Kategori: Genel

  • Klostrofobi nedir, belirtileri nelerdir?

    Klostrofobi, sebepsiz bir şekilde, kendisini kapalı kalma veya çıkış bulamama korkusu olarak gösteren ve panik ataklara neden olabilen bir anksiyete çeşididir. Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’na göre (DSM-5), bu rahatsızlık özel bir fobi çeşidi olarak değerlendirilmiştir.

    Klostrofobiyi tetikleyici unsurlar, bir asansörde kapalı kalma, küçük ve penceresiz bir odada bulunma veya bir uçakta seyahat etmek bile olabilir. Hatta bazı insanlar için, dar boğazlı elbiseler giymek bile, klostrofobik hisleri uyandırabiliyor.

    Makalede ele alınacak konular:

    • Klostrofobi nedir?
    • Bulgular ve semptomlar
    • Sebepleri
    • Teşhis-Tanı
    • Tedavi

    Klostrofobi ile ilgili bazı temel noktalar:

    • Klostrofobi, bazı insanları küçük-kapalı alanlarda iken etkiler.
    • Panik hissini tetikleyebilir.
    • Sebepleri arasında dış ve genetik faktörler (ayrı ayrı) yer alabilir.
    • Edinilen çeşitli bilgi ve tedavi seçenekleri ile insanlar bu korkunun üstesinden gelebilir.

    Klostrofobi nedir?

    Klostrofobi kelimesi Latince’den (claustrum) köken alır ve  “kapalı bir alanda zoraki kalma” anlamı taşır. Yunanca’dan gelen phobos kelimesinin anlamı ise “korku” ‘dur.

    Klostrofobi rahatsızlığı olan insanlar, panik ve anksiyete hallerinin tetiklenmemesi için, genelde geniş alanlarda yaşamayı tercih ederler. Metroya binmemeyi, çok katlı bir apartmanda bile asansörü kullanmaktansa merdivenlerden yürümeyi tercih edebilirler.

    Yaklaşık 5% Amerikan vatandaşında klostrofobi görülebilmektedir. Bulgular daha da şiddetli seyredebilmektedir; ancak birçok insan tedavi aramaktan kaçınmaktadır.

    Klostrofobi belirtileri nelerdir?

    Klostrofobi bir anksiyete çeşididir. Belirtiler genellikle çocuklukta veya ergenlikte görülmeye başlar. Kapalı bir alanda bulunmak veya bu durumun düşüncesi; düzgün nefes alamayacak olma, oksijensiz kalma veya sınırlı bir alanda kısılı kalma korkularını tetikleyebilir.

    Anksiyete seviyesi belirli bir seviyeye ulaştığı zaman, kişi şunları tecrübe edebilir:

    • Terleme ve ürperme
    • Hızlanan kalp atışları ve yüksek kan basıncı
    • Baş dönmesi, baygınlık, denge kaybı
    • Ağır kuruluğu
    • Hızlı veya normalden daha fazla soluk alıp, verme.
    • Sıcaklık-ateş basması
    • Karında kelebek uçuşması hissiyatı
    • Bulantı
    • Baş ağrısı
    • Uyuşukluk
    • Boğulma hissi
    • Göğüste darlık, göğüs ağrısı ve zor nefes alıp, verme
    • İdrar yollarında zorlantı
    • Hafıza karışıklığı ve düzensizliği
    • Zarar görme veya hastalık korkusu

    Önemli olan, herhangi bir küçük ve kapalı alanın kişide yarattığı “Bu alanda kısıtlı kalırsam ne olur?” sorusudur. Bundan dolayı kişi oksijensiz kalmaktan korkar.

    Bir anksiyeteyi başlatabilecek kapalı alanlar şöyle örneklendirilebilir.

    • Asansörler veya mağazalardaki soyunma kabinleri
    • Tüneller, apartmanların bodrum katları veya kilerler
    • Tren ve metrolar
    • Döner kapılar
    • Uçaklar
    • Umumi tuvaletler
    • Arabalar, özellikle merkezi kilit sistemine sahip olanlar
    • Kalabalık alanlar
    • Otomatik araba yıkama yerleri
    • Bazı tıbbi tesisler. Örneğin, manyetik rezonans görüntüleme (MRI) cihazları
    • Küçük, kilitli kalınabilir ve penceresi açılmayan odalar.

    Klostrofobinin diğer belirtileri

    • Bir odaya girildiğinde sürekli çıkışı gözlemek ve çıkışa yakın olmak istemek
    • Bir yerde, bütün kapılar kapandığında tedirgin hissetmek
    • Eğlence alanlarında veya kalabalık buluşmalarda kapıya yakın durmak
    • Trafiğin yoğun olduğu zamanlarda araç kullanmaktan veya yolculuğa çıkmaktan kaçınmak
    • Bu her ne kadar zorlayıcı ve uzun da olsa, asansör yerine merdivenleri kullanmak.
    • Klostrofobi aynı zamanda hep aynı ve tek bir yerde kalma zorunluluğundan doğan korkuları da içermektedir.
    • Dolayısı ile bir sırada veya bir ödeme kuyruğunda bekleme zorunluluğu da bir tetikleyici unsur olabilir.

    Klostrofobinin nedenleri nelerdir?

    • Geçmiş yaşantılar (çocukluk deneyimleri vb.) kişinin küçük ve kapalı alanları, bir panik ve olası bir tehlike durumu ile ilişkilendirmesinde sık sık tetikleyici unsur olarak rol oynar.

    Bu etki sahip olan yaşantılar şöyle belirtilebilir:

    • Bir kaza sonucu veya kasıtlı olarak bir yerde kapalı veya kısılı kalmak
    • Çocuklukta yaşanılan taciz ve istismarlar
    • Kalabalık bir alanda aile bireylerinden veya arkadaşlardan ayrı düşmek
    • Bu rahatsızlığa sahip aile bireylerinin varlığı

    Bu anlatılan zamanlarda yaşanılan travmalar kişinin gelecekte yaşanılacak muhtemel ve benzer durumlarla baş etme güdüsünü de etkiler. Bu durum klasik şartlanma olarak bilinmektedir. Kişinin zihni, küçük veya kapalı bir alanı tehlikede hissetmek ile ilişkilendirmesi gerektiğine inanır. Vücut fonksiyonları ise buna bağlı olarak veya farklı bir biçimde tepkisini gösterir. Bu klasik şartlanma aynı zamanda aileden veya akrabalardan da miras olarak alınabilir. Mesela ebeveynlerden birisi kapalı alanda kalma korkusu var ise, çocuk bu davranışı gözlemleyip aynı davranışı geliştirebilir.

    • Muhtemel kalıtsal veya fiziksel faktörler

    Klostrofobiyi açıklayan diğer teoriler:

    • Küçük bir amigdalaya sahip olmak: Bu, beyinde yer alan bir bölümdür ve vücudun korkuyu nasıl işleyeceğini kontrol eder.

    Bir grup araştırmacı açıklamaktadır ki, klostrofobiye sahip insanlar, olası bazı tehlikeleri olduğundan daha yakın algılarlar ve bu onlardaki karşı koyma mekanizmasını tetikler.

    Klostrofobi nasıl teşhis edilir?

    Bir psikolog veya psikiyatr, hastada birtakım semptomlar arar. Bir klostrofobi belirtisi, hastada farklı bir anksiyete ile ilgili konuda görüşüldüğü esnada ortaya çıkabilir.

    Bir psikolojik yardım uzmanı;

    • Hastanın, yaşadığı sorunları tanımlamasını ve yaşadığı zor duyguları  nelerin tetiklediği sorar.
    • Söz konusu bulguların hangi şiddette yaşandığını saptamaya çalışır.
    • Uzman, diğer anksiyete bozukluklarının işaretlerini eleyerek incelemesine devam eder.

    Bazı detayları saptamak için, doktor aşağıdaki şeyleri kullanabilir:

    • Anksiyetenin sebebini anlamaya yardımcı olması için bir klostrofobi formu
    • Anksiyetenin seviyesini anlayabilmek için bir klostrofobi ölçeği

    Spesifik bir fobi türünün saptanabilmesi için bazı belirli kriterler gereklidir. Bunlar:

    • Bir durumun varlığı veya olma ihtimali altında kalıcı, aşırı ve sebepsiz bir korku.
    • Uyarıcıya maruz kalındığında anksiyete yaşanması; bu yetişkinlerde panik atak çocuklarda ise öfke nöbetleri, sıkıca sarılma, ağlama yada üşüme olarak kendini gösterebilir.
    • Yetişkin bir hastanın teşhisi, korkularının algılanan tehlike veya tehditten ayrı olabileceğini göstermiştir.
    • Korkulan obje veya durumdan kaçınabilmek için hesaplar yapma veya aşırı kaygılı bir durumda bu tecrübelerle yüzleşmeye eğilim.
    • Kişinin tepkisi, beklentileri veya gündelik yaşam ile ilişkilere temas etmekten kaçınma veya bu temastan fark edilebilir bir sıkıntı duyma
    • Fobinin 6 ay veya daha fazla devam etmesi
    • Bulgular başka bir zihinsel hastalığa dayandırılamaz, mesela obsesif kompulsif bozukluk (OKB) veya travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) gibi.

    Klostrofobi tedavisi nasıl olur?

    Bulguların takibi ile uzman, aşağıda bahsedilen tedavi seçeneklerinden bir veya daha fazlasını önerebilir.

    Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT): Bilişsel Davranışçı Terapi ile hedef, hastanın zihnin tekrardan eğiterek korkulan mekânın artık bir tehlike teşkil etmediği bilgisini içselleştirmektir. Bu eğitim, belki hastayı dar alanlara maruz bırakarak bu esnada onlara korkularının ve anksiyetelerinin üstesinden gelmek için yardımcı olmak şeklinde olabilir. Korku oluşturan durumlarla yüzleşmek insanların korkularından kurtulmalarına yardımcı olabilir.

    Diğerlerini Gözlemek: Başkalarının korkularının kaynaklarını görerek onlarla etkileşmek, hastalara güven duygusu verebilir.

    İlaç Tedavisi: Antidepresanlar ve sakinleştiriciler belirtileri kontrol altına almada yardımcı olabilir; ancak problemin altında yatan sebebi çözmezler.

    Rahatlama ve Görselleştirme Pratikleri: Derin nefes almak, meditasyon ve kas esnetme hareketleri negatif düşünceler ve anksiyete karşısında yardımcı olabilir.

    Alternatif veya Destekleyici İlaçlar: Bazı destekleyici ve doğal ürünler, örneğin lavanta yağı veya bir “Acil Durum Kürü” hastaya panik ve kaygıyı kontrol altına almada yardımcı olabilir.

    Tedavi genellikle haftada iki seans şeklinde gerçekleşerek 10 hafta civarında son bulur. Uygun bir tedavi ile, klostrofobiyi tedavi etmek mümkündür.

    Klostrofobinin üstesinden gelmek için tüyolar

    Bazı stratejiler insanlara klostrofobinin üstesinden gelmeleri için yardımcı olabilir. Bunlar:

    • Eğer bir atak başlar ise yerinden kıpırdamadan durmak. Eğer taşıt kullanıyorsanız, kenara çekip semptomlar geçene kadar beklenebilir.
    • Kendine, korkutucu düşüncelerin ve diğer yaşanılan hislerin geçeceğini hatırlatmak
    • Tehdit oluşturmayan başka bir şeye odaklanmak, örneğin diğer insanlarla vakit geçirmek
    • Yavaşça ve derinden nefesler almak, her nefeste üçe kadar saymak
    • Kendine bunun gerçek olmadığını hatırlatarak korkuyla yüzleşmek
    • Güzel sonuçları ve görüntüleri hayalinde görselleştirmek
    • Stresin üstesinden gelmek için uzun dönemde uygulanacak stratejiler; yogaya başlamak, egzersiz yapmak veya bir aromaterapi masajına kaydolmak olabilir.
  • Aile danışmanlığı nedir?

    Bu metin, Beylikdüzü’nde aile danışmanı arayanlar için bir rehber niteliğindedir. Yazıda, “Aile danışmanlığı nedir?”, “Aile danışmanı kimdir, ne yapar?” sorularının cevaplarını bulabileceksiniz.

    Aile danışmanlığı, bazı kaynaklarda çift veya evlilik danışmanlığı olarak da kullanılmakla birlikte, aslında, çocuk ve anne-babayı içine alan bir psikolojik danışmanlık türüdür. Bu yazıda çocukların da dahil olduğu aile danışmanlığı ele alınacaktır.

    Aile danışmanlığı nedir?

    Aile danışmanlığı, aile danışmanlığı alanında eğitim almış uzman kişi tarafından verilen, aile bireyleri arasında yaşanan problemlere farklı bakış açıları sunan, sorunların çözümü için aile üyelerinin daha doyum verici ilişki kurabilmelerini sağlayan bir danışmanlık hizmetidir.

    Aile danışmanlığı sürecinde aile danışmanı, tüm aile üyeleriyle birlikte görüşür. Söz konusu görüşmelere, bazı durumlarda, anne-baba ve çocuklarla birlikte, büyükanne, büyükbaba, teyze, amca vb. de dahil edilebilir.

    Aile danışmanı, bireyin psikolojik dinamiklerinden ziyade, ailenin psikolojik dinamikleri üzerinde durur. Bireyin iç dünyasında olan bitenlerden ziyade, aile üyeleri arasında olan bitenlere odaklanır.

    Aile danışmanlığı için ben şu tanımı öneriyorum: Aile danışmanlığı, aile ilişkilerini, aile üyeleri için daha doyum verici hale getirmek amacıyla gerçekleştirilen profesyonel bir yardım sürecidir.

    Aile danışmanı kimdir?

    Aile danışmanı, öncelikle uygun lisans bölümünden -psikoloji, psikolojik danışmanlık, psikiyatri, çocuk gelişimi, sosyal hizmet- mezun olmalı ve bunun üzerine uygun eğitimi -aile danışmanlığı yüksek lisans veya sertifikasyon- almış olmalıdır.

    Aile danışmanı, çok genel bir ifade olarak, aile danışmanlığı yapabilecek yeterlilik ve yetkinliğe sahip meslek erbabıdır.

    Aile danışmanı hangi alanlarda destek sunabilir?

    • Eşler arasında görülen ilişki problemleri
    • Ebeveyn-çocuk arasında görülen ilişki problemleri
    • Çekirdek aile-kök aile (üst kuşak) arasında görülen ilişki problemleri
    • Aile içi çatışmalar
    • Aile içi iletişim problemleri
    • Aile içi şiddet
    • Boşanma süreci ve sonrasında yaşanan problemler
    • Ailede yaşanan önemli değişiklikler (Şehir değişikliği, iş kaybı, aileye yeni bir üyenin katılımı, aile üyelerinden birinin evden ayrılması, ciddi sağlık problemleri, ölüm gibi)
    • İkinci evlilikler (Eşlerden birinin veya ikisinin de ikinci evliliği yaptığı durumlar, üvey anne-baba-kardeş ile ilgili konular)
    • Ebeveynlerin eşleri veya çocukları ile daha kaliteli ilişki kurma isteği

    Aile nedir?

    Aile danışmanlığını ele almadan önce, bir kavram olarak aileyi tanımlamak gerekebilir.

    Geleneksel olarak, anne-baba ve çocuklardan oluşan birim olarak tanımlanan aile, her üyenin birbirine karşı belirli yükümlülükleri olduğu ve ortak bir alanı paylaştığı birincil sosyal kurumdur.

    Aile, kendini aile olarak tanımlayan ve birbirine karşı belirli sorumluluk ve görevleri üstlenen iki veya daha fazla kişiden oluşur. İnsan, bazı özel durumlar dışında bir aile üyesi olarak dünyaya gelip yaşamının büyük bir kısmını bir aile içinde geçirir. Bu nedenle, insanın yaşamı boyu karşılaştığı birçok sorun, bulunduğu aileden önemli ölçüde etkilenir.

    Aile, kan bağı, evlilik, evlat edinme veya yakın arkadaşlık yoluyla oluşan üyeleri kapsayabilir. Aile yapısı nasıl oluşursa oluşsun, aşağıda sayılan özellikler birçok aile için geçerli olabilir:

    Aile, çoğu zaman farklı kuşaklardaki bireylerden oluşur.

    Aile, çocuklar, anne-babalar, büyükanne-büyükbabalardan oluşur. Her bir kuşak bir sonraki kuşağa aile ile ilgili aktarımlarda bulunur ve birbirini etkiler. Farklı kuşaklardan her aile üyesinin katkısı ile aile zenginleşmektedir. Örneğin büyükanne-büyükbaba bilgelik adına önemli bir kaynak oluşturabilir veya anne-baba ailenin genç üyelerine model oluşturabilir. Aileyi oluşturan her bir üyenin kendi gelişimsel görev ve gereksinimleri karşılandığında, aile daha rahat ve uyumlu bir şekilde gelişir.

    Aile, üyesi olan yetişkinlerin her birinin kendi tarihini içinde barındırır.

    Ailedeki her bir bireyin farklı inanç, değer ve tutumları ile geçmişten getirdiği deneyimleri, her aile üyesini büyük ölçüde etkilemektedir. Bu inanç, değer, tutum ve deneyimler diğer aile üyeleri için farklılaşmakta veya ortaklaşmaktadır. Çocuk büyüdükçe aileden devraldığı değer, inanç ve tutumlardan bazılarından hoşlanmayabilir. Ancak çocuk bunu yok saymaya çalışsa da bu değerler bir şekilde onun parçası haline gelmiştir.

    Aile, üyesi olan yetişkinlerin her birinin kendi tarihinden etkilenir.

    Çocuğa fiziksel, duygusal ve entelektüel bir çevre sağlayan aile, bu çevre ile çocuğun gelecekteki yaşamında dünyaya bakış açısını etkilemektedir. Ailedeki yetişkinlerin kişisel hikayesi, çocuğun nasıl yetişeceğini, ailenin nasıl gelişeceğini ve ailenin bütün olarak nasıl bir işlev göreceğini etkiler. Ailenin sağlıklı işlev göstermesi, öncelikle, ailedeki yetişkinlere bağlıdır.

    Çocuk odaklı aile danışmanlığı

    Çocuklar, duygusal ya da sosyal sorun yaşadığı zaman aileleri ya da bakım veren kişiler tarafından terapiye getirilirler.

    Çocuğun kabul görmeyen davranışları, ailenin diğer üyelerini de etkiler. Ancak çocuğun bu kabul görmeyen davranışları zaten genellikle çocuğun en çok zaman geçirdiği çevre ile ilişkilidir.

    Ailenin, çocuğun yaşamını duygusal ve sosyal açıdan doğrudan etkilediği açıktır. Bu nedenle çocuğun davranışlarını anlamak için aile etkileşimlerine ilişkin bilgi edinme ve gözlem ile aile sistemine ilişkin veri toplanarak bunların ne ölçüde çocuğun duygusal ve davranışsal sorunlarına katkıda bulunduğu incelenmelidir.

    Çocukta sorunlu davranış olduğu durumlarda, çocuk ile bireysel görüşülmesi yeterli olmayabilir. Bazı durumlarda çocuk etiketlenmiş veya günah keçisi ilan edilmiş olabilir. Ailenin çocuğun yaşamını birincil olarak etkileyen kurum olması sebebi ile çocukla çalışırken sürece aileyi de dahil etmek ve bu süreci aile danışmanlığı çerçevesinde ilerletmek, daha etkili sonuçlar sağlayabilir.

    Bu süreçte ailedeki üyeler düşünce, inanç ve davranışlarında değişim yaratmak için kendi ihtiyaçlarını fark ettikçe çocukta da değişim başlayabilir.

    Aile danışmanlığında kullanılan temel kavramlar

    Aile danışmanlığı sürecinde dikkat edilmesi gereken bazı temel kavramlar vardır. Aile danışmanının bunlara dikkat etmesi ailenin dinamiğini anlamasını ve yönünü belirlemesini sağlar. Aşağıda bu kavramlardan önemli olarak görülenlerden bazıları açıklanmıştır:

    Kurallar: Kural, ailede kararlı bir sistem için üyelerin etkileşimini düzenleyen açık veya örtük sözleşmedir.

    Ailelerde hangi davranışların kabul edilip hangilerinin edilmeyeceğine yönelik gizli ya da belirgin kurallar vardır. Kuralların genellikle ailenin değerler sistemine göre düzenlendiği görülür.

    Aile içinde kurallar belirsiz, tutarsız, katı vb. olabileceği gibi hiç kural olmadığı durumlar da olabilir. Aile danışmanlığı sürecinde, ailede işlevsel olmayan kuralların fark edilip değiştirilmesi hedeflenir.

    Roller: Ailenin oluşturduğu normlar ve beklentiler ile pekiştirilmiş, kişinin bireysel olarak belirlediği davranış örüntüsüdür.

    Her aile üyesinin belirli rolleri vardır ve bu role uygun davranması beklenir. Aile danışmanlığı sürecinde aile üyelerinin hangi rollere sahip olduğu gözlemlenebilir. Bazı durumlarda roller birbiri içine geçmiş olabilir veya bir aile üyesi diğer bir aile üyesinin rolünü de üstleniyor olabilir. Bu gibi durumlara dikkat etmek gerekir.

    Sınırlar: Ailenin etkileşimlerini belirleyen yazılı olmayan kurallardır. Ayrıca etkileşimi düzenleyen kuralları da içeren, bireyi ve ailenin bütünlüğünü koruyan ve artıran duygusal bariyerler olarak da adlandırılabilir. Bazı aileler daha gevşek bazıları ise daha katı sınırlara sahip olabilir.

    Gevşek sınırlar, çok geçirgen olmaları nedeniyle aile üyelerinin birbiriyle fazla iç içe geçmesine yol açar. Bu tür ailelerde, bireyler birbirine aşırı yakın olup sınırları neredeyse yoktur.

    Katı sınırlar söz konusu olduğunda ise, alt sistemler arasındaki bilgi akışı en az seviyededir ve buna bağlı olarak aile üyeleri arasında kopukluk yaşanır. Üyeleri arasındaki iletişim az ve duygusal uzaklık fazladır. Özerklik düzeyi yüksektir ancak ait olma duygusu düşüktür.

    Uygun sınırlar ise, aile sisteminin güçlenmesini sağlar ve işlevsel olmayan davranış kalıplarını engeller.

    Süreç: Aileler genellikle süreç yerine içeriğe odaklanır.

    İçerik, oturumda tartışılan somut konular yani danışma sırasında konuşulanlardır. Süreç ise içerik olan konuların nasıl tasvir edildiği ve kişilerarası dinamik ve davranış örüntüleridir. Örneğin çocuğun okul performansı, arkadaş seçimi, eve giriş çıkış saatleri vb. ailedeki tartışmaların içerik konularıdır. Danışmanın herhangi bir anında hangi konu olduğuna bakılmaksızın bu konuların tartışma süreci aynıdır. Süreç, ailede temel olarak tekrarlanan işlevsel olmayan problem çözme örüntüsünün nasıl olduğunu gösterir.

    Aile danışmanına gelen aileler genellikle içeriğe odaklanırlar. Boşanma, çocuğun okul sorunları, aile üyelerinden birinin depresyonu gibi içerik sorunları ile gelirler. Aile danışmanı bu sorunların içeriği üzerine konuşur ancak bu sorunları çözmeye çalıştıkları süreci düşünür.

    Örneğin, çiftin çocuğun okulda yaşadığı bir sorun üzerine tartıştığı sırada danışman anne-babanın idareyi ellerinde nasıl tuttuklarına ve birbirlerini destekleyip desteklemediklerine bakar. Bunun yerine onlara sorunu nasıl çözeceklerini söylerse, danışman süreç yerine içerik üzerine çalışıyor demektir. Bu durumda sorun çözülmüş gibi görünse de anne babanın karar verme, problem çözme süreçlerinde ilerleme kaydedilmemiş olacaktır ve aileye daha iyi işleyen bir sistem olma yolunda yardımcı olamayacaktır. Bu yüzden aile danışmanının içeriğe (aile üyelerinin ne konuştuğuna) değil, iletişim sürecine (nasıl konuştuklarına) odaklanması ve aileye de bu yönde farkındalık kazandırması önemlidir.

    İletişim Örüntüleri: Aile içindeki iletişimin nasıl gerçekleştiğini ifade eder. Ailenin sözel ve sözel olmayan etkileşimleri aile örüntülerinin kalbi niteliğindedir.

    Aile içinde kimin kiminle konuştuğu, birbirleri ile konuşup konuşmadıkları, sen-ben dilinin nasıl kullanıldığı, tartışmalarda hakimiyetin kimde olduğu, tartışmalar sırasında ne tür kelimelerin kullanıldığı, tartışmalara nasıl bir tutumun hakim olduğu, aile üyelerinin birbirlerini dinleme becerileri vb. ailedeki sözel davranışların oluşturduğu iletişim örüntüleridir. Aile üyelerinin konuşurken kullandıkları göz teması, baş sallama, jest ve mimikler, birbirleriyle ilişkilerine göre oturma düzenleri, birbirlerinden kaçınma davranışları, aralarındaki fiziksel temas ve bu temasın niteliği (rahatlatıcı, zoraki vb.) ise sözel olmayan davranışların oluşturduğu iletişim örüntüleridir. İletişim örüntüleri aile danışmanına aile hakkında önemli bilgiler verir.

    Üçleme: İki kişi arasındaki bir çatışmaya birini daha dahil etmektir. Anne ve babanın bir çatışma sırasında çocuğu; çocuk ve ebeveynlerden biri arasındaki bir çatışmada ise diğer ebeveynin olaya dahil edilmesi ile üçleme oluşturulabilir.

    Ailede çocuğun üçlemeye dahil edilmesi sık görülen durumlardandır. Eşler birbirleri ile çocuk üzerinden tartışırlar. Bu gerçek problemlerin konuşulmadığı örtük bir evlilik çatışmasıdır. Aile çocuğun davranışı için birbirlerini suçlarken aslında ayrılık ile sonuçlanabilecek konular saklı kalır veya yanlış tarafa çevrilir. Eşler arasındaki çatışmayı karı-koca rolleri yerine anne-baba rolleri üzerinden tartışır. Aile danışmanı tarafından bu tür üçlemelere dikkat edilmesi önemlidir.

    Günah Keçisi: Ailede işlevsel olmayan üçlemelerin neden olduğu acının, aile üyelerinden yalnızca birinin üzerine yıkılması durumudur.

    Üçlemede genellikle çocuk buna dahil edildiği için ailede günah keçisi de genellikle çocuk seçilir. Aile, “Eğer o böyle davranmasaydı daha iyi olurduk.” diye düşünür. Bazı durumlarda da eşlerden biri diğerini suçlayarak aynı şeyi söyleyebilir. Tüm stres, hayal kırıklığı ve öfke günah keçisi olarak seçilen aile üyesine yöneltilir.

