiye olan çeşitli klinik yaklaşımları ortaya koyabilmek için; bu alanda itibara sahip yazarlara, kuramcılara ve karar vericilere aynı yedi soruyu yöneltir. Bugünkü onur konuğumuz, popüler psikiyatride saygıdeğer ve bazen tartışmalı bir figür olan Dr. Amen.

    Daniel G. Amen (Tıp Doktoru, Oral Roberts Üniversitesi, 1982); psikiyatrist, beyin görüntüleme uzmanı, Newport Sahili, Fairfield, Kaliforniya, Tacoma, Washington ve Reston, Virginia’da bulunan Amen Klinik Şirketinin CEO’su ve müdürüdür. Amen Klinik, toplam yaklaşık 50.000 tarama ile dünyanın psikiyatrik ilaçlar üzerine en kapsamlı fonksiyonel beyin taramaları veri tabanına sahiptir. Danışanlar, kliniğe 75 farklı ülkeden gelmektedir. Dr. Amen, Kaliforniya Üniversitesi, Irvine Tıp Okulu’nda Psikiyatri ve İnsan Davranışı bölümünde Asistan Klinik Profesördür. Kamusal alana yabancı olmayan Dr. Amen, Men’s Health Soru-Cevap forumunda beslenme ile ilgili yazılarıyla bilgeliğini paylaşmış ve hatta beyne dayalı toplumsal cinsiyet farklılıklarına değinmek üzere The View’u ziyaret etmiştir.

    “Dr. Amen, kişiyi bütünüyle tedavi etmeden; akıl sağlığı ve fiziksel sağlık için sadece veya ilk seçenek olarak reçeteli ilaçlarla başvurmanın tamamen işe yaramaz bir yöntem olduğunu ifade ediyor.”

    Dr. Amen, bugün bizimle psikoterapi hakkındaki fikirlerini paylaşıyor. “Hastalara; doğal takviyeler, ilaçlar, beslenme müdahaleleri ve hedeflenen psikoterapi yöntemleri gibi en zararsız ve en etkili tedavileri kullanmanın yararlı olduğuna” inanan bir psikiyatrist olarak, bu tartışmaya eşsiz katkılarda bulunacağını biliyordum. Örneğin, 3. Soruya cevabı, birçok psikolojik semptomun biyolojik etiyolojisi olabileceğinin önemli bir hatırlatıcısı.

    Daniel Amen ile yedi soru:

    1) Eğer yeni bir danışan size “Ne hakkında konuşmalıyım?” diye sorsaydı nasıl cevap verirdiniz?

    Hastadan en büyük endişeleri hakkında konuşmasını isterdim. Geçmiş, terapötik süreç için çok önemlidir. Süreç, kişinin endişelerinden bahsetmeye başlamasıyla genişler. Hastalarıma karşı biyolojik, psikolojik, sosyolojik ve ruhani bir yaklaşım sunuyor ve tüm sorunları hakkında benimle konuşmalarını istiyorum.

    2) Terapötik süreçte danışanlar için en zor olan şey nedir?

    Hastaların, kendilerine nasıl yardımcı olacakları hakkında akıllarının karışması. Benimle görüşmeye gelen insanların birçoğunun daha iyi hissetmek istemesine rağmen, terapötik süreç onlara çok yabancı bir durum. Bu süreci kullanmada daha etkili olabilecekleri bir yol bulmaları gerektiğini düşünüyorum.

    3) Terapistlerin yaptığı terapötik süreci kötü yönde etkileyecek hatalar nelerdir?

    Gözlemlediğim en büyük hata, beynin çok nadir dikkate alınmasıdır. Genellikle, psikiyatristlerin tedavi ettikleri organı incelemeyen tek tıp uzmanları olduklarını söylerim. Ne kadar saçma bir durum! İncelemeden nasıl bileceğiz? Beyninde hasar bulunan insanlara kişilik bozukluğu olduğunu mu söyleyeceğiz? Zehre maruz kalmış insanların tedaviye direnç gösterdiğini mi söyleyeceğiz? Depresyonun göğüs ağrısına benzer şekilde birçok nedeni varken, onu tek bir hastalık olarak ele alıyoruz. Ancak beynin fonksiyonunu ciddiye alırsak işimizi daha iyi yapabiliriz.

    4) Size göre terapinin temel amacı nedir?

    Beynin daha iyi fonksiyon göstermesi. Hastalara beyinlerinin daha iyi fonksiyon göstermesine yardım ettiğinizde, terapinin daha hızlı ilerlediğine ve hastaların terapi sırasında öğrendiklerini kendi hayatlarında daha iyi uyguladıklarına inanıyorum.

    5) Terapist olmanın en zor kısmı nedir?

    Yardımcı olabilmek için yeterli bilgiye sahip olmamak.

    6) Terapist olmanın en eğlenceli veya ödüllendirici kısmı nedir?

    İnsanların, hayatlarını olumlu yönde değiştirmelerine yardımcı olmak. Kişinin beyni daha iyi durumda olduğunda daha etkili, daha sevgi dolu ve daha tutkulu hâle geldiğini gözlemlediğim birçok hikâyeye sahibim… Bu hikâyeler bana düzenli olarak keyif veriyor.

    7) Danışanlara terapi ile ilgili vereceğiniz öneri ne olurdu?

    Beyin ve beyni nasıl geliştirebileceğiniz hakkında düşünün. Yaptığınız her şeyin çok daha etkili olduğunu göreceksiniz.

    ***

    Yazar Hakkında: Ph. D. unvanına sahip Ryan Howes, klinik psikolog, yazar, müzisyen ve Pasadena, Kaliforniya’da bulunan Fuller Psikoloji Okulu’nda profesördür.

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/in-therapy/200902/seven-questions-daniel-amen

  • David Burns ile yedi soru

    David D. Burns (Tıp Doktoru, Stanford Üniversitesi, 1970), Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Fahri Misafir Klinik Psikiyatri Profesörüdür ve Harvard Tıp Okulu’nda misafir öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. İyi Hissetmek isimli kitabının, 4 milyondan fazla kopyası satılmıştır. Bu kitap, genellikle Amerikalı ve Kanadalı akıl sağlığı uzmanları tarafından depresyondan muzdarip olan kişilere önerilmektedir. Ben bir psikodinamik terapistim ve bu kitabı ben bile tavsiye ettim.

    Dr. Burns’ü, Bilişsel Terapi’nin gelişiminde önemli bir figür olarak görüyordum; ancak 3. soruya verdiği cevapta Dr. Burns, psikoterapi ekollerine katılmaya karşı geliyor. Bu sebeple, bunun yerine onu saygıdeğer bir klinik tedavi uzmanı ve kitapçılarda birçoğu Bilişsel Terapi bölümünde bulunan 11 adet kitabı kaleme almış bir yazar olarak tanımlayacağım. En son kitabı, geçen hafta basın duyurusunu takiben yayımlandı.

