Kategori: Genel

  • EMDR terapi fiyatları ne kadar?

    Strandart bir EMDR seans ücretinden bahsedemeyiz. Diğer psikoterapi seans ücretleri gibi, emdr seans ücreti de, terapiste bağlı olarak değişiklik gösterir. Bununla birlikte şunu söyleyebiliriz ki, emdr seans süresi diğer terapilerin seans sürelerine göre daha uzun olduğu için, seans ücreti de daha yüksek olabilir.

    Bu girizgahtan sonra, EMDR terapisi uygulayan bazı terapistlerin seans ücretlerini paylaşabilirim:

    Klinik Psikolog Beyza Kara DEMİRKAN İstanbul Beylikdüzü’nde Psikodinamik Atölye‘de hizmet veriyor. Seans ücreti 1000 TL’dir. Ofisinin telefon numarası: 0 534 819 71 42 [Ocak 2024’te görüşüldü.]

    Klinik Psikolog Betül ÖZGÜL‘ün EMDR seans ücreti 950 TL’dir. Özgül İstanbul Pendik’te hizmet veriyor. Telefon numarası: 0537 643 57 26 [Aralık 2023’te kendisiyle görüşüldü.]

    Psikiyatrist Adnan ÇOBAN İstanbul Nişantaş’nda hizmet veriyor. Seans ücreti 3000 TL+KDV’dir. Seans süresi 30-40 dakikadır. Bazen iki seans peş peşe yapıyor yapıyor ve iki seans ücreti alıyor. Telefon numarası: 0212 291 53 18 [Aralık 2023’te asistanıyla görüşüldü.]

    Klinik Psikolog Esra COŞKUN Kocaeli Gebze’de çalışıyor. Seans ücreti 1000 TL’dir. Telefon numarası: 0533 080 39 80 Web sitesi: esracoskun.com [Kendisine soruldu.]

    Klinik Psikolog Büşra KARA‘nın EMDR seans ücreti 1500 TL’dir. KARA KKKTC Girne’de hizmet veriyor. Telefon numarası: 0533 870 58 57 [Aralık 2023’te kendisiyle görüşüldü.]

    Klinik Psikolog Hatice BÖREK‘in EMDR seans ücreti 1300 TL’dir. BÖREK İstanbul Şişli’de hizmet vermektedir. Telefon numarası: 0533 135 21 24 [Aralık 2023’te kendisiyle görüşüldü.]

    Psikolog Beyzanur AVCI, İstanbul Fatih’te çalışıyor. EMDR seans ücreti 700 TL’dir. Telefon numarası: 0552 945 74 56 [Aralık 2023’te kendisiyle görüşüldü.]

    Uzman Psikolog Sevgi KAYPAK, Ankara Çankaya’da EMDR terapisi uyguluyor. Seans ücreti 1500 TL’dir. Telefonu: 0 546 763 41 00 [Aralık 2023’te kendisiyle görüşüldü.]

    Klinik Psikolog Sena Sümeyye Şahin CAMCI Sakarya Serdivan’da çalışıyor. EMDR terapisi seans ücreti 1300 TL’dir. Telefonu: 0552 323 91 31 [Aralık 2023’te kendisiyle görüşüldü.]

    Gördüğünüz gibi EMDR Terapi seans ücretleri değişkenlik gösteriyor.

  • Louis Cozolino’nun EMDR terapisi ile ilgili düşünceleri nelerdir?

    “EMDR terapisi nedir?” diye merak ettiğimde, doğal olarak ilgili kitaplardan bazılarını okudum ancak EMDR terapisini benim için güvenilir hale getiren ünlü psikolog Louis Cozolino oldu. Onun Terapi Neden İşe Yarar? adlı kitabını okurken, kitabın bir bölümünde EMDR terapisini konu edinmesi çok ilgimi çekmişti. Cozolino’nun EMDR terapisi ile karşılaşmadan önceki düşünceleri benimkilere çok benziyordu. Bu yazıda, Cozolino’nun EMDR terapisi ile ilgili deneyimlerini paylaşmak istiyorum. Yazının “EMDR terapisi işe yarar mı?” diye merak edenlerin işine yarayacağını düşünüyorum.

    Aşağıdaki metin Louis Cozolino’nun Terapi Neden İşe Yarar? adlı kitabında yer almaktadır.

    Bellek sistemlerine erişme ve onları birleştirmenin ilginç bir yolu Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme (EMDR) olarak adlandırılan bir terapi türüdür. Diğer pek çok tedavi şekli gibi EMDR da, danışanı sistemli, duyarlı ve şefkatli bir tutum ile korkulan anılara maruz bırakmayı içerir. Ancak diğer yöntemlerden farklı olarak, EMDR, bu sürece göz hareketleri ve diğer duyusal uyaranları da dahil eder. Ben bu yöntemi kabul etmeye uzun süre direndim, çünkü bir şekilde bunun gelip geçici bir moda olduğuna inanıyordum ve parmağını danışanın yüzünün önünde gezdirmenin profesyonellikle örtüşmediğini düşünüyordum. Ayrıca, beni bütün olaydan soğutan tuhaf klişe bir hisse kapılmıştım: Terapi yaptığım yıllar boyunca, yüzlerce modanın gelip geçtiğini görmüştüm ve bunun da aynı şekilde gitmesini bekliyordum. Ama EMDR gitmemekle kalmadı, aynı zamanda saygı duyduğum pek çok klinisyen bu yöntem hakkında olumlu şeyler söylemeye başladı.

    EMDR’ı geçerli bir tedavi yöntemi olarak düşünmeye başladığım sırada, yaklaşımın, göz hareketlerinin dışında temel maruz bırakma yöntemlerinden biri olduğunu gördüm. Bu da sistematik duyarsızlaştırmada bize öğretilene benzer bir şeydi. Böylece EMDR işine çok temel bir soru ile girdim: Göz hareketleri, parmak hareketleri ya da diğer duyusal sinyaller, zaten var olan maruz bırakma metotlarına bir şey ekliyor muydu? Burada düşüncelerimi ve deneyimlerimi paylaşmamın sebebi, EMDR’ın tanıtımını yapmak ya da kitabı bir kılavuza çevirmek değil, benim EMDR deneyimimin herhangi bir terapi türünün nasıl işlediğini anlamamıza yardımcı olacağını düşünmemdir.

    Yönelme refleksi ve belleğin yeniden güçlendirilmesi

    Korkunun izi kolay silinmez. (Ernest Gaines)

    Çok sayıda araştırma gösteriyor ki TSSB [Travma Sonrası Stres Bozukluğu] yaşayan kişilerin beyinlerinde bilgi ve belleğin işlemlenmesi ile ilgili aksaklıklar vardır: Danışanlarımızın davranışlarını, eylemlerini ve duygularını beklenmedik yeni bir şeyle karşılaşma korkusu olan neofobi yüzünden kısıtladıklarını biliyoruz. Travmatize olmamış kişiler yeni bir şey deneyimlediklerinde, beynin singulat anterior adlı bölgesi şu işlemleri gerçekleştirir: Kişi tüm dikkatini bu yeni şeye verir, tepki vermeye hazırlıklı olur ve beklenmedik bu şeyden bir şeyler öğrenmeye çalışır. Bu hem iyi hem de kötü olabilir -hangisi olduğunu tam olarak bilmiyoruz- ama korkumuza yenik düşmezsek, merak ve keşif dürtülerinin bilinmeze karşı duyulan korkuyu dengeleyeceğini biliyoruz. TSSB mağdurlarında ise kişiliğe yeniliğe ve yeni bir şey öğrenmeye hazırlayan devreler etkinleşmez. Bunun yerine, beynin otobiyografik ve somatik belleği düzenleyen kısımları harekete geçer. Bu yüzden, neofobi aslında kişiye geçmişin acı ve dehşetinin hatırlatılması ile oluşan korkudur. Başka bir deyişle TSSB mağdurlarının beyinleri yeni bir şey öğrenme ve geçmiş deneyimleri güncelleme becerilerini devre dışı bırakır.

    Bellek ve motor sistemlerimiz, balık olduğumuzdan beri, evrim süreçlerinden işbirliği halinde geçmektedir. Bunun bir kanıtı, yürümek ya da koşmak için büyük kas gruplarını kullandığımız zaman, bu kasların beyne giden kanallardan nöral büyümeyle ilişkili iletimler yaparak öğrenme ve plastisiteyi artırmasıdır. Bu bağlantı, çok büyük ihtimalle, kaslarımızın beynimize hareket ettiğimiz zaman şunları söyleyecek şekilde evrimleşmesi ile ortaya çıkmıştır: “Dikkat et! Hareket ettiğime göre önemli bir şeyler oluyor.” Yoksa neden hareket edeyim ki.

    Bir şey dikkatimizi çektiğinde odağımızı, otomatik bir şekilde, bu şeye yönlendiririz. Bu tepkiye yönelme refleksi denir. Bu ilkel refleks, tüm hayvanlarda bir çevreye uyum sağlama aracı olarak bulunur. Büyük olasılıkla, bellek sistemleri evrimleştikleri sırada, yönelme refleksini kullandılar. Bunun sebebi, beyni yeni bir şey öğrenmek konusunda uyarmaktı. Bu durum, EMDR sırasında kullanılan göz hareketleri ve diğer duyusal uyaranların etkisini ve önemini açıklayabilir.

    Benzer bir şekilde bir taraftan diğerine gerçekleşen göz hareketlerinin bellek güncellenmesini tetiklemesi olasıdır, çünkü evrim tarihinde gözler yiyecek bulmanın sıra hem av hem de avcılara karşı dikkatli olma ile ilişkili olmuşlardır. Büyük ihtimalle, REM uykusu sırasında, beynimiz belleğimizin güçlendirilmesi ile meşgulken, hızlı göz hareketlerinin gerçekleşme sebebi budur. Aslında belleğin güçlendirilmesi için göz hareketlerine ihtiyacımız yoktur; bu sadece evrimin bir kalıntısıdır, çünkü geçmişte yiyecek bulma arayışımız, yönelme refleksimiz, göz hareketlerimiz ve hakimiyet bölgemizi belirleme ihtiyacı eş zamanlı olarak evrimleşmişlerdir.

    Bir taraftan diğerine gerçekleşen göz hareketlerinin evrimsel bir önemi olduğu için, EMDR’ın çok sayıda duyusal yöntem aracılığı ile yönelme refleksini harekete geçiriyor olması olasıdır. TSSB yaşayan kişilerin beyni, yeni bir bilgi karşısında otobiyografik bellek sistemine geri döner. Yönelme refleksinin, bu dönüşün etkisini yok edebilmesi de olasıdır. Göz hareketleri ya da hafif bacak vuruşları ile beynin bilgiyi tespit etme merkezleri harekete geçirilir ve belleğin tekrar oluşturulması mümkün olur. Bu sayede belleğe yeni bilgi girerken, eski bilgiler değiştirilir ve güncellenir. Bence EMDR’ın işe yaramasının arkasındaki etki mekanizması da bu olabilir. Yani, EMDR’ın TSSSB mağduru kişilerin beynini kandırma yöntemi olduğu söylenebilir. Beyin, yeni deneyimleri EMDR sayesinde işler ve böylece bu kişiler şimdide yaşayabilir.

    Bu kısma eklenebilecek önemli bir not ise şudur: Ben EMDR’dan yararlanmak için TSSB mağduru olmak gerektiğini düşünmüyorum. Bunu söylüyorum, çünkü hepimizin bastırılmış ama hayatımızın belli alanlarına olumsuz şekilde müdahale eden korkutucu anıları vardır. Bu öylesine söylenmiş kaynağı muğlak bir teori değil, bizzat kendi deneyimime dayalıdır.

    EMDR işine girişmek

    Tehlike gelip çattığında korkular hafifler. (Seneca)

    Birkaç yıl önce, EMDR’ı geliştiren Francine Shapiro, beni yöntem hakkında bilgi edinebilmem için bir EMDR eğitimine davet etti. Kitaplarda okuduklarımla aynı çizgide ilerleyen konferanslar süresince oturdum. Dinlediklerim oldukça standart bilgiler ve kabul görmüş Bilişsel-Davranışçı Terapi yöntemlerini içeriyordu. Bilinen yöntemlere bir de duyusal uyarılma eklenmişti. Göz hareketlerinin tedaviye neden yardımcı olduğunu açıklayan bir teori yoktu. Sadece, tekniğin işe yaradığını gösteren bazı klinik çalışma sonuçları varmış gibi görünüyordu. Bu benim için kabul edilebilir bir durumdu -yüzyıllar boyunca pek çok tedavi, tedavinin neden işe yaradığı anlaşılmadan kullanılmıştı. Konferansların sonunda göz hareketlerinin zaten var olan temel maruz bırakma terapisine bir şey eklemiş olduğunu düşünüyordum hala.

    Genel olarak söylenen, danışan için problemli olan bir konuyu açıp, bu konuyu 24 ile 36 arasında değişen göz hareketi serileri ile bütünleştirmemiz ve bu sırada sanki bir film izlermiş gibi danışanın deneyimledikleri karşısında pasif sayılabilecek bir tutum sergilememizdi. “Sadece bunu fark et” ya da “Yalnızca bunu düşün” gibi yumuşak yönlendirme ve cesaretlendirme ifadeleri kullanılabilirdi. Genel varsayım, olumsuzun temizlenmesinin olumluya yer açacağı yönündeydi. Travmanı yaşamayı durdurabilirsen, hayatını yaşamaya başlayabilirdin.

    Seanslar başlamadan önce, zamanı ve farkındalığı yolda tren camından görünen manzaralar gibi düşünüp, olan biteni sadece izlememiz gerektiğini öğrendik. Göz hareketleri beyne şimdide kalması gerektiğini söyleyecekti. Bize de konuşma terapisinden kaçınmamız gerektiği söylenmişti. Psikodinamik süreçler üzerinden yorum yapmak yerine, EMDR terapistinin beynin ve zihnin kendi iyileştirici işlevlerine güvenmesi gerekiyordu.

    Öğle yemeğinin ardından, sabahki oturumlarda öğrendiğimiz EMDR tekniklerini uygulamak üzere dört kişilik gruplara ayrıldık. Yapmamız gereken, bir başlangıç alıştırması yapabilmek için danışan ve terapist rollerini sürekli değişerek her iki rolü de denemekti. Bize anlatılan protokolü sırasıyla takip etmemiz gerekiyordu. Protokol; sorular sorma, odak noktaları belirleme ve “danışanlarımıza” göz hareketleri konusunda rehberlik etme adımlarını içeriyordu. Danışan rolünü aldığımızda ise, hayatımızda bizim için problem olan ve üzerinde çalışmak isteyeceğimiz bir şeyi bulup çıkarmamız gerekiyordu. Benden beklenmeyecek şekilde, canımı sıkacak bir sürü şey sayıp dökemedim. Biraz şaşırmıştım, çünkü kendimi her zaman bir çalkantı içinde hissetmişimdir. Demek ki yıllarca terapi görmenin karşılığını sonunda almıştım.

    Partnerime destek olabilmek için, yine de kendimi onun üzerinde çalışabileceği bir konu bulmak için zorladım. Başka bir motivasyonum yoksa bile, en azından iyi bir grup arkadaşı olmalıydım. Zihnimi taradım ve aylık üniversite toplantısının yaklaştığını hatırlayarak birden olumsuz bir düşünce ile irkildim. Bu toplantıları her zaman sıkıcı ve sinir bozucu, genellikle dayanılması güç ve bazen düpedüz acı verici bulmuşumdur. O anda bu düşüncenin, üzerinde çalışılabilecek bir şey olduğunu düşündüm: Düşüncenin uyandırdığı duygular vardı, buradan bir şeyler çıkabilirdi ve benim için başka hiçbir işe yaramasa bile, toplantı fikrinin verdiği rahatsızlık partnerim için iyi bir alıştırma olabilirdi.

    İlk adım, zaten anlattıklarımın dışında, yüzeyde görünenden daha derindeki bazı düşünce ve duyguların farkına varmaktı. Bunu yapmak için toplantılarda oturduğumu hayal ettim ve buradaki deneyimlerim üzerine düşündüm. Bir anda sinirim bozuldu, öfkelendim ve kaçmak istedim. Neden bu toplantılar beni bu kadar etkiliyordu? Sonuçta bu toplantılar işimin bir parçasıydı. Ayda sadece bir-iki saatimi alıyorlardı ve toplantıdaki herkesi seviyordum. Onlarca yıl, toplantıların kötü yönetildiğinden ve hiçbir işe yaramadığından şikayet edip durmuştum. Ayrıca, yapacağım şeyleri oraya getirip, toplantıda ofiste yapacaklarımın hepsini yine yapabilirdim. Tarafsız şekilde bakınca, bu toplantılara bu kadar olumsuz yaklaşmamı gerektirecek bir sebep yoktu. Ama ortada bir kaygı, öfke ve kaçma isteği duygusu olduğu aşikardı. İşte benim EMDR deneyimim:

    1) Kendimi toplantıda hissettiğim duygulara bırakıp, bunu yaptığımda ortaya çıkanlara bakınca giderek daha da çok kaygılı hissetmeye başladım. Bunun sebebini anlamaya çalıştığımda aklıma ilk gelen o toplantılarda kimsenin beni istemediğiydi. Benim sinir bozucu ve herkesin ilgisini isteyen ben-merkezli bir aptal olduğumu düşünüyorlardı. Devam ettikçe, başka düşüncelerin de yüzeye çıktığını fark ettim: “Benim için “keşke burada olmasa” diye düşünüyorlar”, “Söylediğim hiçbir şeyi ciddiye almıyorlar”, “Benim sinir bozucu bir çocuk olduğumu düşünüyorlar”.

    Göz hareketleri

    2) Bu toplantılardaki deneyimlerimi daha tarafsız şekilde düşündükçe, olumsuz duygularımın yol açtığı davranışların, bu korkuların bazılarını gerçek yapmaya katkıda bulunabileceğini fark ettim. Kaygımla baş etmek için, toplantıya ofiste yapacağım işleri getirmek gibi kendimi oyalayacak şeyler buluyordum ya da çocukken başımın çaresine bakmak için kullandığım savunma stratejilerinin aynılarını kullanıyordum -dalga geçme, aşırı hareketlilik, geri çekilme ve kaçma.

    Göz hareketleri

    3) Kendimi toplantılarda hayal ederken ve bunu tarif ederken bedensel duyular ve duygular ile de temasa geçiyordum. Kendimi bu duygulara daha da derinlemesine bıraktım ve şunu fark ettim: Zihnimdeki bir manzara, kendiliğinden, çocukluğumdan başka bir manzara ile yer değiştiriyordu. Çevre ve kişiler tamamen farklı olsa da, duygular toplantıdakilerle tamamen örtüşüyordu. Şimdi de bedenimde tamamıyla aynı duyguları hissediyordum ama artık aktif bir şekilde manzarayı canlandırmaya uğraşmıyordum. Sanki kafamdaki bir filmi izliyordum:

    4) 1950’lerde, dedemlerin evinin salonundaydık. Ben annemin, ninemin ve dedemin karşısındaki koltukta otururken, onlar da bana ilgiyle bakıyorlardı. Yüzlerinden coşku, ilgi ve sevgi okunuyordu, söyleyeceklerimle epey ilgili görünüyorlardı. Bense, bir şekilde onların derinde hissettikleri acıyı yatıştırdığımın farkındaydım ve bu yüzden şu yanlış sonuca varıyordum: “Ben ailemi depresyondan ve ümitsizlikten kurtarmaya gelmiş harika çocuğum.” -işte kompulsif bakımverenin yaratılışı… Onlarla olan bağım bana mutluluk veriyor, aynı zamanda benim de onlara neşe verdiğimi hissediyordum.

    Göz hareketleri

    5) Göz hareketlerinin üçüncü serisi tamamlandığında, hevesle bütün gözlerin bende olduğu o özel duyguya gittim. Bu kez, görüntüye uzaktan gelen bir gürültü ve eve giren birinin ayak sesleri eklenmişti. Bu, yirmili yaşlarının ortasında, bir testesteron küpü olan, kolay alınan ve öfkelenen babamdı. Babamın kafası ve yüzü, koltuktaki diğer üçlüden çok daha büyüktü. Yüzündeki ifade yarı öfkeli bir aslan, yarı aç bir sırtlan gibiydi. Gözleri annemin ve ninemin arkasından beni takip ediyordu. Korkmuştum; benden nefret ettiğini ve ölmemi istediğini biliyordum -beni yemek istiyordu. Diğerleri dönüp ona baktıklarında, bana gülümsüyordu. Ama tekrar bana döndüklerinde ifadesi tekrar tehditkarlaşıyordu. Terapistim ve ben, bu imgenin sahip olduğu güç karşısında şaşırmıştık. Aslında bu görüntüler, babamla ilişkimizin geçmişiyle aynı doğrultudaydı. Babam beni, Vietnam Savaşı sırasında askere gitmeye teşvik etti.

    Göz hareketleri

    6) Yeniden dedemlerin evindeydik. Annemin, ninemin ve dedemin karşısında oturuyordum ve babamın onların arkasından beni takip edişini izliyordum. O zamanın korkutucu duygularına tekrar kapılmaktan çekinip, canlandırmayı daha tarafsız bir şekilde düşünmeye çalışıyordum. Babamın bir ileri bir geri yürüyüşünü izlerken, anne-babasının ve karısının, bana kıyasla, ona ne kadar az ilgi gösterdiklerini düşündüm. Babam hala kendi babasının ilgisine muhtaç genç bir adamdı -kendisine her zaman çok sert davranmış ve şimdi ilgisinin tümünü bana vermiş olan babasının… Bu sahnenin içinde böyle düşününce, kendimin hem çocuk hem de yetişkin halinin yan yana oturduğunu hissettim. Aslında, içimdeki terapist bana olan biteni açıklıyordu. Söylemeye gerek yok: Babamın nefretinin benimle hiçbir ilgisi olmadığını sözlüyordu.

    7) İşte, tam da bu noktada, bu tedavi yöntemini farklı bir şekilde deneyimlemeye başladım. Beşinci serideki deneyimim terapi işini yapmaktan çok, terapinin yapıldığına şahit oluyormuşum gibiydi. Bu deneyim, yazı yazma deneyimime çok benzer bir deneyimdi. Burada da, kafamda bir karakter yarattığım zaman, bu karakterin ne yapacağını düşünüp yazmakla, kafamın içinde onun ne yaptığını izliyor olmak arasında gidip gelirim -bu süreç EMDR uygulayanların seanslarda kullandığı “Sadece bun fark et” ya da “Yalnızca bunu düşün” gibi nazik yönlendirmelerde de yansıtılıyordu.

