Yazar: admin

  • Otizm spektrum bozukluğu nedir?

    Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB), belirtileri gelişimin erken dönemlerinde ortaya çıkan, çoğunlukla etkileri yaşam boyu devam eden; bireyin sosyal etkileşim ve sosyal iletişim becerilerinde kalıcı bozukluklar, sınırlı, tekrarlayıcı davranışlar ve kısıtlı ilgi ile karakterize olan nörogelişimsel bir bozukluktur (4,5).

    Otizm spektrum bozukluğunun kısa tarihi

    İlk kez 1943 yılında psikiyatrist Leo Kanner tarafından tanımlanmıştır. Kanner bir çalışmasında zihinsel yeti eksikliği ya da şizofreni hastası olan çocuklar gibi davranmayan, ancak belirli rahatsızlıklar gösteren 11 çocuğu izlemiştir. Gözlemlediği dışarıdan gelen hiçbir şeyi umursamayan, dışarıda olup bitenlerle ilgilenmeyen, aşırı derecede otistik yalnızlık gösteren bu çocukların sendromunu “erken çocukluk otizmi” olarak tanımlanmıştır. Kanner, en temel belirti olarak otistik yalnızlığı ileri sürmüştür. Bu çocuklar doğduklarından beri kimseyle olağan bir ilişki kurmamışlardır. Dil becerileri oldukça zayıftır ve kendileriyle ilgili olan şeylerin hep aynı kalmasına yönelik obsesif bir ısrarları vardır. Kanner’in ve kendisinden sonra gelen araştırmacıların tanımlamaları ve ilgilerine rağmen, 1980 yılında DSM 3’te “otistik bozukluk” olarak yer alana kadar otizm resmi olarak tanınmamıştır (3).

    DSM 4’te Yaygın Gelişimsel Bozukluklar başlığı altında sınıflanan otistik bozukluk, Asperger sendromu, çocukluk dönemi dezintegratif bozukluğu ve başka türlü adlandırılamayan yaygın gelişimsel bozukluk tanıları DSM 5’te Otizm Spektrum Bozukluğu adında tek bir sınıflandırma altında yer almıştır. Bu birleştirmenin temel nedeni, yapılan güncel çalışmalarla bu bozuklukların benzer klinik özellik ve etiyoloji gösterdiklerinin kanıtlanmasıdır. “Spektrum” tanımlaması bu bozuklukların farklı şiddet ve derecelerde görülebilen geniş bir yelpazede değerlendirilebileceğini ifade etmektedir (3).

    Otizm spektrum bozukluğu DSM-5 tanı kriterleri

    A. Aşağıdaki belirtilerdeki gibi sosyal iletişimde ve sosyal etkileşimde yetersizlikler:

    •Göz göze gelme, yüz ifadesi, beden dili gibi sözel olmayan davranışlarda yetersizlik

    •Yaşıtlarıyla gelişim düzeyine uygun ilişkiler geliştirmede yetersizlik

    •Diğer kişilere yaklaşmama, karşılıklı sohbet edememe, ilgilerin ve duyguların azalmış paylaşımı gibi sosyal ya da duygusal karşılık vermede yetersizlik.

    B. Aşağıdakilerden en az birinin varlığı ile kendini gösteren kısıtlı, yineleyici davranış örüntüleri, ilgiler ya da etkinlikler:

    •Basmakalıp ya da yineleyici konuşma, motor hareketler ve nesne kullanımı

    •Sözel ya da sözel olmayan davranışta rutinlere, ritüellere sıkı sıkıya uyma ya da değişime karşı aşırı derecede direnç gösterme

    •Eşyaların parçalarıyla sürekli uğraşma ya da üzerinde odaklanma açısından olağan dışı ve çok sınırlı olan ilgi alanları

    •Duyusal uyaranlara karşı aşırı derecede ya da olağan dışı bir biçimde tepkisellik ya da ışıklara ve dönen nesnelere aşırı derecede ilgi gösterme gibi duyusal çevreye olağan dışı ilgi.

    C. Belirtilerin erken çocuklukta ortaya çıkması.

    D. Belirtilerin, işlevselliği sınırlandırması ya da bozması.

    Otizm spektrum bozukluğunun klinik belirtileri nelerdir?

    Sosyal ve duygusal becerilerdeki problemler

    İnsan, sosyal bir varlıktır. Yenidoğan bebekler bile doğumdan hemen sonraki saatlerde yetişkinlerin çok basit düzeydeki bazı ağız hareketlerini taklit etme gibi sosyal davranışlar sergileyebilir, bu davranışları 1-2. aylarda hızlı bir biçimde artmaya başlar.  Bu ilk aylardaki taklitler iletişim amaçlı olmaktan ziyade tesadüfi ve uyaranlara tepki verme şeklindedir. Yaklaşık 8 ay civarında bebeklerin verdiği tepkiler daha niyetli ve amaca yönelik olmaya başlar. 12 ay civarında hangi eylemlerin hangi amaçla taklit edileceğini öğrenmeye başlarlar. Yaklaşık 18 ayla birlikte, çocuğun gözlemlediği eylemleri uzun bir aradan sonra tekrar gösterilmeden taklit etmesi anlamına gelen ertelenmiş taklit becerileri gösterilmeye başlanır. Yine 8. ayla birlikte ebeveynin dikkatini çekmek ve istediği şeye ulaşmak için jestlerle ve mimiklerle iletişim kurmaya başlarlar. Sözel olmayan bu iletişim becerileri, daha sonra sözel iletişimin başlamasına da öncülük eder (4).

    OSB belirtileri üzerinde 8 aydan itibaren kuşkulanmak olasıdır (2). Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) olan çocuklarda sözel olmayan iletişim becerilerinde güçlükler görülmektedir. Bu çocukların 1-3. yaşları arasında sosyal iletişime yönelik insanlara bakma sıklığı daha düşüktür. İsmi ile çağırıldığında tepki vermeme, taklit becerilerinde sınırlılık, oyun becerilerinin az olması gibi özellikler sergilerler (4). OSB olan çocukların jest kazanımında
    da güçlükler vardır.
    En basit olarak “bay bay jesti” gelişmemiş olabilmektedir (2). Kullandıkları jestlerde de, çoğunlukla istediği nesneye uzanma gibi istek
    jestleri
    ve ilgisini çeken nesneye bakma, onu ebeveyne gösterme gibi yorumlama jestlerinde, sınırlılık göstermektedirler (4). İstediği ya da ebeveynin ilgisini yöneltmek istediği nesnelere işaret parmaklarını uzatmak yerine kaba bir yön hareketi yapabilirler (2).

    Taklit becerisi hem sosyal hem de bilişsel açıdan önemli bir gelişimsel aşama olarak kabul edilmektedir. OSB olan çocukların taklit becerileri normal gelişim gösteren çocuklara göre daha düşüktür. Kendiliğinden taklit etme ve ertelenmiş taklit becerilerinde güçlükler yaşanır. Taklit amaca yönelik olarak kullanılmamaktadır (4).

    Karşılıklı anlamlı ve iletişimsel bilgi içeren bir göz temasının olmayışı çoğunlukla ilk fark edilen belirtilerdendir. Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocuklar başkalarının varlığıyla çok az ilgilidir, çoğunlukla onların varlığını unutur ve arkalarını dönerler. İnsanlara, duygulara, ilişkilere karşı kayıtsızdırlar, herkese eşya gibi davranabilirler ya da birilerine karşı uygunsuz kaygı ve korku yaşayabilirler (2,3). Duyguları ulaşılmaz ve anlaşılmazdır (2).

    Bebek ve ebeveynler doğumdan itibaren karşılıklı oyun oynamaya başlarlar. Bebekler, 6 haftalık olduklarında oyun başlatma davranışları gösterebilirler (4). Çocuklar için oyun bir ihtiyaç gibidir, sürekli oyun oynarlar. Oyunda işbirliği ve diğerleriyle birlikte oyun oynamaya başlama 3,5-4 yaşları arasında gelişir (6). Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocukların oyun becerilerinde çok erken yaşlardan itibaren sınırlılık olduğu, özellikle sembolik oyun oynama (örneğin bir sandalyeyi ata dönüştürüp üzerine kovboy gibi binme) becerisinde çok zayıf oldukları görülmüştür. Sembolik oyun becerisindeki sınırlılığın dil gelişiminde önemli bir rolü olabileceği düşünülmektedir (4). OSB Bozukluğu olan çocukların çevresindeki nesneler ve oyuncaklarla ilgilenmeyişleri önemli bir bulgudur. Bununla birlikte evdeki mutfak eşyaları gibi bazı nesnelere karşı tuhaf bir ilgi gösterebilirler. Oynadıkları oyuncakları amacına uygun olmayan şekilde kullanırlar, oyuncak arabayı yere koyup sürmek yerine eline alıp tekerleklerini döndürüp durabilirler ya da yapboz parçalarına sadece dokunup bırakabilirler (2). Diğerleriyle birlikte oynamaya ilgi göstermez ve ortak oyunlara katılmazlar (5).