    Dr. Burns’ün kapsamlı ve üzerinde düşünülmüş cevaplarından çok etkilendim. Hem klinik hem de kişisel açıklamaları, kendisinin neden bu kadar popüler bir yazar ve eğitmen olduğunu anlamama yardımcı oldu. Kelimeleri cömertçe kullanarak verdiği cevapların keyfini çıkarın ve eğer sözleri sizi etkisi altına alırsa yorum yapmaktan çekinmeyin.

    David D. Burns ile Yedi Soru:

    1) Eğer yeni bir danışan size “Ne hakkında konuşmalıyım?” diye sorsaydı nasıl cevap verirdiniz?

    Terapi sadece bir şeyler “hakkında konuşmak” anlamına gelmez. Terapi; bir kişinin hayatını değiştirmek ve depresyon, anksiyete veya ilişki sorunları gibi durumlardan kaynaklanan ızdırabı hafifletmek anlamına gelir. Tabii ki, her seansın başında empati kurmak ve dinleme becerisi göstermek önemlidir; ancak bu unsurlar hastaların hayatını değiştirmek için tek başlarına yeterli değildir. Bitap düşene kadar konuşabilirsiniz, terapistiniz başını sallar ve “bana daha fazlasını anlatın” diye mırıldanabilir; ancak kendinizi hâlâ Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB), Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB), başka insanlarla kötü ilişkiler veya sorun her neyse ondan muzdarip durumda bulursunuz.

    Bir empati kurma ve dinleme sürecinden sonra şunları söylerim: “Her ne kadar desteklemek ve dinlemek büyük önem taşısa da; size bunlardan öte bir şey sunmak istiyorum. Bu seansta özellikle yardım istediğiniz bir konu var mı? Bugün, ağabeyinizin eroin bağımlılığı ve intiharı; eski eşinizin sizi taciz etmesi; oğlunuzla olan sorunlarınız ve sosyal anksiyeteniz gibi birçok kalp kırıcı olaydan bahsettiniz. Bu sorunlarınızda size yardımcı olabilecek birçok güçlü yöntemim var ve kollarımızı sıvayıp işe koyulmamız için bunun iyi bir zaman olup olmadığını merak ediyorum. Eğer konuşabilmek ve bir şeyleri dile getirebilmek için biraz daha zamana ihtiyacınız varsa sorun değil. Siz hazır olmadan, zamansız bir şekilde başlamak istemem.”

    Bu sözlerim, hastaya üç mesaj verir:

    1. Destek büyük önem taşır ve ben size destek olmak için buradayım;
    2. Size dinlemekten de öte şeyler sunacağım ve eğer gerçekten de hayatınızı değiştirmek istiyorsanız daha fazlası gerekli olacak;
    3. Değişim ancak bir takım gibi çalışırsak mümkün olacaktır.

    Hasta sorunu anlattığında, sorunun doğasını kavramsallaştırır ve paradoksal yöntemler kullanarak direnci tersine çevirebilmek için, nazikçe hastanın değişime karşı direnmesinin sebeplerini keşfetmeye çalışırım. Ayrıca, hangi yöntemin hastaya yardım edebilmek için uygun olduğunu düşünmeye başlarım. Kişiler Arası Aşağı Ok Tekniği, Paradoksal Maliyet-Fayda Analizi, Günlük Ruhsal Durum Seyir Defteri, İç Sesi Dışa Vurma ve Kabullenme Paradoksu olmak üzere ortalama 50 adet yöntem kullanıyorum. Bazı yöntemler depresyon için son derece etkiliyken; bazıları anksiyete bozuklukları; bazıları ilişki sorunları; bazıları ise alışkanlıklar ve bağımlıklar için etkili oluyor. Her derde deva olan tek bir yöntem yok.

    2) Terapötik süreçte danışanlar için en zor olan şey nedir?

    Birçok farklı terapi ekolü bulunduğundan, standart bir “terapötik süreç” yok. “Sonuca Ulaşmaya Karşı Direnç” ve “Sürece Karşı Direnç” kavramları üzerinde düşünmeye eğilimliyim. Sonuca Ulaşmaya Karşı Direnç hakkında şu şekilde düşünüyorum: Şu masanın üzerinde sihirli bir tuş olduğunu, eğer o tuşa basarsanız; depresyon, panik atak, sorunlu evlilik, kötü alışkanlık veya bağımlılık gibi tüm semptomlarınızın hiçbir çaba sarf etmeden anında ortadan kaybolacağını ve bugünün seansından öfori hâlinde ayrılacağınızı düşünün. O tuşa basar mıydınız?

    Görünen o ki, bir çok insan tuşa BASMAYACAKTIR veya basıp basmamak arasında büyük bir kararsızlık yaşayacaktır. Sebep her bir kişi için farklı olsa da; genellikle oldukça baskın bir sebeptir. Üstelik, Sonuca Ulaşmaya Karşı Direnç; depresyon, anksiyete, ilişki çatışması, alışkanlıklar ve bağımlıklar olmak üzere dört farklı hedefin her birinde tamamen farklı bir şekilde gözlemlenir. Yani, Sonuca Ulaşmaya Karşı Direncin dört adet yaygın ama birbirinden farklı türü vardır.

    Depresyonda görülen Sonuca Ulaşmaya Karşı Dirence kısa bir örnek vereyim. San Francisco’dan 37 yaşında Katolik bir kadın, kürtaj sonrası yaşadığı, on yıl süren şiddetli ve zorlu depresyonunun tedavisi için benimle görüşmeye geldi. Sayısız terapistten psikoterapi görmüş, bir yığın antidepresan kullanmış; ancak hiçbir şey kadına yardımcı olamamıştı. Çektiği yoğun acının ve kendinden nefret etmesinin sebebi: “Sonsuza kadar acı çekmeyi hak ediyorum, çünkü bebeğimi öldürdüm.” düşüncesiydi.

    Bu düşünceye sahip bir kişi Sihirli Tuşa basar mıydı? Kuşkusuz basmazdı. Basmamasının birçok olası sebebi olabilir. Öncelikle, görünüşe göre çektiği acıyı ruhani bir gereklilik olarak görüyor ve ona göre depresyon, bir tür ahlaki arınmaya erişmesini sağlıyor. Depresyonda olan ve acı çeken hüküm giymiş suçlu rolünün yanında; yargıç, jüri ve infazcı rollerini de oynuyor. Bu şekilde acı çekmesi GEREKTİĞİNİ düşünüyor.