    8) Canlandırmaya geri dönecek olursak, bu kez babamın kafası daha küçüktü ve bu kez yüzü kendi yüzüydü. Yüz ifadesi tehditkar değil üzgün, kırgın ve çaresizdi. Ayrıca, artık, bütün ilgiyi babam pahasına kendime çekmekten eskisi kadar mutlu olmadığımı hissettim. Aslında, neredeyse, ilginin bende olması babamı cezalandırmanın bir bir yolu gibi duruyordu. Bu senaryoda olgunluğa çabuk erişmiştim. Artık, ilgi bekleyen o küçük çocuk değildim ve bu yıkıcı aile tiyatrosunun içinde gönüllü olarak rol almış olmaktan utanıyordum. Bu aile draması içine hapsolmuştum ve herkes bir bedel ödüyordu. Serinin sonlarına doğru bir yerde dedeme döndüm ve babamı göstererek ona şöyle dedim: “Oğlunun sana ihtiyacı var.”

    Bu deneyimimle ilgili iki şey oldukça ilgi çekiciydi. İlk olarak, anılarımı yeniden düşünmek ve organize etmek için kendimi zorlamak yerine, sanki iç dünyamdaki bu olayları bir ekrandan izliyor gibiydim. Anlattığım bu altı basamak, ben ana karakter yerine sadece izleyici olarak dururken, bir rüyadaymışım gibi karşımda bir bir açılıyordu. Deneyimimin ikinci ilgi çekici yanı ise, ertesi hafta gerçekleşen üniversite toplantısında, geçmişte kurtulamadığım olumsuz duyguların yükünden kurtulmuş olmamdı. Toplantı her zamanki gibi sıkıcı ve verimsizdi ama ben her zamanki yükümü artık taşımıyordum. Sonuçlar karşısında büyülenmiştim -EMDR bellek dünyamda yepyeni bir pencere açmıştı.


    Okuduğunuz bu metin, benim açımdan çok kıymetli. “EMDR terapisi işe yarıyor mu?” sorusu benim de sorduğum bir soruydu ve Cozolino’nun bir kitabında EMDR terapisine bu kadar yer vermesi -kendisi EMDR terapisti olmasa da- benim için önemli bir referans kaynağı olmuştur. Umarım siz de yazarın deneyiminden istifade ettiniz.

  • EMDR terapisi nasıl yapılır?

    Bu yazıda “EMDR: Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme” kitabının “EMDR Prosedürünün Ana Hatları” başlıklı bir bölümünü paylaşıyorum.

    EMDR’ın açıklanması: (EMDR yönteminin açıklanmasında kullanılan kelimeler danışanın yaşına, geçmişine, deneyimlerine ve bilgi düzeyine bağlıdır.)

    “Bir travma meydana geldiğinde orijinal resim, sesler, düşünceler ve duygular sinir sisteminde kilitleniyor gibi görünmektedir. EMDR’da kullandığımız göz hareketleri sinir sisteminin kilidini açıp beynin deneyimi işlemesine izin verir. Muhtemelen bu REM ya da rüya sırasında da gerçekleşmektedir -göz hareketleri bilinçdışı materyalin işlenmesine yardım edebilir. İyileşmeyi sağlayanın sizin kendi beyniniz olduğunu ve kontrolün sizde olduğunu aklınızda tutmanız önemli.”

    Özel yönergeler: “Burada yapacağımız şey genel anlamda sizin deneyimlediğiniz şeyin basit bir kontrolüdür. Sizden tam olarak neler olduğunu, mümkün olduğunca açık bir geri bildirimle öğrenmem lazım. Bazen bir şeyler değişecek ve bazen değişmeyecek. Size 0’dan 10’a kadar nasıl hissettiğinizi soracağım. Cevabınız bazen değişecek bazen değişmeyecek. Bu süreçte hiçbir “olması lazım” yok. O yüzden sadece neler olduğuyla ilgili geri bildirimi, bir şeyler oluyor olması gerekip gerekmediğini düşünmeden, verebildiğiniz kadar doğru bir şekilde verin. Her ne olursa olsun, olmasına izin verin. Bir süre göz hareketleri yapacağız ve sonra bunun hakkında konuşacağız.”

    Dur işareti: “Eğer herhangi bir anda durmanız gerektiğini hissederseniz elinizi kaldırın.”

    Uygun uzaklığı belirlemek: “Bu uzaklık ve hız sizin için uygun mudur?”

    Konuyu sunmak: “Bugün hangi olay üzerinde çalışmak istersiniz?”

    İmge: “Hangi imge, olayın en kötü kısmını temsil ediyor?”

    Negatif kognisyon (NK): “Hangi kelimeler bu imgeyle en uyumlu olanlardır ve sizin kendinizle ilgili şu anki fikrinizi en iyi şekilde ifade eder.” (Danışanın bu ifadeyi geniş zamanda ve “ben” diye başlayarak ifade etmesini sağlayın. Bu ifade güncel olarak geçerli olan, kendine negatif göndermede bulunan bir kognisyon olmalıdır.)

    Pozitif kognisyon (PK): “Bu resmi/olayı aklınıza getirdiğinizde, şu an kendinizle ilgili neye inanmayı isterdiniz.?” (Bu resmi/olayı aklınıza getirdiğinizde, şu an kendinizle ilgili neye inanmayı isterdiniz.?” (Bu, güncel olarak arzulanan, kendine pozitif göndermede bulunan bir kognisyon olmalıdır.)

    VOC (sadece PK için): “Bu resmi/olayı aklınıza getirdiğinizde bu (pozitif kognisyon) size 1’den 7’ye kadar bir ölçekte hangi düzeyde doğru geliyor?”

    Duygular/hisler: “Bu resmi/olayı ve bu kelimeleri [negatif kognisyon] aklınıza getirdiğinizde, şu an hangi duyguları hissediyorsunuz?”

    SUD’ler: “0’ın rahatsızlığın olmaması ya da nötr olmak olduğu, 10’un hayal edilebilecek en yüksek rahatsızlık olduğu 0-10 aralığındaki ölçekte, bu imge sizi ne düzeyde rahatsız ediyor?”

    Beden duyumunun yeri: “Bedeninizde [rahatsızlığı] nerede hissediyorsunuz?”

    Duyarsızlaşma: “Sizden şunu rica ediyorum: O resmi ve olumsuz kelimeleri [negatif kognisyonu tekrar edin] düşünün. Bedeninizde bunu nerede hissettiğinizi fark edin ve parmaklarımı takip edin.”

    1. Göz hareketlerine yavaşça başlayın. Danışan hareketi tolere edebildiği sürece hızı artırın.
    2. Yaklaşık olarak her 12 harekette, ya da görünen bir değişim olduğunda, “İşte bu. Güzel. İşte bu.” diyerek yorumda bulununn.
    3. Danışana şu yorumu yapmak faydalıdır (özellikle danışan bir abreaksiyon yaşıyorsa): “İşte bu. Bunlar eskide kaldı. Sadece fark et.” (Hızlanan tren metaforunu da kullanın.)
    4. Biz göz hareketi setinden sonra danışanı (Kafanı boşalt” ve/veya “Çıkıp gitmesine izin ver ve derin bir nefes al” diyerek yönlendirin.
    5. “Şimdi ne düşünüyorsunuz?” ya da “Şimdi neyi fark ediyorsunuz?” diye sorun.
    6. Eğer danışan bir hareket olduğunu bildiriyorsa “Bununla kal” deyin (danışanın kelimelerini tekrar etmeden). Yerleştirme yapılmadan önce danışanın SUD ölçümünde 0 ya da 1 bildiriyor olması gerekmektedir.

    Pozitif kognisyonun yerleştirilmesi (arzulanan pozitif kognisyonun orijinal anı ya da imge ile bağlantısını kurmak):

    1. “Kelimeler [pozitif kognisyonu tekrar edin] hala uyuyor mu ya da daha uygun olduğunu düşündüğünüz başka bir fozitif ifade var mı?”
    2. “Orijinal olay ve bu kelimeler [seçilen pozitif kognisyon] hakkında düşünün. 1 tamamen yanlış 7 tamamen doğru ise, bunlar size ne kadar doğru geliyor?”
    3. “İkisini beraber düşünün.” Danışanı bir göz hareketi setine yönlendirin. “1’den 7’ye bir ölçekte, orijinal olayı düşündüğünüzde [pozitif ifadenin] şimdi ne düzeyde doğru olduğunu hissediyorsunuz?”
    4. VOC. Her setten sonra VOC’yi ölçün. Danışan 6 ya da 7 değeri bildirse de, bunu güçlendirmek için göz hareketi kullanın ve geçerlilik artık güçlenmez hale gelene kadar devam edin. Daha sonra beden taramasına geçin.
    5. Eğer danışan 6 ya da daha az bir değer bildirirse, uygunluğu kontrol edin ve engelleyici inancı (eğer gerekirse) ek yeniden işleme ile ele alın.

    Beden taraması: “Gözlerinizi kapayın, olaya ve pozitif kognisyona odaklanın ve zihinsel olarak bedeninizi tarayın. Eğer bir şey hissederseniz bana söyleyin.” Eğer bir duyum bildirilirse göz hareketi seti uygulayın. Eğer bu duyum olumlu/rahatlatıcı bir duyumsa, olumlu duyguyu güçlendirmek için göz hareketi seti yapın. Eğer bir rahatsızlık hissi bildirilirse rahatsızlık yatışana kadar yeniden işleme yapın.

    Kapanış (deneyim hakkında bilgilendirme): “Bugün yaptığımız işleme seans sonrasında da devam edebilir. Yeni şeyler kavrama deneyimi yaşayabilir ya da yaşamayabilirsiniz. Yaşarsanız, sadece ne deneyimlediğinizin farkına varın. Deneyiminizin bir fotoğrafını çekin (gördüğünüz, hissettiğiniz, düşündüğünüz şeyin ve tetikleyicinin) ve not alın. Bir sonraki sefere bu yeni materyal üzerinde çalışabiliriz. Eğer gerekli olduğunu hissederseniz beni arayın.”

  • Erkekler Neden Aldatır?

    Uzmanlar yapılan birçok çalışmaya göre aldatmayı,  evlililik ya da flört ilişkisi fark etmeksizin, kişinin  kendi birincil ilişkisi dışında başka bir kişi ile güven zedeleyici, ilişki değerlerinin  ihlal edildiği, romantik, duygusal veya cinsel yakınlık içeren bir birliktelik yaşanması olarak tanımlamışlardır.

    Aldatma/aldatılma, evliliklerin bitmesinde önemli etkiye sahip nedenlerden biridir. Evliliklerin bitmesine ilişkin 160 ülkede yapılan araştırma sonuçlarına göre, evliliklerin bitmesindeki en yaygın sebebin aldatma olduğu ortaya çıkmıştır. Buna ek olarak  Türkiye İstatistik Kurumunun 2006 yılında boşanma  sebepleriyle ilgili yayınlamış olduğu dosyaya göre de aldatma/aldatılma boşanma nedenleri listesinin en başında yer almaktadır. Özellikle 40 yaşına gelindiğinde, erkeklerin yarısının ve kadınların % 25’inden  fazlasının eşlerini aldattığı sonucuna varılmıştır.

    Evlilik dışı yaşanan ilişkilerde , eşleri tarafından aldatılan kadınların % 34.4’ünün travma sonrası stres bozukluğu yaşadığı ortaya çıkmıştır.

    Aldatma, bazı bireyler için bireysel istek ve ihtiyaçlarının karşılanması dışında, ilişkideki sorunlara karşı tepki olarakta ortaya çıkabilir. Ancak bunun yanında aldatma sadece sorunlu ilişkilerde değil, iyi giden ilişkilerde de görülebilir.

    Yapılan araştırmalar, aldatmalarda cinsiyet farkı bulunduğunu ve erkeklerin aldatma oranının  kadınlardan daha yüksek olduğunu göstermiştir.

    Erkeklerin bazı aldatma sebepleri şunlardır:

    • Yeni biri ile yeni heyecan yaşama isteği: Erkekler yeni ve farklı biriyle sırf yeni bir heyecan yaşamak için eşlerini aldatabilirler. Yeni biriyle farklı bir sey denemis olmaları onlara kendilerini ayrıcalıklı hissettirir. Bunu yaparken de  bir anlık zevk ve heyecan için, kendi ilişkilerini ve sahip oldukları değerlerini riske atabilirler. Yani bu durumda yeni  bir heyecan yaşama isteği aldatmaya neden olan etkenlerden biridir diyebiliriz. Evliliği iyi giden erkeklerin aldatmaları macera düşüncesiyle oluşur. Kişiler bunun sonunda ciddi bir suçluluk ve pişmanlık hisseder. Aldatan eşler genellikle, ‘ben eşimi duygusal olarak değil, sadece cinsel olarak aldattım’ şeklinde kendini savunmaya geçer. Ama cinsel beraberlik devam ettikçe, duyguların da dahil olmama ihtimali mümkün değildir.
    • Cinsel  ihtiyaçlar, cinsel doyumsuzluk: Fantezi dünyasındaki aldatma, gerçek aldatmanın ilk adımıdır ve genellikle böyle başlar, kontrol edilemeyen bir noktaya gelebilir. Bu sebeple fanteziler, cinsel aldatmanın başlangıcıdır. Bunlar, fotoğraf ve video, striptiz, mastürbasyon, telefon seksi, internet seksi gibi çeşitleri  barındırır. Bu konuda çok konuşan ve gereğinden fazla hayal kuran erkeklerin aldatma riski diğer erkeklere göre  daha fazladır.

    Sadece cinsel yakınlaşma için aldatmak , herhangi bir duygusal bağlanmanın olmadığı, tarafların sadece cinsel yönden bir ilişki içinde oldukları aldatmayı kapsar. Kişinin daha iyi birini bulana kadar geçici süreyle o durumda uygun olan kişi ile yaşadığı cinsel birlikteliktir. Çünkü  duygusal bir bağ henüz yoktur ve amaç sadece cinsel yakınlaşmadır.

    • İlişkide yalnız hissetme: Aldatma nedenlerinden biri olan yalnızlığa bağlı aldatmada, kişiler bir süre sonra ilişkilerinde yalnız, eşlerinden ayrı ve uzaklaşmış hissedebilirler. Kişiler bunu fark ettiğinde bu konu hakkında eşi ile konuşabilir, eşi ile daha fazla vakit geçirebilir, daha sevgi dolu ya da cinsel açıdan daha istekli olma gibi yolları deneyebilirler. Ama  her zaman bu gibi çözümler yeterince etkili olmayabilir. Bu durumlarda erkekler yalnızlıklarına iyi gelebilecek kişilere yönelir ve bir başka kişiye aşık olur ya da bir başkasıyla ilişki yaşayabilir.
    • Kendine güvenememe: Erkek kendini çok yaşlı, çirkin buluyor olabilir. Ya da maddi olarak yeteri kadar paraya sahip olmadığını, kadınlar tarafından istenmediğini düşünebilir. Beğenilmek ya da sevilmek için yeteri kadar yakışıklı ya da yeteri kadar maddi güce sahip olmadıklarını da  düşünebilirler. Bu gibi nedenler bir erkeğin zihninden geçiyorsa, burada bir ‘kendine güvensizlik’ sorunu vardır.

    Kendini yeterli bulmayan,  karşısındakini tatmin edemeyeceğini düşünen erkek, kadınların ilgisini çekebilmek için ekstra bir çaba sarf eder. Egosunu tatmin edebilmek, kendini daha iyi hissedebilmek için sürekli olarak kadınların onayını almak ister. Bu yüzden, ne kadar çok kadının ilgisini çekerse, kendini o kadar iyi hissedecektir.

    • Birbirine yabancılaşma, ilişkide geçimsizlik: Evliliğimiz sıradanlaştı”, “aşkımız bitti”, “ heyecanı kalmadı”, “aslında birbirimizi seviyoruz ama..”, “birbirimizi sürekli eleştiriyoruz”, “çok  tartışıyoruz”, birbirimize karşı daha az toleranslıyız”, “Evliliğimizi sürdürmeyi beceremiyoruz” diye şikâyetler başladığında birlikte geçirilen zamanın daha az keyif vermesi gibi olumsuz durumlar ortaya çıkabiliyor. Bu süreçte oluşan   fiziksel, duygusal, zihinsel yorgunluk, bıkkınlık ve tükenmişlik, geçimsizlik hali çiftler arasında krizlere, tartışmalara neden oluyor. Bu durumda da özellikle erkekler daha çabuk yeni bir ilişkiye kayabiliyor ve aldatmalar yaşanabiliyor.
    • Doyumsuzluk: Yapılan araştırmalara göre, ilişki doyumunun aldatmayı güçlü bir şekilde etkilediği  ortaya çıkmıştır. İlişki doyumsuzluğu cinsiyetlere göre ele alındığında ise erkeklerin cinsel açıdan kadınlara göre daha doyumsuz olduğu sonucuna varılmıştır. Çiftler birbirine yetmemeye,  isteklerini  karşılayamamaya başladığı zaman bir taraf muhakkak doyumsuz kalıyor.  Bu durum ise ilişkilerde aldatmaların çoğalmasına sebep oluyor. Bir ilişkide doyumsuzluğu kadın yaşıyor ise ve erkek bu durumun farkındaysa kendini yetersiz hissedebilir. Böylece kendini daha iyi hissedebileceği başka bir ilişkiye yönelebilir. Bu durumda çiftler ilişkileri hakkında toparlayıcı olup, düzeltebilecekleri noktaları konuşup belirlemelidirler.
    • Yeterince olgunlaşmamışlık: Erkek arkadaşınız veya eşiniz  daha önce bir ilişkiye tam anlamıyla hiç bağlanmamışsa ve yaptığı hareketlerin partnerini incittiğini fark edemiyorsa, ilişkisini yeterince dikkate  alamıyorsa  ortada ciddi bir sorun var veya ciddi bir sorun ortaya çıkabilir demektir. Çünkü daha önceki hayatında hiçbir ilişkisinde sadakat, bağlılık ve söz verme gibi  kavramları yaşamamış olan bir erkek için, aldatmak gayet normal bir harekete dönüşebilir. Tek eşliliği sadece istediği zaman giyebileceği bir kıyafetmiş gibi düşünen bu erkek tipinde, aldatmak sıradanlaşmıştır.
    • Duygusal boşluk yaşama: İlişkide doyum sağlanamayan ama henüz  dile getirilmemiş sıkıntılar, başka biriyle yaşanabilen duygusal ilişki yoluyla ortaya çıkar. Genelde ilişkinin sarsıldığı , sevgi, aşk, bağlılık barındırmayan yüzeysel bir ilişki haline gelir. Yaşadığı ilişkiden mutsuz ama bunu söyleyecek cesareti olmadığında ne yazık ki partnerini o fark edene kadar aldatmaya devam eder. Aslında erkeğin burada istediği şey, aldatıldığını fark eden kadının  ilişkiyi bitirmesidir

    Bazen erkeklerin bir ilişkiyi sürdürme sebepleri  sadece çocuklar ya da maddi sebepler olabilir. Yine de bir yandan aşkı ve sevgiyi hissetmeyi özlerler ve bu duyguları da başkasında aramaya başlarlar.

    • Çevresinde aldatan kişilerin bulunması: “En yakın arkadaşım O iyi bir adam, evet başka kadınlarla görüşüyor ama karısını seviyor, belki de sevmiyor, bilmiyorum. Sevgilisini aldattığının  yanlış olduğunu ona  söylersem benimle dalga geçer, benim neyim eksik, ben de görüşürüm başka kadınlarla, kim bilecek?, kim görecek?  Dostum sevgilime söylemez zaten.”  Yani, beraber dışarıda, günlük hayatta sık sık vakit geçiren erkek arkadaşlardan birinin gözleri fıldır fıldır  olunca diğeri de bundan mutlaka etkileniyor.. Uzun ve ciddi bir ilişkisi olmayan,  tecrübesi olmayan, kısa süreli ilişkiler yaşayan, çapkın arkadaşlara sahip erkekler, aynı o arkadaşları gibi aldatma meyilli oluyor, bu arkadaşlar aldatmayı  normalleştiriyor.
    • Orta yaş krizi: Erkeklerde  ortalama 50  yaşından sonraki dönemde  zihinsel fonsiyonlarda düşüş yaşanmaya başlıyor. Huysuzluk , çapkınlık , kıskançlık gibi daha önce görülmemiş ya da sonradan artan davranış şekilleri ortaya çıkabiliyor. Bu  dönemi de orta yaş krizi olarak tanımlıyoruz. Bu davranışlar arttıkçe erkeklerde aldatma potansiyeli de artabiliyor.
    • Karşı cins ile aynı ortamda bulunma: Bir araştırmada birbirini hiç tanımayan insanlara beş dakika boyunca birbirinin gözlerine bakmaları söylenmiştir. Sonradan bu kişilerin bir kısmı evlenmeye karar vermişlerdir. Karşılıklı bakışmanın tam olarak nedeni bilinmeyen bir sebeple aşık olmayı hızlandırdığı gözlemlenmiştir.

    Yakın arkadaşlık ilişkisi, insanların birbirlerinden hoşlanmasıyla başlar , sevgiyle devam eder ve cinsellikle son bulur. İnsan bu aşamaları sık görüştüğü ya da gününün çoğunu beraber geçirdiği insanlarla yaşar. Yani bir erkekte aynı şekilde çokça vakit geçirdiği, aynı ortamda bulunduğu bir kişiyle yakınlaşabilir. Bu her zaman her durumda olacak anlamına gelmez. Sadece bu koşullar ilişkiye  zemin hazırlamada etkili faktörlerdendir.

    Referanslar
    • Allen, E. S., & Baucom, D. H. (2004). Adult attachment and patterns of extradyadic involvement, Family Process, 43 (4), 467-488.
    • Atkins, D. C., Baucom, D. H., & Jacobson, N. S. (2001). Understanding infidelity: Correlates in a nationalrandom sample. Journal of Family Psychology, 15 (4), 735-749.
    • Betzig, L. (1989). Causes of conjugal dissolution: a cross-cultural study. Current Antropology, 30 (5), 654-676
    • Özgün, S. (2010). The predictors of the traumatic effect of extramarital infidelity on married women: coping strategies, resources, and forgiveness. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara
    • Shackelford, T. K. (1998). Divorce as a consequence of spousal infidelity. V. C. De Munck (Ed.), Romantic love and sexual behaviour: perspectives from the social sciencesiçinde (s. 135-153). Westport, CT: Praeger.
    • Thompson, A. P. (1983). Extramarital sex: A review of the research literature. The Journal of Sex Research, 19 (1), 1-22.
    • Toplu-Demirtaş, E., & Tezer, E. (2016). Aldatmaya Yönelik Niyet Ölçeği’nin Türkçe Uyarlaması: Geçerlik ve Güvenirlik Çalışmaları. Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi4(39).
    • Tortamış, M. (2014). Evli Bireylerde Romantik Kıskançlık Türü ve Aldatma Eğiliminin Şema Terapi Modeli Çerçevesinde Değerlendirilmesi.
  • Çocukların Duygusal İhtiyaçları Nelerdir?