    Ailede günah keçisi olarak seçilen bu kişi, bazen bu durumu içselleştirir ve bir süre sonra gerçekten buna uygun olarak davranmaya başlayabilir.

    Güç: Diğerlerini etkileyebilme becerisidir. Aile içinde gücün hangi üyelerde olduğuna, bunu nasıl elde ettiklerine, nasıl koruduklarına ve diğer üyeler üzerindeki etkilerine bakılır. Örneğin otoriter bir baba diğerleri üzerinde baskı kurma yoluyla ailede gücü temsil ediyor olabilir. Bazı durumlarda ise bir ergen isyan edip diğerlerini özerkliğini elde edebilir. Olaylar karşısında bir şey yapmayıp sessiz kalan bir anne de değişime direnç gösterip mevcut durumu sürdürme gücüne sahip olabilir.

    Mahremiyet: Bu kavram aile içinde üyelerin bireysel sınırlarını korurken aynı zamanda diğer üyelere karşı ilgili olması ve onlarla bağ kurabilmesi ile ilgilidir.

    Her birey diğerine karşı yakınlığını farklı şekilde ifade edebilir. Örneğin biri dokunup sarılarak ifade ederken kimi sözlerle, bir diğeri davranışları ile ifade eder. Ailedeki bireylerin mahremiyet tarzını anlamak aile danışmanına müdahale sürecinde yardım eder.

    Aile danışmanlığı süreci

    Aile bireylerinin aileye ilişkin algılarını paylaşmak

    Ailedeki her bir birey olayları kendi objektifinden bakıyormuş gibi farklı açılardan görür. Çocuktaki sorun davranış nedeniyle yapılan bir aile danışmanlığı düşünelim. Ailenin çocuğun sorununu aile içinde nasıl bir yer tuttuğunu fark edebilmesi için aile üyelerinin aileyi nasıl bir objektiften gördüğünü anlamak gerekir. Bunun için başlangıçta öncelikle her bir aile üyesinden aileyi tanımlaması, ailenin işlevine ilişkin bakış açısını paylaşması istenerek aile üyeleri arasındaki farklılıklar görülebilir. Bu süreçte çocukta görülen sorun davranışın sürmesine veya katkısına yol açan aile içi etkileşim örüntüleri de görülebilir.

    Aile danışmanlığında her bir aile üyesinin bireysel bakış açılarını aktarmaları teşvik edildiğinde tüm aile, diğer aile üyelerinin aileyi nasıl gördüğünü öğrenir. Böylece olaylara sadece kendi objektifinden bakmaz, diğerlerinin bakış açılarından da bakmaya başlar. Bu süreçte aile üyeleri diğerlerine katılmayabilir ya da kendi açıklamalarını gözden geçirebilirler. Bazı durumlarda ise bu durum aile üyelerinin birbirine karşı daha empatik olmasını ve diğer aile üyesine ilişkin aklına gelmeyen bazı düşünce ve duygularını fark etmesini sağlayabilir. Bu süreçte her bir aile üyesinin aileye ilişkin bakış açısını belirtmesi ve anlattıklarının diğerleri tarafından kesilmeden dinlenmesi önemlidir. Aile danışmanı herkese eşit süre vererek her aile üyesini dinlemelidir.

    Geribildirim verilmesi

    Aile danışmanı aileye ilişkin algısına dair geribildirim vererek sürece yardımcı olur. Bu süreçte aile danışmanının yansız, önyargısız ve şeffaf olması önemlidir. Aile danışmanının geri bildirimi aileye, aile ile ilgili ek bir resim sunar ve farklı bir gözden nasıl göründüğünü görmelerini sağlar. Aile bunu kabul edebilir veya reddedebilir. Ancak reddetse bile aile, yeni bir bakış açısı kazanır ve bu aile üyelerinin kendi bakış açılarını gözden geçirmesine yardımcı olur, aile üyelerine farkındalık kazandırır. Aileye geribildirim verirken aile danışmanı ailenin kaynaklarını ve yeterliliklerini ön plana çıkarması, aile üyelerinin bireysel açıdan güçlü olan yönlerine vurgu yapması önemlidir. Ayrıca görüşmelerde fark edilen süreçlere ve etkileşim örüntülerine ilişkin yorum yapmak da oldukça önemlidir.

    Farkındalığın arttırılması

    Aile mevcut aile sistemine ilişkin etkileşim örüntülerini fark ettikçe yeni iletişim örüntüleri deneyerek değişim için fırsat yaratır. Aile üyeleri farkındalıkları arttıkça yanlış ve işlevsel olmayan duygu, düşünce ve davranışlarını yenileri ile değiştirmeye başlar. Bu yeni iletişim örüntüleri de aile üyelerinin sürece katılma ve süreçten hoşlanma olasılığını artırır. Ailenin farkındalığı sürecinde aile üyeleri diğer üyeleri nasıl gördüğünü, aile ilişkileri sırasında nasıl hissettiğini ve nasıl bir aile ilişkisi istediğini ifade etme fırsatı bulur. Ailenin farkındalığı ile başlayan değişimlerin süreç içinde mutlaka altı çizilip yeni değişimlere teşvik edilmelidir.

    Aile danışmanı hangi teknikleri kullanır?

    Bu başlık altında aile danışmanlığında kullanılan tekniklerinden bazıları açıklanmıştır. Ancak bunların dışında da aile danışmanlığında kullanılan farklı teknikler bulunmaktadır.

    Yaşam hikayesi alma

    Ailenin nasıl kurulduğunu, ne zaman kurulduğunu, nasıl bir araya geldiğini, nasıl tanıştığını, ne yaptığını, çocuklarının olup olmadığını, eğer varsa nasıl dünyaya geldiğini vb. sorarak aileyi yakından tanıma imkanı bulunur. Bu teknikte dikkat edilmesi gereken husus ailelerin hangi konuları anlatırken ne tür tepkiler verdiğine odaklanılmasıdır. Hangi konuyu anlatırken daha mutlu olduğu, hangi konuyu anlatırken daha gergin olduğu, hangi konuda aile üyelerinin birbirine daha yakın veya daha uzak durduğu vb. sözlü olmayan tepkilerine dikkat edilmelidir. Aile üyelerinin bu tepkileri bazen aile danışmanına anlattıklarından daha çok bilgi verebilir.

    Genogram (aile/soyağacı) tekniği

    Genogram, en az üç nesli gösteren bir çeşit aile ağacı çizimidir. Bir genogram oluşturmak için şu üç basamak yerine getirilmelidir:

    (1) aile yapısının bir haritasını çıkarmak (ayrıntılarını belirlemek),

    (2) aile bilgilerini kaydetmek ve

    (3) aile ilişkilerini tanımlamak.

    Aile ağacından ziyade bir genogram, birkaç nesil boyunca karmaşık aile yapılarının grafiksel olarak gösterilmesidir ve süreçte problemli davranışlar, daha geniş aile sistemlerinin içeriğine yerleştirilir. Bu teknik ile karmaşık aile ilişkilerinin kısa yoldan tanımlanmasının yanı sıra tüm aile pratik bir şekilde ele alanabilir. Böylece aile sistemi içerisinde var olan davranış örüntülerini, rolleri ve ilişkileri analiz etmeye imkan verir. Ayrıca genogram oluşturulurken, ailenin danışmanlığa gelmesine neden olan endişe verici konulardan farklı bir basamak olduğu için, aile üyelerinin kaygısı azalır ve genogram aileyi aile danışmanı ve diğer aile üyeleri ile iş birliği yapmaya teşvik eder.

    Derecelendirme tekniği

    Bu teknikte danışmaya gelen aile üyelerinden, danışmaya gelmelerine sebep olan problemi 10 üzerinden değerlendirmeleri istenir. 10’ a yaklaşıldıkça problemin şiddetli olduğu anlaşılırken, 1’e yaklaşıldığında ise problemin az olduğu anlaşılır. Bu yol ile aile üyelerinin problemi hangi boyutta gördüğünü anlama fırsatı elde edilir. Burada amaç yaşanan problemin öneminin somutlaştırılmasıdır. Bu teknik danışmanlığın ilerleyen dönemlerinde tekrar edilerek ailenin ilk günden bugüne geçirdiği değişimin de somut olarak görülmesini sağlar. Ayrıca bu aile üyeleri için motive edici olur. Aile üyelerinin  kendisindeki değişimi görmesi bu sürece olan inancını da etkiler.

    Ev ödevleri

    Aile danışmanı görüşmeler arasındaki süreyi aileye bırakmak yerine, süreci ev ortamında da sürdürmeyi destekleyebilir. Ev ödevleri, aile içerisinde beceri oluşturmaya ya da özel davranışlar göstermeye yönelik olmaktan çok, belirli isteklerle ilgili olabilir. Aslında ev ödevlerinde güçlü bir davranışsal yönlendirmede yer almaktadır. Ailenin problemine veya ihtiyacına yönelik olarak daha kolay yapabileceklerinden daha zor olana doğru izlenecek bir sırayla aileye ev ödevleri vermek aile danışmanlığı sürecinin daha verimli geçmesini sağlayacaktır. Örneğin aile içerisindeki rollerle ilgili sıkıntılar yaşan bir aile görüşmeye geldiğinde onlardan, diğer oturuma kadar aile üyelerinin yapmakla sorumlu oldukları ev işlerinin bir listesini yapmaları istenebilir. Bulaşık ve çamaşır yıkama,  alışverişe gitme, çocuğun kendi odasını toplaması gibi işler örnek verilebilir. Daha sonra aile üyelerinin bunları kendi aralarında konuşması ve bir iş bölümü yapması istenebilir.

    Başka bir örnek vermek gerekirse aile içi iletişim problemleri olan, birbirleri ile tartışma dışında konuşamayan bir aile düşünün. Bu aile ile hep birlikte keyif alarak yapabilecekleri ortak bir aktivite keşfedilip belirli zamanlarda bunu yapması istenebilir. Aileye verilen bu ev ödevleri ve neler yaptıkları konusu görüşmeler sırasında konuşulur.

    Yeniden tanımlama

    Ailede problem olarak görülen durumun ailede mantıklı veya mantıksız da olsa bir işlevi vardır. Örneğin, okul fobisi olan bir çocuğun durumunda, çocuğun davranışının sebebi dikkati kendi üzerinde toplayarak, ebeveynlerinin evliliğini bir arada tutma çabası olabilir. Buna ikincil kazanç da denilebilir. Aile danışmanı ailede görülen sorunu yeniden tanımlayarak bunu ortaya çıkarabilir.

    Döngüsel sorular

    Döngüsel soru, A’nın B’ye ilişkin duygu, düşünce ve aldılarını üçüncü bir kişi olan C’ye sorma yoluyla gerçekleşir. Aile danışmanın sorduğu döngüsel sorular aileyi doğrusal düşünmenin dışına çıkarır. Çünkü genellikle aile üyeleri ‘Benim bu davranışımın sebebi o çünkü böyle yaptı.’ diye düşünür. Yani diğerini suçlama eğiliminde olup soruna doğrusal bir nedensellik ile bakar. Ancak hayatta her şey neden-sonuç ilişkisine bağlı değildir. Her bir aile üyesinin davranışı diğerini karşılıklı olarak etkiler. Aile danışmanı döngüsel sorular sorarak aile üyelerinin tekrar eden düşünce şekline farklı bir bakış açısı ile bakmasını sağlar. Probleme yönelik nedenlerden çok iletişim biçimlerine odaklanılmasını sağlar.

    Aile heykeli

    Aile heykeli oluşturma, aile ilişkilerin nasıl olduğunu düşünüyor ve hissediyorsa ya da o anda ailenin nasıl olmasını istiyorsa aile üyelerinin ilişkilerini, sınırlarını ve diğer aile dinamiklerini göstermek amacıyla sahne üzerindeymiş gibi yapılan bir tekniktir. Bu teknik, var olan ilişkileri gösterme veya iletişim örüntülerini değiştirme ve aile ilişkilerini yeniden yapılandırma olarak kullanılabilir. Geçmiş, şimdi ve gelecek üzerine yorum yapma imkanı verir. Geçmişte ilişkilerin nasıl yaşandığı, aile üyelerinde şuan ne gibi değişikliklerin yaşandığı, gelecekte danışanla ne gibi değişiklikleri gerçekleştirmek istedikleri, bunlarla ilgili duyguları konuşabilme fırsatı verir.

    Yeniden çerçeveleme

    Bu teknik aile üyelerininn şikayet ettiği davranışlar hakkında alternatif düşünebilmek, mantıklı başka bir açıklama yapabilmek ya da aile üyeleri arasındaki ilişki örüntülerinde değişim oluşturabilecek daha çok olasılığı keşfedebilmek için kullanılır. Aile danışmanı aile üyelerine önce sorun olarak dile getirdikleri durumla ilgili başka mantıklı açıklamalar yapmasını isteyip soruna yeni bir bakış açısıyla bakma imkanı sağlayabilir. Bu süreçte aile bir duruma yeni bir anlam yükleyebilir ve bu sayede alternatif davranış şekilleri keşfedebilir. Yeniden çerçevelendirme mevcut durumu değiştirmez fakat duruma ilişkin algıyı değiştirerek değişime olanak sağlar.

    Aile danışmanlığı neden önemlidir?

    Aile danışmanlığı, çocuğun veya anne/babanın yaşadığı sorunların aile bağlamı içinde nasıl yer aldığını görebilmeyi sağlar. Ayrıca ailenin, çocuğun veya anne/babanın davranışlarını sürdürmesine nasıl katkıda bulunduğunu yani ailenin bu süreçteki işlevini görmemizi sağlar. Aile içindeki davranış ve etkileşimlerin aile üyelerini nasıl etkilediğini anlamak önemlidir. Aile danışmanlığı ile tüm bu süreçler aile üyeleri tarafından fark edilir.

    Aile danışmanlığı süreci aile üyelerinin her birini doğrudan veya dolaylı olarak kendi davranışlarını, düşüncelerini ve algılarını gözlemleyip tanımlamasına yardımcı olur. Böylece aile üyeleri kendine yardımcı olacak yeni davranış, düşünce ve algı geliştirmeye başlar.  Aile, sorunlarını çözebilmek için aile sistemine ilişkin kaynaklarını keşfeder. Her bir bireyin kendine ve ailesine ilişkin zihnindeki tablo değişir.

    Aile danışmanlığı sonrasında aile üyelerinin duygu, düşünce ve davranışlarında olumlu değişimler sağlanır, aile üyelerinin ve ailenin bir bütün olarak güven duygusu gelişir ve aile danışmanlığından sonraki süreçte sorunlarını kendileri çözebilecek düzeye gelirler. Bu yazıda aile danışmanlığının aile üzerindeki etkilerinin önemi görülmektedir.

    Her aile, yaşamı boyunca bazı zorluklarla karşılaşır. Bunlardan bazıları ile daha kolay baş edebilirken bazıları ile daha zor baş edebilir. Bazı durumlarda ise bu sorunla baş edemez ve ailede çatlaklar oluşur. Bu durum normal olup her ailenin başına gelebilir. Bu durumu kabul edip süreci daha kolay geçirmek ve aile ilişkilerinizin kalitesini artırmak için lütfen aile danışmanlığı hizmeti almaktan çekinmeyin.

    Referanslar

    Duyan, V. (2016). Sosyal Hizmet Temelleri, Yaklaşımları ve Müdahale Yöntemleri. Ankara: Sosyal Çalışma Yayınları.

    Geldard, K., ve Geldard, D. (2016). Çocuk Psikoterapisi (2. Baskı). Erden G. ve Kudiaki Ç. (Ed., Çev.). Ankara: Türk Psikologlar Derneği Yayınları.

    Gladding, S. T. (2015). Aile Terapisi Tarihi, Kuram ve Uygulamaları (5. Baskı). Keklik İ. ve Yıldırım İ. (Ed., Çev.). Ankara: Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği.

    Nichols, M. P. (2013). Aile Terapisi, Kavramlar ve Yöntemler (1. Baskı). Gündüz O. (Ed., Çev.). İstanbul: Kaknüs Yayınları.

    Worden, M. (2013). Aile Terapisi Temelleri. (3. Baskı). Akbaş T. (Ed., Çev.). Adana: Nobel Kitabevi.

  • Öfke nasıl kontrol edilir?

    Öfke, tıpkı gülmek, sevinmek, mutlu hissetmek gibi günlük yaşamda hissedilen sıradan duygulardan biridir. Ancak öfkenizi kontrol edemediğiniz durumlarda bu sıradan duygu, farklı bir hal alır ve sizin için zararlı olmaya başlar. Kontrolünü sağlayamadığınız öfke, sizi kontrol etmeye başlar. Daha sonrasında bu durum ilişkinizi, iş hayatınızı ve sağlığınızı etkileyebilir. Şunu asla unutmayın, öfkenin kendisi bir problem değildir.

    Öfkenin yapısını anlayabilmemiz için ilk olarak öfkenin bizler için ne gibi yararları olduğuna değinmek gerekmektedir. Evet yanlış duymadınız. Öfke biz insanlar için yararlı bir duygudur. Öfkeyi problem haline getiren, onu kontrol edebilmeniz ya da kontrol edememenizdir.

    • Öfke tamamen, insanı insan yapan, temel bir duygudur.
    • Öfke sizi tehdit eden bir durumla karşılaştığınızda hayatta kalmanızı sağlayacak tepkiler oluşturur.
    • Öfke, daha verimli çalışmanız için bir motivasyon kaynağıdır.

    Aslında doğru bilinen bir yanlış olarak, öfkenin sadece kötü bir duygu olmadığını unutmamanız gerekmektedir. Bu nedenle öfkeyi , olumlu öfke ve olumsuz öfke olarak ikiye ayırmamız doğru olacaktır. Makalemizin ana konusunu oluşturan olumsuz öfke kavramına gelelim. Öncelikle Olumsuz öfkeyi anlayabilmemiz için o sırada neler yaşadığımızı bilmemiz gerekmektedir.

    Olumsuz öfke anında şunlar yaşanmaktadır:

    • Kaslarda gerginlik
    • Baş dönmesi
    • Hızlı nefes alıp verme
    • Kalp ritminde artış
    • Yoğun terleme
    • Yüzde kızarıklık ve yanma hissi
    • Mide bulantısı

    Gördüğünüz gibi kontrol edilemeyen bir öfke anında, kişi yoğun olarak fiziki semptomlar yaşamaktadır. Öfke anında çoğu kişi, düşüncelerini ve duygularını gözden kaçırmakta, hatta bu fiziki semptomların da farkında olmamaktadır. Çoğu kişi sinirlendiğinde o an hiçbir şey düşünemediğini söylemektedir. Bu durum da kişinin kontrol edemediği öfkesinin aslında kişiyi kontrol ettiğini göstermektedir.

    Bir kişinin öfke kontrol problemine sahip olduğunu gösteren detaylar şöyledir:

    • Öfke anında sakinleşmekte yaşanan zorluk
    • Yaşanan küçük bir olayın çok ciddiye alınması ve büyütülmesi(birinin yolda yanlışlıkla size çarpması, arkadaşınızın farkında olmadan verdiği bir yanıt, trafikte arkadaki arabanın size korna çalması)
    • Evdeki eşyaların(cep telefonu, vazo vs.) fırlatılması ve kırılması
    • Kişinin sakinleştikten sonra, yaptıkları için pişman duyması ve bu durumun bir döngü halinde devam etmesi.

    Tüm bu sayılan özellikleri aslında kişinin öfkesini kontrol etmekte yoğun bir güçlük yaşaması olarak özetleyebiliriz. Yazımızda size yansıtmak istediğimiz şey öfkenizi göz ardı etmeniz değildir. Sizi öfkelendiren konuları kesinlikle küçümsemiyoruz. Sizi öfkelendiren şeyler birer gerçektir. Ancak önemli olan sizi öfkelendiren konulara karşı bir bakış açısı kazanmanız ve onunla baş edebilmenizdir.

    Öfke nasıl kontrol edilir?

    • İlk olarak öfke üzerine bir sorununuz olduğunu kabul etmeniz, gelişiminiz adına önemli bir yarar sağlayacaktır.

    • Öfkeniz, öfke anındaki düşüncelerinizi yönetemediğiniz ya da farkında olmadığınız için ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle öfkelendiğiniz anda bir süre olsun sakinleşmeyi bekleyin. Bunun için o ortamdan beş dakikalığına uzaklaşmanız, daha sağlıklı düşünmenizi sağlayacaktır.

    • Makalenin başında öfke anında nefes alış verişinizin hızlandığını söylemiştik. Aslında nefes alış verişinizin artması biyolojik olarak daha çok sinirlenmenize neden olmaktadır. Bu nedenle nefes egzersizleri yapmanız ve öfkelendiğiniz anda derin sakin bir nefes almanız önem taşımaktadır.

    • Stresli olduğunuz anlarda o bölgeden uzaklaşıp bir takım egzersiz hareketleri yapmaya çalışın.

    • Öfke probleminizi çevrenizde paylaşmak ve bir yol haritası çizmek önem taşımaktadır.

    • Etkin ve destekleyici psikoterapi programlarıyla öfkenizle baş etme becerisini kazanabilirsiniz.

    “Öfke ile nasıl başa çıkabilirsiniz?” sorusunu kısaca özetlemek gerekirse tüm bu tavsiyelerin yanı sıra psikoterapi programlarının öfkeyle başa çıkabilmeniz konusunda oldukça yararlı olduğunu söyleyebiliriz. Öfke konusunda bugün etkin bir yöntem olarak kullanılan Bilişsel Davranışçı Terapi ile öfke anındaki davranışlarınızı yönetme becerisi kazanabilirsiniz.

    Öfke yaşam kalitenizi düşürmesin!

    Yaşamın içerisinde karşılaşılan zorluklar insanda farklı duyguların tetiklenmesine neden olabiliyor. Bu duygular zamanla kişiye kendi kontrolünü kaybettirerek, kişiyi bir çıkmaza sokabiliyor. Stresli bir yaşam olayları, aile içi sorunlar vb. kişilerde öfke sorunlarını doğurabiliyor. Öfkelenmek de bir duygu biçimi olarak görülebilir. Ancak bu duygu biçimi insana yarar yerine zarar verebiliyor. Öfkenin kontrol edilebilmesi yaşam kalitesini de arttır. Bunun için öfkenize yenik düşmemeli ve profesyonel adımlar atarak gerçekçi kararlar vermeniz gerekir. Durduk yere sinirlenmek veya tabiri caiz ise her tarafa sataşarak çözüme ulaşmak bir hastalık boyutuna da varabilir. Öfkenin kontrol edilebilmesi tamamen sizin elinizdedir. Bunun için sağlıklı düşünmeye ve olaylara gerçekçi yaklaşmaya çalışmalısınız.

    Öfkenin ortaya çıkmasının birçok nedeni olabilir. Kişi aşırı sinirli bir yapıda olabilir veya karakteri bu şekildedir. Tüm bunları öğrenebilmek için kişiye gerekli analizlerin yapılması gerekir.

    Öfke kontrolü konusunda yapmanız gerekenleri bilirseniz saha sağlıklı sonuçlar alabilirsiniz. Bunun için aşağıdaki yöntemleri deneyebilir ve uygulayarak yaşamınızı daha renkli bir hale getirebilirsiniz.

    Sakin karar almaya çalışın

    İnsanlar anlık olarak sinirlenerek bu sinirle başkalarına zarar verebiliyor. Bir anlık sinir birçok şeye neden olabiliyor. Bunun için sakin olmaya çalışın, her şeyin bir çözümünün olduğunu unutmayın. Öfkelendiğinizde, öfkeye davranmayıp, “Ben bu sorunu daha sakin nasıl çözebilirim?” diye düşünün. Bu sayede sağlıklı bir sonuca ulaşabilirsiniz.

    Olay yerinden uzaklaşın

    Herhangi bir olaya veya bir kişiye sinirlendiniz. Öfkenizi de kontrol edemeyeceksiniz. Bu durumda yapmanız gereken en güzel şey oradan uzaklaşmak olacaktır.

    Bir evlilik düşünün. Eşinize sinirlendiniz ve öfkeli bir yapınız var. Öfke ile devam ederseniz olumsuz sonuçlar oluşacaktır. Bunun yerine evi belirli bir süre terk etmeniz ve sakinleşince gelerek olumlu bir konuşma yapmanız her iki taraf için de yapıcı olacaktır. Bu sayede tam bir öfke kontrolü sağlanacaktır.

    Soğukkanlı olmaya özen gösterin

    Öfkelendiğinizde soğukkanlı olarak hareket etmeye özen gösterin. İnsanlar genelde, öfkeli birinin yanında durmak istemezler; bu da anlaşılabilir bir durumdur. Bunun için olaylar karşısında öfkenizi ön plana çıkarmak yerine sorun çözücü ve olaylar karşısında soğukkanlı tavrınızı öne çıkarın ve olaylara mantıklı bir yaklaşımda bulunun.

    Kişisel iletişim kurmaya çalışın

    Öfke anında karşınızdakine saldırmak yerine onunla iletişim kurmayı deneyin. Öfke ile sorunun çözülmediğini ve karşı taraf ile sizin zarar göreceğinizi unutmayın. Konuşmak ve olayı tatlıya bağlamak sizin elinizdedir. Bu kendinizden taviz vereceğiniz anlamını taşımamalıdır. Konuşmanın kendiniz bir taviz olduğunuz düşünürseniz olaylar daha karmaşık bir hal alabilir.

    Alternatifler deneyin

    Sizi öfkelendiren noktalardan ve insanlardan uzak durun. Her gün aynı yolu kullandığınızda trafik oluşuyor ise ve bu sizi öfkelendiriyor ise başka yollar deneyin. Sizi öfkelendirecek ayrıntılardan uzak durmanız yaşam kalitenizin de artmasına yardımcı olacaktır.

    Uzman desteği alın

    Öfkenizi yenmek için tüm ayrıntıları denediniz; ancak başarılı olamadınız. O zaman izlemeniz gereken en önemli yol psikolojik yardım uzmanında destek almaktır. Bu sayede başarılı bir sonuç elde ederek hayatınızı daha güzel bir hale getirebilirsiniz. Öfke kontrolü konusu uzmanlık isteyen bir konudur. Bu konuda destek alacağınız bir uzman (psikolog, psikolojik danışman, psikiyatrist, psikoterapist vb.) uzman, öfkenizin kökeniniz anlamanıza ve onu daha sağlıklı yollarla ifade etmenizde size yardımcı olacaktır.

    Öfkeli bir insan olarak yaşamanızı sürdürürseniz çevrenizdeki insanlar da sizden uzaklaşacak ve hatta sizi sevmeyecektir. Bunun için kendinize bir şans vermeli ve uzman desteği alarak bu duygunuzu yenmelisiniz. Her şey sizin elinizde. Sağlıklı bir birey olarak toplumda yaşamak ve soğukkanlı olarak çevrenizdekilere yardım ederek yaşam kalitenizi arttırabilir, mutluluğa yelken açabilirsiniz.