    Sosyal ve duygusal alanlardaki diğer güçlükler şu şekilde sıralanabilir (5):

    • Sosyal ortamlarda başkasına çok uzak ya da çok
      yakın durmak gibi gerekli mesafeyi ayarlayamamak,
    • Çok az arkadaşa sahip olmak ya da arkadaşı olmamak,
      yalnızca kendinden küçük ya da büyük kişilerle etkileşime girmek,
    • Yemek yeme, gezinti yapma gibi diğerleriyle
      yapılan eylemleri tek başına yapmayı tercih etmek,
    • Ortama giren ya da çıkan kişilere karşı
      ilgisiz kalmak,
    • Değişen durumlar karşısında hoşlanma,
      hoşnutsuzluk ya da ağlama gibi tepkiler göstermemek.

    Dil ve konuşma becerilerindeki problemler

    Bebekler cıvıldama denilen sesler çıkarmada ustadır (3). Normal gelişim gösteren bebekler sözel olmayan sosyal iletişim davranışlarının kazanılmasından sonra ortalama 12 ay civarında ilk sözcüklerini söyleyerek sözel iletişimi başlatırlar. 18-30 aylarda sözcükleri birleştirebilir, 30-48. aylarda basit cümleler kurabilirler (4). 2

    yaşla birlikte başlayan nesneleri sözcüklerle tanımlama ve düşüncelerini ifade etmek için basit cümleler kurabilme becerisi iletişim için önemli bir adımdır (3).

    Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocuklar bu becerilerde çok geri kalırlar. Aileler için en büyük endişe kaynağı ve hekime başvuru nedenlerinden en önemlisi konuşmadaki gecikmedir. İsmiyle seslenildiğinde dönmeme, çağırıldığında tepki vermeme gibi nedenlerle işitme bozukluğu endişesi taşıyan aileler çocuğu hastanelerin Kulak-Burun-Boğaz bölümüne götürebilirler (2). Çocuk hiç konuşmamış (mutizm), 2 yaşından büyük olup tek bir sözcük söylememiş, 3 yaşından büyük olup iki sözcüklü basit cümleler kurmamış ya da konuşmaya başlamışsa da bazı konuşma bozukluklarına sahip olabilir (5).

    Otizmli çocukların yaklaşık yarısında dil iletişim amacıyla kullanılmaz ve konuşma anlamlı bir iletişim aracı olarak gelişmez. Bu çocuklar iletişim gereksinimi göstermezler. İstediklerini ağlayarak ya da ebeveynlerini elinden çekip götürerek yaptırabilirler. Bu özellikler konuşmaya başlamadan önce de belirgindir. Hafif otistiklerde 4-5 yaş arasında basit tümce kurma vardır. 5 yaşından sonra dilin bu şekilde gelişme olasılığı düşer. Nadiren 10 yaş sonrası konuşanlar da vardır (2).

    Konuşmadaki bir diğer bozukluk ekolalidir. Ekolali söylenenleri tekrarlama durumudur. Çocuk kendisine söylenenleri belirli bir amaç taşımadan tekrarlayıp durabilir. “Parka gitmek ister misin?” diye sorulduğunda “Parka gitmek ister misin?” diye defalarca tekrarlayabilir (3). Bununla birlikte klişe tarzında konuşma da olabilir. İlgisizmiş gibi göründükleri konuşmaların bir kısmını ya da reklam klişelerinden seçerek onları tekrarlayabilirler (2).

    Dil gelişimindeki bir başka anomali zamirleri ters kullanmadır. OSB olan çocuklar kendilerinden “o” ya da “sen” diye bahsederler. “Nasılsın?” sorusuna “Sen iyisin”; “Bunu sevdin mi?” sorusuna “Bunu sevdi” diye cevap verebilirler (3). Zamirlerin ters kullanımı ekolali ile yakından ilişkilidir. Çocuk başkalarının kendine yönlendirdiği konuşmaları onların ağzından tekrar edip durduğu için, kendi hakkında da diğerlerinin hitaplarıyla konuşmaya başlar (3).

    Dil gelişimindeki diğer problemler şu şekilde sıralanabilir (2,5):

    • Karşılıklı konuşma başlatma, sürdürme ve sonlandırmada sınırlılık vardır,
    • Öğrendikleri sözcükleri bir daha hiç söylemeyebilir ya da hiç konuşmazken birdenbire karmaşık bir cümle kurabilirler.
    • Konuşmalarında bazen geçici bazen de kalıcı gerilemeler olabilir,
    • Bazı anlamsız ve özel anlamlı sözcüklerle kendilerine has bir dil geliştirebilirler,
    • Konuşmanın tonu, yüksekliği ve vurgusu duruma uygun şekilde değildir, çok yüksek sesle ya da fısıltıyla konuşabilirler,
    • Konuşmada duygusal ifade yoktur, monoton ve robot gibi konuşabilirler,
    • Kelimeleri somut anlamlarıyla anlarlar,
    • Konuşmada göz kontağı ve jest kullanımı yoktur ya da çok sınırlıdır.

    Davranışsal problemler

    Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocukların ilgi alanları sınırlı ve tuhaftır. Tren saatleri, otobüs numaraları, dinozorlar, asansörler gibi nesne ve durumlara aşırı ilgi gösterip, bunlarla aşırı meşgul olabilirler. Davranışları stereotipik ve ritmik olabilir, hareket eden nesnelere aşırı ilgi gösterebilirler. Sürekli kendi etrafında dönme, ip çevirme, elektrik düğmesini açıp kapatma, bir vantilatörün dönüşünü seyretme bu tarz davranışlara örnektir (2, 3).

    Giysilerin düğmeleriyle oynama gibi nesnelerin parçalarıyla ya da sürekli ellerine ve parmaklarına bakma gibi beden parçalarıyla ilgilidirler. Cansız nesnelere karşı garip düşkünlükleri olabilir, onları biriktirebilirler (2). Bunun yanında nesneleri sıra dışı amaçlarla kullanırlar. Oyuncak bebekle oynamak yerine onunla durmadan eşyalara vurmak bu tür bir davranışa örnektir. Eline aldığı her nesneyi koklamak, gözlerinin önünde tutup incelemek gibi nesnelerin duyusal özellikleriyle de meşgul olabilirler (5).

    Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocuklar gündelik yaşam aktivitelerine ve rutinlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Bunlardaki ufak değişimlere direnç gösterir ve aynılık için ısrarcı olurlar. Masada oturduğu yerin değişmesi, eve yeni eşyalar gelmesi gibi durumlarda gergin ve huzursuz olurlar, öfke nöbetine girebilirler. Sürekli aynı konudan konuşmak istemek de bununla ilgilidir (2). Bazı konulara sıra dışı ilgi gösterebilir, bunlarla ilgili bilgileri hatırlama, yalnızca bununla ilgili araştırma yapma gibi özellikler sergileyebilirler (5). Bazı ayrıntılara saplantılı şekilde takılabilirler (3). Odadan çıkmadan tüm eşyalara dokunmak, evden çıkmadan tüm elektrik düğmelerine basmak gibi tuhaf ritüelleri olabilir (2).

    Aşırı hareketlilik, öfke nöbetleri, saldırganlık, uygunsuz korkular, tikler, uyku ve yeme sorunları gibi davranış sorunları da eşlik edebilmektedir (2). Uykuya ve yemeye direnç gösterebilir, sadece belli yiyecekleri yeme, belli renkteki ve dokudaki yiyecekleri yemek isteme, her zaman aynı tabak ve çatalla yemek yeme gibi davranışlar gösterebilirler (5). Sıra dışı beden ve el hareketleri sergileyebilirler. Parmak ucunda yürüme, oturduğu yerde ileri geri sallanma, ellerini sallama, parmaklarını şaklatma gibi eylemler bunlara örnektir (5).