    Buna ek olarak, büyük ihtimalle bebeği hâlâ zihninde yaşıyor. Onu depresyonuyla yaşatıyor ve her gün onu düşünüyor. Depresyonu, bebeğine olan borcu olarak görüyor. Eğer depresyonun üstesinden gelirse; bebeğinin yasını tutması, onu unutması ve hayatına devam etmesi gerekecek. Sıkışıp kalmasına neden olan başka güçlü sebepler de olabilir. Eğer terapist, bu güdüsel faktörleri hesaba katmadan, şefkat ve yetenekle durumun üstesinden gelmeye çalışırsa; hasta direkt olarak direnç gösterecektir. Son sekiz yıldır gerçekleşen durum tam olarak bu.

    Sürece Karşı Direnç ise, Sonuca Varmaya Karşı Dirençten tamamen farklıdır. Sürece Karşı Direnç, kişinin değişmek İSTEYEBİLECEĞİ; ancak değişimin bedelini ödemek istemeyeceği anlamına gelir. Ve maalesef, sihirli tuş diye bir şey yoktur. Örneğin, yükseklik korkusu gibi bir tür anksiyete bozukluğundan muzdarip olduğunuzu varsayalım. Son çıkan Panik Atakta isimli kitabımda, anksiyete bozuklukları için 40 tane yeni ve etkili yöntemden bahsettim. Hangi yöntemin kimde işe yarayacağını asla bilemezsiniz; bu yüzden bunu deneme yanılma yoluyla saptamak her zaman gereklidir. Fakat, yükseklik korkusu veya başka herhangi bir anksiyete bozukluğunu yenmek için bir tür maruz bırakma yönteminin uygulanması gerektiğini kesin olarak söyleyebiliriz.

    Gençken; köpek, arı, at ve kan korkuları ve fobilerinin yanı sıra yükseklik korkum da vardı. Lisedeyken, Brigadoon oyunu için sahne ekibinde yer almak istemiştim. Ancak, tiyatro öğretmenimiz Bay Bishop, bana sahne ekibinin tavana yakın bir yerde, ışıklarla ve perdelerle çalıştığını; bu yüzden yükseklik korkusu olan öğrencileri kabul edemeyeceğini söylemişti. Ona yükseklik korkum olduğunu söyledim. Bana bir şartla sahne ekibine katılabileceğimi söyledi. Korkumu yenme şartıyla.

    Yükseklik korkumu yenmeyi gerçekten de çok istediğimi, ancak nasıl yeneceğimi bilmediğimi söyledim. Çok kolay olduğunu ve korkumu nasıl yeneceğimi hemen gösterebileceğini söyledi. “Harika, hadi yapalım.” dedim.

    Beni tiyatroya getirdi ve sahnenin ortasına yaklaşık 4 metrelik bir merdiven kurdu. Merdivenin etrafında başka hiçbir şey yoktu. “Yapman gereken tek şey, merdivenin en üst basamağına çıkmak ve orada durmak.” dedi. “Yapmam gereken tek şey bu mu?” diye sordum. “Evet, bu.” dedi.

    Çok genç ve toydum. Cesurca merdiveni tırmanmaya başladım. Tepeye ulaştığım anda, korku seviyem 0’dan 100’e kadar bir aralıkta 100’dü. Çok korkmuştum ve etrafta tutunabileceğim hiçbir şey yoktu. Tiyatro öğretmenim aşağıda, merdivenin yanında duruyordu. “Şimdi ne yapmam gerekiyor Bay Bishop?” dedim. “Hiçbir şey, sadece iyi hissedene kadar orada dur.” dedi. “Ama bir şey yapmam gerekmiyor mu? dedim. “Hayır, sadece orada dur.” dedi.

    On beş dakika geçti ve korku seviyem hâlâ 100’dü. “Hâlâ endişeliyim.” dedim. “Sorun yok, sadece bekle.” dedi.

    Beş dakika daha geçti ve korkum aniden yok olmaya başladı. Tamamen yok olmasıysa, sadece beş saniye sürdü. Korkmuyordum. “Bay Bishop, sanırım iyileştim.” dedim.

    “Bu harika.” dedi. “Şimdi aşağı inebilir ve Brigadoon sahne ekibine katılabilirsin.” O andan sora yüksekliği ÇOK SEVMEYE başladım. Tavana doğru gidip en yüksekteki ışıklarla çalışmak isteyen kişi hep ben oldum. Yükseklik korkusuna sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu bile hatırlamıyordum. Bazen bir korkuyu yendiğinizde, aşırı korktuğunuz şey, büyük bir zevk kaynağı hâline geliyor. Fakat ödenmesi gereken bir bedel var. Anksiyetenin hiçbir çeşidini koltukta öylece yatıp, terapist “Bana daha fazlasını anlatın.” diye mırıldanırken geçmiş hakkında konuşarak yenemezsiniz.

    Sürece Karşı Direncin de, her birinde tamamen farklı gözlemlendiği dört farklı hedefi vardır: Depresyon, anksiyete, ilişki çatışması, alışkanlıklar ve bağımlılıklar. Bu, sekiz tane yaygın direnç çeşidi; dört çeşit Sonuca Ulaşmaya Karşı Direnç ve dört çeşit Sürece Karşı Direnç bulunmaktadır. Danışanlar, bazen birkaç direnç çeşidini aynı anda gösterebilir. Çünkü aynı anda hem depresyonda hem de anksiyete bozukluğuna sahip olabilirler. Ayrıca, yalnızlıktan veya sorunlu kişisel ilişkilerden de muzdarip olabilirler.

    Meslektaşlarım ve ben, belirli bir sorunu çözmek için herhangi bir yöntem kullanmadan önce; her bir hastanın gösterdiği direnci saptayıp tersine çevirebileceğimiz yeni ve etkili yöntemler geliştirdik. Bu güdüsel yöntemlerin terapi ile birleşimi, tedavide muazzam ilerlemelere yol açtı. Şimdiyse, tedaviye gelen hastaların büyük bir kısmında aşırı hızlı bir iyileşme gözlemliyoruz.

    3) Terapistlerin yaptığı terapötik süreci kötü yönde etkileyecek hatalar nelerdir?

    Bu sorunun cevabı, önceki sorunun cevabıyla bağlantılı. Neredeyse tüm terapötik hatalar, terapistin gidişatı belirlemede yaptığı hatalardan kaynaklanıyor. Görünüşe göre birçok terapist, terapötik direnci ilerlemesini engellemek üzere nasıl saptayıp nasıl tersine çevireceğini bilmiyor. Bunun yerine, hasta direnirken ve terapiste “Evet… Ama” şeklinde cevaplar verirken; hastayı değişmeye ikna etmeye veya hastaya psikoterapi ödevlerini yaptırmaya çalışıyorlar. Bunun sonucunda terapist, tüm işi üstlendiğinden yorgun ve kırgın hissediyor.

    Birçok terapist, Gidişatı Belirleme meselesini anladığını sanıyor, ancak anlamıyor. Gidişatı belirlemek, kolay bir iş gibi gözükebilir; ancak aslında tüm terapötik becerilerden en karmaşık ve en zoru. Meslektaşlarımla birlikte geliştirdiğimiz paradoksal Gidişat Belirleme yöntemlerinin, terapide büyük bir ilerleme olduğuna inanıyoruz.