    Yazar: Ahmet Can Alkan

  • Narsisistik kişilik bozukluğu tedavisi nasıl olur?

    Toplum içinde, kendini beğenen, kendine gereğinden fazla özen gösteren, kendiyle çok fazla meşgul olan, diğer insanlardan üstün olduğuna inanan ve bu doğrultuda beklentileri olan kişilerin kendini beğenmiş ya da narsisist bir kişi olarak adlandırıldığına şahit olmuşuzdur. Bu tip kişiler narsisist olarak adlandırılsa da bu özelliklere sahip herkesin ruhsal bir bozukluğa sahip olduğunu söylemek doğru olmayacaktır.

    İnsanın gelişimi için gerekli olan kendini değerli görme, kendini sevme ihtiyaçlarının abartıldığı yani aşırıya kaçtığı durumlarda, kişinin narsisistik kişilik bozukluğu sınırlarında dolaştığını söylemek mümkündür.

    Narsisist kişilik bozukluğunu yakından tanımadan önce bu bozukluğa adını veren mitolojik karakter narkisisostan kısaca bahsetmek istiyorum.

    “Yunan mitolojisinde kendine aşık olanları karşılıksız bırakan güzel peri kızı Ekho bir gün, Narkisisos adında çok yakışıklı bir avcı görür. Bu avcı olağanüstü yakışıklılığa sahip göz alıcı görünümdedir. Ekho, bu genç ve yakışıklı avcıya ilk görüşte aşık olur. Ancak Narkisisos adındaki bu olağanüstü yakışıklı avcı Ekhonun aşkına karşılık vermez. Peri kızı Ekho, karşılıksız kalan aşkından günden güne kederlenir, hastalanır ve en son ölür. Olimpos dağındaki tanrılar Ekhonun acı ölümüne çok kızarlar ve buna sebep olan Narkisisosu cezalandırmaya karar verirler. Günlerden bir gün av peşinde olan Narkisisos çok susamış ve bitkin bir halde bir nehir kıyısına gelir. Nehirden su içmek için eğildiğinde, suya yansımış olan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. Narkisisosun o ana kadar fark etmediği kendi güzelliği adeta onu büyüler ve Narkisisos kendine hayran kalır. Bu eşsiz güzellik karşısında kendisine aşık olur. O andan itibaren kendine aşık olan Narkisisos yerinden kalkamaz, kendine aşık olmuştur. Narkisisos, suya yansıyan görüntünün kendisi olduğunun da farkında değildir. O ana dek kimseyi sevmediği kadar sevmiştir kendi görüntüsünü. Kendine hayran olup nehir kenarında hareketsiz kalan Narkisisos ne yemek yiyebilir ne su içebilir. Tıpkı güzel peri Ekho gibi kendine aşkından günden güne eriyerek, orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Böylece kendine aşık olmak avcı Narkisisos’un en büyük cezası olur.”

    Bu mitolojik öyküde gördüğümüz gibi, kendini aşırı ölçüde sevme aslında kişiye zarar veren sonuçlar doğurmaktadır. Narsisistik kişilik bozukluğu tanısına sahip kişiler de Narkisisos kadar olmasa da hayatlarında birçok olumsuzluklar yaşar. Mitoljik öyküden adını alarak psikoloji alanına dahil olan Narsisistik kişilik bozukluğunu tanı ölçütleri ile yakından tanıyalım.

    Narsisistik kişilik bozukluğunun tanı ölçütleri nelerdir?

    Kendileri ruhsal ve fiziksel açıdan aşırı beğenen, kendini diğer insanlardan üstün gören, devamlı ilgi ve beğeni toplamaya çalışan, bulundukları sosyal ortamlarda özel bir ilgi göreceklerine inanan kişilere narsisistik kişiler diyoruz. Sosyal ortamlarda en gözde, en parlak, en dikkat çeken kişinin kendisi olacağına inanırlar.

    Bu kişiler, özel haklara sahip olduklarını düşünürek her koşulda kendilerine ayrıcalıklı davranılması beklentisinde olurlar. Kendilerini başkalarından daha iyi bulmakla kalmayıp bir de onları aşağı, hatta vasat oldukları için suçladıkları görülmektedir. Narsisistik kişiler adeta kendilerini yıldız ilan etmiş, çevresindeki insanların da onları hayran hayran izlemek düşmüş gibi davranırlar.

    Narsisistik kişilik bozukluğunun topluda görülme sıklıklığı %1 civarındadır. Bu bozukluğun tanı kriterlerine bakacak olursak şunlar karşımıza çıkmaktadır;

    • Narsisist kişi, kendisinin çok önemli olduğu duygusu taşır. Örneğin bu kişiler başarılarını gereğinden fazla abartır, yeterli bir başarı göstermese dahi olağanüstü bir başarı göstermiş olduğuna inanır.
    • Sosyal ortamlarda daima ilgi odağı olup beğenilmek, onaylanmak, pohpohlanmak ister.
    • Gerçekçi olmayan üstün başarı, güzellik, güç, zeka ve koşulsuz sevgi düşlemleri üzerinde kafa yorar.
    • Narsisit kişiler de en çarpıcı özelliklerden birisi de kendilerinin “özel”, “eşsiz” bireyler olduklarına inanmaları kendilerinin eşi benzeri bulunmayan özelliklere sahip olduğuna inandıkları için normal insanların onları anlamadıkları düşünürler. Onları ancak başka toplumdan veya özel kişilerin anlayacağını ya da ancak diğer özel kişilerle arkadaşlık etmeleri gerektiğini düşünürler.
    • Narsisist bireyin, empati duyguları gelişmemiştir. Çevrelerindeki insanların duygularını ve gereksinimlerini anlamakta bu gereksinimlere cevap vermekte oldukça isteksizdir.
    • İnsanlarla olan ilişkilerinde bencilce sadece kendi çıkarlarının peşine düşer. Başkalarını kendi çıkarları doğrultusunda hiç çekinmeden kullanır. Başkalarını kullanırken onların zayıf noktalarını tespit etmekte ustadır.
    • İç dünyalarında aşırı kıskanç kişilerdir. Sürekli olarak başkalarıyla kendilerini kıyaslayarak onlardan daha iyi olduklarına kendilerine ikna etmeye çalışırlar. Kendilerinde bulunan kıskançlık duygularını savunma mekanizmalarıyla başkalarına yansıtırak kıskanıldıklarına inanırlar.
    • Başkalarına karşı bencil, küstah, kendine beğenmiş, üstten bakma eğilimleri vardır.
    • Narsisist bireyde her olayda her durumda hak kazandığı duygusu vardır. Öncelik her zaman kendisinde olmalı her durumda öncelikli olmalı gibi bir beklenti içindedir.

    Narsisistik kişilik bozukluğunun nedenleri nelerdir?

    Narsisist bireylerin dışardan görünümleriyle iç dünyalarında kendilerini algılamaları arasında oldukça büyük bir uçurum bulunur. Yüzeyde narsisistik kişilik, dikkat çeken kendinin önemli olduğu duygusuna ve sınırsız başarı hayallerine sahip olsa da, aslında bu özellikler iç dünyalarındaki kırılganlıkları maskelemektedir. Sürekli ilgi odağı olup başarı ararken, bu duyguların altında narsisitik kişiler aslında eleştirilmeye aşırı duyarlıdırlar ve başarısızlıktan çok korkarlar.

    Narsisistlerin iç dünyaları boşluklarla doludur çünkü kendilerini yüceltmelerine karşın gerçekte kendilerinin çok küçük olduklarını düşünürler. Narsisistik kişilik bozukluğunu oluşumunda çocukluk dönemi yaşantılarının önemi büyüktür. Bu alanda açıklama yapan Psikodinamik yaklaşıma bakacak olursak:

    Psikodinamik yaklaşım

    Bu yaklaşım narsisistik kişiliğin oluşumunu açıklarken erken çocukluk dönemindeki yaşantılara ve kişinin anne baba ile olan ilişkilerinin önemine dayanır. Çocuk için kendi kişiliğini ortaya koymak, kabul görmek, kendi kendine bir şeyler başarmak sağlıklı kişilik gelişimi için koşuldur. Aile çocuğun, yetkinlik gösterilerine kabulle yanıt vermez ise çocukta sağlıklı bir kendilik değerinin gelişmesinde başarısızlık oluşur. Bu tür yaşantılarda çocuğun kendi olması, kendi olduğu için ona değer verilmesi gerektiği hissedilmez.

    Çocuk ailede ancak anne babasının sözünü dinler onların istedikleri gibi davranırsa kabul ve değer görür. Eğer anne baba çocuğa sadece kendi gibi olduğu gibi değer gösterir ona koşulsuz sevgi verirse ancak o zaman çocukta öz saygı gelişebilir. Bu iletişimin sağlıklı kurulamadığı zaman çocukta öz saygı duygusu gelişemez.

    Bahsettiğimiz gibi duygusal anlamda ihmal edilmiş çocuklarda sağlıklı bir öz saygı duygusu gelişemediği için kendi kusurlarını kabullenmekte başarısız olurlar. Sonunda kişide narsisistik kişilik için zemin oluşmuş olur. Kendilik duygularını devamlı olarak besleme ihtiyacı hisseden kişi sonu gelmez bir şekilde başkalarının onay ve sevgisinin peşine düşer. Yani narsisistik kişilerin bu kişilik yapısına dönüşmelerindeki altta yatan neden içlerindeki aşağılık, değersizlik duygularını telafi etmek için büyüklenmeci davranmaya gereksinim duymalarıdır.

    Bir diğer neden ise erken çocukluk döneminde anne babanın çocuğun özelliklerini aşırı yüceltmeleri, vurgulamaları ile devamlı beslenen ve gereksizce büyüklenmeci bir özbenlik duygusu da narsisistik kişilik bozukluğunun oluşumunda rol oynamaktadır.

    Tek bir cümle ile narsisistik kişilik bozukluğunun nedenini açıklamak gerekirse, bu tip hastaların vaka öykülerinde çocuklukta yaşadıkları duygusal ihmalin etkisi olduğunu söylemek uygun olacaktır.

    Biyolojik yaklaşım

    Geçmişten günümüze yapılan araştırmalarda narsisistik kişilik bozukluğunun oluşumunda biyolojik etmenlerin doğrudan bir etkisine ulaşılamamıştır. Bu alanda yapılan araştırmalar bu bozukluğun psikolojik etmenlerden kaynaklanabileceğini belirtmiştir.

    Narsisistik kişilik bozukluğuna sahip kişilerin genel özellikleri nelerdir?

    Narsisistik kişilik bozukluğu olan kişi dışarıdan gözlemlenebilecek, toplumun genelinden ayrılan, taşkın ve abartlı davranışlar sergiler. Dışarıdan bir gözle bakıldığında narsisist bir kişinin hemen dikkat çekmesi, davranışlarında aşırıya kaçan yanların olması bu kişilerin ayırt edilmesinde kolaylık sağlamaktadır.

    Narsisistik kişilik bozukluğu diğer kişilik bozukluklarına göre kıyaslandığında fark edilmesi ve uzmanlar açısından da teşhis edilmesi nispeten daha kolay bir bozukluktur. Bu kolaylığa sebep olan en önemli özellik ise narsisistik kişilerin dışa dönük, abartılı tutum ve davranışlarıdır.

    Narsisistik bozukluğa sahip kişiler sosyal ortamlarda parıldayan bir yıldız gibi dikkat çekmeden ve göz önünde durmadan yapamazlar. En çok dikkat çeken özellikleri şu şekilde özetlemek mümkündür:

    • Narsisistik kişiler kendilerini yüceltmek ve üstün göstermek için başkalarını kullanır hatta sömürürler. İnsanlarla kurdukları ilişkiler çıkarlarına hizmet etmek içindir.
    • İlişkilerinde ben-merkezci davranır empati kuramazlar.  Örneğin hasta birinin yanında sağlıklı olmaktan bahsedebilecek kadar düşüncesiz olabilirler. Başkalarının isteklerini veya yaşadıkları duyguları gördüklerinde bunları eleştirir bir şekilde küçümseme, aşağılama eğilimleri vardır.
    • Becerilerini, başarılarını gerçekçi olmayan şekilde abartırlar. Bilişsel açıdan taşkındırlar. Onlar için gerçek olmayan şeyleri bile gerçekten öyleymiş gibi anlatmak çok kolaydır. Güçlerini abartır, hiç çekinmeksizin başarısızlıklılarını başarıymış gibi gösterirler. Kendilerini, kendi gördükleri gibi ya da daha değerli olarak görmek istemeyenleri küçümserler.
    • Narsisist kişiler, hayal güçlerinin genişliğine bağlı olarak günlük yaşamda sürekli bir iyilik hali içindedirler. Yaşama bakışları iyimser olup umutsuzluğa kapıldıkları çok nadirdir.
    • Narsistler, anne babaları tarafından ne yaparlarsa yapsınlar hep sevilecek mükemmel insan oldukları inancına sahiptirler. Bu inançtan beslenerek diğer insanlarla ilişkilerinde gerçekçi olmayan beklentilere girerler.
    • Narsisitik kişilik bozukluğu olan kişilerin benlik saygıları kırılgandır, çok kolay incinebilir. Başkaları tarafından eleştirildiklerinde veya herhangi bir yenilgi karşısında yaralanmaya müsait kişilikleri vardır. Dışarıdan göstermeseler de eleştirilme onları derinden yaralayabilir. Eleştiri karşısında, kendilerini küçük düşmüş, alçalmış, rezil olmuş gibi hissederler. Bu tarz durumlar karşısında aşırı öfkeli, saldırgan tutum ve davranışlarda bulunabilirler.
    • Kişilerarası ilişkileri genelde bozuktur. Özel ayrıcalıkları olduğunu düşünmeleri, diğer insanların duygu ve düşüncelerini önemsememeleri bu duruma sebep olmaktadır.

    Narsisistik kişilik biçimi ve bozukluğu arasındaki ayrımlar nelerdir?

    Narsisistik kişilik yapısına sahip kişiler toplumda sıklıkla karşımıza çıkmakta olup bu kişileri kendini beğenmiş, kibirli, insanlara üstten bakan, egoist, şımarık, ukala, gereğinden fazla özgüvenli gibi kavramlarla tanımlayabiliriz. Burada dikkat edilmesi gereken husus bu özelliklere sahip her kişinin narsisist kişilik bozukluğuna sahip olmayacağıdır. Bu özelliklere sahip kişiler etrafımızda fazlasıyla bulunabilir ancak narsisist yapıya yatkın olabilen normal kişilik yapıları da bulunmaktadır.

    Narsisist kişilik yapısındaki kişiler öz saygısı ve öz güveni yüksek olan kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizim toplumumuzda genellikle özgüvenli görünmek şımarıklık ve kendini beğenmişlik olarak kabul görse de aslında sağlıklı bir kişilik yapısıdır.

    Özgüven sahibi olmak bizi sosyal ve kendinden emin olduğumuzu gösterir. Ancak aşırı bir özgüven bizi kibirli biri gibi gösterebilir. Bu nedenle özgüven denge içinde olmalıdır.

    Sağlıklı narsisistlerin, narsisistik kişilik bozukluğu olan kişilerden ayrıldığı noktaları karşılaştırmalı şu şekilde görebiliriz:

    Biçim: Eleştirilmeye karşı hassas ve kırılgandır ancak bu duygularla baş edebilir bunları göğüsleyebilir.

    Bozukluk: Başkalarının eleştirilerine aşırı derecede duyarlıdır. Eleştirilere öfkeyle tepki verir, tepki veremez ise kendini rezil olmuş, küçülmüş hisseder.

    Biçim: Kendi amaçlarına ulaşmak için başkalarınının güçlerini kullanır, başkalarıyla ilişkilerinde açıkgöz davranır. İş birliği yapabilir ortak amaçlar edinebilir.

    Bozukluk: Başkalarıyla ilişkileri tamamen ben-merkezcidir. Amaçlarına ulaşmak için her türlü yola başvurabilir, insanları sömürür.

    Biçim:  Kendilerini, sahip olduklarını çok iyi, pazarlar, kendi reklamını yapmakta ustadır.

    Bozukluk: Çok özel biri oldukları hayaline kapılır insanlardan ayrıcalık bekler.

    Biçim: Kendini, kendi alanında en başarılı ve en iyi gibi gösterebilir.

    Bozukluk: Sınırsız güç, sınırsız başarı, olağanüstü güzellik peşindedir.

    Biçim: Beğeniyi ve övgüyü olgunlukla, ölçülü olarak kabul eder.

    Bozukluk: Ölçüsüz bir şekilde sürekli beğenilme, ilgi görme arayışı içinde olur.

    Biçim: Kendi duygu ve düşüncelerinin farkında olduğu gibi başkalarınında duygu ve düşüncelerini önemser, empati kurabilir.

    Bozukluk: Empati yoksunudur, başkalarının duygu ve düşüncelerinin derinine inemez.

    Narsisistik kişilik bozukluğu tedavisi nasıl olur?

    Narsisistik kişilik bozukluğunun tedavisindeki ilk adım doğru tanıyı koyabilmektir. Tanı koyma yetkisi ancak uzman klinik psikologlar ve pkisiyatristler tarafından mümkündür. Genellikle diğer kişilik bozuklukları ile ortak özelliklere sahiptir. Örneğin obsesif kompülsif kişilik bozukluğunda görülen mükemmelliyetçilik narsisistik bozukluğa sahip kişilerde de görülmektedir.  Bu iki bozukluktaki temel fark; obsesif kompülsif bozukluğa sahip kişilerde görülen kendini eleştirme ve kendini suçlama eğilimi, narsisistik kişilik bozukluğunda görülmemektedir. Bunun aksine narsisitik kişilik bozukluğunda eleştiriye tahammülsüzlük vardır.

    Psikolojik hastalıkların tümünde olduğu gibi narsisistik kişilik bozukluğunda da kişinin tedaviye gönüllü olması, terapistine güven duyması oldukça önem taşımaktadır. Toplum içindeki birçok narsisit kişilik kabul görmüş olup insan ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşayana kadar çoğunlukla tedavi olmayı kabul etmez. Yani narsisistik kişilik bozukluğu belirtileri gösteren bir kişinin kendi rızasıyla gidip tedavi olmayı istemesi pek karşılaşılan bir durum değildir. Bu kişiler genellikle sosyal ilişkilerinde büyük yıkımlar yaşadıktan sonra uyum sorunları sebebiyle tedaviye toplum tarafından zorlanmaktadır. Burada toplumun, narsist kişiyi zorla kolundan tutup tedaviye götürmesini kastetmiyoruz, toplumsal yaşantıların kişide yarattığı yetersizlik duygusu sonucu narsist kişinin tedavi almayı kabullenmesini kastediyoruz.

    Narsisit kişinin tedaviyi kabullenmesindeki amaç eski gücüne ve büyüklenmeci haline kavuşmaktır. Terapistin amacı ise bundan tamamen farklıdır. Bu fark belirginleşir ve narsist kişi tarafından fark edilirse, kişi direnç gösterebilir ve tedavi süreci zorlaşabilir.

    Bu kişilerle oldukça sabırlı, mesleğini özveriyle yapan ve destekleyici terapistler daha iyi iletişim kurabilir. Terapide güven duygusu oluştukça narsisist kişi iç dünyasını daha çok açacak ve sorunların temeline inmek kolaylaşacaktır.

    Narsisistik kişilik bozukluğunun tedavisinde, biyolojik bir neden bulunmadığından, herhangi bir psikiyatrik ilaç kullanımı söz konusu değildir.

    Narsisistik kişilik bozukluğunun iyileşmesinde en etkili yöntem dinamik psikoterapi yöntemidir. Aynı zamanda bilişsel davranışçı terapi yöntemi de kişilik bozuklukları tedavisinde etkili olmaktadır.

    Bu bozukluğa sahip kişilerin tedavi süreci uzun ve zahmetli olmaktadır.

    Tedavi sürecindeki asıl amaç kişinin topluma uyum yeteneğini geliştirmek, kendini daha iyi tanımasını sağlamak ve insanlarla ilişkilerini düzenlemektir.

    Alanında deneyimli bir terapist için narsisistle iletişimde en önemli nokta narsisist kişinin sürekli ilgi ve onay bekleyen tavırlarına karşı sabırlı olmak ve kişinin yavaş yavaş güvenini kazanarak iç dünyasını anlamaya çalışmasında rehber olmaktır.

    Referanslar

    ÖZTÜRK, Orhan, Aylin ULUŞAHİN, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2015.

    Butcher, James N.  Anormal Psikoloji, Kaknüs Yayınevi ; 2013

    KÖROĞLU, Ertuğrul, DSM-IV-TR Tanı Ölçütleri, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2005.

    Köroğlu,Ertuğrul.  Kişilik Bozuklukları.Ankara:HYB Basım Yayın,2014.

    YÜKSEL, Nevzat, Ruhsal Hastalıklar,  Nobel Yayınları, Özyurt Matbaacılık, Ankara, 2006.

    SAYIL, Işık, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Antıp AŞ Tıp Kitapları ve Bilimsel Yayınlar No: 20, Ankara,

    Twenge,Jean.  Asrın Vebası: Narsisizm İlleti. İstanbul: Kaknüs Yayınevi, 2010.

    MILLON, Theodore, Modern Yaşamda Kişilik Bozuklukları, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2019.

  • Bilişsel gelişim nedir?

    Bireyin, çevresindeki dünyayı algılamasını, anlamasını ve yorumlamasını sağlayan zihinsel faaliyetlerinin gelişimine ‘bilişsel gelişim’ denmektedir.

    Çocukların bedensel gelişimleriyle birlikte zihinsel gelişimi de oldukça önemlidir. Bilişsel gelişim, düşünme ve kavrama sürecinde oluşan ilerleme olarak da tanımlanabilir. Bu zihinsel faaliyetler içinde bireyin algılama, anlama, akılda tutma, dil gelişimi, dikkat etme, hatırlama,  düşünme, problem çözme, konuşma gibi becerileri vardır. Bu becerilerle çocuk dünyayı anlamlandırır ve bazı çıkarımlarda bulunur.

    Bilişsel gelişim, bebeklikten yetişkinliğe ve hatta yaşlılığa kadar devam eden bir süreçtir. Çünkü gelişim yalnızca  büyüme ve olgunlaşmayı değil bozulmayı da içinde barındırır.

    Bu yazıda bilişsel gelişimi, İsviçreli psikolog Jean Piaget’nin Bilişsel Gelişim Kuramı çerçevesinde ele alacağız.

    Jean Piaget’nin bilişsel gelişim kuramı

    Piaget, bilginin yapısı, kökleri ve oluşumuna ilişkin sorularla yola çıkarak çocukta bilginin gelişimini incelemiş ve konuya dair en kapsamlı kuramlardan birini ortaya atmıştır.

    Piaget’nin bilişsel gelişim kuramı hem bilgiye nasıl sahip olduğumuza dair süreçleri hem de bu edinilen bilgilerin gelişimi ve anlamlandırılmasına dair evreleri içerir. Piaget’nin bilişsel gelişim kuramı günümüzde de eksiklikleri olsa da kabul gören bir kuramdır.

    Piaget, diğer kuramcılardan farklı olarak çocuk düşüncesinin yetişkin düşüncesinden farklı olabileceğini savunmuştur. Yani burada vurgulanmak istenen şey şudur: Çocuk, bilişsel açıdan, yetişkinin küçüğü değildir. Çocuk  yetişkinden farklı düşünür, anlar, hisseder ve kavrar. Bu fikir eğitim kuramlarına da uygulanmıştır.

    Piaget, düşünce gelişiminin evrensel ve hiyerarşik bir düzende seyrettiğini söylemiştir. Ona göre dünyaya gelen her çocuk aynı düşünme biçimine sahiptir ve çocukların geçireceği bilişsel gelişimin belirli bir sırası vardır. İşte bu evreci anlayış, gelişimsel süreçlerin aşama aşama olduğunu söyler ve dolayısıyla herkeste aynı süreçler gözlemleneceği için biyolojik arka planın önemini vurgular. 

    Piaget’e göre gelişim, fizyolojik-biyolojik süreçlerle açıklanabilir. Kısacası Piaget’ye göre evre, biyolojik bir olgunlaşma ve büyümeyi ifade eder.

    Evreci gelişim anlayışını daha da somutlaştırmak adına kelebeğin olgunlaşma süreci örnek verilebilir. Önceleri kozanın içinde olan kelebek daha sonra güçlenerek kozasından çıkar ve tırtıl haline gelir. Zamanla daha da olgunlaşan tırtıl, kelebeğe dönüşür ve yaşamını devam ettirir. Yani bir büyüme ve gelişme sürecinden geçer.

    Evreci anlayış aynı zamanda kümülatif (birikimsel) gelişimi içerir. Yani, her evre kendinden önceki evrenin kazanımlarını da içerir ve onların üzerine eklenerek inşa edilir.

    Evrelerden evrelere geçiş yapmayı sağlayan şeyin olgunlaşma olduğunu söyledik ancak bu olgunlaşma aynı zamanda içselleştirmeyle birlikte gerçekleşir. Yani olgunlaşmayla (biyolojik büyümeyle) ortaya çıkan bazı becerilerin çocuk tarafından algılanıp içselleştirilmesi gerekir.  Ancak buraya kadar oldukça mantıklı gözüken evreci yaklaşım, bireyler arası farklılıkları ve özellikleri, spesifik düşünme biçimlerini açıklayamamaktadır. Ama Piaget inceleyebileceğimiz ve eleştirebileceğimiz bir kuram ortaya koyduğu için ve diğer kuramlar da Piaget’nin kuramından esinlenilerek oluşturulduğu için oldukça önem taşımaktadır.  Şimdi Piaget’nin bilişsel gelişim kuramını daha yakından inceleyelim.

    Piaget’e göre bilginin edinilme süreci

    Piaget’ye göre insan zihni doğuştan getirdiği iki temel eğilime sahiptir : Örgütleme ve Uyum Sağlama.

    Örgütleme: Zihnin edindiği bilgileri tutarlı ve sistematik bilgiler haline getirme sürecini ifade eder. Yani zihin, etrafta karşılaştığı uyaranları benzerlik ve bütünlük ilkesiyle bir araya getirir ve gruplar. Elma, armut, çilek, kivi, üzüm bizim zihinsel olarak ‘meyve’ kategorimizde sınıflanır. Bu sayede bazı nesnelerin özellikleri hakkında çıkarımda bulunurken daha kısa yoldan kararlar veririz. Bu durum hızlı düşünebilme ve karar verebilme süreçleri açısından zihnimize bir avantaj sağlar.

    Uyum Sağlama: Çevre ile etkileşimde değişimlere uyum sağlamayı ifade eder. Yani tıpkı yemek yerken yediğimiz yemekleri bedenimize kattığımız gibi, öğrendiğimiz yeni bilgileri de anlamlandırarak zihnimize katmaya çalışırız.