    Duyusal problemler

    Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocuklar bir ya da birkaç duyularından gelen uyarılara aşırı tepki verebilir ya da tepkisiz kalabilirler. Telefon alarmı karşısında aşırı korkabilirken, korna sesine hiç tepki vermeyebilirler. Bazen kulaklarını bazen de gözlerini elleriyle kapatırlar (2). Parlak, ışıklı, hareketli nesnelere uzun süre bakabilme gibi belirli görsel uyaranlara yönelik duyarlılığa sahip olabilirler. Aşırı sıcağı ya da soğuğu hissedemeyebilirler. Bazıları köşeli, tırtıklı, sert yüzeylere devamlı dokunmak isteyebilir. Vücut kokularını fark edemeyebilir, ağır kokuların olduğu ortamlarda durmayı isteyebilirler (5).

    Bilişsel alanda problemler

    Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocuklar ortak dikkat becerilerinde güçlükler yaşamaktadırlar. OSB olan çocuklarda ortak dikkat gösterememe erken dönem tanı göstergelerinden biridir. Ortak dikkat, iki ya da daha fazla kişinin aynı dış uyarana aynı anda odaklanmasıdır. Normal gelişim gösteren çocuklar 9 ay civarında ortak dikkat göstermeye başlar, 11. aya doğru kendileri de ortak dikkat başlatabilirler. OSB olan çocukların bu becerilerinde sınırlılık olduğu, ebeveynlerle aynı şeye odaklanma konusunda zayıf oldukları görülmektedir. (4).

    Bilişsel alanda yaşanan diğer problemler özellikle OSB olan çocuğun eğitiminde kendisini göstermektedir. Derslere, sınıf içi etkinlik ve rutinlere odaklanmada, dikkati sürdürmeye devam etmekte sınırlılık yaşamaktadırlar. Soyut düşünme becerileri gerektiren alanlarda zayıf bir performans sergilemektedirler. Çalışan bellek işleyişinde sınırlılık söz konusudur. Kendinin farkında olma, kendi davranışlarının farkında olup onların sonuçlarını kestirebilme, kendini kontrol edebilme gibi üst bilişsel becerileri kullanmada sınırlılıkları vardır (5).

    Epilepsi

    Otizm Spektrum Bozukluğu olan bireylerin 1/3’ünün epileptik olduğu bildirilmiştir. Nöbetler sıklıkla yaşamın ilk 3 haftasında ve pubertede görülmektedir. Bazı epilepsi nöbetleri çok kısa süreli, belli belirsiz ya da dalgınlık şeklinde olabilir. Bu özellikleri sergileyen nöbetlerin fark edilmesi zordur, bu durum tedavi edilmezse çocuğun gelişimini ve eğitimini aksatabilir. West sendromu, Landau-Kleffner sendromu gibi epilepsi tablolarının OSB ile ilişkili olduğu ifade edilmektedir (2).

    Otizm spektrum bozukluğu ve zeka ilişkisi

    Yapılan araştırmalarda Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocukların yaklaşık yarısının zekâ bölümü 70’in altında bulunmuştur. Bu veriler OSB olan çocukları zekâ geriliği ile kıyaslama, OSB’nin bir zihinsel yeti yitimi olup olmadığını doğrulama mecburiyeti doğurmaktadır. Zihinsel yeti yitimi olan bireyler zekâ testlerinin tüm alt ölçeklerinden düşük alırken, OSB’li çocuklar soyut düşünme, sembolizm ve ardışık mantık becerisi gerektiren dille ilgili alt testlerde daha düşük puan alırlar. OSB olan çocuklar duyusal motor gelişimde iyiyken, zihinsel yeti yitimi olan çocuklar bu alanlarda zorlanmaktadırlar (3).

    Otistik çocukların zekâları ne düzeyde olursa olsun, yeteneklerini tam anlamıyla kullanamadıkları ve dikkatlerini toplayamadıkları için zekâ testlerinde başarısız olabilirler. Bu nedenle standart zekâ testleri ölçümleriyle yapılan değerlendirmelere şüphe ile yaklaşılmaktadır (6).

    Zekâ geriliği olan çocuklarda epilepsi, saldırganlık, uyku sorunları, işitme ve görme engeli gibi ek sorunlar daha belirgindir (2). OSB durumunda ise öğrenme bozuklukları, kaygı bozuklukları, fobiler eşlik eden sorunlar arasındadır (3).

    Otizm spektrum bozukluğunun epidemiyolojisi

    Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocukların %10’unda matematik, sanat, müzik gibi bazı alanlarda üstün yetiler görülebilmektedir (2). Bazılarında uzun süreli bellek oldukça iyi olabilir ve şarkı sözlerini başarılı bir şekilde ezberleme gibi beceriler gösterebilirler (3). %1’lik bir kısmında “savant” adı verilen çok özel yetiler izlenebilmektedir. Araba plakaları, tarihi olayların gün ve tarihleri, kimyasal formülleri, yıllar önce görülen bir resmin tüm ayrıntılarını hatırlama, tüm il ve ilçeleri ezberleyebilme gibi bellek kapasitesi gerektiren işlerde başarılı olabilirler (2).

    Otizm Spektrum Bozukluğu erken çocukluk döneminde başlamakta, günümüzde her 59 çocuktan birini etkilemektedir. Erkeklerde kızlardan 4 kat daha fazla görülmektedir. OSB belli bir gruba özgü değildir, tüm sosyoekonomik, ırksal, etnik gruplarda görülebilmektedir (3). OSB’nin son yıllarda tanılanmasında bir artış olduğu görülmektedir. Bu artışın temel nedenleri olarak tanı ölçütlerinin daha çok sayıda çocuğu içine alacak şekilde değiştirilmiş olması, hastalığa yönelik farkındalığın artması, daha önce zihinsel engel tanısı konan çocukların OSB tanısı içinde yer aldığının anlaşılması gibi sebepler gösterilebilir (2).

    Otizm bpektrum bozukluğunun etiyolojisi

    Otizm Spektrum Bozukluğunun etiyolojisinde en eski ve günümüzde geçerliliğini yitirmiş yaklaşım psikodinamik kökenli “buzdolabı anne kuramı”dır. Kötü annelik ve kötü ebeveynliğin OSB’ye neden olduğuna yönelik bu inanış, geçerli olduğu yıllarda birçok anneyi suçlu duruma düşürmüş ve üzerlerinde baskı hissetmelerine neden olmuştur. Günümüzde OSB’nin anlaşılmasında genetik ve nörolojik etkenlerin oynadığı rollere odaklanılmaktadır (3).

    Genetik faktörler

    Yapılan araştırmalar OSB’nin kalıtsallığının %80 civarında olduğunu göstermektedir (3). OSB olan bir çocuğun uzak ya da yakın akrabalarında OSB ya da OSB benzeri bir psikiyatrik bozukluk, gecikmiş dil ve diğer gelişimsel bozukluk olma olasılığı yüksektir (3). OSB etiyolojisinde 15 kadar genin etkileşiminin rol oynayabileceği düşünülmektedir (2).

    Nörobiyolojik faktörler

    MRI kullanılarak yapılan beyin görüntüleme çalışmalarında OSB’li yetişkin ve
    çocukların beyinlerinin OSB olmayan yetişkin ve çocuklara göre daha büyük
    olduğu bulunmuştur.
    Buna paralel olarak bu çocukların doğduklarında beyin büyüklerinin normal olduğu, ancak 2-4 yaşları arasında beyinlerinde önemli derecede bir büyüme olduğu da keşfedilmiştir (3). Serebral korteks, amigdala gibi bazı beyin bölgelerindeki anomalilerin de OSB’de rol oynadığı düşünülmektedir (2).

    Bir kişinin hangi duyguyu gösterdiğini anlayabilmek için yüzün yukarı ve aşağı bölümlerine bakarız, çoğunlukla da gözlere odaklanırız. Yapılan çalışmalarla OSB olan bireylerin çoğunlukla ağız bölgesine baktığı, gözleri ihmal ettikleri gösterilmiştir. Bu yok saymanın duyguları anlamayı güçleştirdiği öne sürülmüştür. Bununla ilgili yapılan taramalarda duyguları tanımayla en çok ilişkili olan iğsi girus, temporal lob bölgeleri ve amigdala bölgelerinde etkinlik olmadığı, bunun yerine OSB’li çocukların başka beyin bölgelerinin aktif olduğu keşfedilmiştir (3).