    Son zamanlarda ailelerden sıklıkla duyduğum cümlelerden biri; mutlu çocuk yetiştirme, diğeri de başarılı çocuk yetiştirme kavramları. Anne babalar çocukları için en iyisini istiyor bu nedenle mutlu ve başarılı olmalarını amaçlıyor ve bunun yollarını arıyorlar. Zaman zaman bu amaç uğruna yıpranabiliyor ve istemeden ve fark etmeden yıpratabiliyorlar da. Ancak, bilinmesi gereken, bu iki kavram aslında bir sonuçtur ve ebedi değildir.

    Mutluluk bir ana aittir. Başarı da hikayelerden ibarettir. Oysa ki bir insan ömrüne kaç hikaye sığacağını, ne kadar çok anılardan ibaret olduğunu kim bilebilir. Dolayısıyla bir çocuğa verebileceğiniz en büyük hediye, onu düşmekten korumak ya da iyi bir hayat sağlamak değil, yaşadıklarıyla baş edebilme gücü ve azmi verebilmektir. Çünkü siz her ne kadar pamuklara sarsanız da, yollarına güller serseniz de ya da gelecek ve başarı için her konuda donatmaya çalışsanız da, hayat bilmediği yerden sorabiliyor. Hatta bazen daha da acı tecrübeler yaşatabiliyor. Bu nedenle çocuklarımıza balık vererek mutlu bir hayat yaşamalarını beklemek yerine onun neye ihtiyacı olduğunu anlayarak avlanmayı öğretmek çok daha önemli bir yaklaşımdır. Bu sayede çocuk doğduğundan beri sevgiyi, anlayışı, sınırların koruyuculuğunu ve rehberliğini, özerklikle gelen mücadelenin ve başarma duygusunu gücünü, kendini derinden kabul etmenin anlamını derinlemesine deneyimlemiş olur. İşte bu çocuk hata yapar, başarısızlıklar yaşar! Ancak hatasını düzeltmeyi, öğrenmeyi ve yeniden başlamayı bilir. Bu çocuk yara alır, hatta belki travmalar yaşayabilir, hayat bu ya! Ama yaşadıklarının üstesinden gelmek için gücünü toplar, kendinden ya da başkasından destek alarak devam eder ve yaralarını sararak yeni hikayeler yazmak için güçlü bir şekilde yola koyulur. Bu çocuk tanır kendini zamanla. Çünkü düşmüştür, kalkmıştır, tekrar düşmüştür ve tekrar kalkmıştır.

    Kendi potansiyelini keşfetmeyi, neler başarıp neler başaramayacağını, neyinin eksik neyinin güçlü olduğunu bilir, öğrenmiştir tüm çocukluğu boyunca. Ha eksiklerinden dolayı da utanmaz bu çocuk, çünkü olduğu gibi varlığından ötürü kabul edilmiştir sadece. Bunu bilir çocuk anne babasının gözlerinde, dudaklarında, davranışlarında… Kendi başarmak istediği şeyleri seçmeyi, kendi hayatını seçmeyi öğrenir bu çocuk. Bazen üzgün olur, bazen neşeli ve mutlu. Ama kendiyle bütün ve sağlıklı bir biliş içindedir çoğu zaman. Sağlıklı ve umutlu bir çocuk yetiştirmenin püf noktası işte burada saklı: onları en temel ve en önemli ihtiyaçları doğrultusunda yetiştirebilmekte. Peki nedir bu ihtiyaçlar? Bunların karşılanması ile çocukta ve yaşamında neler olur? Ya bu ihtiyaçların karşılanmaması ya da aşırı karşılanması ile bir çocuğun tüm yaşamı nasıl etkilenir? İşte bir anne baba bu soruların peşinde olarak, çocuk için en değerli şeyi aramış olur.

    • Sağlıklı, Mutlu ve Umutlu bir Çocuk Yetiştirmek için Bilinmesi Gereken Temel İhtiyaçlar 

    Aile olarak endişeli olmak ve en iyisini yapmak konusunda haklısınız. Bir insanın çocukluk dönemine yapılan yatırım, tüm yaşamı etkileyen, sonsuz yansımaları kapsar. Bu dönem yaşam boyu gelişimin en kritik dönemidir, çünkü kayıtların zemini bu dönemde atılır. Kötü yatırımlar, ihmaller, hatalı tekrarlanan davranış ve tutumlar birçok açıdan yetişkinlik dönemi zorlantılarını ve hatta tüm yaşamını etkileyebilecek psikolojik bozuklukların öncüsü haline gelebilmektedir ya da risk faktörü olabilmektedir. Birçok araştırmacının ve bilim insanlarının büyük önem verdiği ve araştırmalarına konu ettiği çocukluk dönemi, psikoloji ve çocuk gelişiminin önemli bir basamağını oluşturur. Buradan yola çıkarak, diğer araştırmaların ortak noktası olarak önemli bir yeri olan çocuk ve ebeveyn ilişkilerine odaklanan tüm yaklaşımların da ortaya koyduğu gibi bu dönemin en önemli noktalarından biri de çocuğun tüm davranış ve duygularını etkileyen Temel Duygusal İhtiyaçlarının karşılanıp karşılanmamasında yatar.

    Yaşamın bu erken döneminde kişinin kendisi, başka insanlar (anne baba, kardeş ya da yakın ilişkide olan kişiler) ve dünyada olan bitenler hakkındaki algı ve yorumunu belirleyen en önemli faktörlerden biri de özellikle doğuştan ve içgüdüsel olarak karşılanması beklenen ihtiyaçlar kümesi oluşturur (Young ve ark., 2003).

    Çocuklar büyümeye devam ederken karşılanmamış ihtiyaçlarının çaresizliğinden kendilerini kurtarmak için genellikle bazı savunma mekanizmaları ve baş etme stratejileri geliştirirler. Ancak bunlar git gide kalıplaşır ve bir davranış örüntülerine dönüşür, kişiyi gerçek ihtiyacından uzaklaştıran ve sahte geçici çözümlerle tatmin sağlatan davranış örüntülerine…  Stolorow ve Atwood’ a göre (1989) farkında olmadan geliştirilen strateji kalıpları ve koleksiyonları giderek, bir alışkanlık, bir yaşam senaryosu, iyi öğrenilmiş bir davranış şeması haline gelir. Ve bunlar kişiyi gerçek anlamda mutlu etmez, anlık otomatik pansumanlardır.

    Bir insanın yaşam ve seçim kalıplarının altında yatan ve diğerleriyle bütünsel bir niteliksel bağ oluşturmasına katalizör görevi gören bazı evrensel olan duygusal ihtiyaçların varlığıdır ve bunların özellikle çocukluk yıllarında karşılanması beklenir. Aile kavramı ele alındığında, bireyin temel ihtiyaçlari üç alanda toplanmaktadır. Beslenme, korunma, barinma, sağlik, eğitim gibi biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçlar; statü edinme, toplumsal kural, değer, adet ve ideallerin yeni kuşaklara aktarilmasi gibi sosyal ihtiyaçlar;  sevme, sevilme, ait olma, kendini güvende hissetme, kendini gerçekleştirme gibi psikolojik ihtiyaçlardır (Özdoğan 1997). Tüm bu biyolojik ve fizyolojik ihiyaçlar beraberinde psikolojik ihtiyaçları da taşır. Hepsinin karşılanıp karşılanmaması psikolojik ihtiyaçların karşılanma sonucunu da etkiler. Örneğin, beslenme, korunma ihtiyacı karşılanmamış çocuk, aynı zamanda kendini güvende hissetmeyecek ve ait olma, bağ/bağlılık ihtiyacı da sağlıklı bir şekilde karşılanmamış olacaktır.

    Başka bir araştırmacı olan Grawe (1998) özellikle psikolojik ihtiyaçlar açısından dört ana gereksinim formüle etmiştir. Bunlar kendini güvende hissedebilmek için kurulan “Bağ/Bağlılık İhtiyacı” (aynı zamanda “Sosyalleşme Yönelimi” olarak da ifade eder), çocuklarda keşfetme davranışıyla birlikte ortaya çıkan ve kendinden emin bir şekilde kendine yol bulabilecek yeterlilik arayışı olan “Otonomi İhtiyacı“, kendi ve başkasının gözünde saygı duyulan ve hayran olunulan biri olabilmek ve kendini böylece konumlandırabilmesi ile gelen “Değerlilik/Değerini Yükseltme İhtiyacı” ve kendini ve isteklerini rahatça ifade edebileceği ve zevk alabileceği ” Arzu İhtiyacı” dır (akt. Roediger ve ark., 2018). Ancak en genel tanımda; Güvenlik, İstikrar, Bakım, Kabul Edilme, Özerklik, Rekabet, Kimlik Algısı, İhtiyaç ve Duyguları İfade Etme Özgürlüğü, Kendiliğindenlik ve Oyundur (Rafaeli ve ark., 2017).

    • Peki bu önemli ihtiyaç grubunun karşılanması ile ne olur?

    Bir ihtiyaç meydana geldiğinde, karşılandığında ve giderildiğinde, kişi bir sonraki deneyime geçebilir. Ve çocuk, kendisiyle, başkasıyla ve dünyayla bütünsel olarak niteliksel bir bağ kurabildiği için kendiyle bütün, mutlu, umutlu, özerk, özsaygılı ve özgüvenli bir bireyin tohumları atılmış olur. İhtiyaç karşılanmadığında ise doyurulmamış olur ve bu sefer ilgi ve enerji bekleyerek, psişik bir yapışkan gibi bırakmayı ve gitmeyi reddeder direnmeye başlar. Zaman zaman, ortaya çıkar ve o ilk zamanda yapışan duygulara, yaşantılara geri döndürür. Bazen o zamanki kadar acı verebilir, hatta açıklanamaz karmaşık duygulara neden olabilir.

    • Nedir bu ihtiyaçlar?

    Young ve arkadaşlarının (2003) tanımladığı ve çocukların ve dolayısıyla yarının yetişkinlerinin psikolojik olarak sağlıklı bir şekilde gelişmesi için temel gereksinimlerinin karşılanması gereken beş temel duygusal ihtiyaç grubu klinik deneyimlere dayanarak aşağıdaki gibi özetlenmiştir;

    • Güvenli Bağlanma İhtiyacı; Güvenlik, istikrarlılık, bakım, kabul, aidiyet hissini içermektedir. Daha çok “Sevgi” ve Güven” ile ilişkilidir. Bu bağ, sevgi dolu ilişkiler ve destekleyen ilişkilere ait olma anlamındadır. Hem yakın ilişkiler hem de ait olma ihtiyacını karşılayabileceği sosyal ilişkileri içerir.   Teme olarak güvenlik, bakım, empati, istikrar, duyguların paylaşılması, kabul ve saygı gibi temel gereksinimlerin karşılanmaması, çocukların ileriki zamanlarında bağlanma zorlukları, güven problemleri yaşamasına neden olabilmekte, bu durumun kronikleşmesi de yaşamında onu mutsuz ve aidiyetsiz hissetmesine neden olabilmektedir.
    • Özerklik İhtiyacı; Bağımsızlık, başarı ve kimlik algısı ile ilgilidir. Yaşına uygun işleri kendi başına yapmasına izin verilmesine ve kendisiyle ilgili doğru bir geri besleme yapılmasına ihtiyaç duyulur. Başkalarına bağımlı olmadan kendi sınırlarını, potansiyelini görme ihtiyacı duyar. Bir şeyleri başarmak ve kendine yeterli olmak ister. Özerklik ve rekabet gibi ihtiyaçların karşılanmadığı aile ortamları genellikle iç içe geçmiş, çocuğun başarma ve kendine güvenme duygusunu zedeleyen, aşırı korumacı veya aile dışında çocuğun kendini ortaya koymasını sağlayamayan aile ortamlarıdır.  Bu ihtiyacı karşılayan aileler, çocuğun kendine yetme becerisini öğretir ya da buna izin verir, sorumluluk alma, akranlarla etkileşim içinde olma ya da ayrı bir kimlik geliştirmeleri konusunda çocuğunu cesaretlendirirler.
    • Gerçekçi Sınırlar ve Öz Denetim İhtiyacı; Çocukların yaşına uygun olarak kendilik kontrollerini öğrenmeye ihtiyaçları vardır. Young, sınırları, yapıları ve kuralları tanımanın insanın temel ihtiyaçlarından biri olduğunu ifade etmiştir. Çocuklar neyin yapılıp neyi yapılamayacağını bilmeye hakları vardır ve bu onlara yol göstericidir. Kendini kontrol etme öğretilmemiş, aşırı serbest bırakılmış, sınırlar konulmamış, manipüle eden davranışlarını ödüllendirilmiş, ötekinin duygularını anlama veya önemseme konusunda teşvik edilmemiş bir ailede yetişmek çocukların sınır ihtiyacını karşılamamakta ve hatta Zedelenmiş Sınırlar kavramını oluşturabilmektedir.

    Sınır koymak fikrinden çok sınırları öğretmenin önemine inanırım. Çünkü sınır koymak bir engel gibi algılanır çocuk gözünde. Oysa sınırları öğretmek içsel ve dışsal olarak ne yapılabileneceğini öğretmek ile ilgilidir. Yani kim bana ne yapabilir, ne yapamaz? (içe yönelik) Ben bir başkasına ya da genel kurallara karşı ne yapabilirim ne yapamam? (dışa yönelik). Bunları bilmek onlara yol gösterir ve karmaşadan kurtarıp güvende hissettirir. Aksi halde kontrol edilemeyen, empati duygusundan yoksun, dürtüsel, (bazı çalışmalarda dikkate eksikliği hiperaktivite bozukluğunun temelinde yer alan önemli faktörlerden biri olarak da öne sürülmüştür.), başkalarının haklarına saygı duymayan, toplum kurallarına uymayarak kendini ve yaşamını zora sokan çocuk ve yetişkinler haline gelebiliyorlar. Bazılarında ise kendini kontrol edemeyen, planlayamayan, sürekli erteleme ya da sorumluluklarını planlı bir şekilde yerine getiremeyen kendini manipüle eden çocuk ve yetişkinler haline gelebiliyorlar. Bunlar dışa yönelik sınır kavramı oluşmayan çocuklar içindi. Diğer taraftan ise içe yönelik sınırları oluşmayan çocuklar, duygusal anlamda sık sık istismar edilebilmekte, hayır demekte zorluk yaşamakta, hatta bedensel ya da duygusal olarak kötü muamele ya da istismarı çok fazla fark edememektedirler.

    • Kendini İfade İhtiyacı: Kendi duygu ve ihtiyaçlarını ifade edebilme ihtiyacıdır. Kısaca kişinin kendini ortaya koyabilme özgürlüğüdür. Koşullu sevgi, koşullu saygı ve koşullu kabul atmosferinde büyütülen çocuklarda bu ihtiyaç karşılanmamış olur. Ve çocuk bu sevgiyi, ilgili ve onayı alabilmek için kendi duygularını, ihtiyaçlarını, benliğiyle ilgili önemli kısımları baskılamayı öğrenerek büyür. Önce ailesinin sonra da başkalarının istek, duygu ve tepkilerine odaklanarak, kendi ihtiyaçlarını arka plana atar. Böylece çocuk başkaları yönelimli hale gelir. Bu tür yapı içerisinde olan çocuklar, yetişkinliklerinde de çabalarının çoğunu başkalarının ihtiyaç ve arzularını karşılamaya ya da başkalarına en iyi şekilde uyum sağlamaya ve boyun eğmeye yönelik yaşar. Kendi mutluluğunun çok fazla farkında olmaz ve bunun için çok fazla bir şey yapmazlar. Genellikle ailede benzer bir model de vardır, bu nedenle çocuğun bu ihtiyacının farkına varılmaz.
    • Kendiliğindenlik ve Oyun İhtiyacı: Yaşamın keyfini çıkararak kendini ifade etme becerisini kazanma ihtiyacıdır. Başta çocuklar olmak üzere insanlar aşırı kısıtlama olmadan içten geldiği gibi davranmaya, kendileriyle bütün olmaya, eğlenmeye, ihtiyaç duyarlar. Ancak, bir çocuk, olumsuz eleştirinin, aşırı kısıtlamanın ve müdahalenin olduğu ve kendini, yapmak istediklerini ifade etme özgürlüğü olmayan bir aile ortamında büyümüşse, kendi duygularını, hayallerini, mutlu olabileceği şeyleri yapma özgürlüğünü ketleyen yaşam örüntüleri oluşmaya başlar. Çünkü uyarılma, cezalandırılma, engellenme, suçlu hissettirilmeyle tekrarlayan erken dönem yaşam örüntüleri çocukların bu ihtiyacının karşılanmamasına neden olabilmektedir. Böylece, çocuk ergenlik ve yetişkinlik dönemi dahil kendiliğinden ortaya çıkan duyguları ve ihtiyaçlarını dile getirmekten ve bunları deneyimlemekten kaçınabilmektedir. Çünkü neşeyle gelen duygu ketlenmeyle söndürülmüş ve değersizleştirilmiştir. Örnek olarak, anne ya da baba çocuğun kendiliğinden ortaya koyduğu bir duyguyla alay etmesi, çocukta duygusal olmaktan utanılması gerektiği algısı yaratır. Ya da anne baba, sadece çocuklarının kazandıkları zamanları, başarılı oldukları zamanları, kurallara uydukları, ders çalıştıkları zamanları pekiştirdiklerinde, eğlence, keyif ve kendiliğindenlik gibi hayatın diğer önemli noktalarını değersizleştirmiş ve görmezden gelmiş oluyorlar. Oysa ki çocuk büyük herkesin bu duyguya yoğun bir şekilde ihtiyacı vardır. Çünkü haz ve mutluluk veren yegane yollardan biri budur. Aslında en etkili öğrenmenin temelinde bile bu vardır.
    • Anne Babalar için İhtiyaç Kontrol listesi

    Birçok araştırmacının esas olarak ortak nokta olarak dikkat çektiği ve önem verdiği konu olan, psikolojik ve duygusal gelişimlerini ciddi bir şekilde etkileyen çocukluk çağı temel ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ya da karşılanmamasıyla birlikte, bireylerin yaşamları, benlik algıları, kişilik oluşumları, stres ve sorunlarla baş etme yolları, psikopatolojileri açısından çocuklar ve geleceğin yetişkinleri ciddi orandan etkilenmektedir. Tüm bu İhtiyaçlar denkleminin öneminin ne denli büyük olduğunu bilip çocuklarımızı yetiştirirken ve onlarla iletişim kurarken özellikle iki faktöre dikkat edeceğiz;

    1. Çocuklarımızı yetiştirirken onların ihtiyaçlarını karşılıyor muyuz?
    2. Çocuklarımızı yetiştirirken Sevgi ve Güven odaklı, güvenlik, tutarlılık, bakım, kabul, aidiyet hissini içeren Güvenli Bağlanma İhtiyacını Karşılıyor muyuz?
    3. Koşullu sevgi, koşullu saygı ve koşullu kabul atmosferi yaratmadan, onu yargılamadan ve baskılamadan çocuğumuzun sağlıklı bir şekilde kendini ifade edebilmesine olanak sağlıyor muyuz?
    4. Onları en mutlu eden anılar yaşamasını sağlayan zamanlarda, içten geldiği gibi davranmak, kendileriyle bütün olup eğlenmek, yaşamın keyfini çıkarmak istedikleri zamanlarda olumsuz eleştiri, aşağılama, aşırı kısıtlama, müdahale etme, uyarma, cezalandırma, engelleme, suçlu hissettirme yerine o eşsiz anılara katılmayı ve paylaşmayı ya da en azından kendini keyifle, oyunla ve hazla ifade etmesini destekliyor musunuz?
    5. Aşırı korumacı yanımızı birazcık susturup, çocuğumuzun kendi başına başarmasını, kendi sınırlarını keşfedip, belki birçok kez düşüp, hata yapıp tekrar denemesine, yaşına uygun işleri kendi başına yapmasına izin veriyor, onlara küçük sorumluluklar verip kendisiyle ilgili doğru bir geri besleme yapıyor musunuz?
    6. Peki ya Sınırlar? Doğruyu yanlışı, değerleri, başkasının haklarını, kendi haklarını, kuralları ve neden önemli olduğunu yeterince öğretebildiniz mi? Çünkü bunu bilmezlerse duygusal ve davranışsal olarak ciddi bir karmaşa yaşayabilirler ve hatta ileride ciddi psikolojik problemeler yaşamalarına neden olabilirler.

    (Bir sonraki yazımda “Çocuklara Sınırları Öğretmek” konusunu detaylı bir şekilde okuyabileceksiniz.)

    Tüm bunlar çocuğumuzu yetiştirirken dikkat etmemiz gereken ve üzerimize düşen en önemli noktalardı. Ancak diğer önemli nokta ise çocukla iletişimde sıkça yaşanan çatışmalarda neye dikkat etmemiz ile ilgilidir;

    • Çocuğumuzla İletişim Çatışmalarında Neler Oluyor? Çocuğumuz bize tekrar tekrar neyin sinyallerini veriyor? Çocuklarınızla kurduğunuz iletişimde, sözel ya da sözel olmayan niteliksel ilişki biçiminizde öncelikle kendimize sormamız gereken en önemli nokta GERÇEKTE NEYE İHTİYACI VAR? Çünkü sadece çocuklar değil birçok yetişkin de asıl ihtiyacı yerine çok daha farklı konuda biçimde tepkisini gösteriyor. Bu nedenle asıl ihtiyacı görmeye çalışmak ve anlamak doru noktadan çocuğa temas edebilmenin anahtarıdır. Çocuk, eğer ki eksik olan asıl ihtiyacının ne olduğu fark edilmezse ve sürekli tekrar eden örüntüler yaşanırsa, yaşam boyu olumsuz yansımalarının izini taşıyacak olabilir.

    NOT: Tüm bu süreçlerde zaman zaman ailelerin gözünden kaçan, fark edemedikleri ya da süreci çeşitli nedenlerden dolayı yönetemedikleri durumlarda bir uzmandan destek alabileceğinizi unutmayın.

    Referanslar
    • Özdogan, B.(1997). Çocuk ve oyun (2.Baskı). Ankara: Anı Yayıncılık.
    • Rafaeli, E., Bernstein, D. P., & Young, J. (2017). Şema terapi-ayırıcı özellikler. İstanbul: Psikonet Yayınları.
    • Roediger, E., Behary, W.T., & Zarbock, G. (2018). Demek ki oluyormuş: Şema terapi ile eşler arası anlaşmazlıkları anlamak ve çözmek. İstanbul: Psikonet Yayınları.
    • Stolorow, R.D. & Atwood, G. (1989). The unconscious and unconscious fantasy: An intersubjective developmental perspective. Psychoanalytic Inquiry, 9, 364-374.
    • Young, J. E., Klosko, J. S. ve Weishaar, M. (2003). Schema therapy: A practitioner’s guide. New York: Guilford Publications.
  • Depersonalizasyon nasıl geçer?