    İşte bu temel eğilimleri nedeniyle zihin bir dengeleme ihtiyacı içindedir. Dengeleme, zihnin yeni karşılaştığı bir durum karşısından önceden var olan deneyimleri arasında tutarlı bir bütünlük oluşturması ve denge kurması sürecidir. Örneğin, daha önce televizyonda aslan görmüş bir çocuğun kafasında aslana ait bir şema oluşur. Sarı renkli tüylerinin olması, heybetli duruşu, yelelerinin olması… İşte bu şema ile birlikte hayvanat bahçesine giden çocuk bir kaplan ile karşılaştığında, ona da aslan diyebilir; çünkü kaplan, çocuğun kafasındaki aslan şeması ile oldukça benzer özellikler göstermektedir. Daha sonra çocuğa o hayvanın aslan değil de kaplan olduğu söylendiğinde çocuk kendi kafasında kaplana ait yeni bir şema açacaktır. İşte bu süreç çocuğun yeni deneyimleri karşısında geçmişteki tecrübeleri arasında bir bütünlük kurma sürecidir. Dolayısıyla zihin bir dengede durma eğilimi içindedir.

    Yeni uyaranlarla karşılaşan zihin, söz konusu dengeyi, özümleme ve uyma/ uyumsama ile gerçekleştirir. Özümleme, yeni karşılaşılan durum, nesne veya olayları önceden var olan bir zihinsel yapının içine yerleştirme sürecidir. Yani yeni bir kalem gören çocuğun o kalemi önceki kalem algılarının içine koyma. Uyma/uyumsama ise, yeni şemalar veya zihinsel yapılar oluşturmak veya var olan zihinsel yapıları düzenlemek anlamlarına gelir. Yani aslında o kalem algısına ait yeni bir zihinsel yapı oluşturma (tükenmez kalem, tahta kalemi, lazer kalem vb.). İşte bahsettiğimiz bilişsel gelişim tüm bu süreçler aracılığıyla meydana gelir.

    Zihin yeni bir uyaranla karşılaşır, onu algılar ve anlamdırır. Dolayısıyla nörolojik anlamda beyinde yeni sinapslar oluşur. İşte bu yeni durum, nesne ya da olaylarla karşılaşmak çocukta bir kafa karışıklığı yaratabilir. Ancak bu kafa karışıklığı bazen iyidir.

    Piaget’e göre bilişsel gelişimin evreleri

    • Duyusal
      – Motor Dönem  ( 0 – 2  Yaş)
    • İşlem
      Öncesi Dönem  ( 2 – 7 Yaş)
    • Somut
      İşlemler Dönemi  (7 – 11 Yaş)
    • Soyut
      İşlemler Dönemi  (11 – 15 Yaş)

    Şimdi bu evreleri daha yakından inceleyelim.

    1- Duyusal motor dönem (0-2 yaş):

    Bu evrede çocuğun temel bilgi edinme ve dünyayı keşfetme yolu duyuları (deri, göz, kulak, burun, dil) ile beraber hareketleri ve eylemleridir.  Çocuklar bu dönemde emme, yutma, aranma, kökünü arama gibi bazı içgüdüsel refleksler sergilerler. Örneğin, yeni doğan bir bebeğin yanağına biberon değdiğinde kökünü arama refleksi ile o dokunmanın nereden geldiğini bulmak amacıyla kafasını o yöne doğru çevirmesi, bebeğin ya da yeni doğanın refleksif davranış kalıbına bir örnek olabilir.

    Bebek, eylemleri ve istekleri arasında senkronize olarak eş zamanlı hareket etmeye çalışır. Elini ağzına götürmek  isteyen bir bebek önceleri daha hızlı ve rastlantısal olarak elini ağzına götürürken kaslarının gelişimi ve artan ince motor becerisi ile birlikte bu hareketini tek seferde ve hedefe yönelik, daha hatasız yapabilir. Başta söylediğimiz gibi bu evre bebeğin duyularıyla dünyayı keşfettiği evre olduğu için, bebek nesneleri ısırma, emme, çiğneme, ağzına götürme gibi davranışlarda bulunabilirler.

    Çocuk  için güvenli ortamı sağladıktan sonra ( steril ve yumuşak nesneler) buna izin verilmelidir.  Çünkü bu, çocuğun dünyasına ait uyaranları anlamlandırabilmesinin ve bir yorumda bulunabilmesi için büyük bir adımıdır.

    Duyusal Motor dönemin en önemli kazanımlardan biri de nesne sürekliliğidir. Yaklaşık olarak 6- 8 ayları civarında oluşur. Nesne sürekliliği, nesnelerin bebeklerin görüş alanı dışına çıktıklarında bile onların orada var olmaya devam ettiklerine ilişkin farkındalığı ifade eder. Yani, annesini göremediğinde bile annesinin yan odada olduğuna ilişkin farkındalığı olan bebekler nesne sürekliliği geliştirebilmiş bebeklerdir. Nesne devamlılığı oluşmuş bir bebek nesneler onun görüş alanı dışına çıksa bile onun peşine düşer ve onu bulmaya çalışır. Genelde bu dönemde çocukların taklit davranışı da gelişir. Örneğin, arabayı ileri geri süren ebeveynini gören çocuk da arabasını ileri geri sürebilir.

    2- İşlem öncesi dönem ( 2-7 yaş):

    Bu dönemde çocukların dilsel gelişimlerinin hız kazandığı görülür. Çocuklar dili kullanarak isteklerini ifade etmeye başlarlar. Bazen kullandıkları bazı kelimeler onlara özgü kelimeler olabilir.

    Bu dönemde genellikle gerçekliğe uygun hareket ederler. Zihinsel bazı temsilleri kullanırlar.  Bu dönemim en belirgin özelliklerinden birisi de ben merkezciliktir. Ben merkezcilik, çocuğun kendisini başkasının yerine koyamama durumu, olayları yalnızca kendi bakış açısından algılama ve değerlendirme durumu olarak açıklanabilir. Örneğin, çantanın arkasına sakladığı nesneyi kendisi göremediği için kimsenin göremeyeceği kanaatine varır. 

    Bir seferde problemin tek bir yönünü dikkate alırlar. Yani nesnelerin birden çok özelliğini aynı anda kullanamazlar. Örneğin, “Sarı, büyük, üçgeni getir.” dediğimiz 3 yaşındaki bir çocuk, nesnenin tüm özelliklerini aynı anda aklında tutamayacağı için tek bir özelliğini kullanarak hareket eder. Ya sarı nesneyi getirir, ya büyük olanı, ya da üçgeni. Kısacası tek yönlü düşünürler de diyebiliriz.

    Bu dönemde animistik düşünce dediğimiz düşünce tarzı da görülür. Animistik düşünce, canlı olmayan nesnelere canlılık özelliği atfetmek olarak tanımlanabilir. Mesela bir  çocuğun ayıcığının karnını doyurması, canı sıkılmasın diye onunla ilgilenmesi ya da uykusu gelmiştir diyerek yatağa yatırması animistik düşünce tarzına örnek verilebilir. İşlem öncesi dönem daha genel anlamda 2 başlık altında ele alınabilir: Sembolik Dönem ( 2-4 Yaş ) ve Sezgisel Dönem (5-6 Yaş).

    Sembolik dönemde çocuk üst paragrafta bahsettiğimiz tek boyutlu sınıflamaları yapabilir, nesnelere kendine özgü kavramlar atayabilir. Sezgisel dönemde ise sezgiye dayalı olarak akıl yürütmeler yapabilir. Daha önce hiç karşılaşmadığı bir durumla karşı karşıya kaldığında, sonucuna yönelik bazı çıkarımlar yapabilir ve hareketlerini ona göre düzenleyebilir. Sezgisel dönemin en önemli ve bilişsel gelişime oldukça yardımcı kazanımlardan birisi de -mış gibi oyundur. Bu oyun türünde çocuk nesnelere sahip olduğu özelliklerinin dışında başka bazı özellikler yükler. Örneğin, sopayı cadı süpürgesi olarak kullanmak, tarağı mikrofon olarak kullanmak, kalemi ruj olarak kullanmak gibi.

    3- Somut işlemler dönemi ( 7-12 yaş):

    Bu dönem çocukların ilkokul çağlarına denk geldiği, fiziksel gelişimin hızlı olmasıyla beraber bilişsel gelişimin de hız kazandığı bir dönemdir. Bu dönemde, zihinsel işlemler daha karmaşık bir hal almaya başlar, çocukların düşünme yeteneklerinin geliştiği görülür. Hemen hemen tüm dünyada çocuklar bu yaş döneminin başlangıcında eğitim ve öğretime başlarlar; çünkü bu dönem bazı somut gerçekliklerin anlamlandırılabileceği bir dönemdir.

    Daha çok görünür gerçeklikle ilgilenirler. Göremedikleri, dokunamadıkları bazı şeyleri anlamakta güçlük çekebilirler. Örneğin, din, kurallar vb.

    Bu dönemin en önemli kazanımı ise korunum becerisidir. Korunum, bir nesnenin görüntüsü ya da konumu değişse bile onun bazı özelliklerinin aynı kalacağı yargısıdır. Örneğin, bir elmanın 5 parçaya bölünmüş olması ile 2 parçaya bölünmüş olması onun aynı elma olma özelliğini değiştirmeyecektir ya da 10 tane madeni paranın üst sırada daha geniş aralıklara sıraya dizilmiş olması, alt sırada ise daha dar aralıklarla sıraya dizilmiş olması o paranın miktarı üzerinde bir değişiklik yaratmayacaktır. İşte bu gibi bazı düşüncelerin farkına varabilen çocuk korunum becerisini edinmiş demektir. Korunum duyulardan gelen bilgiye çok boyutlu anlam verebilmekle ilgilidir. Duyusal- motor dönemde kazanılan nesne devamlılığı becerisi ile oldukça paraleldir.

    İşlem öncesi dönemde bir nesnenin tek bir boyutu ile sınıflandırma yapan çocuk, bu dönemde bir nesnenin birden çok özelliğini sınıflayabilir. Bu dönemde çocukların zihinsel faaliyetleri gerçek, gözlenebilir olaylar üzerindedir. Somut işlemler dönemindeki bir çocuk için atasözleri, deyimler, gerçek anlamının dışında kullanılmış kelimeler çok da bir anlam ifade etmeyecektir.

    4- Formel/ soyut işlemler dönemi ( 11-15 yaş):

    Adından da anlaşılacağı üzere bu dönemde çocukta artık soyut düşünme becerileri gelişmeye başlar. Nesneler dünyasını iyice öğrenmiş olan çocuk artık farklı arayışlara yönelir. Daha görünmeyen, soyut şeylerle uğraşmaya başlar.

    Bu dönem çocukların ergenlik dediğimiz fizyolojik hızlı bir değişimin görüldüğü dönem olmasının yanı sıra kişisel değer ve yargılarının geliştiği, ait olunan kültürden izler edinildiği, bazı şeyler hakkında bir fikre ve tutuma sahip olunan dönem olması açısından da oldukça önem arz etmektedir.

    Bu dönemde bireyin çevresinde bulunan figürler ve onların davranışları, söylemleri oldukça değerlidir. Çocuk, yaşadığı durumlar karşısında neden-sonuç ilişkileri kurar, soyut kavramlarla düşünebilir. Atasözü, deyim, mecaz anlamlı cümleler gibi metaforları anlamaya başlar. Genelleme yapabilecek düzeye gelir. Ergenlik dönemi ve bu dönemde alınması gereken bazı önemli kararların varlığı (okul seçimleri, meslek yönelimleri vb.) kişide bir kafa karışıklığına, kararsızlığa ve karmaşık düşünmeye yol açabilir. Birey aslında tam da bu dönemde farklı bakış açılarından olaylara bakabilmeyi öğrenir.

    Çocuklarda bilişsel gelişimi desteklemek için neler yapılabilir ?

    Bilişsel gelişim, çocuğun doğumdan itibaren yeni uyaranlara ve deneyimlere maruz kalmasıyla başlar. Uyaranlarla karşılaşan çocuk nörolojik olarak beyinde bir ağ sistemi kurar. Kurulan bu ağlara sinaps, sinaptik bağlantı adı verilir. Sinaptik bağlantıların sayısı arttıkça beyin gelişimi hızla sürer.

    Çocuğunuzun yaşına ve becerilerine uygun olarak seçilen oyun ve oyuncaklar onun bilişsel gelişimini destekler nitelikte olmalıdır.  Çocuğa uyaran yönüyle zengin bir ortam yaratmak onun gelişimini olumlu yönde etkiler.

    Çocuğunuzla oyun oynarken oyunların içinde kurduğunuz cümleler ve kullandığınız kelimeler bile bu süreçte oldukça önemli bir etkiye sahiptir. Örneğin, aşağı-yukarı, altında- üstünde, içinde-dışında gibi yer-yön kelimelerinin bebeklikten itibaren kullanımı bebeklerin bilişsel gelişimi üzerinde olumlu bir etkiye sahiptir.

    Yönergeler, çocuğunuzun gelişimini etkiler. Oyun esnasında “Bana pembe parçayı uzatır mısın?”, “Kamyonun altındaki arabayı bana verir misin?” gibi sorular onun kıyaslama yapma, muhakeme etme ve çıkarımda bulunma becerilerini geliştirir.

    Oynadığınız oyunlarda çocuğunuza model olabilirsiniz. Bireyler model alma yoluyla birçok şey öğrenmektedirler. Özellikle de bebekler bazı davranışlarını ve tutumlarını ebeveynlerinden model alma yoluyla kazanırlar. Küp bloklar ile oynayan çocuğunuza bir kule yapımını gösterebilir daha sonra ondan da bir kule yapmasını bekleyebilirsiniz. Tabi bu süreçte sizin onu destekleyici olmanız, onu cesaretlendirmeniz ve bazı durumlarda yardımda bulunmanız da önemlidir.

    Bazı kavramları oyunlar aracılığı ile öğretebilirsiniz. Küçük-büyük, sıcak-soğuk gibi zıt kavramları sarı, mavi, pembe gibi renk kavramlarını, yer-yön kavramlarını oyunlar aracılığı ile daha eğlenceli hale getirebilirsiniz. Örneğin, iki kaba biri sıcak biri soğuk olmak üzere biraz su doldurup içine oyuncak araba bırakabilirsiniz. Çocuğunuzdan soğuk suyun ya da sıcak suyun içindeki arabayı size vermesini isteyebilirsiniz. Bu sayede çocuğunuzun dokunsal uyarılma ile bilişsel gelişimi desteklenecek, hangi suyun soğuk ya da hangi suyun sıcak olduğunu aklında tutması gerekecek gibi.

    Çocuğunuzun yaşına uygun olarak seçtiğiniz kitaplarla vakit geçirebilirsiniz. Eğer çocuk okul öncesi dönemdeyse renkli, farklı dokulara sahip (tırtıklı, yumuşak, kaygan) resimli kitaplar seçebilirsiniz. Bu kitaplardaki çizimler üzerinden kendiniz bir hikaye oluşturmayı deneyebilirsiniz. Bu sayede onun yaratıcı düşünme becerisi ile bilişsel gelişimine olumlu yönde bir katkı sağlamış olursunuz.

    Çocuğunuzun merak duygusunu besleyin ve sorduğu sorulara mutlaka onun anlayabileceği, onu tatmin edebilecek düzeyde cevaplar verin.

    Onunla birlikte farklı ortamlarda bulunun. Beraber müze gezmek, sinemaya gitmek, tiyatroya gitmek de onun gelişimini destekleyecektir. Bu ve bunun gibi bazı öneriler hem sizin ve çocuğunuz arasındaki bağlanma duygusunu güçlendirecek hem de çocuğunuzun bilişsel gelişimini destekleyecektir. 

    Referanslar

    Gelişim Psikolojisi Dersi Notları

    https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/48252/mod_resource/content/0/Bili%C5%9Fsel%20geli%C5%9Fim.pdf

    Santrock, Yaşam Boyu Gelişim. Nobel Yayınları.

  • Bağımlı kişilik bozukluğu nedir?

    Bağımlı kişilik bozukluğu DSM-V’e göre sosyal, cinsel ve mesleki işlev bozukluğu oluşturan, uzun süreli, esnek olmayan bağımlı kişilik örüntüsü varlığında teşhis edilir.

    Bağımlı kişilik bozukluğunun başlıca özelliği; erken yetişkinlik döneminde başlayan ayrılık korkuları, bağımlı davranışa yol açabilecek şekilde bakılma gereksiniminin aşırı ve yaygın olmasıdır.

    Bağımlı kişilik bozukluğu olan bireyler; başka insanların bakımına muhtaç, başka insanlara bağlı ve kendine güvenleri olmayan, en önemsiz kararları dahi başkalarından yardım almadan veremeyen bireylerdir.

    Bağımlı kişilik bozukluğu olan bireyler diğer bozukluklara göre sağaltıma uyumludurlar, sağaltım ekibini memnun etmeye isteklidirler ama sağaltım sürecini tamamlamada zorluk yaşayabilirler.

    Ruh sağlığı kliniklerinde en sık karşılaşılan kişilik bozukluğu bağımlı kişilik bozukluğudur. Ancak çoğunlukla, bağımlı kişilik bozukluğu nedeniyle değil, başka birinci eksen sorunları için başvururlar.

    Bağımlı kişilik bozukluğunda temel noktalar

    Temel Çatışmaları: Bağımlı kişilik bozukluğu sergileyen kişiler, plan yapma, herhangi bir projeye başlama konusunda yetersizdirler. Özgürlüklerinden ve girişimciliklerinden tamamen vazgeçerler.

    Diğerlerine Bakışları: Diğerlerini verici, destekleyici ve yeterli olarak görürler. Bağımlı kişilikler, yakınlarında ulaşabilecekleri güçlü bir insan olduğu sürece günlük işleyişlerini sürdürürler.

    Temel Şemaları: ‘Tümüyle çaresizim.’

    Fonksiyonel Olmayan İnançları: ‘Yeterli biri yanımda olursa hayatımı sürdürebilirim. Eğer terk edilirsem ölürüm. Var olabilmem için diğer insanlara, özellikle güçlü insanlara, ihtiyacım var. Mutluluğum böyle bir insana ulaşabilmeme bağlıdır.’

    Stratejileri: ‘Seni koruyanı, yardım edeni kızdırma. Onun yakınında ol. Mümkün olduğu kadar yakın bir ilişki kur. Onu kendine bağlamak için boyun eğici ol.’

    Temel Korkuları: Reddedilme ya da terk edilme ile ilgili.

    Tipik Davranışları: Karşıdaki insanı mutlu ederek yakın ilişkiyi sürdürme.

    Duyguları: Anksiyete ve depresyon. Gergin ilişkilerde anksiyete (bunaltı); ‘o insan’ yakınlarında olmayınca depresyon; bağımlılık ihtiyaçları yerine getirilince öfori.

    İlişkileri kolaylaştırmak için bağımlı kişiler tarafından kullanılan kendini tanıtma-gösterme yöntemleri Amaç Tipik Davranışlar
    Yalvarış, rica Çaresiz ve incinebilir olarak görünme Kendini küçük düşürme
    Kendini sevdirme Minnettarlık oluşturma Ego desteği, iyilikler-yardımlar sergileme
    Örneklerle gösterme Başkalarının suçlarını kullanmak Yardım sağlama, çaba sarf etme ve fedakarlıklar
    Kendini yükseltme Kişisel değeri vurgulamak Başarıların abartılması
    Gözdağı, tehdit Diğerlerini korkutma ve kontrol etme Kızgınlık göstergeleri, çöküş tehditleri

    Bağımlı kişilik bozukluğundaki ‘bağımlılığın’ normal bağımlılıktan farkı nedir?

    Her insanda farklı oranlarda bağımlılık eğilimi vardır. Bağımlı kişilik bozukluğu olan kişiler;

    • Olağan günlük kararlarını bile başkalarının tavsiyesi ve desteği olmadan veremez.
    • Başkalarının görünüşlerine katılmadığı durumlarda kendi görünüşünü açıklamaz ve onların
      düşüncelerine katılır.
    • Sürekli terk edilme korkusunu yaşar ve eleştirildiğinde kolayca yıkılır.

    Bağımlı kişilik bozukluğunun görülme sıklığı nedir?

    Standart tanı ölçütleri ve yapılandırılmış görüşme çizelgeleri kullanılarak yapılan bir çalışma, psikiyatrik hastaların %20’sinde bağımlı kişilik bozukluğu olduğunu ortaya koymuştur. Tüm kişilik bozuklukları içinde ise %2,5 oranında görülür. Kadınlarda erkeklere oranla daha sık görülür. Çocukluğunda kronik hastalığı olan kişiler daha yatkındır.

    Bağımlı kişilik bozukluğunun DSM-5 kriterleri nelerdir?

    DSM-V’te Bağımlı kişilik bozukluğu için daha özgül hale getirilen tanı ölçütleri şunlardır:

    A. Aşağıdakilerden en az dördünün olması ile belirli, genç erişkinlik dönemimde başlayan ve değişik koşullar altında ortaya çıkan, uysal ve yapışkan davranışa ve ayrılma korkusuna yol açacak biçimde kendisine bakılma gereksiniminin aşırı olmasıyla giden sürekli bir örüntü.

    1. Başkalarından bol miktarda öğüt ve destek almazsa gündelik kararlarını vermekte güçlük çeker.

    2. Yaşamının çoğu alanında sorumluluk almak için başkalarına gereksinim duyar.

    3. Desteğini yitireceği ya da kabul görmeyeceği korkusuyla başkaları ile aynı görüşü paylaşmadığını söylemekte zorluk çeker.

    4. Tasarıları başlatma, kendi başına iş yapma zorluğu vardır.

    5. Başkalarının bakım ve desteğini sağlamak için hoş olmayan şeyleri yapmayı isteyecek kadar aşırıya gider.

    6. Kendine bakamayacağına ilişkin aşırı korku nedeniyle tek başına kaldığında kendisini rahatsız veya çaresiz hisseder.

    7. Yakın bir ilişki sonlandığında bir bakım ve destek kaynağı olarak derhal başka bir ilişki arayışı içine girer.

    8. Kendi kendine bakma durumunda bırakılacağı üzerine gerçekçi olmayan bir biçimde kafa yorar.

    Bağımlı kişilik bozukluğunun özellikleri nelerdir?

    • Bağımlı kişilik bozukluğu sergileyen kişiler, plan yapma, herhangi bir projeye başlama konusunda yetersizdirler.
    • Özgürlüklerinden ve girişimciliklerinden tamamen vazgeçerler.
    • Diğerlerini verici, destekleyici ve yeterli olarak görürler.
    • Bağımlı kişilikler, yakınlarında ulaşabilecekleri güçlü bir insan olduğu sürece günlük işleyişlerini sürdürürler.
    • Bu kişilerin “Yeterli biri yanımda olursa hayatımı sürdürebilirim. Eğer terk edilirsem ölürüm. Var olabilmem için diğer insanlara, özellikle güçlü insanlara ihtiyacım var. Mutluluğum böyle bir insana ulaşabilmeme bağlıdır.” Gibi fonksiyonel olmayan inançları vardır.
    • Reddedilme ya da terk edilme ile ilgili ciddi korkuları vardır.
    • Karşıdaki insanı mutlu ederek yakın ilişkiyi sürdürmeye çalışmaları genel olarak gösterdikleri davranışlar arasındadır.
    • Genellikle anksiyete (kaygı) ve depresyon yaşamaktadırlar. Gergin ilişkilerde anksiyete; “o insan” yakınlarında olmayınca depresyon.
    • Güvensizdirler, kendisinin çok aptal ve beceriksiz bir kişi olduğunu söyleyebilir. Sorumluluk gerektiren işlerden kaçınırlar. Yalnızken kendilerini aciz hissederler.
    • Başkalarının öğüt ve destekleriyle karar verirler.
    • Yaşamlarında sorumluluk almak için başkalarına ihtiyaç duyarlar.
    • Kabul görmeyeceği korkusuyla, başkalarıyla aynı görüşü paylaşmakta zorluk çekerler.
    • Kendi başına iş yapma zorluğu vardır.
    • Kendine güven çok azdır ya da yoktur.
    • Başkalarının bakım ve desteği için hoş olmayan şeyleri bile yaparlar.
    • Tek başına kaldığında kendini rahatsız ve çaresiz hissederler.
    • Yakın bir ilişki sonlandığında, başka bir ilişki arayışı içine girerler.
    • Kendi kendine bakma durumunda bırakılacağı korkuları üzerine gerçekçi olmayan bir biçimde kafa yorarlar.

    Bağımlı kişilik bozukluğunun sebepleri nelerdir?

    • Aşırı koruyucu, mükemmeliyetçi ve baskıcı ebeveynlerin çocuğun özgüvenli ve insiyatif sahibi insanlar haline gelmesini engellediği ileri sürülmüştür.
    • Türk kültüründe kadına atfedilen geleneksel sosyal rolün kadınları daha bağımlı insanlar haline getiriyor olması mümkündür. Bu bağımlı kişilik bozukluğunun kadınlarda daha fazla görülmesini açıklayabilir.
    • Çocukluk çağındaki kronik fizik hastalık ya da ayrılma anksiyetesi bozukluğu da bağımlı kişilik bozukluğuna zemin hazırlayabilir.

    Psikodinamik Bakış Açısı: Bu görüş hastalıklı bağımlılığı, bağımlılık çelişkileri açısından kavramsallaştırır, (‘bakım yapılması için arzu ile hükmetme’ arasındaki çelişki gibi) bu çelişkilerle başa çıkmak için kullanılan ego savunmaları inkar ve yansıtmadır.

    Bilişsel Bakış Açısı: Bu görüştekiler sorunlu bağımlılığın öz yenilgi düşünce kalıplarından oluştuğunu göz önünde bulundururlar. Bu düşünce kalıpları:

    • Çaresizlik: Kişinin özgüven eksiliğini yansıtan düşünceler
    • Olumsuz söylemler: Bağımlı kişilerin yetenek ve beceri eksikliklerini doğrulayan küçük düşürücü içsel söylemler

    Davranışsal Bakış Açısı: Bağımlı kişilik bozukluğu üzerindeki davranışsal görüş şu ki; insanlar öz yenilgi olsa bile bağımlı davranışlar sergilerler çünkü bu davranışlar ödüllendirilir. Aralıklı pekiştirme bağımlı davranışın sosyal ortamlarda yayılmasına yardımcı olur.