    Otizm Spektrum Bozukluğu nörobiyolojik bir bozukluk olup farklı etiyolojik mekanizmalar üzerinden birçok farklı alt tipe sahip bir bozukluktur. Otizme özgü klinik belirtiler birçok nörolojik, genetik ve matabolik hastalıkta görülebilmektedir. OSB olan çocukların %10’unda Tuberoz Skleroz, Frajil X, Rett ve Down sendromu tanısı vardır. Diğer yandan Tuberoz Sklerozlu çocukların %44’ünde, Frajil X hastalığı olan çocukların %12-21’inde otistik belirtiler mevcuttur (2).

    Yapılan çalışmalar ve günümüzdeki teknolojik imkânlarla dahi otizme neden olan faktörlerin neler olduğu kesin olarak tespit edilememektedir. Bununla beraber otizmin ortaya çıkmasında hangi faktörlerin rol oynamadığı açıklığa kavuşturulmuştur. Erken dönem olumsuz anne-çocuk ilişkilerinin ve yine erken dönemde yapılan aşıların otizme yol açmadığı netleştirilmiştir. Aynı zamanda ailenin çocuk yetiştirmede kullandığı yöntemlerin ve ailenin sosyoekonomik durumunun da otizmle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır (5).

    Çevresel faktörler

    Otizmin gelişmesinde rol oynayan genetik ve nörobiyolojik faktörlerin yanında sadece genetik bir bozukluk olmadığını, çevresel faktörlerin de otizmde rol oynayabildiğini düşündüren bulgular da mevcuttur. Buna kanıt oluşturan durumlardan biri otistik çocuğun tek yumurta ikizinin her zaman otistik olmaması, sonradan beyin hasarı ve bazı hastalıklarla oluşan otistik tablolar gösterilebilmektedir. Otistik çocukların gebelik ve doğum öykülerindeki komplikasyonlar, daha sık perinatal sorun, yaşamın ilk 1 ayı içinde daha sık enfeksiyona maruz kalma, normal gelişimi takiben 8 ay-2 yaş arası tüm otistik bireylerin 1/3’ünde görülen gerileme, bağışıklık sistemi problemleri gibi durumların oluşu da çevresel faktörleri düşündürmektedir (2).

    OSB’nin psikolojik açıklamalarının başında zihin kuramı gelmektedir. Zihin kuramı, başkalarının isteklerinin, inançlarının, niyetlerinin ve duygularının kendisinden farklı olabileceğine ilişkin anlayışa sahip olmadır. Zihin kuramı, sosyal ilişkileri ve sosyal etkileşimleri anlayabilme ve iletişim kurabilmede önemli bir beceridir. 2,5-5 yaşları arasında geliştiği tahmin edilmektedir. OSB’de bu gelişim döneminin yaşanmadığı düşünülmektedir (1,3).

    Zihin kuramı OSB’de görülen sosyal etkileşimdeki problemler, iletişim sorunları ve sembolik oyuna yönelik sınırlılıkları açıklamaktadır. Ortak dikkat ve diğerlerinin farkında olma becerilerindeki zayıflık da zihin kuramı kapsamına girmektedir (1). Diğerlerinin duygu ve düşüncelerini anlayabilme zihinsel bir beceri gerektirmektedir. OSB olan çocuklar bazı duyguları anlayabilmeyi öğrenseler de bunları anlamaları yoğun bir zihinsel uğraş sonucu olmaktadır (3).

    Otizm spektrum bozukluğunda prognoz

    Otizm Spektrum Bozukluğu yaşam boyu devam eden bir bozukluktur. Ancak erken teşhisi ile birlikte uyum becerilerinin kazanımı daha başarılı olmaktadır. Genellikle yetişkinlikte en iyi işlevsellik gösteren OSB grubu 6 yaşından önce konuşmayı öğrenen ve yüksek zekâ puanı olanlardır. Akranlarıyla daha iyi ilişki kuran ve daha fazla vakit geçiren çocuklar da ileriki yıllarda daha iyi gelişme göstermektedirler (3).

    Otizm spektrum bozukluğunda tarama

    1. Düzey Tarama: Tüm bebek ve çocukların herhangi özel bir neden aranmaksızın bazı standart değerlendirme araçlarıyla değerlendirildiği tarama düzeyidir. Bu düzeyde, ülkemizde yaygın olarak kullanılan üç değerlendirme aracı bulunmaktadır:

    • Denver Gelişimsel Tarama Testi II          
    • Ankara Gelişim Tarama Envanteri          
    • Gazi Erken Gelişimi Değerlendirme Aracı.

    2. Düzey Tarama: Gelişiminde gecikmeler olan ve otizm riski taşıyan çocukların otizme özgü geliştirilmiş tarama araçları kullanılarak otizmin tipik özellikleri bakımından değerlendirildiği tarama düzeyidir. İkinci düzey taramanın amacı, otizm riski taşıyan ve kapsamlı değerlendirmeye tabi tutulması gereken çocukları belirlemektir. Bu amaçla ülkemizde yaygın olarak kullanılan iki ölçek bulunmaktadır:

    • Erken Çocukluk Dönemi Otizm Tarama Ölçeği   
    • Değiştirilmiş Erken Çocukluk Dönemi Otizm Tarama Ölçeği (M-CHAT)

    Otizm spektrum bozukluğunda tanı

    Otizmin teşhis edilebilmesi, gelişim basamaklarında bir şeylerin yokluğuyla ilişkilidir, bunların yokluğunu belirleyebilmek de yaşın ilerlemesi ile mümkün olmaktadır. Örneğin çocuğun konuşmasında bir bozukluğun olup olmadığı 2 yaş ve sonrasına kadar beklemeyi gerektirmektedir. Bununla birlikte erken tanı, özel eğitimi erken yaşlarda başlatarak maksimum sonuç alma açısından oldukça önemlidir. Erken tanı ailenin sürece doğru stratejilerle dâhil olması açısından da önemlidir. Ancak aileyi gereksiz yere endişelendirmemek de gerekmektedir. Nitekim küçük çocuklar gelişimleri boyunca bazı otistik belirtiler gösterebilmektedir. Bunlar geçici ve hafif şiddette kalmaktadır. Otizmin klinik belirtilerinin tümü bir bireyde bulunmamakta ve çoğunlukla hepsi aynı anda görülmemektedir. “Ağır otistik” olarak adlandırılan vakalarda birçok belirti şiddetli bir biçimde ortaya çıkmaktadır (2). Güvenilir bir tanı koymak için dikkat edilmesi gereken bazı kriterlerden söz edilebilir:

    • Otizm Spektrum Bozukluğu tanısında birden fazla uzmanın değerlendirmesi güvenilir tanı için oldukça önemlidir (2). Tanı için uygulama yapacak çocuk doktoru, psikolog, psikiyatri uzmanı, nörolog, dil ve konuşma terapisti gibi uzmanlardan oluşan multidisipliner bir ekibin beraber hareket etmesi gerekmektedir (5).
    • Çocuğun davranışları farklı ortamlarda (ev, okul, klinik gibi) gözlemlenmelidir
    • Çocuk hakkında temel bakım veren kişilerden bilgi alınmalıdır.
    • Gelişimsel ve OSB odaklı değerlendirme araçları uygulanmalıdır.
    • Elde edilen bilgilerin sonucunda DSM 5 kriterlerine göre tanı
      konulmalıdır (5).

    Otizmin tanılanmasında kullanılabilecek tıbbi bir test yoktur, yalnızca taramaya yönelik psikolojik testlerden söz edilebilir. Doğru tanılama için bireyin gözlenmesi, gelişim öyküsünün alınması ve çocuğun çevresindekilerin geribildirimler büyük önem taşır. ABD gibi bazı ülkelerde, çocuk hastaneleri kapsamında, otizm konusunda uzman kişilerin görev yaptığı otizm merkezleri bulunmaktadır. Bu merkezlerin temel görevi, otizm şüphesi ile merkeze yönlendirilen çocukları kapsamlı bir şekilde değerlendirmek, otizm tanısı alan çocuklara bilimsel dayanaklı uygulamalar çerçevesinde erken müdahale hizmetleri sunmak ve ailelere otizm ile ilgili bilgi ve kaynak sağlamaktır. Ülkemizde yaşanan en büyük problemlerden biri otizm konusunda yeterli bilgi ve tecrübeye sahip uzman sayısının yetersiz oluşu ve otizme yönelik bu tür merkezlerin eksikliğidir (5).