    Kendine yabancılaşma (kişiliksizleşme), kişinin kendi gerçeklik duygusunu bir süre yitirmesidir. İnsanların önemli bir kısmı (neredeyse yarısı) yaşamlarında en az bir kez böyle bir deneyimi hafif biçimiyle yaşayabilirler. Özellikle de aşırı stres, uykusuzluk ve yalıtılmışlık (duyumdan yoksun kalma) durumlarında böylesi deneyimler ortaya çıkabilir.

    Depersonalizasyonda insanlar, kendi bedenlerinden ve zihinsel süreçlerinden kopmuşluk duygusu yaşarlar. Sanki kendi bedenlerinin ve zihinsel süreçlerinin bir gözlemcisi gibidirler. (Bu deneyim, kendini anlamaya çalışırken, duygu ve düşüncelerine uzaktan bakma ile karıştırılmamalıdır. Uzaktan bakma, kişiye bir yabancılaşma hissi yaşatmaz.)

    Kendine yabancılaşma, şizofreni, borderline kişilik bozukluğu, panik bozukluğu, akut stres bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu ve diğer anksiyete bozukluklarında görülebilir.

    Depersonalizasyon belirtileri nelerdir?

    Depersonalizasyon işareti olabilecek bazı belirtileri şöyle sıralayabiliriz:

    • Gerçeklikten kopmuş hissetmek
    • Gerçekliğe temas edememek
    • Rüya benzeri bir durumda hissetmek
    • Gerçeğin bir parçası olamama
    • Vücudunuzun dışından kendinizi gözlemlemek
    • Rüya benzeri bir durumda hissetmek
    • Gerçek (içinde bulunulan) düşüncelerden ve duygulardan kopuk hissetmek
    • Kendi bedeninizde yabancı gibi, bedeniniz size ait değilmiş gibi hissetmek
    • Bedeninizin değişmiş gibi gelmesi
    • Sanki hayatta değilmişsiniz gibi hissetmek
    • Bir zombi, yaratık gibi hissetmek
    • Kendinizi benliksiz, duygusuz, bir robot gibi algılamak

    Depersonalizasyon belirtilerinin bazı özellikleri

    Depersonalizasyon deneyimi nadiren olabilir, sıklıkla ortaya çıkabilir veya süresiz olarak devam edebilir.

    Depersonalizasyon belirtileri, anksiyetenin diğer belirtilerinden önce, onlarla birlikte, onlardan sonra veya onlardan bağımsız bir şekilde ortaya çıkabilir.

    Depersonalizasyon belirtileri, öfke, kaygı, korku, yüksek stres gibi deneyimlerden önce başlayabilir, bu deneyimlere eşlik edebilir veya bu deneyimlerden sonra da görülebilir. Aynı zamanda, bunlardan bağımsız, kişinin tanımlayamadığı bir nedenle de ortaya çıkabilir.

    Depersonalizasyonda ortaya çıkan duygular, hafif, orta ve şiddetli yoğunlukta olabilir. Depersonalizasyon duyguları günden güne ve / veya aniden değişebilir.

    Kendine yabancılaşmanın nedenleri nelerdir?

    Tıbbi Tavsiye

    “Depersonalizasyon gibi pek çok tıbbi durum, anksiyete benzeri duygu ve belirtileri tetikleyebilir. Bu yüzden, yaşadığınız deneyimleri doktorunuzla görüşmenizi öneririz. Doktorunuz, yaşadığınız belirtilerin stresle ilgili olduğuna karar verirse (endişeli olmanın yaratacağı stres dahil), buna neden olan başka bir sağlık durumunun bulunmadığından emin olabilirsiniz. Genel olarak çoğu doktor, stres ile kaygı arasındaki farkı kolayca anlayabilir ve diğer tıbbi nedenlerden kaynaklanan hislerden ve belirtilerden kolayca bahsedebilir.

    Bununla birlikte, doktorunuzun teşhisi konusunda emin değilseniz, ikinci ve hatta üçüncü bir görüş almak isteyebilirsiniz. Fakat üç görüş de aynı olursa, endişe yaratan stres de dahil olmak üzere, stresin bu semptomun (depersonalizasyon deneyiminin) nedeni olduğunu ve diğer tıbbi veya biyolojik problemlerin bir parçası olmadığını kabul edebilirsiniz.”

    Depersonalizasyon nedenleri ile ilgili pek çok faktörden bahsedebiliriz. Literatürde üzerinde en çok durulan 4 neden şunlardır:

    1. Anksiyete ve aktif stres tepkisi

    Depersonalizasyon belirtileri, aşırı dirençli stres ile ilişkili yaygın belirtilerdir. Bunlara, aşırı derecede endişeli olmanın neden olduğu sürekli stres de dahildir. Aslında, sürekli yükselen stres, örneğin stres-tepki hiper uyarımı gibi, depersonalizyonun en yaygın sebebidir.

    Bir tehlike algıladığımızda, acil bir eylem -yani savaşmak ya da kaçmak- hazırlığı için stres hormonları kan dolaşımına salınır. Bu hormonlar vücudun her bölgesine doğru ilerler, ve vücudumuzda fizyolojik, psikolojik ve duygusal değişikliklere neden olurlar. Bu şekilde, tehlikeye karşı vücudumuzun savunma gücü artar. Vücudumuz, acil durum için gerekli çabayı sergilerken, acil olmayan işlevleri ikici plana alabilir.

    Stresin yol açtığı değişiklikler vücudun birçok bölümüyle birlikte, beyni de etkiler. Örneğin, stres hormonları normal seviyelerde olduğunda beyin, gerçeği daha sağlıklı değerlendirir, daha rahat öğrenir, aldığı bilgiyi daha sağlıklı işler, duyguları daha gerçekçi şekilde değerlendirir. Bu da, normal (gerçekçi) duygular hissetmek, normal düşünmek, ve kendimizi gerçekçi bir şekilde algılamak demektir. Ancak, bir tehlike algıladığımızda bu durum değişir. Örneğin, stres hormonu, beynin korku merkezi olan amigdalaya egemen olmaya, beynin rasyonalizasyon ve öğrenme merkezlerini bastırılmasına neden olur. Bu değişiklik tehlikeli durumlarda önceliğimiz hayatta kalmak olduğundan yaşanmaktadır. Acil müdahale mekanizmasına dahil olmayan tüm işlevler bastırılır. Böylece vücudumuz kendimizi tehdide karşı savunmak için kaynaklarını en üst düzeye çıkarabilir. Bu değişiklik acil durum hazırlığımızı geliştirirken, açık bir şekilde düşünme ve kısa vadeli bilgileri hatırlama kabiliyetimizi bozar.

    Vücut, söz konusu değişikliği yapar; çünkü tehlike, savaşmak ya da kaçmak için acil eylem gerektirir . Tehlikenin ortasında, bazı şeyleri düşünmekten vazgeçmek yerine harekete geçmek daha iyi sonuç yaratır. Harekete geçmek yerine düşünmek sağlık için tehlikeli olabilir.

    Unutmayın, stres tepkilerinin bu değişikliklere neden olması beklenir. Bunlar vücuttaki içgüdüsel hayatta kalma mekanizmasının bir parçasıdır. Tehlike algısı arttıkça, vücudun acil durum hazırlığı da artar. Bununla birlikte, tehlikenin geçtiğine inandığımızda, stres tepkileri sona erer ve geride kalan stres hormonları tükenir veya atılır. Sonunda vücut sakinleşir, beden ve beyin normal işleyişine geri döner.

    2. Stres-tepki hiper uyarımı

    Kısa süreli korku yaşadığımızda, bu mekanizma (stres-tepki hiperuyarımı) iyi çalışır. Bununla birlikte, beden ve beyin nispeten çabuk iyileşebilir. Ancak, stres tepkileri çok sık ve / veya dramatik bir şekilde ortaya çıktığında, semptomların, problemlerin ve anomalilerin her çeşidinde deneyim kazanmalarına neden olabilecek yarı acil durumlara (stres tepki hiper-uyarımına) maruz kalabilirler. Depersonalizasyon belirtileri bunun bir örneğidir. Örneğin, devam eden acil hazırlık nedeniyle rasyonalize etme ve kısa süreli hafıza bastırması, beynin akılcı bir şekilde yeni bilgileri işleyebilme ve saklama kabiliyetini bozar. Sonuç olarak, normalde iyi iletişim kuran beynin alanları bunu yapmakta güçlük çeker. Bu zorluk, bilgiyi algıladığımız, işleyip depoladığımız ve nasıl hissettiğimizle, kendimiz, hayatımız ve diğer kişiler arasında nasıl bir bağlantı kurduğumuzla da alakalı olmaya başlar. Çünkü bizim rasyonalizasyon süreçlerimiz olumsuz etkilenmektedir. Ayrıca duygularımız da bundan etkilenmektedir.

    Bu kesişme kombinasyonu, nasıl normal düşündüğümüzden, hissettiğimizden ve hatırladığımızdan “ayrı” veya “bağımsız” olarak duyguların kökenini oluşturur. “Kendimi dışarıda yaşıyormuşum gibi hissediyorum.” cümlesi bağlantının kesilmesi deneyiminin genel bir ifadesidir.

    Stres tepki hiper-uyarımından kaynaklanan “işleme zayıflığı”, bizim kendimizi depersonalize, kendimizden ve gerçekliğimizden ayrılmış hissetmemize neden olur. Rasyonalizasyon, içselleştirme ve duygusal süreçlerin bağlantısının kesilmesi, bellek, duygu ve hatta performans problemlerinin yaşanmasına neden olur Stres tepki hiper-uyarımının olumsuz etkileri nedeniyle beyin kendisiyle doğru iletişim kurmadığı için depersonalize (duyarsızlaşmış) hissediyoruz.

    Bu, gerçeklikten koptuğumuz anlamına gelmez, beynimizin bilgileri doğru şekilde işlemekte zorlandığı anlamına gelir. Bu yüzden bağlantı kesiliyor gibi görünüyor. Esasen depersonalizasyon (duyarsızlaşma), aşırı stresli olma nedeniyle beynin bilgiyi sağlıklı (gerçekçi) işleyememe sorunudur.

    Depersonalizasyon bir gerçeklik probleminden, bilinç probleminden veya gerçek bir akıl hastalığından kaynaklanmaz. Depersonalizasyon, stres-tepki hiper-uyarımının bir sonucudur. Çünkü stres, vücudun stres hormonu seviyesini arttırır. Endişeli kişilikler bu belirtiyi genelde yaşarlar. Bu belirti, stres ve kaygıdan kaynaklandığında, ciddi bir akıl hastalığının göstergesi değildir. Bu, sürekli artmış stresin başka bir belirtisidir. Yine, çoğu endişe verici kişilik bu belirtiyi yaşar. Aslında, korkmuş veya stresli olan birçok kişi bu belirtiyi yaşar. Normal insanlar bundan korkmazlar, oysa endişeli şahsiyetler korkar.

    Vücut ve zihin birbirine sıkıca bağlıdır. Birini etkileyen, diğerini etkiler. Bu semptom, aşırı uyarılmış vücut, beyin ve sinir sisteminin garip duyumlara, duygulara ve algılamalara neden olabileceğinin başka bir örneğidir. Psikoaktif veya eğlence amaçlı kullanılan bir ilaç, kişinin zihinsel durumunu değiştirebilen kuvvetli bir etki yaratabilir.

    3. Hipoventilasyon ve Hiperventilasyon

    Hipoventilasyon ve Hiperventilasyon, depersonalizasyonun diğer nedenleridir. Çok derine indiğimiz zaman ve yeterli oksijen almadığımız zaman (hipoventilasyon) bu, kandaki CO2 seviyelerinin düşmesine neden olur ve bu da bir duyarsızlaşma hissi yaratabilir. Öte yandan, aşırı agresif nefes alıp aşırı oksijen almanız (hiperventilasyon), kandaki CO2 seviyelerinde bir artışa neden olabilir ve bu da bir duyarsızlaşma hissi yaratabilir.

    Nefes alma sorunlarından kaynaklanan depersonalizasyon, tuhaf, hatta huzursuz edici görünse de zararsızdır. Dolayısıyla da endişeli olmaya gerek yoktur. Nefes alışverişi normalleştiğinde depersonalizasyon belirtileri de azalacaktır. Hipoventilasyon ve hiperventilasyonun neden olduğu depersonaliazsyon, tipik olarak geçici bir durumdur ve kalıcı duyarsızlaşmanın nedeni değildir.

    4. İlaçların yan etkileri

    Depersonalizasyon, anti-anksiyete ve antidepresan ilaçlar da dahil olmak üzere bazı ilaçların olumsuz bir yan etkisi şeklinde ortaya çıkabilir. Kendinize yabancılaşmanızın, ilacın olumsuz etkilerinden kaynaklandığına inanıyorsanız, bunu doktorunuzla görüşün.

    Depersonalizasyon rahatsız edici ve düzen bozucu olsa da kendi başına zararlı değildir; veya daha ciddi bir şeyin göstergesi değildir. Bu, stres-tepki aşırı-uyarımının bir diğer belirtisidir ve bu nedenle endişe kaynağı olmamalıdır. Tüm anksiyete hissi ve semptomlarına benzer şekilde, vücudunuzun aşırı-uyarım durumuyla uğraştığınızda ve vücudunuzun iyileşmesi için yeterli zaman tanıdığınızda, depersonalizasyon azalır ve sonuç olarak kaybolur.

    Bir şeyi yeniden hatırlatmakta fayda var: Pek çok insan depersonalizasyon belirtilerini belirli düzeyde yaşayabiliyor. Fakat, bazıları bu belirtileri bir felaket gibi algılayıp endişeye kapılırken, bazıları kendilerini endişeye kaptırmıyorlar. Endişeli insanlar, bu belirtilerle çok daha zor bir şekilde başa çıkabiliyorlar. Endişe, vücudun stres tepkisini harekete geçirdiğinden depersonalizasyonu şiddetlendirip semptomlarının devam etmesine neden olabilir.

    Depersonalizasyon tedavisi nasıl olur?

    Depersonalizasyon belirtileri, endişe ve stres nedeniyle ortaya çıkarsa, kendinizi sakinleştirmeniz belirtileri ortadan kaldıracaktır. Vücudunuz aktif stres tepkisinden kurtulduğunda, depersonalizasyon belirtileri azalabilir ve normal benliğinize dönebilirsiniz. Vücudun büyük bir stres tepkisinden kurtulmasının 20 dakika veya daha fazla sürebileceğini unutmayın. Bu normaldir ve endişe kaynağı olmamalıdır.

    Depersonalizasyon belirtilerine kalıcı stres neden olduğunda, vücudun iyileşmesi ve depersonalizasyon belirtilerinin ortadan kalkması uzun sürebilir. Bununla birlikte, vücut tamamen iyileştiğinde, depersonalizasyon belirtileri tamamen kaybolabilir. Bu nedenle, depersonalizasyonun endişe kaynağı olması gerekmez.

    Stresinizi yöneterek, düzenli nefes alıp vererek, vücudunuzu dinlendirip rahatlatarak, depersonalizasyon belirtilerinden endişe duymayarak iyileşme sürecinizi hızlandırabilirsiniz. Elbette, depersonalizasyon rahatsız edici bir deneyimdir. Ancak yine de, vücudunuz aktif stres tepkisinden ve / veya stres tepki hiperstimülasyondan (aşırı uyarılma) kurtulduğunda, depersonalizasyon duyguları tamamen kaybolur.

    Faydalı kendi kendine yardım metotları için anksiyete bozukluklarında  deneyimli bir psikiyatrist, psikolog, psikolojik danışman veya psikoterapist ile çalışmak -onlardan psikoterapi desteği almak- endişe ve birçok belirtiyi gidermenin en etkili yoludur. Kaygıların ana nedenleri (kaygının altında yatan faktörler) ele alınıncaya kadar depersonalizasyon tekrar tekrar başa dönebilir. Kaygının altında yatan faktörlerle baş etmek, sorunlu kaygıyı gidermenin en iyi yoludur.

  • Aşk Terapisi Nedir?

    Aşk, en yüksek düzeyde bağlanma hissi ile sonunda kendini sevmeye ve kabul etmeye yol açan büyüleyici bir iç huzur sağlayan duygudur. Aşk bir insana, bir fikre veya ilahi bir güce olsun fark etmez, tutkulu ve pozitif bir bağlanmayı ifade eder. Kendinizi koşulsuz olarak kabul ettiğinizde bağlandığınız bu doğal enerjiyle her şeyi ve herkesi koşulsuz olarak kabul edip pürüzsüz ve tamamen doğal, sevgi dolu bir bağlantıya doğru yol alırsınız. Kendinizi ve bir başkasını menfaatsiz ve beklentisiz kabul ettiğinizde ve sevdiğinizde, başkasının da kendisini koşulsuz olarak kabul etmesine ve kendisini sevmesine neden olursunuz ki- bu ikiniz arasındaki ilişkiyi doğal olarak iyileştirme gücüne sahip bir özelliktir. Aşk terapisi, odağına bu noktayı alır.

    Aşk ile birlikte gelen en temel iki duygu; SEVGİ ve KORKU

    Korku, sevgiyi önleyen ve yok olmasına neden olan en temel duygudur. Reddedilme korkusu, incinme korkusu, önceki acı deneyimlere dayanan korku, bir inanca dayanan korku ve duygusal korku. Bu korkuların hepsi aşk ile dolayısıyla sevgi ile birlikte var olan korkulardır. Her şeyin güzel gittiği bir anda, her şeyin mahvolacağına dair o bilindik korkuyu, âşık olan herkes yaşar.

    Aşkın birlikte getirdiği iki temel duygunun sevgi ve korku gibi birbirinden uzak iki duygu olması da oldukça garip. Aşktan uzaklaşmadığınız zaman, aslında her zaman korku içinde yaşarsınız. İçiniz kıpır kıpırdır; ama kaybetme korkusu da vardır. Bu da kıskançlığa kadar giden bir duygular silsilesine yol açar. Bu yüzden korku, aşk terapisinde, ilişki, çift ve bireysel danışmanlıkta en çok işlenen duygulardan biridir.

    Eğer şimdiye kadar vücudunuza fiziksel olarak etki eden duygusal bir reaksiyon geçirdiyseniz (örneğin kalp atışınızın hızlanması, aşırı terleme, midenizde kelebekler uçuşması gibi) farkında olmadığınız ve aslında gerçekçi olmayan bir duygu yaşıyorsunuz demektir. Aşkın sizde yarattığı bu gibi derin fiziksel belirtiler çoğalmaya başlarsa, karşınızdaki kişinin sevimsiz hareketlerini ve davranışlarını, sevimli gibi görürsünüz. Sonunda bu rüyadan uyandığınızda sizi rahatsız edici ve ezici bir duygusal tepki yaşamaya başlarsınız.

    Diğer bir taraftan şunu söyleyebiliriz: Sevilmekten korktuğunuzda, başka birinin sizi gerçekten sevdiğini anlamak oldukça zor gelir. İçinizdeki bu korku kendinizi sevmeyi ve başka birinin de sizi sevmesine izin vermenizi engeller. Her bir ilişki ihtimalinde de bu bir kısır döngü halini alır. Sevdiğinizi de anlamazsınız, sevildiğinizi de. Sevdiğinizi belli edemezsiniz, karşıdaki insanın sizi sevdiğini belli etmesine de mani olursunuz.
    İşte aşk terapisi tüm bu eksikliklerinizi tamamlamaya ve hatalarınızın farkına varmaya yardım eder.

    Aşk terapisi nedir?

    Aşk terapisi, endişe, panik, aşırı reaksiyonlar ve aşırı duyarlılıklara neden olan korkuyu keşfetmek ve işlemektir. Deneysel olarak test edilmiş ve bilimsel olarak kanıtlanmış EMDR Terapisi ve BDT gibi psikoterapi yöntemlerini kullanarak, kendi ellerinizle inşa ettiğiniz, sevmeyi ve sevilmeyi önleyici bloklarınıza odaklanıp, kendi kendinizi keşfedip iyileştirmeyi sağlamaktadır.

    Kendini sevmek

    Aşk terapisi en köklü korkularınızı bulmanıza ve bırakmanıza odaklanır. Böylece aşkınızı serbest bırakabilirsiniz. Aşk terapisinde öncelikle kendinizi sevmeniz sağlanır. Bu süreçten geçerken çevrenizdeki şeylerin nasıl değişeceğini görmek şaşırtıcı ve eğlenceli bir deneyim olacaktır. Kendinizi gerçekten sevdiğinizde ve kabul ettiğinizde, başkalarının sevimsiz olduklarını görmek yerine, gerçekten ilgi çeken eylemlerini görme yeteneğinizi geliştireceksiniz. Onların da yaraları olduğunu ve bu yaralardan nasıl etkilendiklerini görmeye başlayacaksınız. Sonunda da sizi ne kadar çok sevdiklerini düşünmeye başlayacaksınız. Bundan sonra onlara karşı olan tepkilerinizde net ve kolay bir şekilde karar verebilirsiniz.

    Diğerlerini sevmek

    Kendinizi ne kadar çok severseniz, çevrenizdeki insanların acılarına tepkisiz kalmak yerine, olumlu tepkilerle onları destekler ve onların kendilerini nasıl değiştirdiklerini görürsünüz. Bu, ilişkinizdeki karşılıklı anlayışı geliştirecektir. İlişkinizdeki değişikliği görmek istiyorsanız, başlamak için en iyi yer, sevdiğiniz kişinin eylemlerini nasıl yorumladığınızı incelemektir. Doğru yerden yaklaşmaya başladığınızda; aynı durumu nasıl daha farklı gördüğünüzü ve ilişkide bulunduğunuz kişilerin gerçekte nasıl sizi duymaya başladıklarını ve bu olumlu yaklaşıma nasıl yanıt verdiklerini görecek ve şaşıracaksınız.

    Aşk terapi süreci nasıldır?

    Her iki birey için de aşk terapisi süreci, üç seviye ve beş boyutta bağlantı kurmaya odaklanmaktadır.

    Bağlantı Kurulan 3 Seviye

    • Seviye 1: Bir birey olarak kendinize;
    • Seviye 2: Eşinize, arkadaşlarınıza, ailenize ve bulunduğunuz topluma,
    • Seviye 3: İnandığınız her şeye (Yeryüzü, Tanrı, Ruh veya Enerji) bağlanmanıza yardımcı olmaktadır.