    İkinci hata ise; psikodinamik terapi, bilişsel terapi, Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme Terapisi (EMDR), Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT) veya Düşünce Alanı Terapisi (TFT) veya ne revaçtaysa o terapi ekolüne katılmaktır. EKOLLERDEN değil, ARAÇLARDAN yanayım. Bana göre terapi ekolleri, dinler ve hatta tarikatlar gibi. Hepsi sebepleri ve insanları tedavi etmek için en iyi yöntemi bildiklerini iddia ediyor. Neredeyse her hafta, hevesli takipçileri olan bir rehberle birlikte yeni terapi ekolleri ortaya çıkıyor ve “cevabı” bulduklarına inanıyorlar.

    En büyük üçüncü hata ise, semptomları ve ittifakı değerlendirememektir. Stanford’daki resmi ve resmi olmayan araştırmam, terapistlerin hastanın ne kadar depresif, ne kadar intihara meyilli, ne kadar kaygılı veya ne kadar sinirli olduklarını algılamada oldukça kötü olduklarını ve genellikle hastanın aslında nasıl hissettiğini tamamen yanlış algıladıklarını ortaya koymuştur. Fakat, psikiyatristler ve psikologlar da dâhil olmak üzere terapistler, bunun farkına varmadan gayet duyarlı olduklarına inanıyorlar; ama değiller. Hatta, en yaygın intihar sebeplerinden biri terapistin hastanın ne kadar depresif ve ümitsiz olduğunu anlamamasıdır.

    Bu sorunu çözebilmek için; her terapi seansının öncesinde ve sonrasında depresyonu, intihara meyilli dürtüleri, kaygıyı, siniri ve terapideki ilişkinin tatmin ediciliğini ölçen kısa ve oldukça isabetli bir ölçek oluşturdum. Hastalar, tam o an nasıl hissediyorlarsa ona göre ölçekleri dolduruyorlar. Böylece terapistler, her terapi seansından sonra sadece hastaların ne hissettiğini değil; ne kadar gelişme gösterdiklerini veya göstermediklerini de görebiliyor. Hastalar, bu ölçekleri her seans öncesi ve sonrası bekleme odasında doldurdukları için, terapi seansı süresinde bir kayıp olmuyor. Hastalar, doldurdukları envanterleri eve gitmeden önce terapiste bırakıyorlar. Sadece bir dakika sürüyor. Ayrıca, terapistleri sıcakkanlılık, anlayışlılık ve yardım sağlama konularında değerlendiriyor; seansta nelerden memnun kalıp nelerden kalmadıklarını yazıyorlar.

    Bu uygulama, terapi uygulama şeklimizde belki de her şeyden çok devrime yol açtı. Hastalarımız bizim öğretmenlerimiz oldu, çünkü onlar için neyin işe yarayıp neyin işe yaramadığını söyleyerek bizi yönlendiriyorlardı. Bu uygulama, hastaları ve terapistleri daha sorumluluk sahibi hâline getirdi. Bu değerlendirmeler olmadan etkili bir terapi yapabilmeyi hayal bile edemiyorum. Fakat, bu cesaret isteyen bir uygulama. Genellikle, bazı şeyleri tahmin etmediğiniz yollardan keşfedebiliyorsunuz. Hastalar, terapisti eleştirirken seanslarda olduklarından şaşırtıcı derecede daha dürüst ve daha eleştirel oluyorlar. Her nedense, bu terapi seansı değerlendirmelerini doldururken çok daha açık sözlü ve samimi hissediyorlar.

    Narsist terapistler bu değerlendirmelere katlanamayabilir, çünkü hastanın geri bildirimi onlar için özsaygıyı yıkıcı nitelikte olabiliyor.

    4) Size göre terapinin temel amacı nedir?

    “Terapinin temel bir amacı” yoktur. Terapinin temel veya nihai bir amacının olduğunu düşünmek, alanımızda yapılan en temel hatalardan biridir. Bana göre bu yaklaşım, sanki terapistler insanların nasıl olmasını gerektiğini bilen ruhani uzmanlarmış gibi kibirli bir yaklaşımdır.

    Bunun yerine, hastalardan üzgün hissettikleri ve yardım istedikleri belirli bir anı anlatmalarını isterim. Bu herhangi bir an ve herhangi bir sorun olabilir, ancak gerçek ve kişi, mekan ve zaman bağlamında olmalıdır. Genç bir kadının, “Hayat berbat.” gibi üstü kapalı yakınmalarda bulunması pek işe yaramaz. “Hayatın berbat olduğunu fark ettiğinizde neredeydiniz? O sırada neler oluyordu?” sorularını sormam gerekebilir.

    Örneğin hastanın yardım istediği sorun; depresif bir an, yakın zamanda gerçekleşmiş bir panik atak veya eşiyle yaşadığı bir tartışma olabilir. İşte o zaman, Sonuca Ulaşmaya Karşı Direnç ve Sürece Karşı Direnç etkenlerini hesaba katarak sorunu keşfetmeye çalışırım. Direncin üstesinden gelindiğinde ise, hastaya sorunu çözmesinde yardımcı olabilmek için çeşitli yöntemler kullanırım. En etkili yöntemin ne olacağı, sorunların türüne göre değişecektir. Başka bir ifadeyle; depresyon, anksiyete, sinir/ilişki sorunları veya bağımlılık için etkili olan yöntemler birbirinden oldukça farklıdır.

    Kendimi yardım etmek üzere görevlendirilmiş bir çalışan, hastamı ise patron olarak görürüm. Yardım istediği sorunu hasta anlatır. Hastalar, şu anda hayatında neler olduğunu gerçekten de kavradığında ve bu sorunu nasıl düzeltebileceğini aniden öğrendiğinde; genellikle bir tür aydınlanma yaşarlar ve tüm sorunları tıpkı temeli olmayan bir bina gibi ortadan kalkar. Örneğin, depresyonun yerini aniden neşe ve kahkaha alır. Bu, gözlemlemesi ve içinde bulunması muazzam hissettiren bir olaydır. Terapiyi bu kadar keyifli ve harika bir deneyim hâline getiren de budur.

    5) Terapist olmanın en zor kısmı nedir?