    Otizm spektrum bozukluğunda tedavi ve eğitim

    Psikoterapi ve psikoeğitim

    Otizmin kesin bir tedavisinden bahsetmek pek mümkün değildir, bununla beraber yaşam boyu süren bir bozukluk olduğunu belirtmek gerekmektedir. Erken tanı ile birlikte uygun eğitime başlanması uyum becerilerini artırmaktadır. Çeşitli bilişsel ve davranışsal terapi teknikleri, öğrenme, dil ve konuşma sorunlarına yönelik tedaviler uygulanmaktadır (2). En fazla umut vadeden çalışmalar psikolojik temellidir. Tedavide temel amaç olağan dışı davranışların azaltılıp iletişim ve sosyal becerilerinin artırılmasıdır. Çocuğun kendisiyle yapılan çalışmaların dışında ebeveynlere de doğru davranış ve davranış şekillendirme konularında bilgilendirme eğitimleri verilmesi önemlidir (3). Çocuklarının gelişimleriyle ilgili bir sorun olduğunu öğrenen aileler ilk olarak şok ve inkâr tepkileri vermektedir. Kabullenme sürecini kolaylaştırmak için çocukların özel durumları ve mevcut eğitim olanakları ile ilgili bilgi verilmesi büyük önem taşımaktadır (5).

    Tohum Otizm Vakfı’nın (2017) raporuna göre kullanılan uygulamalar şu şekilde sınıflandırılmıştır (5):

    Bilimsel Dayanağı Olan Uygulamalar: Davranışsal müdahaleler, bilişsel davranışçı müdahaleler, küçük çocuklar için kapsamlı davranışsal müdahale, dil öğretimi, model olma, ebeveyn eğitim paketi, akran eğitim paketi, temel tepki öğretimi, etkinlik çizelgeleri, replikli öğretim, kendini yönetme, öykü temelli müdahaleler.

    Umut Vadeden Uygulamalar: Destekleyici ve alternatif iletişim araçları, resim değiş tokuşuna dayanan iletişim sistemleri, maruz bırakma, taklit temelli müdahale, masaj terapisi, müzik terapisi, davranış azaltma paketi, işaret öğretimi, sosyal iletişim müdahalesi, zihin kuramı öğretimi.

    Bilimsel Dayanağı Olmayan Uygulamalar: Hayvan destekli terapi, işitsel bütünleştirme öğretimi, kavram haritası, glüten-caseln diyeti, hareket temelli müdahale, SENSE Tiyatro müdahalesi, şok terapisi.

    Farmakolojik tedavi

    İlaç tedavisinin otizme özgü temel belirtiler üzerinde belirgin bir etki yapmadığı görülmüştür. Çoğu çocuk ilaca olumlu tepki vermemektedir. Farmakolojik tedavi çoğunlukla hareketlilik, uygunsuz korkular, öfke nöbetleri, endişe, depresyon, uyku sorunları, tikler, kendine zarar verici davranışlar ve saldırganlık gibi sorunlu davranışların tedavisinde kullanılmaktadır. Sıklıkla kullanılan ilaçlardan biri bir antipsikotik grubu ilacı olan haloperidoldür (2,3).

    Eğitim

    Ülkemizde tanı almış otizmli çocukların devletin sağlayacağı özel eğitim hizmetlerinden faydalanabilmesi için Rehberlik ve Araştırma Merkezleri (RAM) tarafından sunulan eğitsel değerlendirme, tanılama ve yerleştirme süreçlerinden geçmesi gerekmektedir. OSB olan çocuklar kaynaştırma eğitimi sınıfları, genel eğitim okullarındaki özel eğitim sınıfları ve özel eğitim merkezleri/okullarında öğrenim görmektedirler (5).

    Tedavi ve eğitimden sonuç ailenin ve uzmanın yoğun çabaları sonunda verilen emek kadar yoğun alınmayabilir. Bu durumlarda aile kendini suçlayabilir. Ancak bazen çocuğun direnci o kadar güçlüdür ki burada hedef otistik belirtilerin yoğunluğunu bir miktar yumuşatabilmekle sınırlı kalmaktadır (6).

    Yörükoğlu (2018), kitabında izlediği otistik bir çocuğun gelişiminden söz etmektedir. Anne özveri ve sabırla devamlı çocuğa ulaşmaya çalışmıştır. İlgisini, sevgisini çocuğun karşılıksızlığına rağmen asla azaltmamıştır. Anne daima onunla konuşur, hep adıyla hitap eder. Bunun sonucunda bir gün karşılık alır ve hatta temastan kaçınan çocuğuyla sarılmayı bile başarır. Devam eden zamanda çocuğun otistik belirtilerinde önemli derecede azalma olmuştur. Arada bir duygusal yakınlık kurulabilmiştir. Ancak Yörükoğlu’nun da eklediği gibi bütün anneler bu anne kadar şanslı olmayabilir. Buradaki şans faktörü çocuğun karşılık verecek yetenekleri taşıyan tablosuydu. Bunun yanında bazı vakalar, ısrarlı konuşma ve yakınlık girişimlerine artan öfke ve huzursuzluk ile cevap verebilmektedir (6).

    Otizm her şeye rağmen birçok başarı öyküsünü de bünyesinde barındırıyor:

    • Stephen Wiltshare, yetenekli bir ressam
    • Adam Young, müzisyen
    • Daniel Edward Aykroyd, ödüllü aktör
    • Daryl Christine Hannah, aktris
    • Temple Grandin, Nobel ödüllü bilim kadını

    Öneri Kitaplar:

    • Resimlerle Düşünmek (Otizmin İçerden Anlatımı), Temple Grandin
    • Otizm El Rehberi, Selvi Borazancı Persson
    • Sana Sarılırsam Korkma, çev. Melda Eralp
    Kaynakça

    Yörükoğlu, A. (2018). Çocuk ruh sağlığı (38. Basım). İstanbul: Özgür Yayınları.

    Kaysılı, B. K. (2013). Zihin kuramı: Otizm spektrum bozukluğu olan ve normal gelişen çocukların performanslarının karşılaştırılması. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, 14(1), 83-103.

    Korkmaz, B. (2010). Otizm: Klinik nörobiyolojik özellikleri, erken tanı, tedavi ve bazı güncel gelişmeler. Türk Pediatri Arşivi 80. Yıl, 45, 37-44.

    Kring, A. M., Johnson, S., Davison, G. Ve Neale, J. (2015). Çocukluk dönemi bozuklukları. Anormal Psikolojisi içinde (s. 391-439). (Şahin, M. Çev. Ed.). Ankara:Nobel Yayınları.

    Ökcün-Akçamuş, M. Ç. (2016). Otizm spektrum bozukluğu olan çocukların sosyal iletişim becerileri ve dil gelişim özellikleri. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Özel Eğitim Dergisi, 17(2), 163-190.

    Tohum Otizm Vakfı. (2017). Türkiye’de otizm spektrum bozukluğu ve özel eğitim. (Rapor). Rakap, S. (Ed.). Rakap, S., Birkan, B. Ve Kalkan, S.: Yazarlar.

  • Saplantılı aşk bozukluğu nedir?

    Saplantılı (Takıntılı) Aşk Bozukluğu, diğer bir ifadeyle “Obsesif Aşk Bozukluğu” (OAB), âşık olduğunuzu düşündüğünüz bir kişiye karşı saplantılı olma durumunu ifade eder. Saplantılı bir aşıksanız, sevdiklerinizi saplantılı bir şekilde koruma ihtiyacı hissedebilirsiniz ve hatta onların sahibiymişsiniz gibi, onları kontrol etmeye de çalışabilirsiniz.

    Saplantılı aşk bozukluğunu özellikle tanımlayan tıbbi veya psikolojik bir sınıflandırma bulunmamakta; ve bu rahatsızlık sıklıkla diğer psikolojik rahatsızlıklarla birlikte görülmektedir. Kendinizin veya bir sevdiğinizin bu rahatsızlığa sahip olduğunu düşünüyorsanız doktorunuzla görüşün. Tedaviler, semptomları hafifletebileceği gibi ilişkilerinizde yaşayacağınız karmaşaların da önüne geçebilir.

    Saplantılı aşk bozukluğunun belirtileri nelerdir?