    Bağımlı kişilik bozukluğunda ayırıcı tanı

    • Borderline kişilik bozukluğunda da yalnız kalmaktan korku ve başkalarına yapışma görülebilir. Fakat bu bireyler terk edilmeye, genellikle öfke ve manipülatif davranışlarla tepki verirler. Bağımlı kişilik bozukluğundan farklı olarak kişilerarası ilişkileri kararsız ve
      değişkendir.
    •  Majör depresyon ve anksiyete bozuklukları bağımlı davranışa neden olabilir. Ancak bu davranış sonradan ortaya çıkmıştır. Bağımlı kişilik bozukluğunda ise öteden beri vardır.
    • Bağımlı kişilik bozukluğunda bağımlı olduğu kişiye karşı uzun süreli ilişki vardır. Bağımlılık davranışı agorafobi durumlarında da olabilir ama bu bireylerde panik ve anksiyete durumu da vardır.
    • Ergen ve çocuklarda bağımlı davranış bu dönem için genellikle normal olduğundan bu yaş grubundaki danışanlara bağımlı kişilik bozukluğu tanısı koyarken dikkatli olmak gerekir.

    Bağımlı kişilik bozukluğu ve öz kıyım

    Bazı çalışmalar bağımlı danışanların öz kıyım girişimi riskinin yüksek olduğunu gösterdiğinden, bağımlı kişilik bozukluğu olan bireyler devamlı olarak olumsuz işaretler açısından izlenir.

    5 tehlike işareti bağımlı danışanlarda yüksek oranda kendine zarar verici davranış olasılığını gösterir.

    Bağımlı danışanlarda kendini yıkıcı davranışın 5 uyarıcı işareti:

    • Son ilişki çelişkisi ve içsel kayıp
    • Aşırı veya gerçek olmayan kıskançlık
    • Zayıf dürtü kontrolü
    • Olumsuz duyguları ayarlamada zorluk
    • Bir önceki öz kıyım girişimleri

    Ne zaman yardım alınmalı?

    Yaşanılan sıkıntılar kişiyi rahatsız edecek boyuta gelmişse, kişinin olmak istediği benliği ile gerçek benliği arasında fark varsa (örneğin; kişi, birilerine bağımlı olmak istemiyor, daha özgürce hareket edebilen ve kendine güvenen biri olmak istiyor fakat tam tersi durumları yaşıyor ve ya yaşamak zorunda kalıyor), kişinin bu durumu ve yaşadıkları genel toplum normundan belirgin derece sapma gösteriyorsa ve kendi içerisinde yaşadığı bu çatışmayı çözemiyorsa mutlaka bir tıp hekimine, sonrasında ise bir psikoterapiste giderek yardım almalıdır.

    Bağımlı kişilik bozukluğunda teşhis ve değerlendirme

    Bağımlılık her zaman pasiflik ile karakterize edilmez. Bağımlı bireyler kendilerini terk edilmekten kurtarmak için kendilerini dramatik olarak tanıtma-çöküş tehditleri veya öz kıyım gibi yöntemler kullanabilirler.

    Kendini tanıtma her zaman gerçek tablolar sunmaz. Çünkü bağımlılık ‘zayıflığın ve olgunlaşmamışlığın’ bir işareti olarak görülebilir; çoğu yetişkin –özellikle erkekler- bağımlı düşünce ve duygularını itiraf etmekten kaçınır.

    Bağımlılığın ciddiyeti zamana ve durumlara göre çeşitlidir. Depresif dönemler bağımlılığın geçici artışı ile ilişkilidir. Basit ruhsal durum değişiklikleri bile bağımlılığı artırabilir.

    Bağımlı kişilik bozukluğu tedavisi

    • Bağımlı kişilik bozukluğu olan birey, kendi kişilik özelliklerini beğenmediği ve tabloya sıklıkla anksiyete (kaygı) ya da depresyon eklendiği için tedavi olmak ister.
    • Diğer kişilik bozukluklarına göre bağımlı kişilik bozukluğunun tedavisinin daha kısa sürdüğü ve daha sorunsuz geçtiği belirtilmektedir.
    • Davranışçı bir teknik olan girişkenlik eğitiminin yararlı olduğu ileri sürülmüştür.
    • Psikodinamik yönelimli bireysel ya da grup psikoterapisi de yararlıdır.
    • Psikoterapide, terapistin desteği ile daha az bağımlı ve aktif olabilirler.
    • Farmakoterapide aksiyolitikler, benzodiazepinler, serotonerjik ajanlar, antidepresanlar, seperasyon anksiyetesi için tofranil kullanılabilir. (Aksiyolitikler, anksiyete tedavisinde kullanılan ilaçlardır. Benzodiazepinler, kasları gevşetmeye ve düşünceleri azaltmaya yardımcı olan sakinleştiricilerdir. Panik bozukluk yaygın anksiyete bozukluğu ve sosyal anksiyete bozukluğu gibi birçok anksiyete bozukluğu çeşidini tedavi etmeye yardımcı olur. Serotonerjik ajanlar bir çeşit antidepresandır).

    Bağımlı kişilik bozukluğu için şema terapi

    Kişilik bozukluklarının tedavisinde pratik ve etkili bir yöntem olarak bilinen bilişsel davranışçı tedavi yaklaşımı, bağımlı kişilik özelliklerinin tedavisinde makul ölçüde ilerleme sağlamakta ve farklı belirti gruplarına yönelik bütünleşik tedavi paketleri sunmaktadır. Bunların arasında şema terapi, kişilik bozukluklarında görülen katı özelliklerden kaynaklı uzun süreli sorunların tedavisine yönelik alternatif sunmaktadır ve uzun süreli sorunlar için daha kapsamlı bir kavramsallaştırma ve tedavi planı oluşturabilmek amacıyla erken dönem olumsuz şemalarla çalışmayı önermektedir.

    Son dönemde, kişilik problemleriyle çalışan terapistler şemalar yerine şema modlarıyla çalışmanın daha etkili olduğunu belirtmektedirler.

    Kişinin hayatı boyunca görece daha istikrarlı olan şemaların aksine, modlar belirli bir zaman içerisinde ağır basan duygusal durum, şema ve başa çıkma tepkilerinin bütününü ifade etmektedir. Bağımlı kişilik ekseninde şema terapi süreci, çoğunlukla söz dinleyen teslimci mod üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu mod kişinin çaresizlik hislerinden kaynaklı olarak kendisinden güçlü algıladığı bireylere karşı itaatkar davranışlarını içermektedir. Bu modda, mevcut ilişkiyi korumak ve terk edilmekten kaçınmak amacıyla, birey otorite figürlerinin talep ettiği her şeye uyum göstermekte ve tam bir teslim sergilemektedir. Çocuk modlarından, bağımlı çocuk modu aktif olduğunda, kişi kendisine hayatın getirdiği sorularla ilişkili pratik çözümler sunacak güçlü bir yardımcının yokluğunda paniklemektedir. Benzer şekilde, terk edilmiş/ istismar edilmiş çocuk modu da genellikle duygusal istismar yaşantılarından kaynaklı reddedilme ve terk edilme korkularıyla ilişkilendirilmektedir. Son olarak, hataları için kişileri sürekli rahatsız eden içselleştirilmiş cezalandırıcı ve eleştirel ebeveyn modlarının varlığı gözlenmiştir. Sağlıklı yetişkin modunun ise zayıf olması beklenmektedir. Şema terapi uygulanırken şemaların varlığı ve modların isimlendirilmesi kişinin şema ölçeklerinden aldığı puanlamalara göre yapılmaktadır.

    Bağımlı kişilik bozukluğu için davranışçı terapiler

    Davranış tedavileri kişilik bozukluklarının C kümesi (çekingen kişilik bozukluğu, obsesif kompulsif kişilik bozukluğu ve bağımlı kişilik bozukluğu) tedavisinde etkin terapiler olabilir. Bunlar arasında bilişsel-davranış terapisi, mantıksal-heyecan terapisi, sistematik duyarsızlaştrma, toplumsal becerileri geliştirme ile birlikte yüzleştirme teknikleri sayılabilir.

    Tedavinin yararları terapiden hemen sonra hissedilmeyebilir. İzleme çalışmaları birçok danışanın tedavi programını tamamladıktan aylar ya da yıllar sonra bunun yararını gördüklerini göstermektedir. Bununla birlikte daha ağır danışanlarda kısa bir tedavi programından sonra başka tedavilerin de gerekli olduğu görülmüştür.

    • Sistematik Duyarsızlaştırma: Aşamalı maruz bırakma tekniğidir. Danışandan kaygı hissettiği durumun ya da durumların en az kaygı hissedilen düzeyden en çok kaygı hissedilen düzeye kadar listelenmesi istenir. En az kaygı hissedilen düzeyden başlanıp aşamalı olarak en çok kaygı hissedilen düzeye kadar zihinde canlandırma ve gevşeme ile çalışılır.
    • Toplumsal Becerileri Geliştirme: Sosyal ortamlarda nasıl davranılması gerektiği ile ilgili bilgilendirme ve çalışmaların yapılması.
    • Yüzleştirme: Terapi ortamında, terapistin danışana saygısını kaybetmeden, empati kurarak zamanlamanın iyi olduğu, kendisi olmadan danışanın ideal benliğiyle gerçek benliği ve/veya sözel anlatımıyla davranışı arasındaki çatışmalarını, tutarsızlıklarını, çelişkilerini ortaya koyma süreci yüzleştirme olarak tanımlanır.
    Referanslar

    Arntz, A.(2012). Schema therapy for cluster C personality disorders. The Wiley-Blackwell

    Davinson, G. C. ve Neale, J. M. (2011) Anormal Psikolojisi, Ankara: Nobel Akademi Yayıncılık.

    Konduz, N. (2015). Dsm-5’e göre kişilik bozukluğu tanısı alan hastaların kişiler arası işlevsellikte yetersizlik düzeyleri. Adnan Menderes Üniversitesi Sağlık Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Aydın.

    Rafaeli , E. , Bernstein , D. and Young , J. ( 2011 ) Schema Therapy: Distinctive Features . London :Routledge.

  • YGS stresine ne iyi gelir?

    Üniversite hayalinize ulaşmak için önünüzdeki ilk basamak olan YGS geldi çattı. Zaman su gibi aktı ve beklenen gün oldukça yaklaştı. LYS sınavı için iyi bir avantaj yakalamak isteyen öğrencilerin birçok taktik uygulayacağı YGS sınavında büyük handikap yaratan durumlardan biri de genellikle stres oluyor. Gecesini gündüzüne koyup emek vererek hazırlanan öğrencilerin sınav için endişelenmeleri de oldukça normal aslında. Ancak bu endişeyi kendilerine zarar verecek boyuta taşımaları ve aslında yenebilecekleri bir düşüncenin altında ezilmeleri normal değil.

    Peki bu düşünceden, baskıdan veya popüler adıyla stresten kurtulmak mümkün mü?

    Tabi ki mümkün. Bu yazımızda sınav anında stresinizi kontrol edebileceğiniz yöntemleri anlatıyoruz.

    Sınavda anı düşünün

    YGS veya diğer sınavlar fark etmez, sınav anında sadece sınava odaklanın. Sınav sonucunu veya sonrasını düşünmek krizi atlatmanıza yardımcı olmaz. Sınav anına yoğunlaşıp, başka hiçbir şey düşünmemeniz başarınızı arttıracaktır. Tabi bu sınavın geleceğinizi etkilediği gerçeğini değiştirmez. YGS ve LYS geleceğinizi şekillendirmeniz için önemli aşamalar; ancak her yıl kazanan onca öğrenci arasında olmak zor değil. Sınavda sorulara odaklanın, bilgilerinizi soruları çözmek için kullanın ve daha önce uyduğunuz soru çözme sırasına bağlı kalın. Örneğin tüm deneme sınavlarında önce Türkçe dersinden başlayıp sonra Matematiğe ve daha sonra Sosyal Bilimlere geçtiyseniz, YGS’de de aynı sıralamaya uymanız, size geçmiş deneyimlerinizi hatırlatacağı için, tanıdık bir an yaşatır. Bu da stresinizi yenmek için oldukça kullanışlı bir taktiktir.

    Sınavdan önce “kazanacak mıyım, kazanamayacak mıyım, üniversiteye yerleşecek miyim açıkta mı kalacağım” düşünceleri sağlıklı değildir. Bu düşüncelerin yerine “şu ana kadar yapılabilecek her şeyi yaptım, bu yüzden sonuç ne olursa olsun pişman olmayacağım” şeklindeki düşünce kaygıyı azaltıcı ve rahatlatıcı olacaktır.

    Ailelerin kaygıya etkisi var mı?

    Hem sınav öncesinde hem de sınav günü ailelerin en çok yaptığı yanlışlardan biri, çocuklarını rahatlatmak amaçlı söyledikleri yanlış cümlelerdir. Sınavın önemli olmadığı, sonucun başarılı da olsa, başarısız da olsa sen bizim çocuğumuzsun, tarzındaki yaklaşımlar, öğrencinin zihninde “demek ki ailem benim için sınavın kötü geçebileceğini de düşünüyor” düşüncesini uyandıracağı için uzak durulması gereken düşüncelerdir. Bazen masum sözcükler amaçlanandan farklı duygulara neden olabilmektedir.

    Zaman yönetimini iyi uygulamak gerekiyor

    Öğrencilerin daha önceki sınav deneyimlerinden akıllarında kalan olumsuz düşüncelerinden biri de soruları yetiştirebilecek miyim kaygısı. Aslında YGS’de her öğrenciye fazlasıyla yetecek kadar zaman tanınıyor. Sayısal öğrencilerin soru çözme hızları genelde iyi olduğu için sözel derslere bile vakit ayırabildikleri, eşit ağırlıktan hazırlanan öğrencilerin Fen Bilimleri sorularına hiç bakmadan 120 sorudan oluşan diğer üç testi 160 dakikada cevaplayacak olmaları ve sözel öğrencilerin Fen ve Matematik testlerine bakmadan yaklaşık 80 soruyu 160 dakikada çözecek olmaları zaman yönetimi konusunda durumun öğrenci lehine oldukça olumlu olduğunu göstermektedir.

    Öğrencinin vakit gerektiren soruları ikinci tura bırakmaları, ilk etapta kolay ve hızlı çözülebilen soruları çözmeleri gerekir. Tüm sorular bittiğinde çelişkide kaldıkları ve hiç bakamadıkları sorulara dönmeleri en iyi taktiktir. Böylece tüm sorulara bakabilmek mümkün olacaktır.

    Sınav yeri ile ilgili yapılması gerekenler

    Öğrencilerin sınava girecekleri yerleri daha önceden görmeleri, hatta mümkünse sınava girecekleri salonu görmeleri, sıralarına oturmaları kaygıyı azaltmanın en etkili yollarından biridir. Böylelikle öğrenci sınav günü yabancı bir turist gibi değil, ortamı tanıyan, binayı daha önceden incelemiş biri olarak, tabiri caizse ev sahibi olarak sınav salonuna girecektir.

    Sınav salonuna ilk girenlerden biri olmak da, daha sonra gelenlere oranla daha rahatlatıcı olmaktadır. En azından salona son giren olmamak çok önemlidir.

    Sınav anında bunalan öğrenci ne yapmalı?

    YGS gibi çoktan seçmeli sınavlarda öğrenciler zaman zaman yorulduklarını hissedebilmektedir. Böyle bunaldığını düşündüğü durumlarda öğrencilerin 3-4 saniye kadar kitapçıktan uzak kalmaları ve gözlerini kapatıp derin nefes almaları işe yarayacaktır.

    Sınava nasıl gidilmeli?

    Öğrencilerden daha çok aileler çocuklarının iyi bir gün geçirmesi için farklı içeriklerde kahvaltılar hazırladıkları, uğur getirsin diye öğrencinin stresini arttıracak etkinliklerde bulundukları görülmektedir. Bu durumda ailelerin kendilerini öğrencinin yerine koymaları ve empati kurarak düşünmeleri önemlidir. Öğrenci her zamankinden farklı davranan ailesinin, bunları sınav için yaptığını bilecek ve sınava yönelik kaygısını arttıracaktır. Oysa ki her günkü gibi uyanmak, her zamanki gibi bir kahvaltı yapmak ve mümkünse düğüne gider gibi tüm aile fertleriyle değil, ideal olarak bir kişinin refakatinde sınava gidilmesi en uygunu olacaktır.

    Sına başlamadan bir saat önce sınav merkezinde bulunmak, geç kalmanın yaratacağı endişeyi önlemek için önemlidir.

    Neden sonucu düşünmemeliyiz?

    İnsan yaratılışı gereği geleceği önceden bilemez. Önceden bilemeyeceği bir gelecek için kaygılanması normal ve aşılması zor bir durum gibi görünse de aslında sonuç odaklı düşünmek yerine süreç odaklı düşünmeyi becerebilse, her insan belirli bir zaman aralığında bu kaygısını yenmeyi başarabilir.

    Sonuç gelecek ile ilgili bir kavram olduğundan bu an’ın konusu olmamalıdır. Bu an’ın konusu bu an yaşananlardır. Sınavlar için düşünürsek bu an’ın konusu soru çözmektir, tüm sorulara bakabilmektir, bilgileri sorular üzerinde kullanabilmektir. O yüzden an’ı yaşayın ve sorulara odaklanın.

    Bu şekilde düşünürseniz, sonradan öğrenilen kaygının sınavlarınızı etkilemesine asla izin vermezsiniz. Nasıl şu an burada okuduklarınıza odaklanıyorsanız, sınavda da yapacağınız şey aynısı. Bakın öğrendiniz bile.

    Hepinize mutluluk dolu yarınlar diliyorum.

    Yazar: Psikolojik Danışman Memet KAYMAZ

  • Postpartum depresyon nedir?

    Ne kadar çok isteseniz de, ne kadar çok sevseniz de bir bebeğe sahip olmak stres oluşturan bir durumdur. Uykusuz kalmak, yeni sorumluluklar, kendinize zaman ayıramamak durumları ortaya çıktığı için, birçok yeni annenin duygusal gerginlik yaşamaları hiç de şaşırtıcı değil. Bebek sahibi olduktan sonra kısa bir depresif hal normaldir ancak semptomlarınız birkaç hafta sonra kaybolmazsa veya daha da kötüleşirse doğum sonrası depresyon olarak bilinen postpartum depresyon yaşıyor olabilirsiniz. Kendinizi daha iyi hissetmek ve anneliğin keyfini sürmek için yapabileceğiniz çok şey var.

    Yaşadığınız geçici bir değişim mi yoksa doğum sonrası depresyon mu?

    Daha yeni bebeğiniz oldu. Mutlu olmayı umuyordunuz. Bunu arkadaşlarınız ve ailenizle birlikte kutlamayı düşünüyordunuz. Ama kutlamak yerine ağlamak istiyorsunuz. Oysa yorgunluk, endişe ve ağlamak değil; sevinç ve heyecana hazırlanmıştınız. Bunu beklemiyordunuz.

    Hafif depresyon, anksiyete ve ruh halinizdeki değişiklikler yeni annelerde yaygındır. Kadınların çoğu doğumdan sonra bunu yaşar. Bu tam olarak doğumdan sonraki stres, izolasyon, uyku yoksunluğu ve yorgunluk sonrasında hormonların ani değişimiyle duygusal çöküş anlamına geliyor. Kendinizi sürekli ağlamaklı, bunalmış ve duygusal açıdan kırılgan hissedebilirsiniz. Genellikle doğumdan sonraki ilk birkaç gün içinde başlayacak ve bir haftada zirveye ulaşacak, doğumdan sonraki ikinci haftanın sonuna doğru iyileşecektir.

    Postpartum depresyon belirtileri nelerdir?

    Doğumdan sonraki hafif depresif halden farklı olarak postpartum depresyon daha ciddi bir sorundur ve bunu göz ardı etmemelisiniz. Başlangıçta bunun ciddi olup olmadığını fark edemeyebilirsiniz. Postpartum depresyon normal bir durummuş gibi gelebilir.

    Postpartum depresyon belirtileri intihar veya yeni doğanın bakımını yapamama gibi daha şiddetli ve daha uzun sürelidir Eşinizden uzaklaşmayı ve bebeğinizi dışlamayı isteyebilirsiniz. Hatta endişeniz kontrolden çıkarsa, bebeğiniz uyurken bile uyumamak veya sağlıklı beslenmemek durumunu tercih edebilirsiniz. Suçluluk ve değersizlik duyguları baskın olabilir, ölüm düşüncesi yoğunlaşabilir ve günlük öz bakım becerilerinizi ihmal edebilirsiniz. Bunların hepsi postpartum depresyon için ciddi belirtilerdir.

    Postpartum nepresyon nedenleri ve risk faktörleri nelerdir?

    Bazı yeni annelerin doğum sonrası depresyon yaşamasına neden olan tek bir sebep yoktur; fakat bir takım birbiriyle ilişkili nedenler ve risk faktörlerinin soruna katkıda bulunduğu düşünülmektedir.

    Hormonal değişiklikler: Doğumdan sonra kadınlar östrojen ve progesteron hormonu seviyelerinde büyük bir düşüş yaşarlar. Tiroid seviyeleri de düşebilir, bu da yorgunluğa ve depresyona neden olur. Bu hızlı hormonal değişiklikler -kan basıncındaki değişiklikler, bağışıklık sisteminin işleyişi ve yeni annelerin yaşadığı metabolizma- postpartum depresyonu (doğum sonrası depresyonu) tetikleyebilir.

    Fiziksel değişiklikler: Doğurmak sayısız fiziksel ve duygusal değişiklik getirir. Fiziksel ve cinsel cazibenizi güvensiz kılarak bebek ağırlığını kaybetme zorunluluğundan kaynaklanan fiziksel ağrı ile uğraşıyor olabilirsiniz.

    Stres: Bir yeni doğan bakımı kesinlikle stres oluşturur. Yeni anneler genellikle uykudan yoksundur. Buna ek olarak, bebeğinize düzgün bakım yapmanız konusunda bunalmış ve endişeli hissedebilirsiniz. İlk kez anne oluyorsanız bu değişiklikler sizi fazlasıyla zorlar.

    Postpartum depresyon için risk faktörleri

    Birçok faktör doğum sonrası depresyona yatkınlığınıza neden olabilir: En önemlisi, doğum öncesi depresyon öyküsüdür, çünkü doğum öncesi süreç postpartum depresyon ihtimalinizi % 30-50’ye çıkarabilir. Hamilelik dışı depresyon öyküsü veya ailenin duygu durum bozukluğu öyküsü de bir risk faktörüdür. Diğerleri, duygusal destek eksikliği, kötü muamele ilişkisi ve mali belirsizlik gibi sosyal stres kaynaklarını içerir. Risk, gebelik amacıyla diğer ilaçları kesilen kadınlarda aniden artmaktadır.

    Postpartum psikoz belirtileri

    Postpartum psikoz, doğumdan sonra ortaya çıkabilen, gerçeklikle olan temasın kaybolması ile karakterize, nadir ancak son derece ciddi bir bozukluktur. İntihar veya bebek bakımına ilişkin yüksek risk nedeniyle, hastaneye kaldırma genellikle anneyi ve bebeği güvende tutmak için gereklidir.

    Postpartum psikoz, genellikle doğumdan sonraki ilk iki hafta içinde ve bazen de 48 saat içinde aniden ortaya çıkar. Semptomlar şunları içerir:

    • Halüsinasyonlar (gerçek olmayan şeyleri görmek veya sesleri duymak)
    • Delüzyonlar (paranoyak ve irrasyonel inançlar)
    • Aşırı ajitasyon ve endişe
    • İntihar düşünceleri veya eylemleri
    • Karışıklık ve yönelim bozukluğu
    • Hızlı ruh hali değişimleri
    • Tuhaf davranış
    • Yemeyi veya uyumayı reddetme
    • Bebeğinize zarar verme veya öldürme düşünceleri

    Postpartum psikoz acil tıbbi yardım gerektiren bir durum olarak düşünülmelidir.

    Postpartum depresyon ile baş etme 1: Bebeğinizle güvenli bir bağ oluşturun

    Anne-çocuk arasındaki duygusal bağlanma süreci bebeklik çağındaki en önemli görevdir. Sözsüz ilişkinin başarısı, bir çocuğun kendisini tam olarak geliştirecek kadar güvende hissetmesini sağlar ve nasıl etkileşeceğini, iletişim kurmasını ve yaşam boyunca ilişkileri nasıl şekillendireceğini etkiler.

    Anne bebeğin fiziksel ve duygusal gereksinimlerine karşı sıcak ve tutarlı bir şekilde karşılık verdiğinde, güvenli bir bağ oluşturulur. Bebeğiniz ağlarken, hızlı bir şekilde onu rahatlatırsınız. Bebeğinize gülümseyerek yanıt verirsiniz. Birbirinizin duygusal sinyallerini tanıyorsunuz ve buna karşılık veriyorsunuz.

    Postpartum depresyon bu bağlanmayı kesebilir. Depresif anneler zaman zaman sevecen ve dikkatli olabilir, ancak diğer zamanlarda olumsuz tepki verebilir veya hiç yanıt vermeyebilir. Postpartum depresyonu olan anneler bebekleri ile daha az etkileşime girme eğilimindedirler ve emzirmek, çocukla oynamak ve bir masal okumak daha az olasıdır. Ayrıca yeni doğanlarına bakma biçiminde tutarsız olabilirler.

    Bununla birlikte, bebeğinizle bağ kurmayı öğrenmek sadece çocuğunuza fayda sağlamakla kalmaz, aynı zamanda bir anne olarak sizi daha mutlu ve daha emin hissettiren endorfinleri bırakarak size yarar sağlar.

    Postpartum depresyon ile baş etme 2: Başkalarından destek ve yardım alın

    İnsanlar sosyaldir: Olumlu sosyal temas, stresin azaltılmasında diğer herhangi bir araçtan daha hızlı ve daha etkili bir şekilde etkili olur. Tarihsel olarak ve evrimsel bir bakış açısına göre, yeni anneler doğumdan sonra kendileri ve bebekleriyle ilgilenirken çevresindekilerden yardım alırlar. Günümüz dünyasında, yeni anneler sıklıkla kendilerini yetişkinlerle temas kurma noktasında yalnız ve yorgun hissederler. Başkalarına bağlanmak ve onlardan destek almak için bazı fikirler şunlardır:

    • İlişkilerinizi öncelik haline getirin: Depresif ve savunmasız hissettiğinizde, yalnız kalmayı tercih etseniz bile, ailenize ve arkadaşlarınıza bağlı kalmak her zamankinden daha önemlidir. Kendinizi izole etmek durumunuzun daha da tedbirsiz olmasını sağlayacaktır, bu nedenle yetişkin ilişkilerinizi öncelik haline getirin. Sevdiklerinize neye ihtiyacınız olduğunu ve nasıl desteklenmek istediğinizi söyleyin.
    • Duygularınızı kendinize saklamayın: Arkadaşlarınızın ve ailenizin sağlayabileceği pratik yardıma ek olarak, ihtiyaç duyulan duygusal bir çıkış noktası olarak da hizmet edebilirler. Yaşadığınız şeyleri (iyi, kötü ve çirkin) en az bir başkasıyla, tercihen yüz yüze paylaşın. O kişi karar almadan dinlemeye, güvence ve destek sunmaya istekli olduğu sürece kiminle konuştuğunuz önemli değil.
    • Katılımcı olun: Destekleyici arkadaşlarınız olsa bile, anneliğin aynı döneminde olan diğer kadınları aramayı düşünebilirsiniz. Diğer annelerin de sizinle aynı endişeleri, güvensizlik ve hisleri paylaştıklarını duymak çok güven verici.