    Aşk terapisinde bağlantının 5 boyutu

    1 – Aşk Terapisinde Duygusal Boyut: Duygusal bağ, birçok açıdan Aşk Terapisinin özünde bulunur ve diğer boyutlarla iç içedir. Duygusal bağ kurmak adım adım gerçekleşir:

    • Dikkat çekme ve bedensel egzersizler ile duygularınızdan haberdar olma,
    • Duygularınızın ne olduğunu ve altında yatan sebepleri anlama (Görselleştirme, boş sandalye, Gestalt, rol oynama ve yönlendirilmiş sorular aracılığıyla yapılır),
    • Geleneksel yaşamınızda gerçekleşen tetikleyicileri ve ezici duygusal deneyimlerin, terapi süresince takip etme,
    • Mevcut duruma tepki verebilmeniz için, duygularınızın yoğun bir şekilde yaşanmasına neden olan önceki deneyimlerinizi bırakma,
    • Kendiniz ve eşiniz için nazik iletişim ifadeleri, deyimler ve zamanlamalar kullanmayı öğrenme.

    2 – Aşk Terapisinde Ruhsal Boyut: Kendiniz ve duygularınızla ne kadar çok temas kurarsanız, gerçek güzellikleri ve bunun herkesle ve her şeyle bağlantısını anlamaya başlayacaksınız. Bu genellikle duygularınızda temasa geçtiğinizde, korkusuz ve koşulsuz sevgi ile nasıl iletişim kuracağınızı öğrendiğinizde gerçekleşecektir. Bu teknikle eşinizle manevi ve ruhsal olarak etkileşim kurmayı öğreneceksiniz. Popüler olan “ruh eşim” denklemini oluşturup daha mutlu olacaksınız.

    3 – Aşk Terapisinin Fiziksel Boyutu: Ruhsal bağı kurduktan sonra, kendi bedeniniz ve eşinizin bedenine hem cinsel hem de duygusal olarak sahip olmayı öğreneceksiniz. Aslında doğru yolu bulduğunuzda manevi bağ ile cinsel bağın birbirinden uzak olmadığını keşfedeceksiniz. Zaten bu beş boyutun hepsi birbiriyle harmanlanan ve iç içe olan boyutlardır.

    4 – Aşk Terapisinde Sosyal Boyut: Duygusal, ruhsal ve fiziksel boyutlarda başarılı olduğunuz ve eşinizle bağ kurduğunuz zaman sosyal boyutta da nasıl değişim yaşadığınızı, olayları nasıl daha pozitif değerlendirmeye başladığınızı görecek ve şaşıracaksınız. Evinde mutlu olan bir insan sosyal çevresinde neden mutsuz olsun ki?

    5 – Aşk Terapisinde Entelektüel Boyut: Kendinizi her yönüyle tam olarak tanımlayacağınız ve tanıyacağınızı boyut. Entelektüel stiliniz nedir? Siyaset mi, fizik mi, finans mı, futbol mu, maneviyat mı? Şaka veya ironi yapmayı sever misiniz? Vereceğiniz cevaplarda yargılama olmayacaktır. Tamamen özgür bir şekilde kendinizi nasıl daha kolay ve mutlu ifade etmeyi seviyorsanız, o şekilde konuşacağız. Kendinizi entelektüel anlamda tanıdığınızda ve ifade etmeyi becerdiğinizde, yeni bir ilişkiye başlarken aynı ifadeleri kullanarak kendinizi daha iyi anlatır ve karşınızdakini kendinize hayran bırakırsınız.

    Bu 5 boyut birlikte iken doğal bir motivasyon ve coşkulu bir heyecan kazanacaksınız.

    Aşk terapisi süreci kolay mıdır?

    Her zaman değil. Aşk Terapisi süreci bazen danışanların karanlık alanlarını ve bazı parçalarını gizlemelerine müsaade eder. İlk etapta kendinizle ilgili olan bu korkutucu, iç karartıcı ve kafa karıştırıcı yönlerinize bakmak zor olabilir, ancak bir kere bakmayı ve yüzleşmeyi denediğinizde ödülleri oldukça tatminkar olacaktır. Diğer taraftan bu yönlerinizi terapi süresince açmaya direnirseniz, az önceki beş boyutu gerçekleştirmeyi başaramazsınız. Hislerinizi ve ilgileriniz anlamayı reddederseniz terapiden kaçma eğilimine başvurursunuz.

    Aşk terapisi oturumlarının formatı nasıldır?

    İlişkisi olmayan bireylere yönelik aşk terapisi oturumları 50 dakika veya 75 dakika uzunluğunda olmaktadır. Bu oturumların odak noktası yukarıda açıklanan 3 seviye ve 5 boyutta sizin için önemli olan sevinci yaratmaktır.

    Sevginin yaşanmasına engel olan blokları kaldırarak ve olumsuz etki eden tetikleyicileri bularak, geleneksel ve geleneksel olmayan yöntemleri kullanarak derin ve etkili bir değişim başlatacağız. Bilişsel Davranışçı Terapi, Psikodinamik Psikoterapi, Yolculuk, Odaklanma, Meditasyon, Ritüel, Somatik Uygulamalar, EMDR Terapisi.

    Kaynak

    lovetherapycenter.org

  • Psikolojik Bozukluk Nedir?

    Psikolojik bozukluk, ruhsal bozukluk, ruhsal sıkıntı, anormal davranış, normaldışı davranma gibi temelde kişinin ruhsal ve davranışsal alanda yaşadığı birtakım güçlükleri ifade etmek için kullandığımız terimler, çağımızın sıklıkla dile getirilen meselesi haline gelmiş durumdadır.

    Günlük hayatın içinde sıklıkla stresle boğuşan modern çağ insanı, hem dış dünyadan hem de kendi iç dünyasından gelen sorunlarla mücadele etmeye çalışırken psikoloji bilimi de insanı anlama ve sorunlarını tanımlayarak uyum sağlama becerisini artırma yolunda ilerlemektedir. Ancak her karşılaşılan güçlük ya da sıkıntı durumu bir psikolojik bozukluğa işaret etmediği gibi, bireyin uyum sağlaması ve güçlüklerle savaşabilmesi için bu tür bir sıkıntı hali destekleyici de olabilmektedir. Bu nedenle psikolojik bozukluğun ne olduğu ve hangi koşullarda bir ruhsal bozukluktan söz edileceği bazı özelliklerle belirlenmiştir.

    Psikolojik bozukluk için DSM-5 tanı kitabında temel olarak şu özelliklerin ortak olduğu gösterilmiştir:

    • Bozukluk bireyin içinde meydana gelir.
    • Düşünme, hissetme ya da davranışta klinik düzeyde anlamlı güçlükler içerir.
    • Zihinsel işlevselliği destekleyen süreçte işlev bozukluğu içerir.
    • Bir duruma (örneğin bir yakının kaybı) karşı gösterilen tepki, kültüre özgü bir tepki değildir.
    • Toplumla çatışmanın ya da sosyal sapmanın birincil sonucu değildir.

    Bir davranışı anormal olarak tanımlamak ya da yaşanılan bir güçlüğü psikolojik bozukluk olarak tanımlamak göründüğü kadar kolay değildir. Bu tanımlama için birçok özelliğin bir araya gelip bir tablo oluşturması gerekmektedir. Ruhsal bozukluk için dört temel özellikten söz edilebilir: kişisel sıkıntı, yeti yitimi ve işlev bozukluğu, sosyal normlara uymamak, beklenmedik olma.

    1. Kişisel Sıkıntı

    Psikolojik bozuklukla ilgili kişisel sıkıntı ölçütü, kişinin normaldışı davranışından mustarip olması, bununla ilgili ıstırap çekmesi ve rahatsızlık duymasını ifade eder. Örneğin depresyondaki kişi içinde bulunduğu çökkün ve karamsar ruh halinden sıkıntı duyar; anksiyete bozukluklarında da kişi süregiden anksiyeteden dolayı huzursuzdur. Bu tür bozukluklarda kişi normaldışı davranışının yol açtığı sonuçların da, örneğin diğerleriyle ilişkilerinin bozulması, günlük hayatın aksaması gibi, sıkıntısını çeker. Kişisel rahatsızlık hissiyle ilgili istisnalar da mevcuttur. Antisosyal kişilik bozukluğuna sahip olan bireyler suçluluk, kaygı, vicdan azabı gibi duyguları deneyimlemezken yaptıklarından pişmanlık da duymazlar. Bununla birlikte kişide her sıkıntı yaratan durum da bir psikolojik bozukluğa işaret etmez. Oruç tutmaya bağlı olarak yaşanan açlık sıkıntısı ya da vücuttaki bir ağrı durumu bahsedilen türde bir ruhsal sıkıntıyla ilişkilendirilmez. Kişisel sıkıntı çok öznel bir deneyim olduğu, kişinin kendi ifadesiyle belirlendiği ve diğerlerin yaşadıklarıyla kıyaslanması güç olduğu için ruhsal bozukluk değerlendirilmesinde tek başına kullanılması sakıncalı olabilir.

    2. Yeti Yitimi ve İşlev Bozukluğu

    Yeti yitimi bireyin normaldışı davranışı veya psikolojik problemleri nedeniyle yaşamının önemli bir alanında bozulma ile karşılaşmasıdır. İş yaşamında aksama ya da kişilerarası ilişkilerde yaşanan problemler yeti yitimi ve işlev bozulması içinde değerlendirilmektedir. Madde kullanım bozukluğu bireyin hem aile ilişkilerinin bozulmasına hem de iş yaşamında kayıplara neden olabilmektedir. Panik bozukluğa eşlik eden agorafobi (açık alanda bulunma korkusu) kişinin herkesin içinde bir panik atak geçirmekten korkması ile dışarı çıkmaktan kaçınmasına yol açarak sosyal yaşama katılmasına engel olabilmektedir. Bununla beraber tüm bozukluklar yeti yitimiyle sonuçlanmayabilir. Örneğin, bulimiya nervozada kişi tıkınırcasına yiyip kusma eylemlerini gizlilik içinde sürdürürken günlük hayatlarına olağan bir şekilde devam edebilmektedir. Buna ek olarak yetersizlik ya da bazı durumlarda yeti yitimi olarak değerlendirilme her durum da bir psikolojik bozukluk göstergesi değildir. Bir kaza sonrası kişinin görme yetisini kaybetmesi bir yeti yitimi iken psikolojik bir durumla ilişkilendirilmez. Yeti yitiminin de kendi başına net sınırları olmadığı için başlı başına bir psikolojik bozukluk ifadesi değildir.

    3. Sosyal Normlara Uymama

    Sosyal normlar davranışlarımızın iyi-kötü, doğru-yanlış, haklı-haksız gibi sınıflandırmalar içinde kendine yer bulmasını sağlayan, diğerleri hakkındaki düşüncelerimizi şekillendiren üzerinde uzlaşılmış, inanç düşünce ya da standartlardır. Sosyal normlara uymayan, alışılmışın dışındaki davranışları çoğumuz yadırgarız. Ancak bazı durumlarda davranış, toplumsal normları ihlal etmekle kalmaz, gözlemleyen kişileri kaygılandırır ve tedirgin eder. Şizofreni bozukluğu olan kişiler olmayan sesler duyabilir ve bu seslerle konuşabilirler; Obsesif kompulsif bozukluk hastaları tekrarlayan ritüellerle günün çok büyük bir kısmında uğraşabilirler. Sosyal normlara uymama ilkesi kültüre göre normların değişmesi bakımından göreli bir değerlendirme sunar. Toplumsal normları ihlal eden her durum da bir bozukluk göstergesi değildir. Suç işleme açıkça toplumsal normları ihlal eder ancak bu tür bir davranış her zaman psikoloji alanı içinde değerlendirilmez. Bunun yanında kaygı bozukluğu olan bir kişi norm ihlalinde bulunmadığı halde bir bozukluk tanısı almış durumdadır. Diğer kriterlerde olduğu gibi bu ilke de tek başına değerlendirildiğinde sağlıklı sonuç vermeyecektir.

    4. Beklenmedik Olma

    Davranışın beklenilen normal davranış düzeyinden sapmasıyla, duruma uygun tepki verilmemesiyle ortaya çıkan bir normaldışı davranma durumunu ifade eder. Psikolojik bir bozukluk durumunda kişi duruma aşırı bir tepki gösterebilir ya da beklenilen tepkiyi göstermeyebilir. Obsesif kompulsif bozukluk hastalarından bazıları defalarca temizlik yaptığı halde bunu yeterli bulmayabilir. Örümcek fobisi olan bir kişi örümceği gördüğü zaman çok büyük bir tepki gösterebilir. Şizofreni bozukluğu olan bir kişi kendisini uzaylıların kaçırdığına dair fikirlere sahip olabilir.

    5. İstatistiksel Seyreklik

    Anormal davranış toplumun geneli düşünüldüğünde oldukça seyrek rastlanılan bir durumdur. Normal olarak ifade edilen insanların çoğu bir çan eğrisinde ortalara yığılma gösterirken anormal davranış sergileyen kişiler bu eğrinin uçlarında toplanırlar. Dolayısıyla tartışmalı olsa da normallik çoğunlukla ortalamadan çok sapmamayla ifade edilir. Anormallik ile tuhaf davranışlar arasında pek bir ayrım gözetmediğinden bu ilkeye bağlı olarak bir psikolojik bozukluk tanımlaması yapmak artık pek tercih edilmemektedir.

    Toplumun genelindeki çeşitlilik, kültürel farklılıklar ve değişen toplum yapısı neyin ortalama olduğu, dolayısıyla da neyin anormal olduğu konusunda kesin bir ayrım yapmayı güçleştirmektedir. Vücudunun her yerini dövmelerle kaplatan bir kişi toplumun genelinde çok az rastlanan bir davranış gerçekleştirmiş olsa da bir psikolojik bozukluk görüntüsü ortaya koymaz. Bununla beraber üstün bir yeteneğe sahip olan bir kişi yine ortalamadan sapmıştır; ancak ruhsal çalışma alanında değerlendirilmez. Dolayısıyla istatistiksel seyreklik psikolojik bozukluk için çok az belirleyici olma niteliğindedir.

    Normal ve anormal tanımları arasında keskin bir çizgi çizmek oldukça güçtür. Kültürel farklılıklar, kişisel deneyimler ve göreceli kavramlar bunu olanaksız kılmaktadır. Böylesi bir ayrım yerine psikolojik bozukluk tanımlamasında yol gösterici olarak belirlenen özelliklerin bir bileşen halinde ortaya koyduğu tabloyu incelemek; bireyin hissettiği sıkıntı, sosyal hayatında meydana gelen bozulmalar, diğerlerini rahatsız edecek davranışları ve davranışının mevcut durumla ne denli uyumlu olduğunu göz önünde bulundurmak daha doğru sonuçlara ulaştıracaktır. Bununla birlikte her psikolojik bozukluğun kendi içinde de belirli kriterleri barındırdığı unutulmamalıdır. Bu özellikler tanı kitapçığında belirlenmiş olup, yapılan değerlendirmeler ve gerekli görüldüğü takdirde objektif ve projektif testlerle desteklenerek bir bozukluk olup olmadığını ortaya koymaktadır.

    Referanslar

    1Davison, J. Ve Neale, J. M. (2011). Giriş ve temel konular. Anormal Psikolojisi içinde (s.1-105). (Dağ, İ. Çev. Ed.). Ankara: Türk Psikologlar Derneği Yayınları.

    2Kring, A. M., Johnson, S., Davison, G. Ve Neale, J. (2015).Giriş ve tarihsel olarak genel bakış. Anormal Psikolojisi içinde (s. 1-27). (Şahin, M. Çev. Ed.). Ankara: Nobel Yayınları.

  • Metakognisyon Nedir?

    Metakognisyon (üstbiliş), dünyanın dört bir köşesinde hak ettiği yeri almak için akademinin gölgelerinden ortaya çıkan üst düzey bir düşünme becerisidir. Çevrimiçi sınıflar evlere yayıldıkça ebeveynler ve öğretmenler, üstbilişin ve üstbiliş stratejilerinin öğrenmeyi nasıl etkilediğini anlamaya başlamışlardır. Bu beceriler, çocukların daha iyi düşünürler ve karar vericiler olmalarını sağlar.

    Metakognisyon (üstbiliş) nedir?

    Metakognisyon, kişinin, kendi düşüncelerinin farkında olma pratiğidir. Bazı bilim adamları bunu “düşünme hakkında düşünme” olarak adlandırır. Fogarty ve Pete, üstbilişin, günlük harika bir örneğini şu şekilde veriyor: En son bir sayfanın sonuna geldiğinizi ve kendi kendinize, “Az önce ne okuduğumdan emin değilim.” diye düşündüğünüzü düşünün. Beyniniz henüz bilmediğiniz bir şeyin farkına vardı. Bu yüzden içgüdüsel olarak son cümleyi yeniden okuyabilir veya sayfanın paragraflarını yeniden tarayabilirsiniz. Belki sayfayı tekrar okuyacaksınız. Eksik bilgiyi yakalamaya hangi yolla karar verirseniz verin, neyi bilip bilmediğinizi bilmenin bu anlık farkındalığına metakognisyon (üstbiliş) denir.

    Düşünmemiz hakkında içsel bir diyalog yaşadığımızı fark ederiz. Bu bizi öğrenme ya da problem çözme süreçlerimizi değerlendirmeye sevk ettiğinde, biz metakognisyon (üstbiliş) yaşıyoruz demektir. Bu beceri, daha iyi düşünmemize, doğru kararlar almamıza ve sorunları daha etkili bir şekilde çözmemize yardımcı olur.

    Aslında araştırmalar, gençlerin üstbilişsel yetenekleri arttıkça, daha yüksek seviyelerde başarı sergilediklerini ileri sürüyor. Fogarty ve Pete, üstbilişin, çocukların öğrenmesi için hayati önem taşıyan üç yönünün ana hatlarını çiziyor. Bunlar:  planlama, izleme ve değerlendirme.

    Uzmanlar, metakognisyonun (üstbilişin) doğrudan öğretilmek yerine öğretim stratejilerine aşılanması durumunda en iyisi olduğunu ikna edici bir şekilde savunurlar. Önemli olan, öğrencileri kendiliğinden ve görünüşte bilinçsiz hale gelen yollarla, kendi üst bilişsel stratejilerini keşfetmeye ve sorgulamaya teşvik etmektir.

    Metabilişsel beceriler, çocukların kendilerini ve çevrelerindeki dünyayı nasıl daha derin bir şekilde anladıkları da dahil olmak üzere daha geniş, psikolojik öz farkındalık için bir temel oluşturur.

    Evde veya okulda kullanılacak üstbiliş stratejileri

    Fogarty ve Pete, üstbilişin gizemini çözüyor ve öğretmenler ile ebeveynlerin, çocukların bu üst düzey düşünme becerilerini kullanma yeteneklerini güçlendirmeleri için basit yollar sağlıyor. Bunları da az önce bahsettiğimiz üç aşama (planlama, izleme, değerlendirme) ile sağlıyorlar. Şimdi planlama, izleme ve değerlendirme alanından metakognisyon (üstbiliş) stratejilerini sizlere özetleyelim.

    • Planlama

    Öğrenciler plan yapmayı öğrendikçe, fikirlerinin güçlü ve zayıf yönlerini tahmin etmeyi öğrenirler. Üst bilişi güçlendirmek için kullanılan planlama stratejileri, öğrencilerin en kolay değiştirebilecekleri zamanda planları incelemelerine yardımcı olur. Kitapta ana hatları verilen on üstbilişsel stratejiden biri “Düşüncenizi Mürekkeplemek” olarak adlandırılıyor. Öğrencilerin başlamak üzere oldukları bir ders üzerinde düşünmelerini gerektiren basit bir yazma günlüğüdür. Örnek olarak şöyle başlanabilir: “Tahmin ediyorum …” “Sahip olduğum bir soru …” veya “Bunun elimde olan bir resmi …” Günlük yazmak, ödevlerin ortasında veya sonunda da yararlıdır. Örneğin, “Kafamı karıştıran ev ödevi sorunu …” “Bu sorunu çözmenin yolu …” veya “Bu stratejiyi seçiyorum çünkü …”

    • İzleme

    Metabilişi güçlendirmek için kullanılan izleme stratejileri, öğrencilerin ilerlemelerini kontrol etmelerine ve çeşitli aşamalarda düşüncelerini gözden geçirmelerine yardımcı olur. İncelemekten farklı olarak, bu strateji doğası gereği yansıtıcıdır. Ayrıca plan, aktivite veya hareket halindeyken ayarlanmak için müsaittir. İzleme stratejileri, yukarıda bahsedilen örnekte olduğu gibi, bir kitap okurken ve az önce okuduğumuz şeyi unuttuğumuzu fark ettiğimizde olduğu gibi, öğrenilenin hatırlanmasını teşvik eder. Tarayarak veya yeniden okuyarak hafızamızı kurtarabiliriz.

    Fogarty ve Pete tarafından paylaşılan, “Alarm Clock” adı verilen birçok üstbilişsel stratejiden biri, öğrenci bir şeyin yanlış olduğunu fark ettiğinde bir fikri kurtarmak veya yeniden düşünmek için kullanılır. Fikir, alarm veren dahili sinyaller geliştirmektir. Bu sinyal, öğrencinin bir düşünceyi kurtarmasını, bir matematik problemini yeniden işlemesini veya bir grafik veya resimdeki bir fikri yakalamasını ister. Üstbilişsel yansıma, “Ne yaptım” diye düşünmeyi ve ardından kişinin eyleminin artılarını ve eksilerini gözden geçirmesini içerir. Daha sonra ise “Başka ne gibi düşüncelerim var?” aşamasına girilir.    

    Öğretmenler, öğrenci ödevlerine kolayca izleme stratejilerini uygulayabilir. Ebeveynler de bu stratejileri güçlendirebilir. Unutmayın: fikir çocuklara neyi doğru ya da yanlış yaptıklarını söylemek değil. Burada amaç, çocukların kendi öğrenmelerini izlemelerine ve düşünmelerine yardımcı olmak. Bunlar bir ömür boyu süren biçimlendirici becerilerdir.

    • Değerlendirme

    Fogarty ve Pete’e göre, üstbilişin değerlendirme stratejileri “toz kompaktı (powder compactı) içindeki aynaya çok benzer. Her ikisi de görüntüyü büyütmeye, dikkatli incelemeye izin vermeye, yakından ve kişisel bir görünüm sağlamaya yarar. Bir kişi kompakt parçayı açıp aynaya baktığında, yüzün yalnızca küçük bir kısmı geri yansıtılır. Ancak bu belirli kısım, her nüans, her kusur ve her yumru bariz bir şekilde görünecek şekilde büyütülür.” Bu genişletilmiş görünüme sahip olmak, denetimi çok daha kolay hale getirir.