    Başarılı ve gelişmiş bir terapi, sürekli uygulama yapmayı ve çalışmayı gerektirir. Son sekiz yıldır, Stanford’da Psikiyatri Bölümü’nde gönüllü olarak verdiğim öğretimin bir parçası olarak, haftalık olarak psikoterapi eğitim ve geliştirme grubuyla çalışıyorum. Grup, şu anda evimde toplanıyor ve Stanford Üniversitesi öğrencilerine olduğu gibi topluma da açık. Bu grup gerçekten ödüllendirici bir tecrübe. Hatta, grup toplantılarının haftamın ışığı olduğunu söyleyebilirim. Fakat bu her zaman kolay bir süreç olmuyor. Katılan terapistler, birçok zorlayıcı senaryoda rol yapma yöntemlerini kullanarak alıştırma yapmalıdır. Anında notlandırılırlar ve gelişebilmek için kendi hatalarıyla yüzleşmeleri gerekir. Eğer egonuzu kapıda bırakırsanız, bu müthiş eğlenceli ve eğitici bir deneyimdir. Ama eğer egonuz sizinle birlikte gelirse; saygı ve hayranlık duyduğunuz meslektaşlarınızın önünde hata yapmak göz korkutucu hâle gelebilir.

    Aynı durum terapide de yaşanır. Yukarıda bahsettiğim gibi, hastaların her terapi seansı sonrasında bekleme odasında dolduracağı aşırı duyarlı bir ölçek geliştirdim. Ben de dâhil olmak üzere terapistleri; seansta Empati Gösterme, Yardım ve Tatmin Sağlama gibi çeşitli açılardan değerlendiriyorlar. Her ne kadar birçok terapist; sıcakkanlı davrandığını, önemsediğini ve etkili olduğunu düşünse de, birçoğu bu ölçekleri ilk kullanmaya başladığında, her seans sonunda her hastadan aldıkları değerlendirmelerin kötü olduğunu görüp şaşkınlığa uğruyor. Bu durum, yeni terapistler için olduğu kadar ileri düzeydeki terapistler için de şaşırtıcı. Bununla birlikte, terapistler bu terapötik hataların üstünde çalışarak onları muazzam gelişmelere dönüştürebilir ve zamanla daha iyi değerlendirmeler alabilirler.

    Benim düşünme şeklime göre, hatalarını kabul etmeyi öğrenmek, dünya standartlarında bir terapist olmanın anahtarıdır. Fakat bu, yeni ve şahane teknik beceriler geliştirirken alçak gönüllü olabilmek ve egoyu bir kenara bırakabilmek anlamına gelir.

    6) Terapist olmanın en eğlenceli veya ödüllendirici kısmı nedir?

    İnsanların değiştiğini; depresyon, ümitsizlik ve değersiz hissetmenin aniden neşe ve özsaygıya dönüştüğünü; aniden korkularını yendiklerini veya aniden sinirlenmeyi, suçlamayı ve kırgınlığı bir kenara bırakmayı öğrendiklerini görmek. Bu ani ve derin değişimler her zaman aklımı başımdan alır. Bu deneyimi çok sık yaşıyor ve seviyorum. Bu, kariyerinin terapiste verdiği en güzel hediye.

    7) Danışanlara terapi ile ilgili vereceğiniz öneri ne olurdu?

    Şu anda, hastalarda çok hızlı değişimler ve gerçekten de hızlı iyileşmeler gözlemliyoruz. Birçok hasta geliştirdiğimiz yeni yöntemleri kullanarak, genellikle bir veya iki olmak üzere bir avuç seansta büyük gelişmeler gösteriyor veya tamamen iyileşiyor.

    Beni üzen şey, yıllar boyunca terapiye gidip hiçbir değişim göstermeyen; ancak yine de aynı terapiste gitmeye devam eden hastalar. Bana göre, bu doğru değil. Beni üzen başka bir konu ise, maddi durumundan dolayı veya etkili bir şekilde çalışabileceği birini bulamadığı için iyi bir terapiye erişemeyen birçok insan olması.

    Alanımızın gelişebilmek ve biyoloji, kimya veya fizik gibi temel bilimlere yetişebilmesi için çok fazla yol katetmeye ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Ben ve meslektaşlarımın amacı, yeni ve daha güçlü bir terapi modeli geliştirmek.

    ***

    Yazar Hakkında: Ph. D. unvanına sahip Ryan Howes, klinik psikolog, yazar, müzisyen ve Pasadena, Kaliforniya’da bulunan Fuller Psikoloji Okulu’nda profesördür.

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/in-therapy/200901/seven-questions-david-d-burns

  • Harriet Lernet ile yedi soru

    Harriet Lerner (Ph. D. New York Üniversitesi), kadın ve aile ilişkileri psikolojisinin en saygıdeğer seslerinden biridir. Topeka, Kansas’taki Menninger Kliniği’nde otuz yılı aşkın süre klinik psikologluk yapmıştır. Karl Menninger Psikiyatri Okulu’nda fakülte üyesidir. Oprah, CNN ve NPR gibi ulusal radyo ve televizyon programlarında çıkmıştır. Çalışmaları The New York Times, The Boston Globe, The Washington Post’ta; aylık tavsiye yazıları ise on yılı aşkın süre New Woman dergisinde yayımlanmıştır. Şu anda Lawrence, Kansas’ta özel muayenehanesi bulunmaktadır.

    Dr. Lerner’ın kitaplarının üç milyon kopyası satılmıştır. Yazıları çok aydınlatıcı, dolaysız ve meslek dilinden arınmış olduğu için terapistler tarafından sıklıkla önerilmektedir. Üslubu, aşağıda verdiği dolaysız cevaplara açıkça yansımıştır. Özellikle 3. soruya cevap olarak verdiği, terapistlerin yaptığı hatalarla ilgili görüşlerini takdir ettim. Terapistler genellikle; konuşma, mesafe, empati ve teoriye bağlılık bağlamında, aşırılık ve yetersizlik arasındaki ince çizgiyi göremiyor. Zamanını ayırıp, bilgilerini bizimle paylaştığı için Dr. Lerner’a minnettarım.

    Harriet Lerner ile Yedi Soru

    1) Eğer yeni bir danışan size “Ne hakkında konuşmalıyım?” diye sorsaydı nasıl cevap verirdiniz?

    “Ne hakkında konuşmak istersiniz?”

    2) Terapötik süreçte danışanlar için en zor olan şey nedir?

    Eşlerini, annelerini, kardeşlerini, çocuklarını değiştiremeyeceğim ve değişimin genellikle yavaş ve engebeli bir süreç olduğu gerçeğini kabul etmek.

    3) Terapistlerin yaptığı terapötik süreci kötü yönde etkileyecek hatalar nelerdir?

    Terapistler sonsuz sayıda hata yapıyor: Çok fazla veya çok az konuşuyorlar, çok mesafeli veya çok ilgili davranıyorlar, bir teorik bakış açısına sıkı sıkıya bağlanıyorlar veya hiçbir teorik bakış açısına sahip olmuyorlar, empati kurmuyor veya çok fazla empati kuruyorlar.

    4) Size göre terapinin temel amacı nedir?

    Terapinin temel amacı, danışanın amaçlarına ulaşmaktır. Tabii ki de danışanlar, amaçlarını süreç boyunca değiştirebilir veya yeni amaçlar belirleyebilirler.