    Postpartum depresyon ile baş etme 3: Kendinize iyi bakın

    Postpartum depresyonu hafifletmek veya önlemek için yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri kendinize iyi bakmaktır. Zihinsel ve fiziksel refahınız için ne kadar çok bakım yaparsanız, o kadar iyi hissedeceksiniz. Basit yaşam tarzı değişiklikleri, kendiniz gibi hissetmenize yardımcı olur.

    • Ev işini ikinci plana atın: Kendinize ve bebeğinize öncelik verin. Kendinize ve bebeğinize konsantre olmanız için kendinize izin verin.
    • Egzersiz yapın: Çalışmalar depresyon tedavisinde egzersizin ilaç kadar etkili olabileceğini gösteriyor, bu nedenle ne kadar hareket ederseniz o kadar iyi olur. Aşırıya gerek yok: her gün 30 dakikalık bir yürüyüş harikalar yaratacak. Yoga’da bulunan streching egzersizleri özellikle etkilidir.
    • Dikkat meditasyonu uygulayın: Sizi daha sakin ve daha enerjik hale getirmek için dikkat meditasyonu işe yarar. İhtiyacınız olan şeyin ve ne hissettiğinizin farkında olmada size yardımcı olabilir.
    • Uyumayı ihmal etmeyin: Yeni doğanla uğraşırken tam sekiz saat uyku ulaşılamaz bir lüks gibi görünebilir, ancak zayıf uyku depresyonu daha da kötüleştirir. Kocanızın veya ailenizin üyelerini mümkün olduğunca uyumanıza yardımcı olmak için ve bol miktarda dinlenmek için ikna edin.
    • Dinlenmeniz ve annelik görevlerine ara vermeniz için kaliteli zaman ayırın: Sıcak bir banyo yapmak, sıcak bir fincan çay içmek veya kokulu mumlar yakmak gibi kendinizi şımartmanız için küçük yollar bulun. Masaj yaptırın.
    • Yemekleri öncelik haline getirin: Depresyondayken, beslenme sekteye uğrar. Yediğiniz şeylerin anne sütünün kalitesi üzerinde etkisi vardır, bu nedenle sağlıklı beslenme alışkanlıklarınızı oluşturmak için elinizden geleni yapın.
    • Günı şığına çıkın: Güneş ışığı iyidir, bu nedenle günde en az 10-15 dakika güneş ışığı almaya çalışın.

    Postpartum depresyon ile baş etme 3: Eşinizle olan ilişkiniz içim zaman ayırın

    Boşanmaların yarısından fazlası bir çocuğun doğumundan sonra gerçekleşir. Birçok erkek ve kadın için, eşleri ile olan ilişki duygusal ifade ve sosyal bağlantının birincil kaynağıdır. Yeni bir bebeğin talepleri ve ihtiyaçları, çiftlerin bir süre, enerji ve düşünce bağlarını korumak için koymadığı sürece bu ilişkiyi bozabilir ve kırabilir.

    • Günah keçisi aramayın: Uykusuz gecelerin stres ve sorumlulukları sizi rahatsız edebilir ve bitkin hissetmenize neden olabilir. Ve bu konuda bebeği suçlayamayacağınız için, eşiniz üzerinde hayal kırıklıklarınızı gidermek çok kolaydır. Parmakla işaret etmek yerine, birlikte olduğunuzu unutmayın. Ebeveynlik zorluklarını bir takım olarak ele alırsanız, daha da güçlü bir birim haline geleceksiniz.
    • İletişim hatlarını açık tutun: Bir bebeğin doğumunu izleyen roller ve beklentiler de dahil olmak üzere birçok şey değişir. Birçok çift için önemli bir gerginlik kaynağı, çocuk bakım ve ev sorumluluklarının bebek sonrası bölünmesidir. Bu konular hakkında konuşmak önemlidir. Eşinizin, nasıl hissettiğinizi veya neye ihtiyacınız olduğunu bilmediğini düşünmeyin. Romantik veya maceraperest olmak için kendinize baskı yapmayın (ikiniz de buna uygun değilseniz). Birlikte 15-20 dakika harcamak bile yakınlık duygularınızda büyük bir fark yaratabilir.

    Postpartum depresyonlu yeni bir anneye yardım etmek

    Sevdikleriniz pospartum depresyon geçiriyorsa, yapabileceğiniz en iyi şey destek vermektir. Onun çocuk bakımı görevlerinde mola vermesini sağlayın, ona kulak verin, sabırlı olun ve anlayış gösterin. Kendinize de dikkat etmeniz gerekiyor. Yeni bir bebeğin ihtiyaçlarını gidermek, hem anne hem de baba için zor.

    Eşinize nasıl yardım edebilirsiniz?

    • Onu duygularından bahsetmeye teşvik edin: Onu yargılamadan veya çözümler önermeden dinleyin. Her şeyi düzeltmeye çalışmak yerine, orada olmaya çaba gösterin.
    • Evde yardım teklif edin: Ev işleri ve çocuk bakım sorumluluklarını yerine getirin. En önemlisi de yardım istemesini veya sormasını beklemeyin
    • Onun kendine vakit ayırdığından emin olun: Dinlenme ve gevşeme önemlidir. Onu mola vermek, bir bebek bakıcısı kiralamak veya bazı gece randevuları zamanlamak için teşvik edin.
    • Seks yapmaya hazır değilse sabırlı olun: Depresyon cinsel performansı etkiler, bu yüzden onun moda girmesini bekleyin. Ona fiziksel sevginizi sunun, fakat seks için zorlamayın.
    • Onunla yürüyüşe çıkın: Egzersiz yapmak depresyonda büyük bir düşüşe neden olabilir., İkiniz için günlük bir ritüelle yürümeye gayret edin.

    Postpartum depresyon tedavisi

    Kendi kendine yardım ve ailenizin desteğine rağmen, doğum sonrası depresyon ile hala uğraşıyorsanız, profesyonel bir tedavi isteyebilirsiniz.

    • Bireysel terapi ya da evlilik danışmanlığı: İyi bir psikoterapist, annelik davranışlarınızı başarıyla sergilemenize yardımcı olabilir. Eğer evde desteklenmiyor gibi hissediyorsanız, evlilik terapisi çok yararlı olabilir.
    • Antidepresanlar: Kendiniz veya bebeğiniz için yeterli derecede işlev gösteremiyorsanız postpartum depresyon vakaları için, antidepresanlar bir seçenek olabilir. Bununla birlikte, ilaç bir doktor tarafından yakından izlenmelidir. Diğer taraftan ilaç kullanımı psikoterapi eşliğinde daha etkili olmaktadır.
    • Hormon tedavisi: Östrojen replasman tedavisi bazen doğum sonrası depresyona yardımcı olabilir. Östrojen genellikle bir antidepresanla birlikte kullanılır. Hormon tedavisi ile birlikte gelen riskler vardır, bu yüzden doktorunuzla sizin için en iyi ve en güvenli olan hakkında konuşmaya dikkat edin.

    Yazar: Memet Ali Kaymaz

  • Şizotipal kişilik bozukluğu nedir?

    Şizotipal kişilik bozukluğunu, aklımızda bir çerçeve oluşturması bakımından toplumda nispeten daha çok bilinen şizofreninin hafif seyreden bir türü olarak düşünmemiz mümkündür.

    Şizofreni ile yakından ilişkili olan şizotipal kişilik bozukluğu, birçok noktada şizofreni ile benzer bulgular gösterse de aralarındaki farklar doğru tanı ve tedavi açısından önemlidir.

    Şizotipal kişilik bozukluğu olan kişilerin düşüncelerinde, davranışlarında, konuşmalarında, dış görünümlerinde tuhaflık ve sıradışılık gözlemlenmektedir. Şizotipal kişiler olağandışı davranışlarda bulunmakla birlikte insanlarla ilişki kurmakta da zorlanan, kişilerarası ilişkilerde aşırı derecede sosyal kaygı yaşayan kişilerdir.

    Bu kişilerin büyüsel düşünceleri, algı yanılsamaları, gözle görülmeyen şeyleri görme, telepati ile iletişim kurma gibi doğaüstü inançları vardır.

    Şizotipal kişilik bozukluğu olan kişiler, gerçekte orada olmayan bir gücün veya kişinin oradaymış hissine sahip olabilir. Konuşmalarında alışılmışın dışında, devrik ve net olmayan cümle kurabilir, özbakım yetersizlikleri, kendi kendine konuşma gibi özellikler gösterebilirler.

    Şizotipal kişiler insanlarla yakın ilişkiler kurmakta oldukça güçlük çekerler. Bunun en belirgin nedeni insanlara karşı şüpheci olmalarıdır. Akranlarının ve çevrelerindeki insanların kendilerine karşı olumsuz düşünceler beslediklerini düşünerek onlara karşı şüpheci, güvensiz, çekingen davranır, insanlarla iletişim ve ilişki kurmaktan kaçınırlar.

    Şizoid bozukluğa sahip kişilerin kendileri insanlarla yakınlaşmak istemediği gibi özbakımlarının yetersiz olması, konuşmalarındaki belirsizlik ve tutarsızlıklar, garip davranışları nedeniyle de insanlar tarafından çoğu zaman dışlanırlar. İnsanlar bu kişilerle ilişki kurmak istemez, onları garip bir tip olarak nitelendirilirler.

    Bu bozukluk her ne kadar hastalık olarak değerlendirilse de, toplumda normal kişilik biçimi olarak da yer bulmaktadır. Bu kişilik tarzında olan insanları; gizemli, farklı ve ilginç deneyimleri açık ve doğaüstü olaylara ilgi duyan kişiler olarak düşünmek mümkündür.

    Genel hatlarıyla şizotipal kişilik bozukluğunu giriş yapmış olsak da bu hastalığın teşhis ve tedavisi için tanı ölçütleri daha detaylı bilgi sağlayacaktır.

    Şizotipal kişilik bozukluğunun tanı ölçütleri nelerdir?

    Toplumun %3’lük yani oldukça ender bir kısmında rastlanan şizotipal kişilik bozukluğu şizofrenik yakınları olanlarda daha sık görülmektedir. Cinsiyet bakımından da erkeklerde kadınlara oranla daha sık rastlanmaktadır.

    Şizotipal kişilik bozukluğu tanısı koymaktaki en büyük zorluk, bozukluğun, borderline kişilik bozukluğu, narsisistik kişilik bozukluğu ve çekingen kişilik bozukluğu ile benzer belirtilere sahip olmasıdır. Bu nedenle, uzman tarafından tanı koymak zorlaşmaktadır.

    Genel hatlarıyla şizotipal kişilik bozukluğu tanı kriterleri şu şekildedir:

    • Şizoid kişilerde referans düşünceler görülmektedir. Bu kişiler, olayların kendileri için özel, olağandan farklı anlamlar taşıması inancına sahiplerdir.
    • Kişinin davranışlarını etkileyen toplumsal değerlerle uyuşmayan sıradışı inançlar veya büyüsel düşünce örneğin altıncı his, telepati, batıl inanç, doğaüstü inanışlar gibi örüntüler vardır.
    • Olağandışı algılar ve bedensel illüzyonlar, gerçeğin olduğu gibi algılanmasında güçlük gibi bulgular rastlanmaktadır. Örneğin, uzuvlarında büyüme gibi şekil bozuklukları olduğunu hissederler.
    • Şizoid kişilerin belki de en dikkat çeken özelliklerinden biri de şüpheciliktir. Bu kişiler çevresindeki insanlara sürekli kuşkuyla yaklaşır bir türlü onlara güven duymaz. Şüphecilikle birlikte paranoid düşünceler de beraberinde gelir. İnsanların sürekli kendisine komplo kurduklarına ve kendisinin kötülüğü için uğraştıklarına dair gerçekçi olmayan düşünceleri vardır.
    • Tuhaf düşünceler ve belirsiz ya da basmakalıp konuşma, bağlamdan bağımsız, uygunsuz konuşma gibi belirtiler gösterirler.
    • Bu kişilerin duygulanımlarında da uygunsuzluk ve kısıtlılık görülmektedir. Genel olarak sıkılmış ve donuk bir görünüme sahiptirler.
    • Birinci derece akrabaları dışında genellikle yakın arkadaşları bulunmaz. Bunun sebebi olarak, kişilere kuşkucu yaklaşmaları, alınganlık ve garip tarzları düşünülmektedir.
    • Aşırı derecede toplumsal kaygıları ve değersizlik duyguları bulunmaktadır. Bu sebeple de kendilerini topluma ait hissedemezler. Her ne kadar yakın oldukları kişilerle görüşüyor olsalar dahi her görüşmede aynı yoğun kaygıyı hissederek ortamı kısa sürede terk etme ihtiyacı hissederler.
    • Şizoid kişiler, olaylara tepkilerini içe dönük bir şekilde verir, dışsal tepki mekanizmaları neredeyse yoktur.

    Şizotipal kişilik bozukluğunun nedenleri nelerdir?

    Şizotipal kişilik bozukluğu olan kişilerde sanrıların gelişmesiyle birlikte şizofreni görülme olasılığı diğer kişilere göre yüksektir. Şizofrenik hastaların yakınlarında da şizotipal kişilik bozukluğu özellikleri gösterme olasılığı diğer kişilere kıyasla yüksektir. Buradan da anlaşılacağı gibi şizotipal kişilik bozukluğu ile şizofreni temelde ortak bir paydadan gelmektedir. Ancak hastalıkların şiddeti ve seyri birbirinden ayrılmaktadır. Şizotipal kişilik bozukluğunun nedenlerine baktığımızda şizofreninin nedenleriyle hemen hemen aynı paydada oldukları görmekteyiz. Bu nedenler şu şekilde sıralanabilir:

    Biyolojik  Nedenler: Bugüne kadar yapılan araştırma bulguları şizotipal kişilik bozukluğunun aileden kalıtımsal yolla geçmiş olduğu yönündedir. Genetik aktarım yoluyla gelişebilen şizotipal kişilik bozukluğu genellikle şizofreninin oluş nedeniyle ile aynıdır. Biyolojik  yapının hastalık üzerindeki etkilerini saptamak amacıyla yapılan araştırmalarda beyin yapısı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme gibi teknolojik araçlarla incelenmektedir. Bu sayede beyin yapısındaki anormalliklerin saptanması hedeflenmektedir. Araştırma sonuçlarında şizotipal kişilik bozukluğu görülen kişilerin beyi yapısında özellikle beynin ön lobu olan frontal lobda farklılıklar tespit edilmiştir. Düşünme ve algı becelerimizden sorumlu olan frontal lobdaki daralma şizofreni ve şizotipal kişilik bozukluğunun biyolojik temelleri olduğuna işaret etmektedir.

    Nörokimyasal Nedenler: Beynimizin çalışmasında oldukça etkili bir rol oynayan kimyasal haberciler olarak adlandırabileceğimiz nörotransmitterlerin de şizotipal kişilik bozukluğunun oluşumu üzerindeki etkileri araştırılmıştır. Bu kimyasal haberciler sayesinde düşünebiliyor, algısal ve bilişsel faaliyetlerimizi bu kimyasallar aracılığı ile sağlıyoruz. Şizotipal kişilik bozukluğunun en tipik belirtisi olan bilişsel çarpıtmalar ve düşüncelerde kopukluk akla bu kimyasallar habercilerin araştırılmasını getirmiştir. Düşünce bozuklukları, paranoid belirtiler, sıradışı algılar gibi belirtileri bulunan şizotipal kişilik bozukluğunun  dopamin hormonunun fazlalılığıyla bağlantılı olduğu tespit edilmiştir. Dopamin hormonundaki artışların hastalık semptomlarında artışa neden olduğu araştırmalar sonucu kanıtlanmıştır.

    Çevresel Nedenler: Şizotipal kişilik bozukluğunun nedenlerinde önemli yer tutan bir diğer faktör de kişinin çocukluktan itiberen nasıl bir çevrede büyüdüğü, ona bakım verenler tarafından nasıl bir tutumla yetiştirilmiş olduğu ve olumsuz yaşantılar bütünüdür. Çocukluk döneminde her çocuğun anne babasından ayrılarak kendi özerkliğini kazanmaya başladığı bir evre vardır. Bu evrede çocuk etrafı özgürce, tek başına keşfetmek ister kendi başına bir şeyler başarma arzusu vardır. Çocuğun gelişimin doğal bir parçası olan özerklik kazanma evresinde çocuğa gereğinden fazla korumacı davranışlar göstermek ya da çocuğun tek başına herhangi bir davranışta bulunmasına ket vurmak çocukta kalıcı hasarlara neden olabilir. Şizotipallerin ebeveynleri çocuklarını özerk davrandıkları için cezalandırırken bir yandan da kendileri benzer özerk davranışlar sergilerler. Bu tutumlar çocuğa çelişkili ve mantıksız mesajlar iletilmesine neden olur. Bu tutuma bir örnek verecek olursak; Kendisi eve uğramadığı halde çocuğunu evde bulamadığı için çocuğunu döven bir babayı düşünebiliriz. Çocuğundan beklentileriyle kendi yaptıkları uyuşmayan baba, çocuk üzerinde kafa karışıklığı yaratmaktadır. Aynı durumda çocuğa “senin her hareketinden haberim olur bilirim ben” gibi cümleler kurmak çocuk üzerinde sürekli izlendiği ve uzaktan takip edildiği hisleri uyandırabilmektedir. Bu tarz tutumların gelecekte  büyüsel inançlara sahip şizotipal kişilikler oluşumunda etkili olduğu düşünülmektedir. Çeşitli araştırmalarda saptanmış diğer bir etmen de; şizotipal kişilik bozukluğuna sahip kişilerin, çocukluk döneminde fiziksel ve ruhsal olarak istismar edilmiş, ihmale maruz kalmış çocuklar olduğu yönündedir.

    Şizotipal kişilik bozukluğuna sahip kişilerin genel özellikleri nelerdir?

    Kişilik bozuklukları çoğu zaman pasif kalıp herhangi bir soruna neden olmaksızın kişinin yaşamını sürdürmesine imkan tanır. Ancak kişinin zorlandığı, baskı altında olduğu ya da travmatik olaylara maruz kaldığı zamanlarda şiddetlenebilir. Her ne kadar toplum içinde sindirilmiş olarak hayatlarını sürdürseler de şizotipal kişilik bozukluğuna sahip kişilerin genel özellikleri şaşırtıcı derece ilginç olabilir. Şizotipal kişilikteki insanları fark etmemizi sağlayan belli başlı genel özellikler şunlardır:

    • Şizotipaller genel olarak soğuk yapılı ve mesafelidir. Kendilerini toplumdan yalıtmıştır. Olaylar ve durumlar karşısında tepkileri donuktur. Dışarıdan bakıldığından umursamaz ve kafaları karışık gibi görünürler.
    • Yetersiz ve uyumsuz duygulanımları sebebiyle tam olarak canlı ve yaşıyor gibi gözükmezler. Kendilerini cansız bir varlık gibi hissederler. Kendilerine ve bedenlerine yabancılaşmış hissederler. Başkalarına ve kendilerine sanki uzaktan bakıyormuş gibidirler. Bu yabancılaşmayı telafi etmek adına kendi gerçekliklerini yaratarak kendilerine özgü batıl inançlar, şüpheler, illüzyonlar oluştururlar.
    • Şizotipal kişiler, kendileri aşırı uyarı altında hissederler. Aşırı kaygılı olma hali özellikle toplum içine karışmak istemedikleri ve toplumdan uzak kalmayı istedikleri, toplumsal beklentilerin kendilerini zorladığı sıralarda görülür. Bu istemedikleri durumlarla karşı karşıya kaldıklarında gerçek olmayan kendi oluşturdukları dünyaya sürüklenerek psikoz hali yaşayabilirler.
    • Karşılıklı toplumsal iletişimin gereklerini yerine getiremezler. Dağınık, düzensiz, kopuk iletişim kurarlar. Yalnız kişilerdir çok az sayıda arkadaşları vardır.
    • Şizotipal kişiler, tutarlı olarak toplumsal başarı gösteremez, ilerleme kaydedemezler. İş ve okul hayatları  karışıktır ve başarısızlıklarla doludur. İş değişikliğinde bulunur ya da işten atılma durumuna sürüklenirler. Başarısızlıklarının temelinde değersizlik duyguları yatmaktadır.
    • Kişiler arası iletişimlerde az sayıda sözcükle, sınırlı konular hakkında konuşurlar. Karşılıklı konuşmalarda konuyu acayip, özel veya soyut konulara çekerler. Konuşulan konudan bağımsız tepkilerde bulunabilir uygunsuz cevaplar verebilirler.
    • Bir kişinin aklından geçen düşünceleri ya da çok uzakta yaşanmış bir olayı bir araç ve duygusal bağlantı olmadan algılama becerileri olduklarına inanırlar. Telapatik iletişimin gücüne ve varlığına inanırlar.
    • Başkalarının dünyalarına ilgisiz ve kayıtsız olmaları şizotipallerin en belirgin özellikleri arasındadır. Tüm bu özellikleri şizotipal kişilik bozukluğuna sahip insanların iç dünyasında yaşanıyor olsa dahi dışarıdan da görülebilecek türdendir. Şizotipaller iç dünyalarındaki karışıklığı davranışlarıyla dışarıya yanıtır.

    Şizotipal kişilik bozukluğu ve biçimi arasındaki farklar nelerdir?

    Şizotipal kişilik bozukluğu ciddi bir hastalık olarak görülsede buraya kadar anlattığımız kadarıyla okuyucular kendilerinde şizotipal kişiliğe benzer özellikler olduğunu düşünebilir. Bu nedenle toplumda normal olarak kabul edilen şizotipal kişilik biçimi ile şizotipal bozukluğun ayrımındaki detaylara değinmek yararlı olacaktır.

    Bozukluk: Şizotipal bozukluk olan kişide kastedilme zannı vardır. Bu bozukluğa sahip kişiler olayları sanki özel olarak kendilerini hedef alan özel bir anlam ifade ediyormuş gibi yorumlar.

    Biçim: Şizotipal kişilik özellikleri taşıyanlar ise kendi iç dünyalarından ilham alır kendi duygu ve düşüncelerine odaklanır.

    Bozukluk: Şizotipal bozukluğa sahip kişilerin büyüsel düşünceleri ve  batıl inançları vardır. Örneğin bu kişiler; başkalarının aklından geçenler okuma, geleceği görebilme gibi yetenekleri olduğuna inanabilir.

    Biçim:  Bu kişilik yapısında olanlar bazı alışılmadık fikir ve batıl inançlara sahip olsalar da toplumsal gerçekliğe ayak uydurmak adına bu inançları bir kenara atabilirler.

    Bozukluk: Şizotipallerde olağandışı algısal yaşantılar vardır. Bunlar; gerçekte orada olmayan şeyler görme, yanılmasama şeklinde olabilir. Örneğin ölmüş birini gerçekte görmüş hissetme gibi biçimlerde olabilir.

    Biçim: Şizotipal tarzı olan kişiler ise gizemli, doğaüstü olaylara ilgilidir ancak bunları gerçeklik olarak kabul etmezler.

    Bozukluk: Yoğun derecede toplumsal kaygıları vardır. Şizotipal kişiler yeni sosyal ortamlara girmekten aşırı kaygı duyarlar. Bununla birlikte sosyal kaygıları o kadar yüksektir ki tanıdık çevrelerde dahi kaygı yaşamaya devam edebilirler.

    Biçim: Kişilik biçimi olarak şizotipal özellik gösterenler de diğer insanlara göre başkalarının düşüncelerine daha fazla önem verirler. Başkalarının kendilerine nasıl davranacağını diğerlerine göre daha fazla duyarlıdırlar.

    Bozukluk: Kimseye benzemeyen davranışları bulunmakla birlikte insanlara karşı oldukça soğukturlar. Özbakımlarına dikkat etmezler. Örneğin saçları dağınık, kıyafetleri pasaklı olarak gezebilirler.

    Biçim: Toplumsal uyumları gelişmiştir. Özbakımlarına dikkat ederler. Toplumdan ayrılan kendilerine has davranışları bulunmakla birlikte bunlar toplumdan dışlanmalarına sebep olmaz. Toplumsal değerleri dikkate alarak oluşturulmuş kendilerine özgü, ilginç yaşamları vardır.

    Bozukluk: Şizotipal kişilik bozukluğu olan kişilerin birinci derece yakın akrabaları dışında sosyal çevreleri ve yakın arkadaşları veya sırdaşları yoktur ya da bir kişiden oluşur.

    Biçim: Şizotipal tarzda kişiliğe sahip insanlar için yalnız kalmak bir tercihtir. Kendi başlarına zaman geçirmekten, insanlardan bağımsız yaşayan az sayıda yakın arkadaşa ihtiyaç duyan kişilerdir.

    Şizotipal kişilik bozukluğunda doğru tanıyı koyabilmek

    Şizotipal kişilik bozukluğunun bazı semptomları diğer kişilik bozukluklarıyla ortak veya benzer olması nedeniyle ayırıcı özellikler önem taşımaktadır. Şizotipal kişilik bozukluğu; en çok şizoid ve kaçıngan kişilik bozuklarıyla karıştırılsa da aynı zamanda paranoid ve sınırda kişilik bozuklarıyla da ortak özellikler taşımaktadır. Bunlara ek olarak yaygın olarak şizofreni hastalığı ile karıştırılmakta ve ortak özellikleri bakımından çok sayıda benzerlik taşımaktadırlar. Şizofrenilerde görülen sanrı, halüsinasyon, psikoz durumlarının sürekliliği şizotipal kişilik bozukluğundan ayrılmaktadır. Paranoid ve şizoid kişiliklik bozuklarından ise psikoz görülmesi bakımından ayrılan şizotipal kişilik bozukluğu, sınırda kişilik bozukluğundan da yakın insani ilişkilerin varlığı ve duygusal iniş çıkışların görülmesi bakımından ayrılmaktadır. Sınırda kişilik bozukluğunda kişiler yakın ilişki kurmadan yapamazlar ancak şizotipaller insanlardan tamamen uzak, ayrı durmaya çalışır.

    Şizotipal kişilik bozukluğunun tedavisi nasıldır?