    Öğrenciler çalışmalarının bölümlerini incelerken, düşünme süreçlerinin nüanslarını öğrenirler. İşlerini geliştirmeyi öğrenirler. Öğrenmelerini yeni durumlara uygulama becerilerinde gelişirler. “Filleri Bağlamak“, öğrencilerin kendi öğrenmelerini değerlendirmelerine ve uygulamalarına yardımcı olan birçok üstbilişsel stratejiden biridir.

    Bu alıştırmada, üç hayali fil metaforu kullanılmıştır. Filler, başka bir filin gövdesi ve kuyruğu ile birbirine bağlı bir daire içinde birlikte yürür. Üç fil, üç hayati soruyu temsil eder: 1) Büyük fikir nedir? 2) Bu, diğer büyük fikirlerle nasıl bağlantılı? 3) Bu büyük fikri nasıl kullanabilirim?

    “Büyük fikir” imajını kullanmak, öğrencilerin öğrenmelerini büyütmelerine ve sentezlemelerine yardımcı olur. Onları, öğrenmelerinin yeni durumlara uygulanabileceği önemli yollar hakkında düşünmeye teşvik eder.

    Metakognisyon (üstbiliş) ve kendini yansıtma

    Yansıtıcı düşünme, metakognisyonun (üstbilişin) merkezidir. Günümüzün sürekli geveze dünyasında, teknoloji ve yansıtıcı düşünme anlaşmazlığa düşebilir. Aslında, mobil cihazlar, gençlerin gözlerinin önünde olanı görmelerini engelleyebilir. Ünlü bir psikolog ve eğitim reformcusu olan John Dewey, deneyimlerin tek başına yeterli olmadığını iddia etti. Ona göre kritik olan, deneyimlerimizden ders alma ve sonra anlam oluşturma becerisidir. Metakognisyon (üstbiliş) ve kendini yansıtmanın işlevi, anlam vermektir. Anlamın yaratılması, insan olmanın ne anlama geldiğinin merkezindedir.

    Kaynak

    Yazar: Marilyn Price-Mitchell Ph.D.

    Kaynak: https://www.psychologytoday.com/us/blog/the-moment-youth/202010/what-is-metacognition-how-does-it-help-us-think

  • Tourette Sendromu Nedir?

    Günlük hayatımızda gıdıklandığında ağzından küfürlü sözler çıkan, bazı meyvelere ya da iç gıcıklayıcı olarak ifade edilen durumlara maruz kaldığında (örneğin duvara tırnaklarını sürtmek, karşısında birinin limon yediğini görmek gibi) yüzünü değişik şekillere sokan ya da ellerini kollarını rastgele savuran insanlarla her birimiz karşılaşmış ya da bu tür davranışlara bir şekilde şahit olmuş bulunabiliriz.

    Bahsedilen tikler belli bir dış etken sonucu harekete geçirilen, bu etken ortadan kalktığında da kişinin eski haline dönmesi ve tiklerin kaybolmasıyla devam eden bir süreci ifade eder. Oysa psikiyatrik bir tanı olarak ortaya çıkan, bir bozukluk derecesine ulaşmış tikler de mevcuttur. Bunların belirli başlatıcıları yoktur ve ne zaman ortaya çıkacakları belli değildir. En az 1 yıl devam eden, sürekli bir biçimde ortaya çıkan bu tikler kişinin sosyal hayatını oldukça kötü etkileyebilmektedir. Kişi her an bir tehlike ya da rahatsız edici bir durumla karşı karşıyaymışçasına tepki vermekte, sıçrayarak, ellerini kollarını savurarak, bağırıp küfür ederek bedenen yorgun düşmektedir. Herkes belli tiklere sahip olabilir ancak Tourette sendromundaki gibi karmaşık ve sürekli tekrar eden tikler nöropsikiyatrik bir tanı durumunu ifade eder.

    Tik nedir?

    Tik, istemdışı (kasıtsız ve plansız bir şekilde ortaya çıkan), hızlı, aralıklı, ritmik olmayan, tekrarlayıcı bir biçimde bir grup kasın kasılmasıdır. Tikler normal davranışı andıran, ani ve tekrarlayıcı hareket, jest ve sesleri ifade eder (1). Tikleri diğer motor (hareket) bozukluklarından ayırt etmeye yarayan en önemli özellikler değişik sürelerde baskılanabilmeleri, dikkat dağıtıcı etkinlikler sırasında kaybolabilmeleri (el işiyle uğraşma, kitap okuma, dans etme gibi) ve uyku sırasında bazı tik ifadelerinin devam etmesidir (2). Aynı zamanda tekrarlı motor hareketlerden tik öyküsü, tiklerin başlama yaşı, nörolojik bozulma ve sorunların olup olmamasıyla da ayrılmaktadır (1).

    Tikler motor tikler ve vokal tikler olmak üzere iki ana başlıkta incelenebilir:

    Motor Tikler: Basit motor tikler aniden ortaya çıkan, kaba ve kısa süreli, tek bir özellik taşıyan hareketlerdir (göz kırpma, omuz silkme, burun çekme gibi). Kompleks tikler ise daha farklı, daha koordineli işleyen art arda oluşan hareketlerdir. Kompleks motor tikler amaçlı (diğerlerine dokunma, burnuna elleme, sıçrama, küfür etme gibi) ya da amaçsız olabilir (baş sallama ile birlikte omuz silkme, tekrarlı bir şekilde tekme atma gibi) (2).

    Vokal Tikler: Burun, ağız veya boğazda meydana gelen istemsiz (kasıtsız ortaya çıkan) seslerdir. Boğaz temizleme, burun çekme gibi basit vokal tiklerden ya da küfür etme, tekrar tekrar aynı şeyleri söyleme gibi kompleks vokal tiklerden söz edilebilir (2).

    Tiklerin ortaya çıkışından önce hastalar çoğunlukla rahatsız edici bir duyusal algı deneyimlemekte, istemsiz bir şekilde ortaya çıkan tikler de bu algının ortadan kaldırılmasına yardımcı olmaktadır. Tikler her zaman olmasa da bazen kısmi ya da tam olarak baskılanabilmektedir (geçici olarak ertelenmektedir). Ancak tiklerin baskılanması hissedilen rahatsızlık hislerinin artmasına ve sonrasında ani tik patlamalarına neden olmaktadır (2). Bu yazıda ele alınan tik bozukluklarının özel bir türü olan Tourette sendromunda da bu çeşit rahatsızlık veren bir dürtünün varlığı ifade edilmektedir. Ortaya çıkan tik serisinden sonra hasta bu rahatsızlık hissinden kurtulduğunu ve rahatladığını bildirmektedir (1).

    Basit-geçici tikler yaygındır, tüm çocukların %6-20’sinde görülebilir (1). Ancak tik bozukluklarında bahsedilen tikler, çok daha uzun süreli, şiddetli ve bireyin yaşam kalitesini düşürecek niteliktedirler. Tik bozuklukları geniş bir yelpaze oluşturmaktadır ve bu bozukluğu taşıyan hastalarda eşlik eden disinhibe konuşma ve davranış, distraktibilite (dikkatin çelinebilirliği), dürtüsellik, motor hiperaktivite, huzursuzluk ve obsesif kompulsif bozukluk (OKB) belirtilerini içeren davranışsal sorunlar, hastaların yaşadığı güçlükleri artırmaktadır (1). DSM-IV tanı kitapçığına göre, tik bozuklukları Geçici tik bozuklukları, Kronik motor ve vokal tikler ve Tourette Sendromu olmak üzere üç tipte sınıflandırılmıştır (2). Yazının odak noktası Tourette sendromu olduğundan onun özellikleri ile devam edilecek, diğer tik bozukluklarına bu yazıda yer verilmeyecektir.

    Tourette sendromu nedir?

    Torette sendromunun belirlenen özelliklerine tarihte ilk kez 1432 yılında Sprenger ve Kraemer tarafından kaleme alınan “Cadıların Çekici” adlı bir kitapta rastlandığı belirtilmektedir. Kitabın başkarakteri motor ve vokal tikleri olan bir papazdır (3). Sendromun özelliklerinin yazıya geçirilmiş ilk örneklerinden bir başkası ise, 1825 yılında Fransız nörolog Jean Marc Itard’ın bir Fransız asilzadesinin 7 yaşlarında başlayan hareket ve vokal tikleri nedeniyle 85 yaşına kadar toplumdan dışlanmış bir şekilde yaşayışını ele almasıyla olmuştur. Itard’ın incelemesinden yaklaşık 50 yıl sonra, aralarında Itard’ın ele aldığı Fransız asilzadesinin de bulunduğu 9 hastayı gözden geçirerek, her birinde çocukluk çağında başlamış tikler, kontrol edilemeyen sesler ve sözler saptayan Gilles de la Tourette bu bozukluğu tanımlamış ve ona kendi asını vermiştir (1, 3).

    Tourette bozukluğu genetik, nörokimyasal, nöroanatomik ve immünolojik faktörlerin sebep olduğu bir kronik nöropsikiyatrik bozukluktur. Tourette bozukluğundaki tikler ani, kısa, aralıklı, istemsiz veya yarı-istemli hareket (motor tikler) ve seslerden (fonik ya da vokal tikler) oluşur. Tikler çoğu hastada karşı konulamaz, kontrol edilemez ve istemsiz bir şekilde ortaya çıkmasına rağmen, bazı bireylerde değişik sürelerde baskılanabilirler (ertelenebilir). Tourette bozukluğunun tanısı, kişinin hastalık öyküsü ve tiklerin gözlemlenmesine dayanır. DSM-IV tanı ölçütleri arasında eş zamanlı olarak ya da hastalık sırasında kimi zaman birden çok motor ve vokal tikin bir arada bulunması ve bu belirtilerin en az 1 yıldır devam ediyor olması bulunmaktadır. Eşlik eden davranış problemlerinin gözlenmesi [özellikle dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ve obsesif kompulsif bozukluk (OKB)] ve ailede benzer belirtilerin bulunması tanıyı güçlendirir (3). Yazının ilerleyen paragraflarında sendroma eşlik eden davranış bozukluklarına ayrıntılarıyla değinilecektir.

    Ortaya çıkan tek bir tik nadiren bir saniyeden uzun sürer. Tiklerin sıklıkları ve belirginlikleri değişkendir. Alevlenme ve sönme periyodları ile gider, ertelenmeleri ve bastırılmaları geçici süreler için mümkündür. Tourette sendromu, tipik olarak erken çocuklukta göz kırpma ve kafa sallama gibi basit motor tiklerle başlar. Tikler başlangıç olarak gelip geçici nitelikte olabilmekte, fakat sonuçta sürekli hale gelip aile ve birey üzerinde olumsuz etkiler göstermeye başlamakta ve hastanın işlevselliğini, günlük hayata uyum sağlamasını bozmaktadır. Sendromun seyrinde çoğunlukla vokal tikler motor tiklerden birkaç yıl sonra ortaya çıkar (1).

    Tourette sendromu olan hastaların tiklerle beraber, aile yaşantılarında, mesleki ve akademik performanslarında, kişilerarası ilişkilerinde bozulmaya yol açan duygusal ve davranışsal sorunlar yaşadıklarını, düşük yaratıcı düşünme yetenekleri olduğunu bildirdikleri gözlenmiştir. Bu sendroma sahip bireyler aynı zamanda anksiyete (kaygı), depresyon, öfke patlamaları ve düşük psikososyal işlevsellikle ilişkili olarak, sıkça akran zorbalığına maruz kaldıklarını bildirmişlerdir.

    Tourette sendromuyla birlikte görülen (komordibite) psikolojik sorunlar arasında davranım bozukluğu, karşıt olma karşıt gelme bozukluğu, özgül öğrenme güçlüğü, konuşma bozuklukları, depresyon başta olmak üzere duygudurum bozuklukları, kaygı bozuklukları, madde kullanım bozuklukları ve yeme bozuklukları gösterilmiştir (1). Tourette sendromu özellikle DEHB (dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu), OKB (obsesif kompulsif bozukluk), dürtü kontrolünde zayıflık ille çok sık birliktelik gösterir (3).

    Yapılan araştırmalar eşlik eden psikolojik bozukluk ya da davranış problemleri olmadan da bu sendroma sahip çocuk ve ergenlere karşı negatif bir sosyal algı olduğunu, sendromun ortaya çıkardığı motor ve vokal tikler sonucu hastanın yaşam kalitesinin açık bir biçimde azaldığını ve sosyal yaşamının kısıtlandığını göstermektedir (1).

    Yaygın özellikler (3)

    • Çocukluk çağı başlangıçlı stereotipik (kalıplaşmış) anormal davranışlar, basit ve karmaşık motor tikler (tekme atma, kollarını amaçsızca savurma, tokat atma vs)
    • Vokal tikler (bağırma, garip sesler çıkarma vs.)
    • Ekolali (söylediği şeyi tekrar etme) ve koprolali (istemsizce küfür etme)
    • Eşlik eden psikolojik bozukluklar (DEHB, OKB, davranım bozuklukları, duygudurum bozuklukları vs.)

    Tourette sendromunun belirtilen özelliklerine ek olarak “kötü gidişli Tourette bozukluğu” olarak tanımlanmış bir türü de mevcuttur. Tourette bozukluğu belirtileri nedeniyle iki seferden fazla hastanelerin acil sevişlerine başvurmuş ya da en az bir kez hastaneye yatış öyküsü bulunan hastaların durumu kötü gidişli Tourette bozukluğu olarak değerlendirilmektedir. Bahsedilen hastaların hastanelerin acil servisine başvuru nedenleri arasında tikler nedeniyle yaralanmış olma, kendini istemsizce yaralama, kontrol edilemeyen şiddet ve saldırganlık davranışları, intihar düşüncesi ya da girişimleri bulunmaktadır. Kötü gidişli Tourette bozukluğu bulunan hastalar ile diğer Tourette bozukluğu olan hastalar karşılaştırıldığında, kötü gidişli bozukluğu olanların OKB öyküsünün ve kompleks tiklerinin daha sık olduğu belirlenmiştir. Aynı zamanda kötü gidişli Tourette bozukluğu olanlarda duygudurum bozukluğu, intihar düşüncesi, istemsizce küfür etme (koprolali) ve garip bir şekilde durma (kopropraksi) biçimindeki davranışlar daha sık ortaya çıkmıştır. Bu hastaların ilaç tedavisine yanıtları da daha düşüktür (3).

    Etiyoloji

    Tourette sendromu en az 1 yıl süren motor ve vokal tiklerle karakterize, çocukluk çağında ortaya çıkan nörogelişimsel ve nöropsikiyatrik bir bozukluktur. Bozukluğun görünümü basit motor tiklerden oldukça karmaşık tiklere ve psikolojik eş tanılara kadar uzanabilmektedir. Tikler çoğunlukla 4-6 yaşlarında başlayıp 10-12 yaşlarında en şiddetli düzeyine ulaşırlar (4).

    Tik bozukluklarında prognoz (hastalığın gidişatı) genellikle iyidir, tiklerin şiddeti zaman zaman artma ve azalmalar göstermekle beraber ergenlikle ve 19-20 yaşlarından sonrasında giderek hafifleme görülmektedir. Bu azalmayı açıklayan hipotezlerden birinde, ergenlikle beraber bireyin kendi kendini kontrol edebilme becerisinin (self-regulation) altında yatan sebebin beyindeki telafi edici yönde yeniden düzenlemeler yapılması olduğu öne sürülmüştür (1). Erişkinlik döneminde hastaların 1/3’ünde sendromun belirtilerinin kaybolduğu ya da oldukça azaldığı görülmektedir (4).

    Erişkinlik döneminde devam eden tik bozuklukları, kendine acı verecek biçimde zarar verme şeklinde ortaya çıkan motor tikler, müstehcen söz veya küfürler şeklinde söz söyleme (koprolali) ya da toplum tarafından damgalanmaya ve dışlanmaya yol açacak şekilde el-kol hareketleri yapma gibi daha ciddi belirtilerle ilerleyebilmektedir (1).

    Tourette sendromu tanısı konulabilmesi için hemen hemen her gün, gün içinde birçok defa ortaya çıkan tikler ya da 1 yıldan daha uzun süreden beri aralıklı olarak ortaya çıkan tikler söz konusu olmalıdır, ancak belirtilen aralık 3 aydan uzun olmamalıdır. Yine tanı konulabilmesi için belirtilerin 18 yaşından önce başlamış olması gerekmektedir (2)

    Dünya genelinde Tourette sendromunun yaygınlığı (prevalansı) 5-18 yaş aralığındaki çocuk ve ergenlerde %0.4 ile %3.8 arasında değişmektedir. Erkeklerde görülme olasılığı kızlarda görülme olasılığından 3 kat daha fazladır (3). Tourette sendromuna sahip bireylerin %30-%40’ı geç ergenlik döneminde tam iyileşme gösterirken, %30’luk diğer bir kısmında bu dönemde belirtilerde belirgin bir azalma olmaktadır. Geriye kalan %30’unda ise erişkinlikte de belirtilerin devam ettiği görülmektedir (1).

    Tourette sendromu sıklıkla diğer psikolojik bozukluklarla beraber görülür ve eşlik eden bu bozukluklar hastalığın gidişatını önemli ölçüde belirler (4). Gidişi kötüleştiren bozukluklar arasında daha önce de belirtildiği gibi DEHB(dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu) ve OKB(obsesif kompulsif bozujluk) özellikle önemli bir rol oynamaktadır. Bunlara ek olarak tik şiddetinin yüksek olması, zayıf sosyal destek (aile, arkadaş ve yakın çevrenin desteğinin az olması, kişinin sosyal yaşamının kısıtlanmış olması ve kendini toplumdan izole etmesi), madde kullanımı ve kronik hastalıklar da gidişi kötü etkilemektedir (1).

    Tourette sendromu ve diğer tik bozukluklarının etiyolojisi ve patogenezi henüz tam olarak belirlenebilmiş değildir, bozukluğun neden ve ne şekilde ortaya çıktığı kesin bir biçimde ortaya konulamamıştır. Ancak bu konudaki araştırmalar hala devam etmektedir (2). Araştırma sonuçlarına göre elde edilen bulgular özetler halinde aşağıdaki başlıklarda sıralanmıştır:

    Etiyoloji: Genetik ve nörobiyolojik faktörler

    Yapılan araştırmalar Tourette sendromunun karmaşık genetik geçişe sahip ve yüksek oranda kalıtılabilen bir hastalık olduğunu ortaya koymuştur. Tourette sendromu olan bireylerin birinci derece akrabalarında bu sendromun ve diğer tik bozuklukların görülme sıklığı yüksek bulunmuştur. Ancak genetik geçişten sorumlu, baskın bir etkiye sahip tek bir gen tespit edilememiş, genetik geçişin karmaşık bir gen aktarımı ile olduğu düşünülmüştür (4). Bununla birlikte bozukluğun belirtilerinin ağırlığında genetik bir bağlantıdan çok doğum sonrası ve doğum öncesi birçok faktörün daha etkili olabileceği de öne sürülmüştür (3).

    Başlangıçta Tourette bozukluğunun gelişiminden yalnızca beyindeki bazal gangliyonlar sorumlu tutulmuştur. Ancak sonrasında yapılan çalışmalar beynin frontal korteks, talamus ve paralimbik bölgelerinin de bozukluğun gelişmesinde önemli bir rolü olduğunu göstermiştir. Tourette sendromu etiyolojisinde bazal gangliyonlar ve belirtilen beyin bölgelerinde meydana gelen anomalilerin bozukluğun ortaya çıkışında rol oynadığına yönelik güçlü kanıtlar mevcuttur (1).

    Etiyoloji: Çevresel ve psikososyal faktörler

    Tourette sendromunun gelişmesinde etkili olabilecek çevresel faktörlerden ilki hipotalamusta gelişen ısı düzenleme bozukluğunun, belirtilerin şiddetini artırdığına yönelik elde edilen bulgularla şekillenmiştir. Buna göre çevresel ısı değişiklikleri ve vücut ısısında meydana gelen değişimler tikleri geçici olarak artırabilmektedir (4).

    Tikler aynı zamanda psikososyal stres, kaygı, heyecan ve yorgunluk gibi faktörlerden de etkilenebilmektedir. Kişinin kendini gergin, kaygılı ve baskı altında hissettiği durumlarda tiklerin sıklığında bir artış gözlenmektedir. Yüksek sesle okuma yapmak, bir enstrüman çalmak, spor yapmak gibi odaklanmış dikkat ve motor kontrol sağlayan aktivitelerle beraber, gevşeme egzersizleri, el işi gibi oyalayıcı faaliyetler tikleri geçici olarak azaltabilmektedir (1). Olumsuz yaşam olayları tiklerin şiddetini erişkinlik döneminde artırsa da çocuklarda bir değişiklik yaratmamaktadır (4).

    Tourette sendromunun tedavisi

    Tik bozuklukların tanı ve tedavisinde tiklerin tanımlanması ve kontrol edilebilir hale getirilmesinin yanı sıra, eşlik eden bozuklukların belirlenmesi ve bunlarla ilgili psikolojik destek verilmesi de oldukça önemlidir (1). Tedavide ilaç tedavisi, cerrahi yöntem ve çeşitli davranışsal terapi teknikleri kullanılmaktadır.

    İlaç tedavisi

    İlaç tedavisinde tikler, tiklerin şiddeti ve eşlik eden psikolojik bozuklukların semptomları ayrı ayrı düşünülmeli, tedavileri buna göre planlanmalıdır. Şiddetli kompleks motor ve vokal tikler mevcutsa, kişi tikleri nedeniyle çevresindekiler tarafından alay konusu olmuşsa ve bunların sonucunda kendisini çevreden izole etmişse; DEHB ve OKB’nin belirtileri kişiyi yoğun bir kaygı durumuna sürüklemişse ilaç tedavisi uygun bir yöntem olmaktadır. Aynı zamanda kişi kendine zarar verme eğilimindeyse de ilaç tedavisi uygulanabilmektedir. Bunun yanında hafif ve orta şiddetli, geçici, kişinin sosyal yaşamını bozmayan tikler için ilaç tedavisi gerekmeyebilir (2). Tourette bozukluğunun farmakolojik tedavisinde en sık kullanılan ilaç grupları alfa iki reseptör agonistleri ve antipsikotik ilaçlardır (3).

    Cerrahi müdahale

    Hastanın kendine zarar vermesine neden olan, hayatını tehlikeye sokacak duruma getiren tiklerde veya ilaç tedavisine yanıt vermeyen bireylerde cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmektedir. Cerrahi girişimlerle tik şiddeti ve sıklığında yaklaşık %60 azalma; obsesyon, kompulsiyon, anksiyete, depresyon, sosyal çekiniklikte de azalma gözlendiği bildirilmektedir (2).