    5) Terapist olmanın en zor kısmı nedir?

    Terapist olmanın en zor kısmı, sürekli olarak sınırlarınıza göğüs germeniz gerekmesidir.

    6) Terapist olmanın en eğlenceli veya ödüllendirici kısmı nedir?

    Terapist olmanın en ödüllendirici kısmı, her zaman kendi sınırlarınızı zorlayabilme avantajına sahip olmanızdır. Böylece öğrenmeyi sürdürebilirsiniz. Bu bir alçak gönüllülük dersidir. Ve tabii ki de, kendini keşfetme ve değişim sürecinde birine eşlik etmek büyük bir ayrıcalık.

    7) Danışanlara terapi ile ilgili vereceğiniz öneri ne olurdu?

    Farklı yöntemlerle çalışan, farklı inanç sistemlerine sahip olan sayısız terapist var. Bu yüzden, eğer bir terapist veya terapi yöntemi size yardımcı olamıyorsa, bir başkası olabilir. Belirli bir terapistin, tanıdığınız başka insanlara yardımı dokunurken size dokunmaması asla kişisel bir başarısızlık değildir. İçgüdülerinize güvenin ve sizi en iyi tanıyanın kendiniz olduğunu unutmayın.

    ***

    Yazar Hakkında: Ph. D. unvanına sahip Ryan Howes, klinik psikolog, yazar, müzisyen ve Pasadena, Kaliforniya’da bulunan Fuller Psikoloji Okulu’nda profesördür.

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/in-therapy/200901/seven-questions-harriet-lerner

  • Thomas Szasz ile yedi soru

    Bugün, Dr. Thomas Szasz ile konuşacağımız için çok şanslıyız. Onur konuğum, akıl sağlığı alanında özgün ve bağımsız, “yıkıcı bir şekilde kullanılan zorlamanın yerini rıza, güven ve Hipokrat’ın zarar vermeme öğüdüne olan sadakatin alması için psikiyatriye meydan okumak üzere herkesten fazla çabalayan” bir adam. (G. Annas, Szasz’ın web sitesinden)

    Thomas Szasz, 1920 yılında Macaristan’da doğmuş, Tıp Doktoru ünvanını 1944 yılında Cincinnati Üniversitesi’nden almış ve Chicago Psikanaliz Enstitüsünde eğitim görmüştür. Upstate Tıp Üniversitesi’nde, New York Devlet Üniversitesin’nde ve Syracuse Üniversitesi’nde Fahri Psikiyatri Profesörü; Amerikan Psikiyatri Derneği’nin ve Amerikan Psikanaliz Derneği’nin seçkin bir üyesidir. 33 kitabı, ders saatleri ve sayısız makalelerin hepsi benzer bir mesaj taşıyordu: Biyolojik bozukluklar ve davranış bozuklukları aynı değildir; ancak psikiyatri hatalı bir şekilde ikisinin arasında bağlantı kuruyor.

    Szasz, psikiyatrist karşıtı olarak anılmaktadır; ancak bu yanlış adlandırma, Szasz’ın bana “Don Kişot gibi kendimi kalıplaşmış tanım ve kategorilerden ayırma çabam” şeklinde tanımladığı, yakında çıkacak olan Antipsychiatry: Quackery Squared isimli kitabıyla açıklığa kavuşacak. Szasz, psikiyatrist karşıtı değil; psikiyatriyi sözleşmeye dayalı olması ve zorlama olmaması şartıyla destekleyen biri.

    Dr. Szasz’ın yerleşmiş geleneklere karşı çıkan, muhalif fikirlerini projeme dâhil etmekten heyecan duyuyorum. Doğrusu, cevap vermeyi birkaç ikazı takiben kabul etti.

    Benim görüşüm, psikolojik rahatsızlıkların bulunmadığı; dolayısıyla “terapi veya psikoterapinin” de bulunmadığı yönünde. O hâlde terapi, insanlara “hayatlarındaki sorunlarla” başa çıkmalarında yardımcı olmayı amaçlayan belirli bir insan ilişkisi, düzenleme ve anlaşmadır. Bu, bana yönelteceğin soruların detaylarını yeniden gözden geçirmeni gerektirir. 

    Aksi takdirde cevapları alamazdım. Dr. Szasz, Yedi Soru’nun detaylarını yeniden gözden geçirmemi istediğinde, bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum. Umarım akıl sağlığı alanında bir efsane olan Dr. Szasz’ın cevaplarından keyif alırsınız.

    Thomas Szasz ile Yedi Soru:

    1) Eğer yeni bir danışan size “Ne hakkında konuşmalıyım?” diye sorsaydı nasıl cevap verirdiniz?

    Özel muayenehanemde geçen yaklaşık elli yıldan sonra emekli oldum. Seanslarım yetişkin ve gönüllü danışanlar içindi ve şu ilkelere dayanıyordu:

    • Psikolojik rahatsızlık diye bir şey yoktur; dolayısıyla psikoterapi diye bir şey de yoktur.
    • “Psikoterapi”; hastalık, ilaç veya iyileşmekle hiçbir alakası olmayan, özel ve gizli bir görüşmedir.
    • Terapist direkt olarak danışanın “gerçek hayatına” müdahale etmemelidir: Gücünü hastayı zorlamak veya suçlamak için kullanmamalı, hiçbir sebeple danışanın hayatına karışmamalıdır.
    • Terapist, danışan ile olan görüşmelerini kesinlikle gizli tutmalı ve danışan aldığı hizmet karşısında terapiste ödeme yapmalıdır.
    • Danışan, bunların benim “terapötik diyalog” uygulama şeklimle alakalı inançlarım ve koşullarım olduğu hakkında bilgilendirilmelidir. (The Ethics of Psychoanalysis, 1965 ve Psikoterapi Miti, 1978)
    • Terapistin başlıca görevi, terapötik durumda, danışanın özellikle ilişkiye başlama ve ilişkiyi bitirme konusunda kontrole sahip olduğunu hissetmesini sağlamak için; rahat, emniyetli ve güvenli ortam oluşturmaktır.
    • Bir hasta adayıyla ilk önce telefonda konuşmadan asla yüz yüze görüşmem. Bunu, danışanın ne tür bir yardıma ihtiyacı olduğunu öğrenmek ve onu yardım edebileceğim ve edemeyeceğim konular hakkında bilgilendirmek için bir avantaj olarak kullanırım. Eğer bu konu açıklığa kavuşursa, nasıl bir boşanma avukatı, boşanmak isteyen danışanından böyle bir soru almıyorsa; aynı şekilde seansta da “Ne hakkında konuşmalıyım?” sorusu ortaya çıkmaz. Danışan yine de utanmış, korkmuş veya başka konulardan dolayı dili tutulmuş gibi hissedebilir ve “Ne hakkında konuşmalıyım?” diye sorabilir. Bu durumda, “Size asıl yardımcı olabilirim?”, “Bugün buraya gelip benimle görüşmeye karar vermenize sebep olan şey nedir?” derim veya bunlara benzer bir şey söylerim.