    Saplantılı aşk bozukluğunda aşağıdakiler görülebilir:

    • Belirli bir kişiye karşı aşırı sempati duymak
    • Belirli bir kişi hakkında takıntılı düşüncelere sahip olmak
    • Sevdiğiniz kişiyi aşırı koruma ihtiyacı hissetmek
    • Sevdiğinizi sahiplenici düşünce ve davranışların varlığı
    • Sevdiğiniz kişiyle ilişkinizde aşırı kıskançlık yaşamak
    • Öz saygınızın düşük olması

    Saplantılı aşk bozukluğuna sahip bazı insanlar, bunu göstermeyebilirler. Bazı durumlarda bu semptomlar, ilişkinin son safhalarında veya ilgi duyduğunuz kişi sizi reddettiğinde varlıklarını hissettirebilirler. Takıntılı aşkın başka işaretleri de vardır:

    • Söz konusu kişiye atılan ve sürekli tekrar eden mesajlar, e-postalar ve telefon aramaları
    • Sürekli bir biçimde, ötekinin (ve ilişkinin) varlığıyla ilgili endişelerin giderilme ihtiyacı
    • Belirli bir kişiye olan takıntı sebebiyle, arkadaş edinmede veya aile bireyleriyle bağ kurmada zorluk yaşamak
    • Söz konusu kişinin sürekli davranışlarını gözlemleme
    • Söz konusu kişinin katıldığı aktiviteleri ve gittiği yerleri kontrol etme

    Takıntılı aşkın sebepleri nelerdir?

    Takıntılı aşk bozukluğunun tek bir sebebi yoktur. Bununla birlikte, takıntılı aşk bozukluğunun, aşağıdaki gibi diğer psikolojik bozukluklar ile bağlantısı kurulmaktadır.

    • Bağlanma bozukluğu: Bu grup rahatsızlıklar, empati eksikliği veya başka bir kişiye takıntılı olma gibi duygusal bağımlılık ile ilgili konulardan mustarip olan kişilere atfedilir.

    Bağlanma bozukluğu tiplerine, Engellenmiş Sosyal Angajman Bozukluğu (DSED) ve Reaktif Bağlanma Bozukluğunu (RAD) dahil edebiliriz. Bu ikisi de çocukluk dönemlerinde ebeveynler veya diğer yetişkinlerle yaşanan olumsuz deneyimler sonucu gelişirler.

    DSED’da aşırı derecede arkadaş canlısı olabilir ve çevrenizden bir uyarı almayabilirsiniz. RAD’da ise diğer kişiler ile beraber olmakta problemler yaşayabilir ve stresli hissedebilirsiniz.

    • Borderline (sınırda) kişilik bozukluğu: Bu psikolojik bozukluk, kişinin ruh halindeki şiddetli değişimlerle karakterizedir. Borderline kişilik bozukluğu, aşırı sinirli bir halden aşırı mutlu bir hale saatler veya dakikalar içerisinde geçmenize yol açabilir.

    Kaygılı ve depresif süreçler de gerçekleşebilir. Takıntılı aşk bozukluğu düşünüldüğünde, kişilik bozuklukları, iğrenme ve aşırı aşk gibi, duygular arasında geçişlere sebep olabilir.

    • Delüzyonel bozukluk: Delüzyon odaklı olarak (yaşantılar veya doğru olduğuna inandığınız kurallar), bu rahatsızlık bilinen yanlış bir şey üzerinde bir ısrar sergilemedir. Bu obsesif aşka geldiğinde ise, delüzyonel bozukluk, karşınızdaki kişi bunun aksini söylese dahi hislerin karşılıklı olduğu sanrısını yaratabilir.

    2005 yılındaki bir çalışmaya dayanarak delüzyonel bozukluğun erkeklerde alkolizm ile bağlantısı kurulabilir.

    • Erotomani (clerambault sendromu): Bu rahatsızlık; saplantılı (obsesif) aşk bozukluğu ve delüzyonel bozukluğun kesiştiği yerde tanımlanır. Erotomanide, ünlü veya yüksek toplumsal statüdeki bir şahsiyetin size aşık olduğuna inanırsınız. Bu durum o bahsedilen kişileri taciz etmeye sebep olabilir: evlerine veya iş yerlerine gitmek gibi.

    Comprehensive Psychiatry’e göre erotmaniden mustarip olan kişiler sıklıkla sadece birkaç arkadaş ile kendilerini izole edebilirler. Bu kişilerde işsiz kalmaya bile sebebiyet verebilir.

    • Obsesif kompulsif bozukluk (OKB): Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) obsesif düşüncelerin ve kompulsif ritüellerin kombinasyonundan oluşur. Bunlar tüm gününüzü etkileyecek kadar şiddetlidirler. OKB aynı zamanda ilişkilerinizde sürekli bir onaylanma ihtiyacına sebep olabilir ve bu ilişkilerinizi etkileyebilir.

    Bazı insanlar obsesyon ve kompulsiyonların sadece ilişki ile ilgili konularda ortaya çıktığını belirtmişlerdir fakat resmi olarak tanımlanmış böyle bir alt kategori OKB yoktur.

    • Obsesif kıskançlık: Delüzyonel bozukluktan farklı olarak obsesif kıskançlık, partner tarafından algılanan delüzyonel olmayan bir aldatma durumudur. Bu algı aldatma durumu ile alakalı olarak tekrar eden kompulsif davranışlara sebebiyet verebilir. Bu davranışların biçimi delüzyonel bozukluktan çok OKB’ye benzerler ve bu kişinin günlük işlevselliğinde yüksek bir sıkıntı veya yıkıcı bir etkiye sebep olabilir.

    Takıntılı aşk bozukluğu nasıl teşhis edilir?

    Takıntılı aşk, psikiyatristiniz veya diğer psikolojik yardım uzmanınız tarafından yapılan bir değerlendimeyle teşhis edilebilir. Uzmanlar, ilk olarak sizinle, semptomlarınız ve ilişkileriniz hakkında bazı sorular sorarak bir görüşme yaparlar. Bilinen başka bir zihinsel rahatsızlığınız olup olmadığı ve aile bireyleriniz hakkında da sorular yöneltebilirler size.

    Aynı zamanda ilgili doktorunuz diğer ihtimalleri elemek için tıbbi bir teşhise de ihtiyaç duyabilir. Obsesif aşk bozukluğu, diğer zihin rahatsızlıkları ile kesiştiği için American Psychological Association’s Diagnostic ve Statistical Manual of Mental Disorders (DSM) tarafından sınıflandırmaya dahil edilmemiştir.

    Bilinmeyen bazı sebeplerden dolayı obsesif aşk bozukluğu, kadınları erkeklerden daha çok etkilemektedir.

    Saplantılı aşk nasıl tedavi edilir?

    Bu rahatsızlık için söylenebilecek belirli bir tedavi planı altta yatan sebeplere bağlıdır. Diğer taraftan bu plan sıklıkla ilaç ve psikoterapi kombinasyonu ile beraber olmaktadır.

    İlaçlar beyin kimyasını düzenlemek için kullanılabilirler. Bunun sayesinde rahatsızlığın semptomları hafifletilebilir. Doktorunuz aşağıdakileri tavsiye edebilir:

    • Valium ve Xanax gibi anti anksiyete ilaçları
    • Prozac, Paxil veya Zoloft gibi antidepresanlar
    • Anti-psikotikler
    • Duygu durum düzenleyiciler

    İlaçların etki göstermeye başlamaları birkaç haftayı alabilir. Sizin için en iyi etkiyi gösterecek ilacı bulabilmeniz için farklı tipler denemeniz gerekebilir. Bazı muhtemel yan etkiler ile ilgili doktorunuz ile görüşün. Bu yan etkilere örnek olarak:

    • İştah değişimi
    • Ağız kuruluğu
    • Bitkinlik
    • Baş ağrısı
    • Uykusuzluk
    • Cinsel arzuda azalma
    • Bulantı
    • Kilo almak
    • Kötüleşen semptomlar

    Aynı zamanda psikoterapi de, bütün takıntılı aşk çeşitleri için yardımcı olacaktır. Bazen terapi seanslarına ailenin geri kalanının da dahil olması yardımcı olur. Bu özellikle çocukluk ile ilgili obsesif aşk bozukluklarında geçerlidir. Tercihinize ve rahatsızlığın şiddetine göre kişisel veya grup terapisine dahil olabilirsiniz. Bazen uzmanınız ikisini de önerebilir.

    Terapi seçenekleri şunlar olabilir.

    • Bilişsel davranışçı terapi
    • Diyalektik davranışçı terapi
    • Oyun terapisi (çocuklar için)
    • Konuşma terapisi

    Takıntılı (saplantılı) aşık için genel bir değerlendirme

    Takıntılı aşk bozukluğu, çok dikkat çekmeye başlasa da göreceli olarak nadirdir. İnsanların yüzde 0.1 kişiden daha azında görüldüğü tahmin edilmektedir.