    Davranışçı terapi teknikleri

    Özellikle hafif tiklerde davranışçı terapi tek başına ya da ilaç tedavisine ek olarak önerilmektedir. Çoğunlukla kullanılan yöntemler negatif alıştırma (yorulana kadar istemli ya da zorla tikleri tekrar etme), koşullandırma tekniği (tiklerin olduğu dönemlerde ceza verme, azaldığı ya da olmadığı dönemlerde ödüllendirme), gevşeme teknikleri, duyarsızlaştırma, davranışı tersine çevirme (tiki oluşturan kasın zıt yönündeki kasları germe, ayna karşısında tiklere zıt yönde hareket etme gibi tiklerle çelişen davranışları tekrarlama) ve BDT (bilişsel davranışçı terapi) gibi tekniklerden oluşmaktadır (2).

    Tourette sendromunun ilk aşamalarında çocuk, aile ve çocuğun ilişkide bulunduğu okul ortamındaki öğretmenler bozukluğun ne olduğu, ne tür belirtiler gösterildiği konusunda bilgilendirilmelidir. Sendromun görünür belirtileri çocuğun ya da gencin okul başarısını, kişilerarası ilişkilerini ve yaşam kalitesini etkilemeye başladığında ilaç tedavisi ve ilaç tedavisine ek olarak terapi desteği öncelikli tedavi yaklaşımı olmaktadır. Tedavide temel hedef, tiklerin tamamıyla kaybolması değil çocuğun ya da gencin bu tiklerden dolayı duyduğu rahatsızlık hissi, utanç ve geri çekilmeyi en aza indirerek tiklerin kontrolünü sağlayabilir hale gelmesini sağlamaktır (3). Bunların yanında Tourette sendromlu bir çocuğu olan ebeveynlere de psikolojik destek vermek, karşılaştıkları sorunlar ve taşıdıkları duygusal yükü paylaşmalarını sağlamak da oldukça önemlidir.

    Görüldüğü üzere tik bozuklukları, özellikle de Tourette sendromu çok sık karşılaşmadığımız, belki de nasıl bir şey olduğunu zihnimizde canlandıramadığımız tuhaf bir durum olarak görülebilir. Ancak buna hiç de alışık olmayan belki de hiç anlamayan, anlamaya da çalışmayan insanların içinde bu sendromla yaşayan birçok kişi olabilir.

    Aşağıda Tourette sendromuna sahip genç bir kızın youtube kanalından günlük yaşamına dair hem eğlenceli, hem de Tourette’nin gerçek yüzün gösteren videolarını bulabileceğiniz kanalının linkini bırakıyorum (a).

    Aynı zamanda Türkiye’de bir farkındalık oluşturmak amacıyla kurulmuş, Tourette sendromuna sahip bireyleri bir araya getirmeyi hedefleyen Tourette sendromu gönüllüleri adlı bir topluluğun tanıtım videosuna (b) ve bu hareketin başlamasına öncülük eden sevgili Çağdaş İslim’in TEDx konuşmasına da (c) aşağıdaki linklere tıklayarak ulaşabilirsiniz. Tourette’nin şiddetli tiklerinin ne olduğunu hala tam anlayamadıysanız bir örnek olması açısından yine youtube üzerinden izleyebileceğiniz bir başka videoya da (d) yine aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz ki bu videoyu özellikle izlemenizi tavsiye ediyorum. Çünkü Tourette’nin ne olduğunu anlatmanın yanında, Tourette sendromu olan bir çocuğa sahip olmanın ebeveynler için ne anlama geldiğini de bizlere gösteriyor. Tourette ile yaşamak uzun ve yıpratıcı bir süreçken, bahsedilen videolar oldukça kısa ve çarpıcı.

    (a) Kendi Tourette hikayesini anlatan gencin youtube kanalı https://www.youtube.com/channel/UCNOume_VesWl0SxPJ9vXLTw

     (b) Tourette sendorumu gönüllüleri https://www.youtube.com/watch?v=MQK6ZvGfNvI

    Tourette Sendromu Göünllülerinin resmi internet siteleri: http://ttsg.co.nf/

    (c) Tourette sondrom gönüllüleri hareketini başlatan Çağdaş İşlim’in TEDx konuşmasıhttps://www.youtube.com/watch?v=2D4NR3TKixE

     (d) Tourette’nin şiddetli yüzüne bir örnek: https://www.youtube.com/watch?v=-yy6UUncUI0

    Referanslar

    Kaynaklar

    (1) Hesapçıoğlu, S. (2012). Çocuk ve ergenlerde tik bozuklukları: Klinik ve Etiyolojik Bir Bakış. Düşünen Adam Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Dergisi, 25(4), 858-867.

    (2) Özbek, S. E., Çelebi, Ö. Ve Saka, E. (2015). Tik bozuklukları, tourette sondromu ve tedavi. Türkiye Klinikleri, 8(2). 51-56.

    (3) Taner, H. A., Güney, E. Ve Taner, Y. (2013). Tourette bozukluğunda ilaç tedavisi. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 5(2), 246-259.

    (4) Ünal, D. Ve Akdemir, D. (2016). Tourette sendromunun nörobiyolojisi. Türk Psikiyatri Dergisi, 27, 1-12.

  • Aşk Çeşitleri Nelerdir?

    Pek çok insan, aşk denildiğinde, tek ve belirli bir deneyimden bahsedildiğini zannetmektedir. Psikoloji literatürü ise, “aşk çeşitleri” diye bir gerçekliği bize sunuyor. Bu yazıda, psikoloji literatüründeki en yaygın aşk çeşitleri sınıflandırmasını sizinle paylaşacağım.

    Bu yazı ile, aşka “çeşitlilik” açısından bakmanın önemini ve “aşk çeşitlerinin neler olduğunu” öğrenebileceksiniz.

    Hem duygusal ilişki sorunlarını konu edinen bireysel psikolojik danışmanlık uygulamalarımda, hem de ilişki (çift, evlilik) danışmanlığı uygulamalarımda gördüğüm şeylerden biri, pek çok insanın kendi aşk deneyimini, tek ve evrensel bir aşk deneyimi olarak algılamasıdır. Oysa, aşka dair tutumları birbirinden çok farklı pek çok insanla karşılaşmam, durumun hiç de öyle olmadığına dair inancımı pekiştiriyor.

    Muhtemelen herkes, aşka dair bir algıya sahiptir. Bu algı, kişisel deneyimlerimizden oluşabileceği gibi, etrafımızda gördüklerimizden, okuduklarımızdan ve duyduklarımızdan hareketle oluşmaktadır. Aşkın ne olduğu ile ilgili başlı başına bir içerik yazmayı planladığım için, bu yazıda aşkın ne olduğuna çok kısaca değinmek istiyorum.

    Aşk, kısaca nedir?

    Aşk, psikoloji literatüründe çok farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Ben burada, yazıya bir giriş mahiyetinde olması için bu tanımlardan sadece birini sizinle paylaşmak istiyorum: Aşk, yavaş gelişen, kısmen duygulara ve heyecanlara dayalı olan, insan hayatıyla birlikte başlayıp ömür boyu gelişerek yaşayan ve güçlü bir duygu olan; cinsel ilgi, çekicilik, arkadaşlık, dostluk, ihtimam ve bakımın sentezidir. Dediğim gibi, aşkın ne olduğuna dair ayrıntılı açıklamayı başka bir yazıya bırakıp, aşk çeşitleri odağımıza geri dönmek istiyorum.

    Psikoloji literatüründe, aşkın ne olduğuna ve aşk çeşitlerinin neler olduğuna dair çok farklı yaklaşımlardan bahsedilebilir. Yani, psikologlar, hem aşkın tanımına hem de aşkın çeşitlerinin neler olduğuna dair ortak bir düşünceye sahip değiller. Ben bu yazıda, aşk çeşitleri konusunda yaygın kabul gören bir sınıflandırmayı sizinle paylaşmak istiyorum.

    Aşkın çeşitlerini anlamamız konusunda bize yardımcı olacak olan, John A. Lee tarafından geliştirilen “Aşk Biçimleri” sınıflandırmasıdır. Lee, aşkın çok boyutlu bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiğini düşünmüş, ve araştırmalarını bu doğrultuda gerçekleştirmiştir.

    Aşk çeşitleri nelerdir?

    Aşk odaklı psikolojik araştırmalarda en çok kullanılan kuramlardan biri, Lee’nin Aşk Biçimleri Kuramıdır. Kanadalı bir sosoyolog John Alan Lee’nin kuramı yoğun bir alan yazın taramasına ve farklı yaş gruplarından ve cinsiyetten bireylerle yapılan görüşmelerin nitel analizine dayanır.

    Lee, “Seni seviyorum.” (I love you.”) sözüne herkesin farklı bir anlam yükleyebileceğini fark etmiş, bu yüzden de tek boyutlu aşk anlayışını reddetmiştir. Ona göre aşk, “doğal bir davranış olarak değil, öğrenilmiş bir yaşantı” olarak gerçekleşmektedir. Ben de, bu noktanın yazıyı okuyanların zihninde merkezi bir yer edinmesini umuyorum.

    John Alan Lee, teorisini geliştirme sürecinde aşk hakkındaki dört bin ifadeyi incelemiş, ve iki bin kişiyle de, aşk yaşantıları hakkında bireysel görüşmeler yapmıştır. Lee, çalışmaları sonucunda dokuz aşk biçimini tanımlamış; ancak ondan sonraki araştırmacılar, araştırmalarında bu aşk çeşitlerinin altı tanesini yoğun olarak kullanmışlardır. Zamanla Lee de, ihmal edilen üç aşk biçimiyle ilgili açıklamaların ve verilerin  belirsiz kaldığı yönünde görüş bildirmiş, ve araştırmacılara hak vermiştir.

    Lee, aşk kuramını açıklarken, renk analojisini kullanır. Nasıl ki doğada çok renklilik esastır, aşkta da çok boyutluluğu esas alabiliriz. Ona göre, üç temel renkten (kırmızı, sarı, mavi) bahsedilebildiği gibi, üç temel (birincil) aşk çeşidinden de bahsedilebilir. Söz konusu temel (birincil) aşk çeşitlerinden hiçbiri, bir diğerine indirgenemez. Bu birincil aşk biçimleri şunlardır:

    • Tutkulu aşk (eros),
    • Oyun gibi aşk (ludus)
    • Arkadaşça aşk (storge)

    Birincil aşk biçimlerinin ikili birleşimi sonucu ikincil aşk biçimleri oluşur. Arkadaşça aşk ve oyun gibi aşkın birleşimiyle mantıklı aşk (pragma), tutkulu aşk ve oyun gibi aşkın birleşimiyle sahiplenici aşk (mania), tutkulu aşk ve arkadaşça aşk birleşimiyle özgeci aşk (agape) oluşur.

    Temel renkler diğer renklerden üstün değildir; kırmızı turuncudan daha az ya da daha çok renkli ve/ya da daha az ya da daha çok değerli değildir. Aynı şekilde birincil aşk biçimleri de diğer aşk biçimlerinden daha iyi ya da kötü, daha az ya da çok değerli değildir.

    Lee’nin birincil ve ikincil olmak üzere sınıflayarak açıkladığı aşk biçimleri şunlardır:

    Birincil aşk çeşitleri nelerdir?

    Tutkulu aşk (Eros)

    Tutkulu (erotik) aşk, adını bir Yunan Tanrısı olan Eros’tan alıyor. Bu aşk biçimi ismini yunan aşk tanrısı Eros’tan alır. Aşkın fiziksel çekimle başlayan erotik yönünü vurgular. Lee’ye göre bu aşk biçiminin rengi kırmızıdır. Bu aşk, fiziksel çekiciliğe dayanan bir aşk türüdür. Genel olarak, çok güçlü bir fiziksel çekimle başlar, ve ilişkide kolayca cinsel yakınlaşma gerçekleşebilir.

    Tutkulu aşıklar, aşık olacakları kişilerin fiziksel özelliklerini bir kalıba koyup tasvir edebilirler. İlk görüşte aşka inanırlar. Onlar için aşık olmak, çok arzu edilen bir durumdur. Aşkları için, risk almaya hazırdırlar. Tutkulu bir aşığa, bir ilişkide kişilik özelliklerinin ya da entellektüel niteliklerin öneminden bahsetmek çok anlamlı olmayabilir.

    Tutkulu aşk çeşidini yaşayanlar, aşık olduklarında kendilerini çok daha genç hissedebilirler. Aşık olduklarında, deliksiz bir uyku uyur, tazelenmiş ve dinlenmiş olarak uyanırlar. Deliksiz uyku uyurlar ve tazelenmiş ve dinlenmiş olarak uyanırlar.

    Bu âşıklar genelde tek eşliliği tercih ederler, ve bir aşkı bitirmeden diğerine başlamazlar. Onlar için ilk çıkma, ilk öpücük gibi olayların bütün detaylarını hatırlamak önemlidir ve aynısını partnerlerinden de beklerler. Bu tür âşıklar
    partnerlerini memnun etmek için sürekli yeni yollar ararlar ve her zaman ellerinden gelenin en iyisini sergilerler. Aynı zamanda kendileriyle ilgili her şeyi ortaya koymak isterler ve aynısını partnerlerinden de beklerler.

    Aşkını tutkulu bir şekilde yaşayanlar, bir anda aşık olup ilişkilerini bir anda da bitirebilirler. Bu kişilerde yoğun bir heyecan vardır. Bir an önce karşılarındakinin ideal sevgili mi yoksa yanılsama mı olduğunu belirlemek isterler. Hemen duygusal ve cinsel yakınlık kurmak isterler.

    Tutkulu aşıklar için, tutkulu ve yoğun duyguların ifade edilmesi önemlidir. Partnerleriyle, yakın ve samimi bir ilişki yaşamak isterler. Partnerlerini her gün görmek ve onlarla konuşmak isterler. Aşkları bir anda bitebilse de, duygusal birlikteliklerinin bitmesinden çok fazla etkilenebilirler.

    Tutkulu âşıklar, ilişkilerinde çok fazla kaygılı değildirler ve aşkta karşılaşılabilecek risklere hazırdırlar. Oldukça sevecen ve iletişime açıktırlar. Duygusaldırlar ve ilişkilerine güvenli bir biçimde bağlanabilirler. Tutkulu bir biçimde âşık olsalar bile, birlikte oldukları kişilerin olumsuz yönlerini görebilirler ve duygularını onlara farklı yollardan açıklamaya çalışırlar. Böyle kişiler genellikle eşlerinin kusurlarının farkına varırlar. Ek olarak, tutkulu âşıklar ilişkilerinde saplantılı ve kıskanç değildirler, genellikle özel bir ilişki yaşamak isterler.

    Oyun gibi aşk (Ludus)

    Birlikte oldukları kiĢilere yaĢantılarında çok yer vermedikleri, geleceğe iliĢkin beklenti oluĢturmaksızın iliĢkilerini devam ettirmeye çalıĢtıkları için, diğer tipler, oyun gibi aĢkı bir aĢk çeĢidi olarak kabul etmeyebilirler. Örneğin tutkulu tipler oyun gibi aĢkta bağlılığın olmayıĢını küçümserler, daha geleneksel tipler haz odaklı ve rastgele cinsel iliĢkiyi içerdiğini düĢünüp eleĢtirirler. Bununla birlikte oyun gibi aĢk basit bir cinsel birliktelikten oluĢmaz. Gerçekte cinsel haz, oyun gibi aĢkta harcanan zaman ve çabanın çok küçük bir kısmını oluĢturur. Doyum sadece ödülü almaktan değil, oyun oynamanın kendisinden gelir.

    Ludus kelimesinin Eski Yunancadaki karşılığı “oynamak”tır.  Oyun gibi aşk (Ludus), eğlenceli, oyunu andıran aşkları anlatan, bağlayıcılığı düşük, eğlencesi ön planda, kısa süreli ve çok eşliliğe açık bir aşk biçimidir.

    Lee’ye göre, aşkı bir oyun gibi görenler, birlikte oldukları kişilerin hepsini eşit düzeyde sevdiklerine inanabilirler. Bu durum onlar için sorun değildir. Bunlar, birlikte oldukları kişinin aşırı kıskanç olmasını istemezler; çünkü böyle bir sevgilinin aşkın eğlencesini bozacağını düşünürler. Tutkulu aşıkların aksine, fiziksel olarak ideal bir tipleri yoktur. Sevgililerine bağlanmadıkları gibi kendilerine bağlanılmasını da istemezler. Çok fazla yakınlaşmaktan rahatsız olabilirler. Sevdikleri yanında değilse, yanındakileri sevebilirler.

    Aşkı bir oyun gibi görenler için, bağlanma olmaksızın cinsellik normal (ve belki de gerekli) bir deneyimdir. İlişkileriyle ilgili olarak geleceğe dair planlar yapmaktan kaçınırlar. Dahası, herhangi biriyle çok fazla zaman harcamaktan ve dolayısıyla bağlanmaktan kaçınırlar. İlişkilerinin nereye gittiği ya da duyguları konusunda konuşmazlar. Aşk, yaşamlarındaki en önemli etkinlik değildir.

    Bu aşk tutumuna sahip olanlar, karşılarındaki kişi bir oyunmuşçasına aşkla oynayan, benmerkezci oyunculardır. En az bedelle en büyük ödülleri kazanmaya çalışırlar. Stratejilerden hoşlanır ve aynı anda birden çok kişiyle çıkıyor olabilirler. Bağımlılıktan veya vaatte bulunmaktan kaçınırlar. Birlikte oldukları kişilerin zorluklarıyla baş etmek yerine, yeni bir partner bulmayı tercih edebilirler.

    Aşkı bir oyun gibi yaşayanlarla flört, eğlenceli olabilir. Ancak ilişki stabil bir hal almaya başlatınca, sorunlarla karşılaşılabilir. Çünkü bu aşıklar, sürekli bir ilişki için uygun değildirler. Bu âşıklar sahiplenici veya kıskanç değildirler. Derinlerde bulunan yanlarını ortaya koymazlar ve partnerlerinden de bunu beklemez veya istemezler. Kendi kendine yeten ve talepte bulunmayan partnerler ararlar. Ayrıca ilişkilerde kendilerini takıntılı hissetmezler ve birlikte oldukları kişileri çok sık görmek istemezler.

    Oyun gibi aşk biçiminde âşık olanlar genellikle sosyal, kendine güvenen, büyüleyici ve iyi bir dinleyici özelliklerine sahiptirler. Bu aşk biçimine sahip kişiler, aşkı oynanacak bir şey gibi görür ve oyun oynamayı derin duygularla bağlanmaya tercih ederler. Aşkın ciddiye alınacak bir şey olmadığını, sadece eğlence amaçlı olduğunu düşünürler.

    Oyun gibi aşk biçimine sahip kişiler, deyim yerindeyse tutkulu aşk biçiminde olduğu gibi aşkın ateşiyle yanmazlar ve hiçbir zaman aşık olduklarını dile getirmeyebilirler. Onlar için aşık olduğu kişiye bağlanmak bir amaç değildir. Çok ciddi ilişkilerini bitirmiş kişilerin de bir müddet oyun gibi aşk biçimine sahip kişiler gibi hareket ettiği görülmektedir; ancak bu geçici bir durumdur.

    Arkadaşça aşk (Storge)

    Eski Yunanca’da, aile bireylerinin birbirlerine duyduğu sevgiyi anlatmak için storge kelimesi kullanılırdı. Lee, bu kelimenin anlamından yola çıkarak, belirli bir aşk biçimini arkadaşça aşk olarak adlandırmıştır.

    Lee bu aşk biçimini, kargaşa, erotizm ve çılgınlığın olmadığı; dinginlik ve sakinlik üzerine kurulu bir aşk olarak niteler. Bu aşk biçiminde birbiriyle arkadaş olarak ilişkilerine başlayan iki kişi zamanla aşık olurlar; eğer aşkları biterse yeniden eski arkadaşlık günlerine geri dönebilirler.

    Arkadaşça aşk biçiminde amaç evliliktir. Arkadaşken anlaşabildiklerini, uyumlu olduklarını görüp ilişkiye başlayan âşıklar, bu ilişkinin evliliğe kadar gidebilecek olduğunu düşünürler. Cinsel ilişkiden çok arkadaşlığa ve birlikteliğe değer verirler. 

    Arkadaşça aşk biçimi ihtirasa değil benzerliğe, birbirini gözetmeye ve ilgileri paylaşmaya dayanan, arkadaşlığın ön planda olduğu, zamanla gelişen aşk biçimidir. Bu aşk biçimine sahip kişilere “Ne zaman aşık oldunuz?” diye sorarsanız net bir cevap alamayabilirsiniz. Çünkü, aşkları anlık değil, zamanla gelişen bir deneyimdir.

    Arkadaşça aşık olanlar, birlikte olacakları kişinin fiziksel özelliklerine öncelik vermezler. Onlar için, uyum ve birlikte oldukları kişi ile çeşitli etkinlikleri paylaşmak önemlidir. Onların aşkları, benzerlik ve birbirini gözetmeye dayanır ve zamanla gelişir. Onlar, ilişkiye başladıkları kişiyle ortak ilgileri, değerleri ve hayat görüşleri olmasını
    önemserler.

    Bu aşk biçimini yaşayanlar, aşklarını dürüstlük ve sadakat üzerine kurarak geliştirirler. Bunların, ilişki doyumları ve yakınlık duyguları yüksektir. Ayrıca bu kişilerin, özsaygıları, nevrotiklik, dışadönüklük ve dürtüsellikleri çok düşük olabilir.

    Arkadaşça âşıklar, ilişkilerinde rahatlık arayan, oldukça sevecen kişilerdir. Sevgililerinin yokluğunda, takıntılı ya da kaygılı değildirler.

    Arkadaşlık üzerine temellenen bir aşk biçimi oluşu, arkadaşça aşkı diğer aşk biçimlerinden ayırır. Bu aşk biçimi, tahmin edilebilir bir yaşama işaret eder. Tutkulu aşkta görülen yanlış anlamalar, ayrılıklarda yazılan mektuplar ve şiirler, ya da oyun gibi aşkta görülen çabuk sıkılma ve yeni heyecanlar arama arkadaşça aşkta görülmez. Coşku yoktur; fakat iniş çıkışlar ve üzüntü de yoktur. Bu tip âşıkların aynı görüşte olmamaları ya da kavgaları nadirdir. Sevgilinin uzun süreli yokluğu aşığı daha az strese sokar. BU aşka sahip olanlar, uzun ayrılıklara katlanabilirler. Ayrılsalar da iyi arkadaşlar olarak kalabilirler.

    Arkadaşça aşk, ilk etapta oyun gibi aşkı çağrıştırabilir. Çünkü, her ikisinde de büyük bir tutkudan bahsedemeyiz. Ancak, aşkı oyun gibi gören bir kişi yoğun hislerden kaçınır. Oysa, arkadaşça aşkı yaşayan birisi, yoğun duygulardan kaçınmak için özel bir çaba sarf etmez. Onun  için tutku, paylaşımla birlikte, zamanla gelişebilen bir şeydir.