     2) Terapötik süreçte danışanlar için en zor olan şey nedir?

    Çözümünü aradıkları sorunlarda kendi katkılarının olduğunu kabul edip sorumluluk üstlenmek.

     3) Terapistlerin yaptığı terapötik süreci kötü yönde etkileyecek hatalar nelerdir?

    “Terapi”, farklı insanlar için farklı anlamlara gelir. Eğer terapist danışana yardımcı olamıyorsa, danışan o terapistle görüşmeyi bırakma sorumluluğunu üstlenmelidir. (Terapistlerin, bulundukları konumun onlara verdiği zorlayıcı gücü kullanarak, hastalarını özgürlükten mahrum etmelerine; sözde hastaları kendilerinden ve toplumu hastalarından korumalarına karşı olduğumu burada yinelemem yeterli olacaktır.

     4) Size göre terapinin temel amacı nedir?

    Terapinin “temel amacına” danışan karar vermelidir: Sorunlarını ve isteklerini danışan tanımlar ve aldığı hizmet için ödeme yapar. Genel olarak, benim amacım danışanı eleştirel öz değerlendirme yapabilmesi için cesaretlendirmektir. (Sokrates’in dediği gibi, “Sorgulanmamış hayat, yaşanmaya değmez.”) Kendini acı verici, kısıtlayıcı ilişkiler veya durumlardan özgür kılma durumu, ancak kişinin bu ilişkiler ve durumlar üzerindeki katkılarının sorumluluğunu üstlenmesiyle ve kendini bunlardan kurtarmasıyla gerçekleşir. Kişiyi değiştirebilecek tek kişi kendisidir.

     5) Terapist olmanın en zor kısmı nedir?

    Sıkıntısı olan bir kişiyi sıkı bir görüşmeye ve insan ilişkisine dâhil etmeye dayanan bireysel psikoterapi, terapistin bu iş için uygun bir mizaca ve hayat felsefesine sahip olmasını gerektirir. Kastettiğim şey, terapistin konuşkan ve tavsiye veren biri olmaktansa; sabırlı, ılımlı ve anlama kabiliyetine sahip biri olması gerektiğidir. Buna ek olarak terapist; “doktoru oynamamalı”, hastaları kendi inançlarına ve değerlerine yönlendirecek çarpıcı “tedavi” arayışına girmemeli, hastaları kendi hatalı davranışları ve tutkularından kurtarmaya çalışmamalı ve finansal kazanç sağlamak veya kendini yüceltmek için hastanın kendisine olan bağlılığını suistimal etmemelidir. Belki de en önemli olan şey, terapistin danışanın kendini özgür kılması için gerekli olan, anlaşmalı bir insan ilişkisi hâline gelmesi gereken terapötik durumu kavraması ve bu duruma değer vermesidir. (Bu bağlamda, Sir Henry Maine’in Ancient Law: Its Connection With the Early History of Society, and Its Relation to Modern Ideas, 1864/1986 isimli klasik bilimsel eserine göz atabilirsiniz.)

    Belirttiğim bu durumlar sağlansa bile; danışanın kendine zarar vermeye eğilimli davranışı karşısında dinginliğini koruması, danışanın alıştığı ve kendisini kısıtlayan durumlara bağlı kalmayı seçmesine müsamaha göstermesi ve özgürleşme yoluna girmeme riskini alması gerekebileceğinden, terapistin görevi kolay veya imrenilecek bir şey olmayabilir.

    Modern psikiyatri, maalesef duruma veya hakimiyet ve itaate dayalı ilişkilere karşı gelmek yerine; sözleşmeye dayalı ilişkilerin temel ahlaki ve politik değerlerine karşı savaş açmıştır. O zamanlar Amerikan Psikiyatri Derneği Başkanı olan Tıp Doktoru Marcia Goin, 2003 yılında “Müteahhitlerle veya araba satıcılarıyla anlaşma yapabiliriz; hastalarla değil.” demiştir. Birçok terapist, danışanlarıyla anlaşmaya dayalı bir ilişki kurmayı reddediyor; bunun yerine, danışanlara patronluk taslıyor, onları “koruyor” ve bu yaptıklarını “yardımseverlik”, “zararsızlık”, “adillik” gibi kendini öven biyoetik sloganlarla haklı gösteriyor.

    Özet olarak, “anlaşmaya dayalı psikoterapi uygulamak”, ne son derece zor; ne de çok kolay. Elbette, konuşma odaklı terapi gibi “sadece konuşmaktan” ibaret değil; başta belirttiğim gibi bir kişinin başka bir kişiye yaptığı veya verdiği anlamda bir “terapi” de değil.

     6) Terapist olmanın en eğlenceli veya ödüllendirici kısmı nedir?

    Terapist olmanın en ödüllendirici kısımları: 1) zeki bir insanla ciddi, derinliğe sahip, özel ve gizli bir ilişki kurmak 2) William James’in dediği gibi “insan deneyimin çeşitlerini” öğrenmek ve 3) bir danışanın, kendi davranışları ve hislerinin sorumluluğunu daha fazla üstlenmesini sağlayarak kendini özgür kılmasına yardım etmek.

    7) Danışanlara terapi ile ilgili vereceğiniz öneri ne olurdu?

    Bir danışman adayına önerim; terapist adayını araştırması, güvenilir olduğunu kanıtlayana kadar ona güvenmemesi ve terapistin onun için ne yapmasını istediğini zihninde netleştirmesi olacaktır. Psikoterapi danışanı veya hastası olmak evlenmek gibidir: Kaçması kaçınılmasından daha zor olan bir tuzak olabilir. Kısacası, özellikle kendinizi öldürebileceğinizi düşünürse sizi kilitleyebileceğinden şüphelendiğiniz terapistlere dikkat edin.

    Bu röportaj serisinde, Amerikan Psikiyatri Derneği başkanı Dr. Nada Stotland, “Kendine zarar vermeye veya intihara meyilli bir hastayla sınırları belirlemek, hastanın kendine zarar vermesinden, sizinle daha sık iletişime geçmesinden, daha umutsuz tehditler savurmasından ve tekrarlanan hastaneye yatışlardan oluşan bir döngüyü başlatma riskine karşı denge sağlamayı gerektirir.” demiştir.

    Hiçbir terapist hastayı zorla “hastaneye yatırma” veya “tedavi etme” seçeneklerinden kaçınmıyor.

    ***

    Yazar Hakkında: Ph. D. unvanına sahip Ryan Howes, klinik psikolog, yazar, müzisyen ve Pasadena, Kaliforniya’da bulunan Fuller Psikoloji Okulu’nda profesördür.