    Şizotipal kişilik bozukluğu, kişilik bozuklukları içinde en erken tespit edilen bozukluk olmasına rağmen tedavi edilmesi en güç olan kişilik bozuklukları arasındadır. Tedavisinin zor olmasındaki en büyük neden şizotipal kişinin düşüncelerini ve kendini ifadesindeki zorluklardır. Aynı zamanda şizotipal kişilerin başka insanlara karşı şüpheci yaklaşımı ve güvensiz tutumu terapi ile tedaviyi zorlaştırmaktadır. Bu nedenle bu kişilik bozukluğu ile çalışırken tedavide ilaçla tedavisinin de önemli bir yeri bulunmaktadır. Terapinin sürdürülmesi için gerekli olan karşılıklı güven ve işbirliğinin sağlanmasında ilaçla tedavinin desteği gerekli olmaktadır. Şizotipal kişilik bozukluğunda ağır bir tablo seyreden hastalar için terapiden önce ilaç kullanımı daha yararlı olmakla birlikte kişinin durumuna bağlı olarak ilaçlı tedavi ve terapi eş zamanlı olarak da devam edebilmektedir. Terapinin başarıya ulaşması büyük ölçüde şizotipal kişinin düşünsel bozukluğunun şiddetine bağlıdır. Terapi metotları açısından bakacak olursak; genel olarak ilaç tedavisiyle paralel olarak yürütülen bilişsel davranışçı terapi şizotipal kişilik bozukluğunun tedavisinde en etkili yöntem olmaktadır.

    Referanslar

    KÖROĞLU, Ertuğrul, DSM-IV-TR Tanı Ölçütleri, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2005.

    Köroğlu, Ertuğrul, Kişilik Bozuklukları, Ankara: HYB Basım Yayın, 2014.

    Butcher, James N.  Anormal Psikoloji, Kaknüs Yayınevi ; 2013

    SAYIL, Işık, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Antıp AŞ Tıp Kitapları ve Bilimsel Yayınlar No: 20, Ankara

    ÖZTÜRK, Orhan, Aylin ULUŞAHİN, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2015.

    MILLON, Theodore, Modern Yaşamda Kişilik Bozuklukları, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2019.

    Şahin. M, Anormal Psikolojisi, Ankara: Nobel Akademi Yayıncılık, 2017.

    Butcher, James N.  Anormal Psikoloji, Kaknüs Yayınevi ; 2013

    YÜKSEL, Nevzat, Ruhsal Hastalıklar,  Nobel Yayınları, Özyurt Matbaacılık, Ankara, 2006.

  • Pozitif psikoloji nedir?

    Her geçen yüzyıl kendi içerisinde iyilikleri ve kötülükleri bir arada barındırmaktadır. Geçen zaman göz önünde bulundurulduğunda, ilerleyen bilim göz önünde bulundurulduğunda yaşadığımız yüzyıl insana dair gereksinimin çok fazla olmadığı, sanki birçok şeyin insan olmadan da devam edeceğini ifade eder haldedir, bu da insan oğlunun kişilik yapısında bazı kırılmalar ve kendine dair yapılan olumsuz atıfları istemsizce beslemektedir.

    Bu kısmı biraz daha açalım.

    Tükenen meslek alanları, gelişen teknoloji gibi sebeplerden kaynaklı kimi iş alanlarına ihtiyaç duyulmamakta, bir başka örnekle eskisi gibi tarımsal veya hayvancılık gibi faaliyetler de direkt olarak insan gücünden faydalanılmamakta hatta bu sektörler neredeyse yok olma halini almıştır. Tüm bu süreçler ise insan oğlu için artık ben bu dünyaya yetersiz kalıyorum ve ben olmadan da dünya devam ediyor gibi bir düşünme modeline yol açmaktadır, böylece insan oğlu kendi kişiliğine dair olumsuz bir biçimde yaklaşmakta ve dolayısıyla kendisine dair yetersizlik ve değersizlik üzerinden atıflarda bulunmaktadır.

    İhtiyaçların çoğaldığı, birçok şeye yetemediğimizi düşündüğümüz yeni dünya düzenine getirilen bir başka bakış açısı olarak pozitif psikoloji!

    Her geçen gün, teknolojik gelişmeler, değişen dünya düzeni gibi faktörler karşısında insan oğlu kendisini aciz ve yetersiz hissedebilmekte ve farkında olmadan zihinsel olarak kendine dair olumsuz ve yetersiz atıflar da bulunabilmektedir.

    İnsan oğlunun yetersizlik, değersizlik gibi olumsuz şemalar ile çalışan birçok modelin yanı sıra unutulan tarafı, insan oğlunun güçlü yanlarını, hayatında gelişen olumlu durumların da varlığını kendine hatırlatması gerektiğini dile getiren bir bakış açısı ile pozitif psikoloji konu alınacaktır.

    Problem olarak algılanan süreçler ve durumlar karşısında, her bireyin gösterdiği tepkiler farklı olduğu gibi bireyin gereksinim duyduğu ve onu tedavi edecek olan süreç de biricik ve tektir, bu sebeple farklı bakış açılarından yararlanarak kendi ruh sağlımızı bir adım daha ileriye taşıyabilmekteyiz.

    Pozitif psikoloji diğer modellere göre görece daha yeni henüz 1990’lı yıllarda kendini ifade etmeye başlayan ve henüz tam olarak kendini tanıtma fırsatı bulamamış bir model olarak karşımıza çıkmaktadır.

    Pozitif psikoloji, üst satırlarda anlatıldığı ve de isminden de anlaşıldığı üzere, pozitife vurgu yaparak iyileşme ve onarımı gerçekleştirmeye çalışmakta ve bununla beraber iyileşme ve onarım gerçekleştiğinde de pozitif yeni özellikler ekleme, öğrenilen pozitif yaşantının geliştirilerek bireyin hayatında yer almasına katkıda bulunmaktadır.

    Pozitif psikolojinin diğer birçok model de olduğu gibi köklerini geçmiş modellerden alıp, üzerine yeni metotlar, yeni bakış açıları ekleyerek kendini ifade etmektedir.

    Pozitif psikoloji ne değildir?

    Sürekli olumlu düşünmek, ve negatif olaylarını inkar etmek veya negatif yaşantıların üzerinde durmamak değildir, Yıllardır psikoloji bilimi hastalık sürecini iyileştirmek için hizmet vermekte ve sanki çalışma alanını yalnızca hastalıklı bir durumu veya problem olarak algılanan bir durumu iyileştirmek ve bireyi sıkıntılı süreçlerden kurtarmak olarak ifade edildi, elbette psikoloji biliminin amacı budur ancak, toplumsal bir gözlem yaparak elde edilmesi çok da güç olmayan bir çıkarımdan söz edecek olursam; toplum içerisinde çoğu zaman insanlar kendisini herhangi bir ekstra sıkıntı, stres gibi faktörü yoksa kendini ne mutlu olarak tanımlamakta,  ne de mutsuz olarak tanımlamaktadır. Halbuki psikoloji bilimin üzerinde durması gereken bir başka alan da bireyleri sadece nötr bir seviyede tutmak yerine ne mutlu ne de mutsuz olarak ifade edilen moddan uzaklaşıp, hayattan zevk alan, yaşam doyumuna ulaşmış, kendisine ve çevresine karşı olumlu yaklaşımlar sergileyen bir birey haline getirmektir.

    Yani klasik modellerden farklı olarak ruhsal açıdan hastalık odaklı ilerlemek yerine ruhsal olarak nasıl daha sağlıklı hale gelebiliriz vurgusunu yapmaktadır.

    Pozitif psikoloji ve ruh sağlığı ilişkisi

    Pozitif psikolojinin kavramsal olarak tanımının kökleri ruh sağlığı tanımlamasına ve Dünya Sağlık Örgütünün sağlık tanımlanmasına dayanmaktadır (Eryılmaz ve Mutlu 2016).

    Özcan Köknel’e göre ruh sağlığı şöyle tanımlanabilir: Bireyin kendisiyle, çevresindekilerle ve içinde yaşadığı topluluk (dünya) ile uyum içinde olması; hayatına dair düzen ve denge sağlayabilmesi; hayata uyum göstermesi için çabalamasıdır.

    Tanımı detaylı incelediğimizde iki kavram dikkat çekmektedir. Birinci kavram uyum sağlama noktasında engel olan unsurlara yapılan vurgu, ikinci kavram ise, uyum göstermek için harcanan çabaya yapılan vurgudur.

    Dünya Sağlık Örgütü’nün yapmış olduğu sağlık tanımlaması üzerinden de değerlendirme yapacak olursak; Dünya Sağlık Örgütüne göre sağlık; bireyler için sadece hastalık belirti ve bulgularının olmaması değil, eş zamanlı olarak bedenen, sosyal ve psikolojik olarak da iyi olma halidir. (Kesgin ve Topuzoğlu 2006).

    Yani buradaki tanımda da gördüğümüz gibi ruh sağlığı sadece hastalık veya sıkıntı içeren bir durum olmaması değil, aynı zamanda iyi hissediş halini de içinde barındırmaktadır. Bu ikinci kavram olarak söz ettiğimiz iyi olma hali psikoloji biliminin pozitif taraflarını göstermekte ve  pozitif olana vurgu yapmaktadır.

    Ruh sağlığı bir sayı doğrusu metaforu ile ifade edilecek olursa;

    Hastalık veya sıkıntı, stres faktörü odaklı ruh sağlığını onarma ve iyileştirmeye dair harcanan çaba  bireyleri negatif durumdan nötr duruma getirirken; pozitif odaklı ruh sağlığı müdahalesi  ise hem bireylerin  negatif durumdan nötr hale gelip, stabilizasyonu yakalamasını sağlamayı hedeflerken oradan  ise pozitif duruma götürmeyi de  kapsamaktadır.

    Yani pozitif psikoloji ruhsal sağlık tanımının ikinci kavramı ile de ilişkili olarak sıkıntılı süreçleri ortadan kaldırırken, bir taraftan da baş etme becerisi kazandırmayı amaç edinmektedir (Hefferon ve Boniwell 2010).

    Pozitif psikoloji kavramı, pozitif ruh sağlığı boyutundan beslenerek ortaya çıkmış ve gelişmiş bir yaklaşımdır.

    Pozitif psikolojinin kuramsal kaynakları

    Peki pozitif psikoloji sırtını hangi kuramlara dayamaktadır?

    Rogers’ın insancıl yaklaşımı

    Kişinin kendi içsel kaynaklarına inancı tam olmalı, kendi kendini iyileştirme kapasitesi var olan herkes kendi potansiyelini kendisi gerçekleştirebilir, şeklindeki düşünceleri temel alarak insanın olumlu doğasına vurgu yapan modeli geliştirmiştir.

    Rogers modelini oluştururken insanların her zaman gelişebilme, kendilerini daha da ileriye taşıyabilme potansiyelleri olduğu görüşünü savunmuş ve bunu kendini gerçekleştirme eğilimi olarak tanımlamıştır.

    Kendini gerçekleştirme eğilimini oluşturan kavramlar;  gelişme, olgunlaşma, özerk olma, bütün olma ve psikolojik ve fiziksel olarak kendini gerçekleştirmektir (Schultz ve Schultz, 2005).

    Rogers’a göre kendini geliştirebilmiş, yeterliliğini oluşturmuş kimseler yaşanılan zorlu durumlar veya karşılaşılan engellere karşı soğukkanlı ve dirençli davranabilir, sorunlar ile baş edebilme kapasite ve yeterlilikleri ile güçlüklere göğüs gerebilmektedirler. Buna paralel olarak kişiyi bir başka yandan besleyen şey ise kendi içsel yeterliliklerinin gelişmiş olması ve kendi kendine yetebildiğini fark ederek daha öz güvenli, özerk bir biçimde hareket eden ve baskın yanlarının ortaya çıkması olarak ifade bulmaktadır.

    Birey kendi doğal akıp giden yaşantısında kendi içsel süreçlerine daha fazla güvenme ve yaşantılarını açık yürekli bir biçimde, yanlışı veya doğrusu ile fark ederek kendi yeterlilik ve kapasitesini tanıyabilen ve hayatı için alacağı karar ve tercihlerini bu bilinç ile yapabilecek potansiyelin insanın doğasında olduğu görüşündedir.

     Bu potansiyeli ortaya çıkarmak yine bireyin elindedir.

    Feist ve Feist, (2008) Rogers kendini gerçekleştirme eğiliminin sadece belirli koşullar gerçekleştiğinde oluşabildiğini belirtmiştir. Bu koşullar; bireyin, kendisi için önemli bir kişi ile olan ilişkisinde, içtenlik (samimiyet), empati, koşulsuz olumlu kabul alabiliyor olmasıdır. Bu koşullar oluşturulabildiği zaman kişi doğuştan gelen kendini gerçekleştirme eğilimini olumlu bir şekilde tamamlayabilmektedir.

    Rogers’a göre diğer kuramcılardan faklı olarak gelişim sadece çocukluk yılları ile kısıtlı olmamakta ve tüm hayatı kapsayarak, birey ömrü boyunca kendini gerçekleştirmek için çabalamaktadır. Rogers’a göre, çocuk (ya da yetişkin) başka herhangi bir kimseden kabul algıladıktan sonra, olumlu kabule değer vermeye başlarken, olumsuz kabulü ise değersizleştirmeye başlamaktadır. Bunun ardından çocuk veya yetişkin  sevilme, kabul edilme, saygı duyulma ihtiyaçlarını geliştirmeye başlamaktadır. Rogers bunu “olumlu kabul” olarak adlandırmaktadır. Çocuğun sevilme, korunma, kabul edilme ihtiyaçlarının ailesi ya da bakım veren kişi tarafından koşulsuz olarak verilmesi gerektiği görüşünü dile getirmiş ve bu kavramı ise koşulsuz olumlu kabul olarak ifade etmektedir. Rogers ayrıca olumlu kendini kabul  kavramından da söz etmektedir. Olumlu kendini kabul kavramını ise açıklarken kişinin kendi benliğine dair olumlu yaklaşım sergilemesi, benliğini takdir etmesi ve benliğine değer vermesi olarak tanımlamıştır. Kişinin kendisine olumlu kabul verebilmesi için ise bireyin öncelikle başkalarından koşulsuz olumlu kabul alabilmesi gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca,bireyin tüm bu süreçleri sağlıklı bir biçimde geçirdiğinde yani,  koşulsuz olumlu kabulü alıp, olumlu kendini kabulu gerçekleştirebildiği zaman daha sonraki yaşantısında herhangi bir başka kimseye gereksinim duymadan, özerk olarak kendisine dair kabul verebildiğini eklemiştir . Olumlu kabulün bir diğer önemli özelliği ise doğası gereği karşılıklı olmasıdır. Burada anlatılmak istenen ise; birey başkasının olumlu kabul ihtiyacını karşıladığını hissettiğinde, kendisinde de bu ihtiyacın karşılandığına dair doyum hissetmektedir. Yani karşılıklık oluşmakta ve bir başkasına dair yapılan olumlu bir eylem kişinin kendisine dair de oluşan olumlu bir vurguya işaret etmektedir.

    Adler’in bireysel psikoloji kuramı

    Adler de kişinin özündeki iyi yana vurgu yapmakta ve kurduğu modeli bu yönde geliştirmektedir.

    Adler insanı kendi içinde tutarlı bir organizma olarak ifade etmektedir ve insanın eyleme döktüğü davranışlarında bilinçli halinde hatta bilinçsiz halinde yani tüm kişiliği genel olarak, hangi koşulda olursa olsun ele alındığı zaman tutarlılık gösterdiğini vurgulamaktadır.

    Adler in kuramının dayandığı bu bireysel  psikoloji modelinin nihai amacı ise bu şekildeki bu tutarlılığı kanıtlamak gerektiğidir. (Murdock, 2012). Bu yüzden kuramında bir diğer önemli yer kaplayan kavram ise bütüncülük yaklaşımıdır.

    Adler yapmış olduğu tüm çalışmalarında bireye karşı olumlu bir taraftan yaklaşmış ve bunu ispatlamak için oldukça çaba harcamıştır. Bu sebeple de bireyin tutarlılığının anlaşılmasında  “Bütüncülük”, bireysel psikolojinin insan tabiatını açıklamada kullandığı temel yaklaşımdır (Akdoğan, 2012).

    Adler çalışmalarında ve konferanslarında bireye olumlu bir açıdan yaklaşmış ve fikirlerini yaymak için yoğun uğraşlar vermiştir Adler diğer kuramcılardan daha farklı olarak sadece teoride kendini ifade eden bir kuram olmaktan çok, tüm herkesin kendini bulup yararlanabileceği bir kuram olmasını ilke edinmiştir.

    Adler kuramında daha çok bireysel süreçlere ağırlık vererek kişilik gelişimini ele alarak incelemektedir.

    İnsancıl bir kuram olarak, Adler’in bireysel kuramı bir başka değişle Adleryan kuram bireyin tercih yapabilmesindeki özgürlüğüne kendi hayatına yön vermedeki yaratıcılığını vurgulamaktadır.

    Adler birey üzerine vurgu yaparken bireyin toplum ile olan ilişkisini ve toplumsallığı göz ardı etmemekte hatta tam aksine birey ve toplum arasındaki ilişkilere de odaklanmaktadır. Bireyin topluma katkı sağlayabilmesi ve karşılıklı olarak birey ve toplumun kendini geliştirebilmesi için sosyal ilgi kavramının iyileştiriciliği temel almaktadır.

    Bireysel kuramın, insan doğasına bütüncül yaklaşım sergilemesi, önleyici ruhsal danışmaya odaklanması ve bireylerin güçlü yanlarına vurgu yapması nedeniyle pozitif yönelimli kuramlar arasında yerini almaktadır.

    Bireysel kuram hastalık değil, normal gelişime ve daha sağlıklı nasıl olabilire vurgu yapar, içinde bulunduğu sosyal çevreye odaklanır ve aidiyete sosyal desteğe dikkat çeker bu sebeple pozitif psikolojinin ortaya çıkmasında referans olarak algılanan modellerden biri olarak yerini almaktadır.

    Maslow’un kendini gerçekleştirme kuramı

    Maslow insan doğasına olumlu vurgu yapan kuramcılardandır, Maslow’a göre insan doğası gereği kötü olmamakla birlikte ya iyi bir doğaya sahiptir ya da ne iyi ne de kötü olarak ifade edilmeksizin nötr bir biçimde varlığını sürdürmektedir.

    Eğer doğası gereği nötr olan bir birey söz konusu ise burada o bireyin içindeki olumlu tarafın bulunduğundan ancak henüz ortaya çıkarılmadığından söz etmektedir ve bu iyilik doğasında var olduğuna göre ortaya çıkarmak gerekmektedir, düşüncesinden hareket etmektedir.  

    Maslow’un kuramının temelini oluşturan kavramlardan en önemlisi ise ihtiyaç kavramıdır. Bireyin biricik, kendine has olarak benliğini ifade edebilmesi ve mutluluğa erişebilmesi için bireyin gerçek ihtiyacını belirlemesi gerekmektedir. İhtiyacının ne olduğunu bilmesi Maslow’ un ifadesi ile  farkındalığın farkındalığı olarak adlandırılmaktadır.

    Birey ihtiyaçlarını hem birey olarak hem de varlığını çevreleyen  sosyal  bağlam  içinde belirleyip, buna yönelik davranış geliştirerek kendini  oluşturmasını  tanımlamaktadır  (Aydın,  2008). 

    Maslow’ un kuramına göre bütün insanların hedeflemiş oldukları ve uğraş gösterdikleri asıl amaç kendini gerçekleştirebilme ihtiyacıdır. Bu kendini gerçekleştirme ihtiyacı bireye göre farklı tanımlama ve kavramlarda ifade şekli bulabilmekte ve bireye göre farklı biçimlerde belirlenebilmektedir. Kendini tamamlama, bütünsellik, psikolojik sağlık,  bireyleşme,  özerklik,  yaratıcılık,  üretkenlik  gibi  değişik  biçimlerde bireyin kendini gerçekleştirme ihtiyacı olarak karşılık bulmaktadır.(Maslow, 2001).

    Maslow’un kuramı öz gerçekleştirme kuramı olarak da ifade edilmekte ve temel olarak benimsenen düşünce ise insanların doğası gereği çalışan bir varlık olduğu ve kendini  gerçekleştirme,  organizmanın tamamlanmasına, geliştirilmesine ve yetkinleştirilmesine dönük yönelimleri tanımlamaktadır (Aydın, 2008).

    İnsan bu kurama göre ele alındığı zaman potansiyel olarak mümkün olabildiğince kendini geliştirme ve gerçekleştirebilen bir canlı olarak ifade edilmektedir. İnsanda doğası gereği iyi olma, iyi şeyler üretme ve yetkin olma çabası barındıran, olabildiği kadar kendini geliştirme ve gerçekleştirme potansiyeli olan bir canlıdır. İnsan doğasında en iyiyi yapma  ve yetkinleşme çabası vardır. İnsan bu  çabası sayesinde içinde bulunan potansiyeli gerçekleştirme ve mutluluğu arama motivasyonuna sahiptir.

    Kuramının temelini oluşturan kendini   gerçekleştirme  kavramından  hareketle, ihtiyaçlarının farkına varıp, kendi iç potansiyellerinin tamamını   gerçekleştirmiş insanlar üzerinde sayısız araştırma yaparak , elde edilen bulgulara göre kendini gerçekleştiren insanın özellikleri şu şekilde sıralamaktadır.

     1) Gerçeği olumlu  biçimde algılar ve belirsizliğe katlanabilirler.

     2) Kendini, başkalarını ve olayları olduğu gibi kabul ederler.

     3) Düşünce, duygu ve davranışları içtendir.

     4) Kendi üzerinde yoğunlaşmaktan çok; sorun, olgu ve süreçler üzerinde yoğunlaşırlar.

    5) İyi bir doğaları ve başarılı bir espri anlayışları vardır.

    6)  Yaratıcı,  verimli  ve  üretkendirler.

    7)  İnsanlığın  ortak  mutluluğu  ile  ilgilidirler. 

    8) Yaşamlarına ve doğaya nesnel bir açıdan bakabilirler.

    9) Yaşamın gerçekçi, insancıl ve barışçıl amaçlara  dönük  eylemlerine,  yoğun  bir  duyarlılık  gösterirler.

    10)  Maksatlı  olarak  gelenek  dışı olamamalarına karşın, öz kültürlerinin, sorgulanmadan içselleştirilmesine karşıdırlar.

    11) İnsanlarla doyurucu, kalıcı ve sevgi için de iletişim kurarlar.

    12) Doruk deneyimleri daha fazla yaşarlar.

    Maslow insanların özüne dair yapmış olduğu bu gözlemle, bir nevi diğer başka insanlar için hayat felsefesi haline getirilebilecek öğüt veya tavsiye olarak algılanabilecek özellikleri sıralayarak kendisini ve modelini okuyan, öğrenmeye çalışan kimseler için de ilham kaynağı olmaktadır.

    Bu kuramların katkısı ile oluşan görece yeni bir disiplin olan pozitif psikoloji kavramına da kuramsal bir bakış açısı ile yaklaşacak olursak;

    Pozitif psikoloji kuramı

    Pozitif Psikolojinin en büyük kurucusu Martin Seligman olarak kabul edilmektedir.

    Pozitif Psikoloji yaklaşımının temel amacı ve çıkış noktası yaşanan psikolojik sıkıntı ve stres faktörlerinin veya psikolojik rahatsızlık belirtilerinin yok edilmesi yoluyla düzenlenemeyeceği bir yanda da eş zamanlı olarak bireylerde zaten var olan olumlu duyguların ve olumlu potansiyelin ön plana çıkartılarak, yükseltilmesidir.

    Bunun yanı sıra bireyin kişilik doğası olarak olumlu yönlerine vurgu yaparken, karakter yapılanmalarının kuvvetli hale getirilmesi ve varoluşsal olarak yaşadıkları hayata bir anlam verilmesi bir amaç yüklenmesi ile etkili bir biçimde düzenlenebileceği üzerinde durulmaktadır.

    Pozitif Psikolojiyi diğer kuramlardan farklı kılan bir diğer faktör ise koruyucu ruh sağlığına dair yapılan vurgudur. Klasik psikoloji akımları var olan bir problem üzerinden tedavi metodu ile ilerleyerek sıkıntıyı ortadan kaldırmayı hedeflerken pozitif psikoloji henüz sıkıntı oluşmadan da önleyici danışmanlık sağlamakta veya sıkıntı oluşup üstesinden gelindiği halde dahi gelecekte yaşanacak olası bir olumsuz durum, sıkıntılı süreç veya stres oluşturabilecek faktörler ile karşılaşıldığında bu metodun öğretileri ile bireyin kendi kişiliğine koruyucu etkilerinin olacağını ifade etmektedir.

    Yani anlatılmak istenen birey içinde bulunan  pozitif potansiyeli fark edip kendi kaynaklarına kendine dair bu pozitif kaynakları eklediği takdirde ilerleyen süreçlerde olumsuz herhangi bir yaşantı ile karşılaşsa dahi bu pozitif potansiyelin koruyucu etkileri olacaktır.

    Seligman (2011)  pozitif psikoloji kuramında üç önemli odak noktası belirtmektedir.

    Birinci odak noktası bireyin haz odaklı, hazzı barındıran bir yaşamı olmasıdır, bu durumun oluşabilmesi için ise bireyin olumlu duygularını ortaya çıkarabilmesi bunun için ise kendine iyi gelecek, olumlu duygular hissetmesine yardımcı olacak etkinliklere yönlenmesi gerekmektedir.  Burada okuyucular bu düşünceyi gerçekleştirmesi güç olarak düşünüp kendi yaşamlarına dair olumlu düşünce ve duygu olmadığını ifade edebilmektedir ancak bu noktada hatırlanması gereken ise içimizde bizi besleyen ve hayata tutunmamızı sağlayan pozitif yanın muhakkak olduğu ancak bunun çıkartılması gerektiği olmalıdır. Kimileri için bu potansiyel daha derinlerde gün yüzüne çıkması daha zor iken kimileri için bu daha kolay bir biçimde gerçekleşebilmektedir, ama muhakkak her bireyde bulunmaktadır, sadece çabalamak gerekmektedir.

    İkinci odak noktası ise, katılımlı yaşamdır. Katılımlı yaşamdan kasıt ise birey kendini gerçekleştirdiğini anlayabilmesi, kendini gerçekleştirirken neredeyse zaman kavramını unutup, ayakları yerden kesilircesine kendini akış içine kaptırarak yaptığı veya düşündüğü her neyse onun içinde kaybolması halidir. Bireyin bu şekilde ilgisi olduğu yönlerini keşfedip, yönlenmesi gerekmektedir.

    Üçüncü odak noktası  ise anlamlı bir yaşamdır. Bireyin benliğinden büyük bir şeylere inanması anlamlı yaşamı oluşturmaktadır. Bu noktada dini inançlar, politik görüşler, aile ve toplum yaşamın anlamını oluşturmanın önemli araçları olarak değerlendirilmektedir (Duckworth ve ark. 2005).

    Seligman ,bu üç boyut üzerinden çalışan kuram daha sonra daha geliştirilerek farklı boyutlar eklenerek tamamlanmıştır.

    Daha fazla mutlu olabilmek ve daha sağlıklı bir ruhsal gelişim için beş boyut daha model için önerilmiştir.