    Tutkulu aşkta cinsellik ilişkinin en başında ortaya çıkarken arkadaşça aşkta çok sonraları ortaya çıkar. Tutkulu aşk ve arkadaşça aşk için şu benzetme anlamlı olacaktır: Tutkulu aşk âşıkları denizi gördükleri gibi suya atlarken arkadaşça aşk âşıkları önce ayaklarını sokup suya alışmaya çalışırlar.

    İkincil aşk çeşitleri nelerdir?

    Yazının giriş kısmında da belirttiğim gibi Lee, bu üç aşk biçiminin değişik bileşimleri ile ikincil aşk biçimlerinin
    ortaya çıkabileceğine işaret etmiştir. Mesela, mantıklı aşk (pragma), arkadaşça aşk ve oyun gibi aşkın bir bileşimidir. Sahiplenici aşk (mania) tutkulu aşk ve oyun gibi aşkın; özgeci aşk (agape) ise tutkulu aşkla arkadaşça aşkın bir bileşimidir. Şimdi bu, ikincil aşk çeşitlerine değinelim isterseniz.

    Mantıklı aşk (Pragma)

    Mantıklı aşk (pragma), ‘arkadaşça aşk’ ve ‘oyun gibi aşk’ türlerinin bir bileşiminden oluşur. Bu aşk türünde, birlikte olunacak kişinin eğitsel, mesleki, dini ve ailevi gibi özellikleri önemsenir. Söz konusu özelliklerin, uyumuna etki edeceğine inanılır.

    Mantıklı aşk ilişkisi yaşayan kişiler, bir ilişkiye başlamadan önce, ilişki yaşayacakları kişide olması gereken özelliklere dair bir düşünceye sahip olurlar. Birlikte olacakları kişide belirli özellikleri ararlar.  Bu tutum, onları ilişkinin getirebileceği bazı risklerden uzak tutmuş olur. Mantıklı aşıklar, ilişkilerini karşılıklı bağlılık ve düşünceli davranışlar çerçevesinde sürdürmeyi ve arkadaşça âşıklar gibi ilişki içinde arkadaşlıklarını geliştirmek isterler.

    Mantıklı aşk biçimine sahip kişiler, mantıklı ve gerçekçidir. Partnerinin varlığına ve konumuna göre ona değer biçer ve onun ekonomik olarak güvenilir olmasını ister.

    İlk bakışta mantıklı aşk, çok soğuk ve duygulardan yoksun görülebilir. Ancak, mantıklı aşk biçimine sahip kişiler, ölçütlerine uygun kişileri seçtikten sonra anlaşabileceklerini ve duygularına izin verebileceklerini düşünürler. Bu aşk biçimi, ailelerin ölçütlere göre çocuklarını tanıştırmalarına benzer. Bizim kültürümüzde de var olan, görücü usulü tanışmayı ve evlilikleri bu aşk biçimine örnek olarak gösterebiliriz.

    Mantıklı âşıklar, sosyal etkinlikleri ve programları, birileriyle tanışmak için araç olarak kullanabilirler. Aşkı arkadaşlık ilişkisi gibi görenler ise, hoşlandıkları için etkinliklere katılırlar ve orada ilgilerini paylaştıkları kişilerle tanışma fırsatı bulurlar. Bu açıdan baktığımızda, mantıklı aşıkların partner seçimi bilinçli olduğu halde, aşkı arkadaşça yaşayanların seçimi bilinçsizdir. Yani, mantıklı aşık, belirli özelliklere sahip bir partnerin peşinde olur, arkadaşça aşık ise böylesi bir arayışta olma; fakat insani olarak yakın olabileceği biriyle (kendiliğinden) aşk yaşayabilir.

    Mantıklı âşık, pek çok şeyi paylaşabileceği (arkadaşça aşk özelliği) ve bilinçli bir şekilde manipüle edebileceği (oyun gibi aşk özelliği) bir partner seçer. Yani mantıklı aşk daha çok üretilmiş bir arkadaşça aşktır. Şayet ilişki yürümezse, mantıklı âşık akılcı davranacak ve aşkı oyun gibi gören bir tarz takınarak, ölçütlerine uygun bir başkasını arayacaktır.

    Sahiplenici aşk (Mania)

    Mania, Eski Yunancada, “tanrılardan gelen delilik” anlamında olup çoğunlukla takıntı ve delilik gibi psikolojik bozuklukları anlatmada kullanılan bir kelimedir. Manik aşk, içinde kıskançlık, güvensizlik, takıntı, biraz da psikolojik hastalık barındıran bir aşk çeşididir.

    Sahiplenici âşıklar güçlü bir cinsel çekim ve yoğun duygular yaşarlar. Bu aşk biçiminin tutkulu aşktan farkı, âşık olan kişinin fazlasıyla kıskanç ve kaprisli olması ile ilgi ve düşkünlüğe ihtiyaç duymasıdır. Sahiplenici âşıklar çok mutlu olmak ve depresyon arasında gidip gelirler. Partnerlerinin en ufak bir yokluğunda kaygı ve dargınlık göstermeleri kaçınılmazdır. Lee’nin tanımladığı aşk biçimleri arasında sahiplenici aşk, bazılarına göre, en az görülmekle birlikte en kolay fark edilebilen aşk çeşidi olarak kabul edilir.

    Sahiplenici aşk biçimine sahipseniz, tipik olarak partnerinizin sizi sevip sevmediğinden emin olamaz ve onun bağlılığını test etmek için ona oyunlar oynayabilirsiniz. Sürekli olarak duygusal iniş çıkışlar yaşayabilir ve çok mutlu olmakla depresif olmak arasında gidip gelebilirsiniz.

    Sahiplenici bir aşıksanız, aşkınız için her şeyi göze alabilirsiniz. Partnerinizle ilgili çok çabuk gelecek hayalleri kurmaya başlar ve onu her gün görmek isteyebilirsiniz.  Partnerinize olan aşkınızı ve bağlılığınızı ona göstermek isteyebilirsiniz.

    Bu aşk biçimi tutkulu aşk ve oyun gibi aşk biçimlerinin birleşimi olarak görülmektedir. Bir kişinin aşkıyla meşgul olma yönüyle tutkulu aşka, fiziksel tutku yönüyle de oyun gibi aşka benzemektedir.

    Sahiplenici âşıklar ilişkilerinde yoğun bir biçimde duygusaldırlar ve aşık olmaya güçlü duygusal gereksinimleri vardır. İlişkilerine pek güvenmezler ve sürekli olarak birlikte oldukları kişiyi kaybetme korkusu yaşarlar. Ek olarak, sahipleniciler aşkın zor ve acılı olmasından da korkar, aşkın heyecanını yaşamaktan hoşlanırlar. Çok kıskançtırlar ve
    eşlerinin ilişkiye kendilerinden daha fazla bağlanım göstermesini isterler. İlişkileri sorunlu bile olsa, genelde onu bitiremezler, ilişkiyi bitiren genellikle eşleri olur. Ayrılığın olumsuz etkilerini uzun süre üzerlerinden atamaz, ilişkilerinde ve ilişki bittikten sonra acı çekmekten hoşlanırlar.

    Sahiplenici âşıklar, hislerinin yoğun oluşu ve ideal bir sevgili bulma konusundaki ısrarları noktasında tutkulu âşıklara benzerler. Ancak, tutkulu âşıklar hayal kırıklığı yaşadıklarında kendilerine olan güvenlerini kaybetmedikleri halde, sahiplenici âşıklar, ikilem yaşarlar ve kendilerine olan güvenlerini kaybederler. Tutkulu âşıklardan farklı olarak istediklerini tam olarak ifade edemez, kendilerini çaresiz ve duygularını kontrol edemeyen kişiler olarak görürler. “Bir yandan seviyorum onu, bir yandan da nefret ediyorum ondan.”, “Bu ilişkiyi, bana zarar verdiğini bildiğim halde bitiremiyorum.” gibi cümleler, sahiplenici aşıklar tarafından duyulabilir.

    Sahiplenici âşıkların,  oyun gibi aşkın kuralları ile tutkulu aşkın duygularını sürdürmeye çalıştıkları söylenebilir. Ancak genel olarak ikisinden de başarısız olurlar. Kendilerini aşklarına (partnerlerine) o kadar muhtaç hissederler ki, ilişkilerini akışına bırakamazlar; bu da ironik bir şekilde onları mutsuz bir sona sürükler.

    Özgeci aşk (Agape)

    Özgeci aşıklar, karşısındakini kusurlarına rağmen sever, onun iyiliğini kendi iyiliklerinin önünde tutarlar. Özgeci aşk, bazıları tarafından en ideal aşk biçimi olarak kabul edilir.

    Özgeci aşkta, aşkı sunmak esastır. Çünkü bu, herkesin hakkıdır. Bu aşk çeşidinde, aşkı hissetmek bir görev gibi algılanır. Ancak özgeci  aşık, bir beklenti içinde olmaz. Aşkın güzel olması gerektiğine inanmakla birlikte, birlikte oldukları kişinin kendi gereksinimlerini karşılamasını beklemezler. Ancak kendilerini kurban olarak da görmezler.

    Özgeci aşıkların, fiziksel görünüm açısından genellikle belirgin bir tercihleri yoktur. Genellikle bağışlayıcı ve destekleyicidirler.

    Özgeci aşıklar, ilişkilerinde dürüstlüğe çok önem verirler. Bununla birlikte, çok fazla duygusal değildirler.

    Özgeci aşk; arkadaşça aşk ve tutkulu aşk biçimlerinin karışımıyla meydana gelmiştir. Lee’ye göre bu aşk biçimi, sürekli bir sabır ve uysal bir ilgi ile mükemmel sevgili imajını barındırır.

    Özgeci aşk kendini düşünmeyip karşısındakini düşünen ve kendini feda eden yaklaşımıyla anlaşılabilir. Özgeci âşıklar partnerlerine karşı destekleyici, affedici ve kendini adamış âşıklardır. Lee’ye göre bulunması en zor olanlar özgeci aşıklardır. Özgeci aşıklar, partnerlerine karşı oldukça affedici, destekleyici ve bağlıdırlar. Kendi istek ve
    arzularını partnerleri için kolaylıkla ikinci plana atabilirler.  Özgeci âşıkların ilişki doyumları ve bağlılıkları oldukça yüksektir. Bir kişiye âşık olmuş ve sonrasında hiç evlenmemiş kişiler çoğunlukla bu aşk biçimine sahip kişilerdir.

    Özgeci aşıklar, tutkulu âşıklar gibi yoğun duygular hissederler, arkadaşça âşıklar gibi sabırlı ve kararlıdırlar. Özgeci âşıklar başlangıçta partnerlerine çekim hissederler; fakat bu çekim hissi tutkulu aşktan farklı olarak fiziksel heyecan belirtilerini içermez. Tutkulu âşıkların tersine özgeci âşıklar çok az kıskançtırlar ya da hiç kıskanç değildirler. Âşık oldukları kişinin diğer eylemlerinden yeterince doyum bulabildiklerinden, aşklarının karşılık bulup bulmaması onlar için önem taşımaz.

    Lee’ye göre, çiftlerin aşk biçimlerinin benzer (aynı değil) olması, ilişki doyumunu ve uyumu artıran bir faktördür. Mesela, çiftlerden birinin aşkı oyun olarak gördüğü, diğerinin de ilişkiye saplantılı bağlandığı yani sahiplenici aşk biçimi olduğu düşünülecek olursa bu koşullarda, oyun gibi aşk biçimi olan bireye, partneri çok fazla ilgi gösterecek, ısrarcı ve kıskanç olacaktır. Aşkı oyun gibi gören kişi ise, ilişkisinde özerk olmak isteyecek, karşı tarafın beklentilerini engellenme olarak algılayabilecektir. Bu da, ilişkiyi bir çıkmaza sokabilecektir.

    Uyumsuz ilişkiye bir başka örnek ise, arkadaşça ve sahiplenici aşk biçimlerine sahip çiftlerin ilişkileri olabilir. Bu çiftlerin ilişkilerinde karşılaştıkları sorunları ele alışları ve birbirlerinin davranışlarına ilişkin yüklemeleri farklılaşabilmektedir.

    Bu modelde aşk çok boyutlu incelenerek ilişkilerde hissedilebilecek duygular sınıflandırıldığı için ilişkilerdeki olumlu ve olumsuz yaşantıların açıklanabilmesi söz konusu olmaktadır. Lee’ye göre aynı aşk biçiminden âşıklar başlangıçta iyi geçinseler bile zaman içinde bu durumdan sıkılabilirler. Bu nedenle aşk biçimi benzer ama tam
    olarak aynı olmayan partnerlerle kurulan ilişkiler daha başarılı olabilir. Diğer taraftan gereksinim ve beklentiler doğrultusunda ciddi çatışmaların yaşandığı ilişkilerin, zorlu ve travmatik deneyimler barındırma olasılığı da oldukça yüksek görünmektedir.

    Lee’ye göre aşk biçimleri, dinamik dinamik bir özellik taşırlar ve zamanla değişebilirler. Ona göre kişilerin içselleştirdikleri belirli kültürel değerler ve idealler değiştikçe aşk ilişkileri de değişebilir. Bana göre, aşk ilişkisini değiştirebilecek önemli bir etken de psikolojik danışmanlık olarak düşünülebilir.

    Bu kadar uzun bir yazıyı okuduğunuz için sizi tebrik ederim 🙂 Umarım yazı, zihninizde aşk çeşitleri hakkında bir pencere açılmasına yardımcı olmuştur.

    Yazı ile ilgili yorumlarınızı, yazının yorum kısmından benimle paylaşabilirsiniz. Muhabbetle kalın.

  • Filofobi (Aşık Olma Korkusu): Nedenleri, Belirtileri ve Tedavisi

    Dünyadaki çoğu insan hayalini bile kuramadıkları ölçüde büyük bir sevgiyle kuşatılmak isterler. Bu yüzden aşk, hemen herkes için güzel bir hediyedir. Aşkın güçlü çekim gücü bazıları için korkutucu olabilmektedir. İşte bu aşık olmaya karşı hissedilen, makul olmayan korku ve endişe durumuna filofobi adı verilir.

    Filofobinin kökeni, Yunancada “sevmek” ya da “sevgili” anlamına gelen “filos”tur. Filofobik biri, romantik ilişkinin yanı sıra her türlü bağlanma ve duygusal ilişkiden kaçınabilir. İçinde bazı duyguları hissetse bile, başkalarıyla herhangi bir duygusal bağ oluşturmayı önlemek için mümkün olan her yolu dener. Aşktan duyulan bu korku duygusal bir engel teşkil etmez; ancak fiziksel belirtilere sahip olabilir ve kişinin yaşamı boyunca anlamlı ilişkilerden kaçmasına neden olabilir.

    Filofobi nedenleri nelerdir?

    Diğer fobiler gibi, filofobinin de çeşitli birçok sebebi vardır. Travmatik, olumsuz bir deneyim bu korkunun kökeni olabilir. İnsanlar Kraliçe Elizabeth’in korkusunun sebebinin annesi Anne Boleyn’in babası Kral 8. Henry tarafından aşk uğruna öldürüldüğünü görmesinden kaynaklandığını düşündü. İstemediği “sorunlu” eşlerinden kurtulmak onun için sorun değildi. Ayrıca, çocukken ebeveynlerin boşanmasına, kavgalarına ya da aile içi şiddete tanık olunması yetişkinlikte filofobiye sebep olabilmektedir. Hatta aşk hayatında ve ilişkilerinde sorunlar yaşayan ve üzülen birine şahit olmak bile aşk düşüncesinden huzursuz olmaya yol açabilir.

    Filofobiye aynı zamanda kültürel veya dini nedenler de sebep olabilir. Bazı kültürler veya dinler, kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkileri, eşcinsel çiftleri veya herhangi bir romantik bağı yasaklar. Bu inançlar bazen o kadar körü körüne olur ki uymayanları şiddetle tehdit edebilirler. Bu nedenle, sevgi veya evlilik düşüncesinin aileleri ve toplulukları tarafından bu normlara ve kurallara tabi olan kişiler arasında büyük bir endişe ve paniğe neden olması şaşırılacak bir şey değildir.

    Reddedilme ya da ayrılma korkusu da, filofobi hastalarının ilişki kurmalarını engelleyebilir. Bu durumlardan birinin getirdiği utanç, birinin bir bağ kurmasını ve sevgiye izin vermelerini önlemek için yeterli olabilir. Ayrıca, eğer bir kişi daha önce depresyon ya da anksiyete yaşamışsa, özgüven eksikliği ve olumsuz zihniyet nedeniyle bu fobiye daha fazla eğilimli olabilir.

    Filofobi, sevgi ve ilişkileri içeren daha önceki travmatik bir deneyimle yakından ilişkilidir. Eğer kişi, boşanma gibi geçmiş bir ilişki başarısızlığına sahip ise, bu filofobiye neden olabilir. Filofobi, aynı zamanda kişinin ebeveynlerin çocuklarıyla olan ilişkisinde inişli çıkışlı bir yetişmenin de sonucu olabilir. Üstelik bir başkasının ilişkisindeki başarısızlığa ve problemlere tanıklık etmek, kişinin sevgi dolu bağ oluşturmak için aşırı endişe yaratmasına neden olabilir.

    Birçok kültür ve dinde, karşı cinsle evlilik öncesi sevgi dolu bir ilişki yaşamak günah olarak görülüyor. İnançlar, bu normlar ışığında gelişirse, insanların acımasızca cezalandırıldığı ölçüde ciddi olabilir. Bu, bir insanda aşık olmak için aşırı korku ve sinirlilik yaratabilir.

    Bir kişi, depresyon geçirmişse, insanlarla sevgi dolu ve güvenilir bir bağlantıya sahip olmak için kendine daha az güvenir ve gergin hissedebilir. Depresyon, zihni zayıflatır ve kişinin benlik saygısını olumsuz etkiler. Bir kişi depresyondaysa, insanlardan kendisini izole etmek ve sevgi dolu bağlardan kaçınmak eğilimindedir.

    Filofobi belirtileri nelerdir?

    Filofobi kendini çeşitli şekillerde gösterebilir. Bazıları filofobikler, kendilerini başkalarına açmaktan, birileriyle yakınlaşmaktan veya herhangi bir ilişki kurmaktan kaçınır. Diğerleriyse ilişki kurabilir; ancak endişeleri onları, ilk etaptaki reddedilme korkusu döngüsüne kapılıp, aşırı sahiplenici olmak veya insanları kendilerinden uzaklaştırmak zorunda bırakabilir. Çoğu kişi normal yaşama geri dönebilir ve başka bir ilişki aramayı başarabilir; ancak filofobik biri, kendisini bu döngüde sıkışmış gibi görür ve psikolojik durumu, onu, diğer insanlardan uzak tutabilir.

    Filofobide görülen yaygın belirtiler şunlardır:

    • Aşık olmak ve ilişki sahibi olmak konusunda aşırı endişe ve sinirlilik
    • İç hislerini mümkün olduğunca bastırmak
    • Parklar ve sinema salonları gibi çiftlerin bulunduğu yerlerden tamamen kaçınma
    • Evlilikten ve başkalarının düğünlerinden de kaçınmak
    • Aşık olabilirim endişesiyle dış dünyadan izolasyon
    • Çarpıntı, kalp atışlarının hızlanması, nefes darlığı, terleme, uyuşma, bulantı ve hatta aşk ve romantizm ile ilişkili herhangi bir şeyle karşı karşıya kalırken bayılma gibi fiziksel bulgular.

    Filofobinin fiziksel belirtileri

    • titreme
    • ağlama
    • düzensiz kalp atışı
    • bulantı
    • nefes darlığı
    • aşırı terleme
    • uyuşma
    • yerinde duramama
    • göğüs ağrısı
    • bayılma

    Aşırı kaçınma davranışı herhangi bir fobinin işaretidir, bu nedenle filofobiden muzdarip bir kişi, ilişki kurma, evlilik (diğer insanların evliliğinden bile) park ve sinema salonları gibi çiftlerin olması muhtemel yerlerden kaçınacaktır. Bu sıkıntı, filofobi olan bir kişinin kendisini izole hissetmesine ve diğer insanlardan kopmasına neden olabilir.

    Doktora ne zaman gitmelisiniz?

    Filofobi garip fobilerden biri olabilir; ancak aynı şekilde ciddidir. Filofobik bir insan, izole bir hayat sürdürebilir ve kendi içinde derin sıkıntılar yaşayabilir. Yukarıdaki belirtiler kayda değer bir zaman aralığına sahipse, örneğin altı aydan uzun sürmüş ve yaşamınızın rutin gidişatını kesintiye uğratıyorsa, bir doktordan yardım istemenin zamanı gelmiştir.

    Filofobi tedavisi nasıldır?

    Psikoterapiler ve ağır vakalarda ilaçlar filofobi tedavisinde faydalı olmaktadır.

    Filofobi tedavi seçenekleri nelerdir?

    Bilişsel-Davranışçı Terapi

    Bilişsel Davranışçı Terapi, muhtemelen filofobi yaşayan biri için en ideal tedavi yöntemidir. Genellikle, aşık olunduğunda gerçekleşebilecek temel düşünceleri ve imgeler kaygının ana nedeni olabilir. Bilişsel Davranışçı Terapi, insanın bu düşünceleri ve fobiyi nasıl yarattığını tanımaya yardım eder. Psikoterapist düzenli konuşma ve paylaşma oturumları düzenler ve kişinin bakış açısını sevgiye çevirir. Terapist, olumlu davranışlar inşa etmeye rehberlik eder ve endişe için hoşgörüyü artırır.

    Maruz Kalma Terapisi

    Bu, aynı zamanda filofobi için etkili bir tedavi terapisi olabilir. Terapist, kişinin önünde romantik tarihler veya biriyle etkileşim halinde olan romantik filmler gibi benzer bir sahne hazırlar ve kişinin ona tepki verme biçimini inceler. Sonunda, kişi normal maruz kalma oturumları yoluyla sevgi ihtimaline karşı endişe ve korku doğasını azaltabilir.

    İlaçlar

    Şiddetli durumlarda, ilaçlar bir kişide sıkıntıyı kontrol etmek için yararlı olabilir. Yaygın olarak kullanılan ilaçlar, kişinin üzücü ve umutsuz duygularını kontrol etmek için anti-depresan ilaçlardır. İlaç tedavisi ile ilgili şunu hatırlatmak isteriz ki, ilaç tedavisi sadece ve sadece hekim (psikiyatrist) tarafından gerçekleştirilir.

    Siz de aşkla ilgili korku ve deneyimlerinizi yazının yorum kısmından bizimle paylaşabilirsiniz.

    Kaynak

    Philophobia Fear of Falling in Love – Causes, Symptoms and Treatment