    Eğer kendinizde veya bir sevdiğinizde obsesif aşk bozukluğunun bu muhtemel semptomları varsa bir doktora görünmelisiniz.

    Gerçekten takıntılı aşk bozukluğunuz olup olmadığını anlamanıza yardım etmek için sizi bir psikiyatriste yönlendirebilirler. Başka bir psikolojik bozukluk taşıyor olmanız da olasıdır.

    Teşhis ve tedavi edildiğinde, takıntılı aşk bozukluğunun olumlu sonuçları olabilir. Buradaki esas anahtar, iyi hissetseniz dahi, terapi ve tüm tedavi sürecinizi bırakmamaktır. Tedaviyi birden bırakmak semptomlarınızı geri getirebilir veya daha da kötüleştirebilir.

    Kaynak

    https://www.healthline.com/health/obsessive-love-disorder

  • Hipnoz nedir?

    “Hipnoz nedir, ne demektir?” sorusuna cevap arayan bu makale, Herkese Bilim Teknoloji dergisinin, 13 Aralık 2019 tarihli, 194. sayısında, Yağmur Kan tarafından kaleme alınmıştır. Dergiye şu linkten ulaşabilir ve abone olabilirsiniz: herkesebilimteknoloji.com/

    Hipnoz nedir?

    Hipnoterapinin tarihi, hipnozu kötüye kullanan dolandırıcıların başrol oynadığı öykülerle doludur. Fakat, aslında hipnoz; kilo vermeye yardımcı olmak, ağrıyı yönetmek gibi örneklerle çoğaltılabilecek faydalar sağlayabilir.

    Hipnoz dendiğinde akla hemen, sallanan bir cep saati veya animatörün seyircilerden bir gönüllüyü kendisinin çıplak olduğuna ikna ettiği bir gösterisi gelebilir. Hipnozun geçmişi büyücülük, sihirbazlık ya da dolandırıcılık konulu hikayelerle doludur. Hipnoz uygulayan kişiler nadiren doktor veya psikolojik danışmanlardır. Klinik araştırmaları ise finanse edilmez ve henüz hipnoz uygulamalarını denetleyecek herhangi bir kurum yoktur.

    Yine de, tüm bu sorunlara rağmen, insanlar doğum sancılarından sıcak basmalarına, anksiyete ve kronik ağrıya kadar birçok şeye destek tedavi olarak hipnoz tekniğine yöneliyorlar. Son zamanlarda bu konularda arta araştırmalar ise hipnozun faydalarını yavaş yavaş doğrulamaya başlıyor. Ayrıca, hipnozun prensip olarak nasıl çalıştığını ve hipnoz halindeyken beyinde neler olduğunu da yeni anlamaya başladık.

    Bu gibi gelişmeler sonucunda hem hipnoz için yapılan tanımlamalar değişti hem de hipnozun tıpta kullanımına dair örnekler arttı. Artık mesela Birleşik Krallık’ta, ebelik alanındaki tek profesyonel kuruluş olan Royal College of Midwives, “hipno-doğum” kursları akredite ediyor ve bu tekniğin eğitimini almak isteyen ebeveynlere de burs sağlıyor. Bazı anestezi uzmanları hipnozu kendileri için yardımcı bir yöntem olarak görüyor ve hatta opioid bağımlılığı için bir çözüm yolu olarak bahsediyorlar.

    Kısacası hipnoz her derde deva olmasa da nelerin işe yaradığını, neden işe yaradığını ve hipnozu kendimizde nasıl uygulayabileceğimizi öğrenmek, bazı zorlu sağlık sorunlarıyla savaşmada zihin gücünü kullanmamıza yardımcı olabilir.

    Kızının doğumundan bahsederken anne şöyle söylüyor: “Doğruyu söylemek gerekirse, aslında ben doğum yapıp yapmadığımı sorguladım, çünkü kesinlikle benim başıma gelen şeyin, daha acı verici bir tecrübe olması lazımdı.” Kendisini şüpheye düşüren bu kadar az sancılı doğumun sırrı: Hipnoz. Hamileliği süresince kendini, doğum ağrılarını en aza indirecek ve kendi deyimiyle “her şeyin tadını çıkarmasına” izin verecek bir zihin durumuna sokmayı -yani kendini hipnotize etmeyi- öğrendi.

    Milattan önce başladı

    Hipnozun tıpta bilinen ilk kullanımı MÖ 1550’ye kadar dayanıyor. 18. yüzyılda Alman hekim Franz Mesmer gezegenlerin insanlar üzerindeki fiziksel etkisini mıknatıslarla değiştirerek transa neden olmak ve hastalıkların tedavisinde kullanmak için bir fikir ortaya atıyor. Mesmer’in daha sonra sahtekarlık yaptığı ve insanları kandırdığı anlaşılsa da insanların davranışlarını trans yoluyla değiştirme fikri var olmaya devam etti. 19. yüzyılda ise İskoç cerrah James Braid’in “trans ahali”nin hangi fizyolojik şartlar altında gerçekleştiğini araştırmaya başladığında bu konu daha fazla güvenilirlik kazandı.

    Günümüzde hipnoz çeşitli sağlık sorunlarını gidermek için kullanılmaktadır. Ancak kullanımı daha yaygın hale gelse bile, tıp içindeki nüfuzu çok sınırlıdır. Çeşitli araştırmaların görüşlerini bir araya getirdiğimizde hipnotik trans hali, çevrenizdeki diğer her şeyin farkındalığının kaybıyla birlikte üzerine odaklanılmış bir dikkat, konsantrasyon be dalınç hali olarak tanımlanabilir. Bu, daha önce, zamanın nasıl geçtiğini ve etrafınızdakileri hiç fark etmediğiniz bir etkinlikle meşgulken yaşamış olabileceğiniz bir durumdur. Peki kendimizi nasıl hipnotize edebiliriz? Bu konuda standart bir yöntem yoktur. Kendinize göre sakinleştirici bir görüntü düşünüp, tüm duygularınızı uyaran huzurlu bir ortamda kendinizi hayal etmekle devam edebilirsiniz. Bu işlemler kendiniz veya ikinci bir kişi tarafından gerçekleştirilebilir ve hedefinize ulaşmanıza yardımcı olaca olumlu telkinlerle daha da derinleştirilebilir.

    Hipnozda birkaç klinik uygulama

    Hipnozun İngiliz sağlık sistemi NHS tarafından bir tedaviden ziyade “tamamlayıcı” tedavi olarak sınıflandırılması “İngiliz Klinik ve Akademik Hipnoz Derneği”nden Jane Boissiere’e şartları zorlaştırıyor. Çünkü NHS’den klinik araştırmalar için fon almak, eğitim vermek veya başka şekillerde hizme vermek neredeyse imkansız.

    Buna rağmen, İngiltere Ulusal Sağlık ve Klinik Mükemmellik Enstitüsü (NICE) bir sağlık sorunu için hipnoz önermektedir. İrritable barsak sendromu (IBS). IBS, ağrılı kramplara, şişkinliğe, ishal ve kabızlığa sebep olan, ortaya çıkış nedeni bilinmeyen ve tedavisi olmayan bir hastalık. Ancak bazı ilaçlar ve beslenmede yapılacak değişikliklerle belirtileri kolaylaştırılabilir. Tedaviye dirençli IBS için hipnozun yaşam kalitesini iyileştirebileceğini ve şikayetleri azaltabileceğini gösteren çok büyük kanıtlar var. Hollanda’daki Utrech Üniversitesi Tıp Merkezi’nden Carla Flik, “Hastalar, hipnoz sırasında, denizin yumuşak dalgalarını hayal edebiliyor ve bağırsaklarının da buna benzer düzenli, sessiz biri ritimle hareket ettiğini hayal edebiliyorlar.” dedi.

    ABD’de, hem Amerikan Psikologlar Birliği hem de Ulusal Sağlık Enstitüsü (NIH) kronik ağrı için standart tedavilerin bir parçası olarak hipnozu öneriyor. Birçok araştırma, bel ağrısı ve kanser tedavilerinin yan etkileri gibi çeşitli kronik problemleri hipnozun iyileştirebileceğini göstermiştir ve hastaları genellikle sadece fiziksel tedavi ve bir psikoterapi yaklaşımı olan bilişsel davranışçı terapiden (BDT) daha fazla rahatlatır.

    Kendinizi nasıl hipnotize edersiniz?