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/in-therapy/200901/seven-questions-thomas-szasz

  • Harville Hendrix ile yedi soru

    İmago İlişki Terapisini bulan Harville Hendrix ile konuştuk.

    Yedi Soru projesi, Sevgililer Günü de yaklaştığı için müthiş bir konuk olan, uluslararası en çok satanlar listesine girmiş Hak Ettiğiniz Aşkı Yaşayın isimli kitabın yazarı ve İmago İlişki Terapisini bulan Dr. Harville Hendrix’i karşılamaktan memnuniyet duyar.

    Harville Hendrix (Ph.D. Chicago Üniversitesi), Ph.D. ünvanına sahip eşi Helen Lakelly Hunt ile birlikte İmago İlişki Terapisini bulmuştur. 30 ülkede, bünyesinde bulundurduğu 2000 İmago terapisti ile eğitim, destek ve tanıtım hizmetleri sağlayan uluslararası kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olan Imago Relationships International’ın kurucu ortağıdır. Harville, çiftler için uluslararası kapsamda terapiler ve seminerler verir.

    Harville ve Helen, Hak Ettiğiniz Aşkı Yaşayın ve uluslararası çok satanlar listesinde yerini alan İstediğiniz Aşkı Elde Etmek ve Ailede İyileştirici Sevgi isimli kitapları da dahil olmak üzere, yakın ilişkiler üzerine dokuz kitabın yazarlığını yapmıştır. Kitapları, 57’den fazla dilde yayımlanmıştır. Hendrix’in yapımcılığını üstlendiği PBS belgeseli, on yedi kere Oprah‘da olmak üzere sayısız televizyon programında ve radyo programında yayınlanmış; belgesel hakkında sayısız uluslararası gazete ve dergide yazılar yazılmıştır. Şimdi ise Psychology Today’de yer alıyor.

    Peki, İmago terapisi nedir ve neden bu kadar popüler? Teori tam anlamıyla, yakın ilişkilerde çekim, çatışma ve iyileşmeyi açıklayan çok yönlü bir modeldir. Imago, tasvir (image) kelimesinin Latincesi olup, çocukluk döneminde bakımımızı üstlenen kişilerin tasvirine tekabül eder. Hendrix, “Beni yeniden bir bütün yapan şey kişinin tasviridir.” der. Çocukluk dönemimizde yarım kalan işleri tamamlamamıza yardım edecek eşler buluruz. Yetişkinlik dönemimizdeki ilişkilerimiz ve çektiğimiz zorluklar bize tanıdık gelir. Çünkü ilişkiler ve zorluklar bize çocukluk döneminde bakımımızı üstlenen kişileri hatırlatır. Bu ilişkiler bize, eski yaraları sarma ve eskiden ulaşamadığımız doyuma ulaşma fırsatı sunar. Fakat bu garanti değil; sadece bir fırsattır. Hendrix,

    bilinçaltımızın, bizi canlı ve bir bütün gibi hissettiren hisleri bize geri verebilecek, çocukken bakımımızı üstelenen kişileri anımsatan kişilere ihtiyaç duyduğunu yazmıştır. Başka bir ifadeyle, eskiden bizi inciten aynı özen ve ilgi eksikliğine sahip kişiler ararız.

    Yani, aşık olduğumuzda ve dünyanın çocukluk dönemimize kıyasla daha iyi bir yer olduğunu gördüğümüzde; eski aklımız bize, sonunda ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek birini bulduğumuzu söyler. Maalesef ne olup bittiğini bilmediğimiz için, yüzeysel düşüncelerimizin altında yatan berbat gerçeği öğrendiğimizde, ilk istediğimiz şey çığlık atarak ters yöne doğru koşmak olur. (Imago web sitesinden)

    Bu popüler teori, milyonlarca kişinin koşarak kitapçılara gitmesine ve binlerce terapistin sertifikalı İmago terapisti olmak için konferanslara akın etmesine neden oldu. Teori ve yöntemin destekçileri, işe yararlığını deneyimlemiş tutkulu klinik uzmanları ve danışanlar olmaya eğilimliler. Paul’un terapisti bile, tedavi için İmago’yu kullanıyor. İmago her yerde.

    David D. Burns, Yedi Soru’dan En Detaylı Cevap Veren Kişi ödülünü kazanırken; Dr. Hendrix, En Kısa ve Öz Cevap Veren Kişi ödülünü kazanıyor. Dr. Hendrix’in cesurca belirttiği terapideki temel amaçlarını (4. Soru) ve terapist olmanın en zor kısmını allayıp pullayarak anlatmayışını (5. Soru) takdir ediyorum. Çift terapisinin modern ustasının kısa ve tatlı cevaplarının keyfini çıkarın ve Sevgililer Gününüz kutlu olsun.

    Harville Hendrix ile Yedi Soru

    1) Eğer yeni bir danışan size “Ne hakkında konuşmalıyım?” diye sorsaydı nasıl cevap verirdiniz?

    Sadece çiftlerle terapi yaptığım için, hayallerindeki ilişkiyi anlatmalarını ister ve onlara ilişkileri “mükemmel” olsaydı ne tür bir evlilikleri olacağını sorardım.

    2) Terapötik süreçte danışanlar için en zor olan şey nedir?

    Kendilerini kabul etmemeyi ve kendilerinden nefret etmeyi bırakıp; kendilerini kabul edip sevmeye başlamak.

    3) Terapistlerin yaptığı terapötik süreci kötü yönde etkileyecek hatalar nelerdir?

    Danışanların, zamanlarının çoğunu kendileriyle ilgili olumsuz düşüncelerle geçirmelerine izin vermek ve çocukluk travmalarını keşfetmek için çok fazla zaman harcamak.

    4) Size göre terapinin temel amacı nedir?

    Peşin hükümlü düşünceleri bırakıp; başkalarıyla sürdürülebilir bir bağ kurmak, sevilmek ve kendini sevmek.

    5) Terapist olmanın en zor kısmı nedir?

    Danışanlar fikir ayrılığı yaşarken uyanık kalmak.

    6) Terapist olmanın en eğlenceli veya ödüllendirici kısmı nedir?

    Sürdürülebilir bir bağ kurmuş ve birbirlerine koşulsuz bir şekilde aşık olan bir çiftin, artık terapiye ihtiyacının kalmaması.

    7) Danışanlara terapi ile ilgili vereceğiniz öneri ne olurdu?

    Etkili bir terapinin kolaylaştırdığı iyileşme ve bütünlük, aşkın hizmetindedir.

    ***

    Yazar Hakkında: Ph. D. unvanına sahip Ryan Howes, klinik psikolog, yazar, müzisyen ve Pasadena, Kaliforniya’da bulunan Fuller Psikoloji Okulu’nda profesördür.

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/in-therapy/200902/seven-questions-harville-hendrix