    Önerilen bu beş boyut ise; Olumlu duygular, katılım, ilişki, anlam ve başarı boyutlarıdır ve kuram bu hali ile ruhsal gelişimi daha fazla desteklemektedir.

    Psikolojik olarak nasıl iyi olabiliriz?

    Öz saygı: Kelime anlamı olarak insanın kendine, özüne gösterdiği saygı anlamına gelmektedir, bireyin öz saygısını yüksek olması hem kendine hem de düğer bireylere karşı algısının daha olumlu olmasını sağlamaktadır.

    Öz anlayış: Bireyin kendisine yönelik olarak merhametli, destekleyici, şefkatli ve anlayışlı olmasını içeren bir kavramdır, pozitif psikoloji kavramı ile de oldukça ilintilidir, bireyin kendisine dair merhamet ve şefkat barındırması kendisini daha iyi anlamasına ve dolayısıyla  yapmış olduğu hatalara dahi kendisini sevebilmesine imkan sağlamaktadır En nihayetinde mükemmel insan yoktur, kişiye kendisinin hata yapılabilir olduğunu fark ettiren bir kavramdır.

    Umut: Umut hem olumsuz yaşantılar da bizi yerden kaldırarak yolumuza devam ettiren bir kavramdır hem de zaten olumlu giden bir sürece dair daha da umu dolu bakmayı, motivasyonunu yüksek tutmayı sağlamaktadır, dolayısıyla psikolojik iyi oluşu için vazgeçilmez bir kaynak olarak görülmektedir.

    İyimserlik: İyimserlik umut ile çok fazla benzemektedir, ancak ayrıldıkları nokta iyimserlik daha çok bir bakış açısı olarak karşımıza çıkmaktadır, yaşanan her şey kötü değil sadece su an zor bir durumla karşılaştım diyebilmek de iyimser bir bakış açısıdır.

    Sosyal destek: Her zaman çoğu kimsenin etrafında birileri olur ancak birey gerçekten kendini yalnız hissetmediğinde sosyal açıdan desteği var olarak kabul edilebilmektedir.

    Bunun yanı sıra affedicilik, yaşamın anlamına, amacına dair düşünmek yaşanana her ana dair oluşan farkındalık, içsel kaynaklardan alınan güç psikolojik olarak iyi oluşun bileşenlerini oluşturmaktadır.

    Tüm kavramları hayatımızın bir parçası haline getirebildiğimiz zaman hayata dair bakış açımız farklılaşacak ve hem kendimize verdiğimiz değer hem de etrafımızda olan bitene karşı yüklediğimiz anlamlar değerler her şey farklılaşmaya başlayacaktır.

    Pozitif psikolojide iyileşme sürecinde öncelikle bireylerin pozitif kaynaklarının neler olduğu üzerinde durulmakta ve bu şekilde bireylerin güçlü taraflarına dair bir keşif yolculuğuna çıkılmaktadır. Sonrasında ise bireylerin karakter yapılarının daha güçlenmesini sağlamak amacıyla olumlu duygular yaşaması için, olumlu hissetmesine dair çalışarak, kötü anılar biriktirmek yerine iyi anıların üzerinden gitmenin de bir seçenek olduğu bir başka tarafın da olduğu üzerinde durulmaktadır.

    Pozitif psikoloji tüm bu kavramlarının üzerinde durup, yukarıdaki öğretilerin kazanılması ile birlikte terapi sürecinde affetme, minnettarlık gibi uygulamalar yapılmaktadır.

    Ve kişiler bu kavramları içselleştirip kendi hayatlarında uygulamaya döktüklerinde ve kendilerine dair daha olumlu atıflar yapmaya, içlerindeki potansiyellerini fark etmeye başladıklarında en nihai hedef olan bireyin doyum içinde bir yaşam sürmesi üzerine çalışarak umut ve iyimserlik üzerinde durulmakta ve hayat görüşüne dair olumlamalar sağlanılmaya çalışılmaktadır.

    Pozitif psikoloji temel olarak aslında bazı kavramların farkındalığına varmayı, ve de içimizde olanı ortaya çıkarmayı ve de hem içimizde olan biteni hem de dış dünyada gelişen birçok şeyi öğrenebileceğimize vurgu yapmaktadır.

    Mesela mutluluk öğrenilebilir bir kavramdır. Sadece biricik ve tek olan sensin seni ne mutlu ediyor bunun farkına varmak gerek! Bir başkasını mutlu ederek, bir başkası ile olumlu sosyal ilişki kurarak, bir kimseye yardımcı olarak da mutlu olunabileceğini gösteren bir modeldir.

    Bir gruba dahil olmak, bir başkası tarafından sevilmek gibi durumlar beni mutlu ediyor, demek ki karşı tarafında mutlu olması için buna ihtiyacı var işte bu karşılıklı yaşadıktan sonra her iki tarafta birbirini mutlu ederek mutlu olabiliyor!

    Aslında çok basit öyle değil mi ?

    Belki biraz daha ‘’içindeki sen’’e odaklanmak

    Yaptığın işlere tüm dikkatini vererek tamamen orada olmak ve de

    Seni mutlu edecek bir şeyin aslında birçok kişi için mutluluk sebebi olabileceğini düşünerek

    Kendin üzerinden dünyaya karşı bakışını değiştirerek, daha affedici, daha minnettar olabilirsin.

    Pozitif psikoloji araştırma sonuçları

    Pozitif psikolojinin yapmış olduğu bilimsel çalışmalardan elde edilen önemli bulgular da var. Bunlardan birkaçı:

    Aslında genel olarak insanlar mutlu ancak, farkında değil.

    Maddi olanakların fazlalığı sadece temel ihtiyaçlar karşılanana kadar, temel ihtiyacını gidermiş birçok kimse hemen hemen aynı oranda mutlu.

    Bir başkasına yardımcı olmak, bir başkası için bir çaba göstermek bireyin kendisini daha mutlu kılıyor.

    Olumsuz yaşantılar, başa gelen olumsuz durumlar ile ilgili en büyük yardım sosyal destekten geliyor, etrafımızdaki kimseler bizim için değerli elbette siz de onlar için !

    Dünyada bir amaca hizmet ettiğinizi bilmek ve düşünmek daha mutlu kılıyor ,yaptığınız işi gerçekten anlamlı buluyorsanız ruhsal anlamda iyi oluşluğunuz yüksek

    İyimserlik, affedicilik, minnettarlık öğrenilebiliyor ve öğrenildiğinde bireyleri daha mutlu kılıyor.

    Pozitif psikoloji okumak, öğrenmek bile hayata bir başka yönden bakarak, umut dolu olmaya katkı sağlıyor, güçlü yanlarımız bizi ayakta tutan sıkı sıkıya sarılmamız ve her zor durumda, sıkıntılı süreçte hatırlamamız gereken bizi koruyan tarafımız, bu tarafın varlığını unutmadan, hatta bu varlığı kendimize sık sık hatırlatarak daha kabul edici, daha affedici, daha minnettar olmak elimizde.

    İçimizde olanı görmek için içimize bakmalıyız, hem de daha dikkatli, herkesin sevilir yanını bulurken kendimize geldiğimizde benliğimizde sevecek bir yan bulamıyoruz, bu mümkün mü elbette değil, bu gün kendimize bir de bu gözle bakmayı deneyelim!

    Referanslar

    Akdoğan, R. (2012). Adleryen yaklaşıma dayalı grupla psikolojik danışmanın üniversite öğrencilerinin yetersizlik duygusu ve psikolojik belirti düzeylerine etkisi.Yayınlanmamış doktora tezi). Anadolu Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.

    Aydın, A. (2008). Eğitim psikolojisi. 9. Baskı. Ankara: Pegem Akademi.

    Duckworth LA, Steen TA Seligman ME (2005) Positive psychology in clinical practice. Annu Rev Clin Psychol, 1:629-651

    Eryılmaz A (2016). Depresyon tanısı alan ve almayan genç yetişkin erkeklerin pozitif psikoterapi yapıları açısından karşılaştırılması. Akademik Bakış Dergisi, 53:294-303.

    Feist, J., ve Feist, G., J. (2009). Theories of Personality (7th ed.). United States of America: McGraw-Hill.

    Hefferon K, Boniwell I (2010) Positive Psychology. NewYork, McGraw Hill

    Kesgin Ç, Topuzoğlu A (2006) Sağlığın tanımı, başa çıkma. İstanbul Kültür Üniversitesi Dergisi, 3:47-49.

    Köknel Ö (1989) Depresyon: Ruhsal Çöküntü. İstanbul, Altın Kitapları.

    Maslow, A. H. (2001). İnsanolmanınpsikolojisi.(Çev: O. Gündüz). İstanbul: Kuraldışı Yayıncılık

    Murdock, N. L. (2012). Psikolojik Danışma ve psikoterapi Kuramlar. F. Akkoyun (Çev. Edt.) Ankara: Nobel Yayınevi.

    Seligman MEP (2011) Flourish: A Visionary New Understanding of Happiness and Well Being. New York, Free Press.

    Schultz, D., P. ve Schultz, S., E. (2005). Theories of Personality (8th ed.). California: Thomson Wadsworth.

  • Sorun nedir?

    Sorun çözme terapisinin temel kavramları arasında sorun, çözüm, sorun çözme, dayanıklılık, başetme vb. yer alır.

    Sorun, Türk Dil Kurumunun Büyük Türkçe Sözlüğü’nde “1. Araştırılıp öğrenilmesi, düşünülüp çözümlenmesi, bir sonuca bağlanması gereken durum, mesele, problem 2. Sıkıntı veren durum, dert.” olarak tanımlanmaktadır.

    Sorun çözme teorisyenlerinin sorun tanımı ise “…sağlıklı bir işlevsellik için bireyden bir tepki gerektiren fakat kişinin karşılaştığı engeller yüzünden o an için etkili bir tepkinin olamadığı günlük yaşamla ilgili bir durum veya iş.” şeklindedir. Buna göre bir sorunun çözümü için kişinin uygun tepkisine ihtiyaç duyulmaktadır. Fakat kişi karşılaştığı engelleryüzünden uygun tepkiyi sergileyememektedir. Kişinin karşılaştığı engeller nesnel ve öznel olarak sınıflandırılabilir.

    Sorun durumla ilgili, kişiden bağımsız var olan engeller nesnel engelleri ifade ederken, kişiden kaynaklanan engeller öznel engelleri ifade eder. Söz gelimi, kişinin patronuyla işlevsel bir iletişim kuramaması sorunu açısından meseleye bakarsak, patronun kibirli tutumu, iletişime kapalı oluşu nesnel bir engelken kişinin kendini ifade edememesi öznel bir engeldir.

    Sorun çözme teorisyenleri, bireyin amaçları ihtiyaçları, azim ve sebatı; sorun durumun yeniliği, belirsizliği; kişinin beceri eksikliği ve kaynak eksikliği gibi konuları sorun çözmede engel olarak kabul ederler.

    Sorunla ilgili literatür incelendiğinde sorunların dört grupta toplanabileceği ifade edilmektedir:

    1. Kişisel sorunlar: Sağlık sorunları, davranışsal ve duygusal sorunlar kişisel sorunlardır. Herkesin şu ya da bu türde kişisel sorun yaşaması söz konusudur. Aynı şekilde herkes karşılaştığı bu sorunları çözme çabası (şu ya da bu şekilde) güder. Söz konusu çabalar işe yararsa bireyin uyum düzeyi artar. Ancak sorun çözme çabaları işe yaramazsa kişisel sorunların etki ve şiddeti artabilir.

    2. İnsanlar arası sorunlar: İnsan ilişkileri hem mutluluk hem de mutsuzluk kaynağımız olabilmektedir. Bu yüzden en önemli sorun kaynaklarımızdan birisi kişiler arası sorunlardır. Kişiler arası ilişki sorunları kişisel sorunlara da yol açabilmektedir. Diğer insanlarla yaşanılan problemler incelendiğinde şu özellikler kendini göstermiştir: Kişiler arasında psikolojik yakınlık arttıkça ilişki sorunları yaşama olasılığı da artmaktadır.

    3. Kişisel olmayan sorunlar: Bu gruptaki sorunlar dünyevi sorunlar olarak kabul edilmekte ve çözümlerinin daha kolay olduğu varsayılmaktadır. Arabanın bozulması, tüp gazın bitmesi gibi sorunlar bu gruptandır.

    4. Toplumsal sorunlar: İnsanın sosyal bir varlık olması dolayısıyla yaşayabileceği sorunlar bu gruptandır. Siyasi sorunlar, eğitim sorunları trafik sorunları gibi sorunlar sosyal sorunlar arasında gösterilebilir. Bu tür sorunların çözümü için bireysel olarak yapılabilecek şeyler olmasına rağmen çözüm sadece kişinin elinde değildir.

    Yukarıdaki tüm sorun alanlarını hesaba kattığımızda bana göre en önemli nokta kişinin neyi sorun olarak algıladığıdır. Bazılarımız dağdaki bir hayvanın açlığını dert edinebilirken bazılarımız dünyanın yanmasını bile umursamayabilir.

    Sorun çözme terapisinde, çözümü için çaba harcanacak sorunun tanımlanması çok önemlidir. Mesela Türkiye’deki trafik sorununun çözümü terapi ortamında ele alınamazken trafikte öfke patlamaları yaşama sorun çözme terapisinde ele alınabilir. Sonraki yazıda görüşmek üzere. Muhabbetle kalın.

  • Ölüm anksiyetesi nedir?

    İnsanı anlama bakımından oldukça önemli bir yerde duran varoluşçu yaklaşım, insana kuramlar ve sayıltılarla çerçeve çizmek yerine onun özüne, var olma çabasına ve potansiyeline odaklanarak kendini keşfetme sürecine katkıda bulunmayı amaç edinir. Varoluşçu yaklaşım bireyin varolmanın getirdiği sancılarla yüzleşmesini ele alır. Temelde dört nihai kaygı varoluşçu yaklaşımın inceleme alanını oluşturmaktadır: ölüm, yalnızlık (tecrit), özgürlük ve hayatın anlamı.

    Mutlak Son: Ölüm-Ölmek-Ölümlülük

    Ölüm, hakkında pek az şey bilirken aslında çok şey deneyimlediğimiz bir gerçektir. Ölüm anında neler olduğu, ölen kişinin nasıl bir deneyim yaşadığı, ölümün nasıl geldiği, öldükten sonra neler olacağı belirsizdir. Ölüm hakkındaki bu belirsizlik ölüme dair endişelerimizin temelini oluşturur. Böyle soyut olan bir olguyu anlamlandırma çabamız onu bildiğimiz, tanıdığımız ve somut olan şeylerle açıklama yoluna götürür bizi. Öyle ki öldükten sonra gidilen dünyanın tasviri de hep dünyanın ırmakları, yiyecekleri ve nimetleri vs. ile anlatılır. Ölümü en çok işleyen ve ölümle en cesur yüzleşmeleri yapan edebiyat, bizlere bu tasvirlerden bolca örnek sunar:

    Ben ölülerin uyuyan sakin bir insana benzediğini sanırdım, şimdiyse bunun tam tersi olduğunu görüyorum. Uyanık ve sanki bir kavganın ardından öfkeye kapılmış birine benzediğini görüyorum.”

    Yaprak Fırtınası, Gabriel Garcia Marquez

    “Hep aynı şey… Günler geceler hep aynı… Ah bir an önce bitse! Ne bir an önce bitse? Ölüm, karanlık. Yok, yok. Her şey ölümden daha iyidir!”

    İvan İlyiç’in Ölümü, Tolstoy

    “…öldükten sonra bu hayat yakama yapışıp benden hesap soracak mı acaba diye korkuyorum. Ne dersin, böyle bir şey olur mu sence?”

    Uykuların Doğusu, Hasan Ali Toptaş

    Özfarkındalık insan için büyük bir armağandır. Kim olduğumuzu hayatta ne yapmak istediğimizi, hedeflerimizi belirlerken farkındalık bizi harekete geçiren temel taşımızdır. Bize var olduğumuzu hatırlatırken bir yandan da acı bir gerçeğin ayırdında olmamıza neden olur: Ölümlülük. İnsanın tek ve biricik olma isteği onu bu yaşanacak tek hayatının başrolü yapar; bir başrol için ölümlü olmayı kabul etmek de oldukça zordur. Ölüme karşı en çok yaptığımız şey onu inkâr etmektir. Bu inkârla birlikte bir savunma mekanizması gibi işleyen ancak insan doğasında hep var olan “kahramanlık” kendini gösterir. Narsistik bir yapıda olan bu kahraman yönü kişiyi kendi ölümünü düşünmeyip yanında olan kişiye acımaya götürür. Çünkü ölecek olan odur kendisi değil. Ölümle yüzleşmiş ve ondan galip gelmiş kişilere büyük bir hayranlık besleriz. Örneğin, kanseri yenmiş kişilerin hikâyesini tüm detaylarıyla bilmek isteriz. Çok eski zamanlardan beri kahramanlık olgusu vardır. İlkel çağlarda kahraman, ruhların dünyasına giden ve oradan canlı dönen insana verilen bir yakıştırmadır. Kahramanlık ölümün dehşetine karşı verilen ilk tepkilerdendir.

    Ölümle ilgili anksiyete artıp azalsa, görünür olup gizli kalsa da hayat döngüsünde her zaman vardır. Çocuklarda ölüm fikri 3-5 yaşına kadar oluşmaz. Ölüm soyut bir kavramdır ve deneyimlenemez, dolayısıyla çocuklar için anlaşılması zor bir meseledir Küçük çocuklar etraflarındaki ölümlülük izlerini gözlemlerler. Sonbaharda dökülen yapraklar, böcek ve hayvanların ölümü, ortadan kaybolan büyükanne ve büyükbabalar, yas tutan yetişkinler çocukların izledikleri ama bunlar karşısında sessiz kaldıkları durumlardır. Çocukların bu tür deneyimler karşısında endişelerini açıkça ifade etmeleri karşısında çaresiz kalan ebeveynler panikleyerek onları sakinleştirmeye çalışır, konuyu konuşmaktan kaçınır ya da çocuğu cennet, yeniden kavuşma gibi anlatılarla rahatlatmaya çalışırlar. Belki de ölüm karşısında aldığımız bu ilk tepkiler hiçbir şekilde yıkılmaz zannettiğimiz anne ve babalarımızın çaresizliğiyle bizi yüzleştirerek ölüm hakkındaki ilk korkularımızın da çekirdeğini oluşturmaya başlar.

    6 yaşla beraber ön ergenliğe kadarki dönemde ölüm korkusunda bir azalma yaşanır. Çocuğun oyun, arkadaş edinme, okula alışma sürecinde ölüm korkusu gizil kalır. Ancak ergenlikle beraber ölüm korkusunda önemli derecede bir artış olur. Ölüme olan ilgi artar, bazı gençler riskli davranışlar sergileyerek (madde kullanımı, aşırı hız yapma gibi) ölüme meydan okurken, bazıları da mizah yoluyla ölüm endişesiyle başa çıkmaya çalışır. Ölüm korkusunun en fazla bu dönemlerde olmasının temel nedeni, yaşanmamış hayat fikridir. Bu sebeple çok yaşlı olan bireylerin korkusunun daha az olması da anlaşılabilir. Yaşlı bireyler daha fazla ölüm deneyimlemiş, kendilerini ölüme daha fazla hazırlamışlardır. Oysaki bir genç için koca bir ömür düşlenir, yaşanacak ve yapılacak pek çok şey vardır. Tüm bunların yaşanmadan yitirilmesi ihtimali büyük bir kaygı doğurur. Ölüm kaygısı bu yönüyle varoluşçuluğun bir diğer temel taşı olan hayatın anlamlandırılması kaygısı ile yakından ilişkilidir.

    Genç yetişkinliğin kariyer yapma, evlenme ve çocuk yapma gibi yaşam olaylarıyla beraber ölüm korkusu bir kenara itilir. Orta yaş krizi ile beraber korku tekrar canlanır. Böylece yaşamın sonuna kadar her an bizimle olmaya devam eder. Ölüm korkusu her an bizimle olsa da her an onun farkında değilizdir, zaten böyle bir durumda yaşama devam etmemiz de mümkün olmazdı. Yine de zihnimiz bu korkuyla baş ettiği zamanlarda bile onu tam anlamıyla bastıramaz. Endişe bazen kendisini açık bir biçimde gösterirken bazen de örtük bir şekilde yaşanır.

    Birçok kişi ölüm anksiyetesini terk edilmek, yok olmak ya da kötülük görmek korkusuyla birleştirir. Açık yaşanan ölüm anksiyetesini psikoterapistler ölümle ilişkili bir kaygı yerine başka bir problemin maskesi olarak ele alıp hataya düşerler. Açıkça yaşanmayan ölüm anksiyetesinin en belirgin görünümü ise kabuslarda ortaya çıkar. Bazı önemli yaşam olayları da anksiyeteyi ortaya çıkarır; yaralanma, hastalık, bir yakının kaybı, doğal afet vs.

    Ölüm anksiyetesi bazı durumlarda yer değiştirebilir ve başka bir kaygıya aktarılabilir. Kendi ölümüne dair endişesini çocuğu üzerinden yaşamak bunun bir örneği olabilir; çocuğunun başına bir şey gelmesinden yersiz yere endişe duyan bir ebeveyn aslında kendi başına bir şey gelmesinden endişeleniyor olabilir. Ölüme karşı endişemizin sevdiklerimizin ölümü düşüncesiyle kendini göstermesinin temelinde işleyen mekanizma, aslında kendi ölümümüzle oluşacak boşlukla yüzleşmektense diğerlerinin bıraktığı acıyla yüzleşmenin daha kabul edilebilir olmasıdır.

    Ölüm anksiyetesini ele alırken filozof Epiküros’un felsefesinin temel sayıltıları bizlere önemli ipuçları sunar:

    • Ruhun ölümlülüğü: Bilinç bu dünyaya aittir, öldükten sonra bir bilince sahip olamayız.
    • Ölümün nihai hiçliği: Ölümle birlikte ruhumuz da öleceği için ölümün geldiğini ve öldüğünü bilecek bir bilinç orada olmayacaktır. Ölümle aynı anda var olamayız, ya biz varızdır ya ölüm.
    • Simetri iddiası: Ölümden sonraki var olmama durumumuz doğumdan önceki var olmama durumumuzla aynıdır.
    • Dalgalanma: Ölümümüzden sonra bize ait bir fikir, ad, davranış vs. yaşamaya devam ettikçe biz de kendimizi geleceğe yansıtmış oluruz. Ölümlülüğün endişesi bu yolla yumuşar ve kendini geleceğe aktarma hazzı yaşanır.

    Bireyin yaşadığı önemli bir olay ya da deneyim, özellikle de ölüm anksiyetesi yaratan bir durum, hayata bakışında önemli değişikliklere yol açarak dönüşüme uğramasına yol açabilir. Günümüzde varoluşçu yaklaşım ve varoluşçu terapinin öncülerinden olan Yalom’un “uyanma deneyimi” olarak ifade ettiği bu tür “sınır durumlar” bir transformasyon (dönüşüm) görevi görebilir. Kişi kendi ölümü üzerine düşündüğünde yaşadığı hayat üzerinde de düşünmeye başlar. Böylece kendini ve potansiyelini keşfetme süreci devreye girer. Varoluşuna anlam katmak için kişi kendine şans tanır. Bu tür bir uyanma deneyimine Yalom’un da bahsettiği gibi Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı eseri önemli bir örnektir. Çevresindeki ölüm törenlerine, yakınlarını kaybedenlere ilgisiz ve mecburi gözlerle bakan roman kahramanı yakalandığı bir hastalık sonrasında ölümü düşünmeye ve sonrasında da nasıl bir hayat yaşadığını düşünmeye başlar. Hayatını yaşaması gerektiği gibi yaşayıp yaşamadığını sorgulaması oldukça çarpıcı iç diyaloglarla anlatılmıştır.

    Yalnızca ölümle yüz yüze geldiğimiz deneyimler değil mezuniyetler, akranlarımızın düğünü, lise arkadaşlarıyla buluşmalar gibi bazı dönüm noktaları da bizi hesaplaşmaya götürür. Nasıl bir hayat yaşadığımız, nerede olduğumuz ve ne yaptığımızı sorgulatan bu deneyimler de bir tür dönüşüme yol açabilir.

    Ölümün en çok nesi bizi korkutur? Unutulmak, toprağın altında olmak, terk edilmek, diğerlerinin arkamızdan üzülecek olması, yarım kalan ilişkiler… Bu soruya verdiğimiz cevap korkumuzun temeline dair bir ipucu sunar, cavabımız hayattaki korkumuzun bir yansımasıdır. Hayatımız boyunca neyi yapamamışsak, nelerden çekinip, nelere dair endişe duymuşsak ölüm bizi bununla korkutur.

    İnsan sosyal bir varlıktır. Yaptığı çoğu şeyde diğerleriyle beraberdir ya da yaptıkları bir noktada diğerlerinin yaptıklarıyla kesişir. Oysaki ölmek insanın yalnız yaptığı tek şeydir. Bazen insanlar ölmekte olan kişinin çevresinden yavaşça çekilirler, ölüm karşısında ne yapacaklarını bilmediklerinden çaresizlik onları bu noktaya getirir. Ya da kendi ölümleriyle yüzleşmekten kaçarlar. Bazen de ölüme yakın olan kişi çevresini boşaltır. Kalanları üzmemek, onlarla vedalaşma korkusu bunun temel nedenidir ancak böylesi bir yalnızlık da korkuyu daha çok artırır. Ölüme yaklaşmış ya da ölüm konusunda anksiyete yaşayan kişinin kaygısı kabullenilmeli, onun fiziksel olarak yanında olunmalı ve ona empatik bir dille yaklaşılmalıdır.

    Ölüm hakkında en çok yaptığımız şey onu inkâr etmektir. Ancak ölüm anksiyetesinde en iyileştirici olansa yüzleşmektir. Ölümle yüzleşmek büyük bir anksiyete doğurur ancak yaşamımızı anlamlandırma fırsatı da sunar bizlere. Her birimizin yaşamı bir gün sonlanmak üzere başlamıştır. Bu gerçekten kaçmak hayatımızı dilediğimiz gibi yaşama özgürlüğünden kaçmamız anlamına gelir. Ölümle yüzleşebildiğimiz, onu kabullenip onunla yaşamaya başladığımız ve onu anladığımız ölçüde yaşamımızı anlamlı kılarız. Ölmediğimiz her an yaşama şansımız vardır. Kendimize bu fırsatı tanıdığımızda kendimiz olabiliriz.

    Kaynak

    Yalom, I. (2017). Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek (1.Baskı). (Z, Babayiğit, Çev.). İstanbul: Pegasus Yayınları.

    Becker, E. (2013). Ölümü İnkâr (1.Baskı). (A. Tüfekçi, Çev.). İstanbul: İz Yayıncılık.