    Nefes alıp verirken, en sevdiğiniz rengin üzerinizi yıkadığını veya bir havuzda su üstünde kaldığını düşünün. Bunun gibi sakinleştirici görüntüler düşünürken 5 dakika boyunca nefesinize odaklanın.

    Sonra, kendinizi mutlu, duyularınızı harekete geçiren huzurlu bir yerde hayal edin. Hayalinizdeki şeylerin farklı yönlerini koklayın, dokunun, duyun ve görün. Örneğin, plajda bir gün hayal ediyorsanız, üzerinizdeki parlak gökyüzünü gözünüzde canlandırabilir, cildinizdeki güneşin sıcaklığını hissedebilir, havanın içindeki tuzu tadabilir ve koklayabilir ve dalgaların gelgit seslerini duyabilirsiniz.

    Son adımda, daha derine inebilirsiniz. Kendinizi daha da rahat hissetmek için, örneğin, döner bir merdivende indiğinizi düşünün. İstediğiniz sonucu elde etmenize yardımcı olan olumlu telkinleri tekrarlayın.

    Ağrı yönetiminde hipnoz

    Hipnozun ağrı yönetiminde ne kadar etkili olduğunu 1992’den beri genel anesteziye alternatif olarak biyopsi, laparoskopi ve plastik cerrahi dahil olmak üzere birçok cerrahi prosedürde kullanılmasından anlayabiliriz.

    “Teknik basit.”, diyor Paris’teki Curie Enstitüsü’nden Aurore Marcou. “Hastaya lokal anestezi ve hafif sedasyon verilir. Yanlarında oturur ve iç dünyalarına, nefeslerine odaklanmalarına ve dikkatlerini kendi güvenli alanlarına çekmelerine yardımcı oluruz. Geçmişteki anılarını yeniden canlandırmalarına yardım ederiz. Beyinlerinin tamamı bu hatıralara odaklanır.” diye ekliyor. Marcou’ya göre en önemli faydası ise daha az yan etki. “Hastalar kendilerini uyuşuk veya genel anesteziden dolayı rahatsız hissetmiyor.” diye belirtiyor.

    New York Mount Sinai Hastanesi Tıp Fakültesi’ndeki Guy Montgomery, meme kanseri ameliyatından önce hipnoz tedavisi gören kadınların ameliyat sonrası daha az ağrı, anksiyete, bulantı ve yorgunluk şikayeti olduğunu tespit etti. Üstelik hipnozdan alınan fayda sadece fiziksel de değil; Montgomery’nin ekibi, ABD’de meme kanseri biyopsisine ihtiyaç duyan kadınların yüzde 90’ının hipno-sedasyon geçirmesi durumunda ülkenin yılda 135 milyon dolardan fazla tasarruf edeceğini öngördü.

    Zihinsel ve fiziksel şikayetlerdeki bu azalma göz önünde bulundurulduğunda hamile kadınların hipno-doğum derslerine akın etmesi hiç de şaşırtıcı değil. Yine de, 2011’de yayınlanan bir raporda 13 farklı araştırmanın incelenmesiyle, hipno-doğumun doğum sancısı için faydalı olabileceği sonucuna varıldı.

    Öte yandan, incelenen bu klinik araştırmaların çoğunun zayıf noktaları olduğu ve kesin bir cevap veremedikleri belirtildi. 2015 yılında yapılan bir klinik araştırma ise, hipno-doğum tekniğinin kadınların doğum sırasında ağrı kesici talep edip etmemesi konusunda çok az fark yarattığını; ancak korku ve kaygı düzeylerini önemli ölçüde azalttığını buldu.

    Kaygı bozukluğunda hipnoz faydalı

    Hipnozun ruh sağlığı tedavilerinde kullanılmasına sıcak bakılıyor. Kaygı bozukluğu (anksiyete), ABD’de insanların ruh sağlığını en çok etkileyen ve en sık karşılaşılan durumlardan biri. Bu yıl ilk defa Hartford Üniversitesi’ndeki Keara Valentine ve çalışma arkadaşları, bu alandaki tüm kontrollü araştırmaları analiz ederek, hipnozun anksiyeteyi azaltma üzerindeki etkisini belirledi ve çarpıcı sonuçlar ortaya çıktı: Hipnoz tedavisi alan ortalama bir katılımcı, almayanların yüzde 84’ünden daha fazla gelişme kaydetti. Üstelik, kendi kendini hipnoz edenler veya rehberli hipnoterapi verilenler arasında aldıkları yarar açısından bir fark yoktu.

    Elbette ki hipnoz, sadece ağrı yönetimi ve kaygı bozukluğunda kullanılmıyor. İnsanların kötü alışkanlıklarını bırakma ya da yenilerini kazanma süreçlerinde de destekleyici tedavi olarak gittikçe daha çok tercih ediliyor.

    Haziran ayında, Oxford Üniversitesi’ndeki Jamie Hartmann-Boyce ve meslektaşları, insanların sigarayı bırakmalarına yardımcı bir araç olarak kullanımını analiz etti. Bu konuda yapılan 14 çalışmayı inceleyen ekip, hipnozun kötü alışkanlıkları bırakmada herhangi bir etkisi olduğunu öne sürmek için yeterli kanıt bulamadıklarını belirtti. Fakat yine, bu çalışmalardaki sorunun, “hipnozun etkisi olması değildi” diyor Hartmann-Boyce, “Ya çok yanlılardı ve özensizdiler ya da çok az katılımcı vardı.” diye ekliyor. “Daha büyük ve daha kaliteli klinik araştırmalar yapmamız gerekiyor.”

    Diğer alanlarda, araştırma sonuçlarının daha tutarlı olduğu görülüyor. Örneğin, 1990’ların başlarında kilo verme konusundaki araştırmaların bir analizi, bilişsel davranışçı terapiye (BDT) hipnozun eklenmesi durumunda katılımcıların verdiği kiloların iki katına çıktığını göstermiştir.

    Hipnozun lehine çoğalan kanıtlara rağmen, nasıl işe yaradığı hakkında birçok soru var. Ancak bu durum da değişmeye başlıyor.

    Yazar: Yağmur Kan / Herkese Bilim Teknoloji

  • Travma sonrası stres bozukluğu nedir

    Travma sonrası stres bozukluğunu, kişinin kendisinin ya da bir başkasının yaşadığı korkunç bir olayla beraber tetiklenen ve kişiyi zorlu bir zihinsel süreç yaşatan bir ruhsal sağlık sorunu olarak açıklayabiliriz. TSSB’ye sahip kişi, travma ile beraber zorlu bir zihinsel süreçten geçer. Travmatik süreç bazen öyle zorlar ki, kişi zaman zaman yaşanılan olayı tekrar yaşıyormuş gibi çeşitli görüntüler görüntüler görebilmektedir. Travma sonrası stres bozukluğu savaş, doğal felaketler, araba kazası, önemli bir yakının hastalığı ya da ölümü, cinsel saldırı gibi olaylar sonrası gerçekleşmektedir.

    TSSB dört adet ayrı semptom grubuna ayrılmaktadır. Bu dört grup şu şekilde aşağıda sıralanmıştır:

    Geçici Anılar:

    Yaşanılan travmatik anıyı, tekrar yaşıyormuş gibi hisseder ve bu anının görüntülerini flashback şeklinde görebilir.

    Travmatik olayı hatırlatan herhangi bir nesne, düşünce gibi şeyler fiziksel olarak reaksiyonlara (baş ağırıs, kaslarda kasılma, çarpıntı vs.) neden olabilir.

    Kişi, yaşadığı olayı rüyalarında tekrar tekrar görebilir.

    Travmatik olayın hafızada devamlı bir şekilde dönüp durmasıyla beraber kişinin günlük hayattaki tüm işlevselliği bozulabilir.

    Kaçınma:

    Kişi yaşanılan olay hakkında konuşmaktan kaçınmaya başlar ya da olayı hatırlatacak düşüncelerden kaçınmaya çalışır.

    Travmatik olayı hatırlatabilecek insanlardan, yerlerden ve etkinliklerden kaçınmaya çalışır.

    Düşüncelerdeki ve ruh halindeki olumsuz değişiklikler:

    Geleceğe karşı umutsuz bir bakış açısıyla bakabilir.

    Yaşanılan travmatik anının ayrıntıları hafızada silinebilir.

    Kişi kendini yalnız ve insanlardan uzaklaşmış hissedebilir.

    Eskiden yapmakta hoşlandığı etkinlikler, kişiye artık ilgi çekici gelmeyebilir.

    Fiziksel ve duygusal belirtiler:

    Alkol ve madde kullanımı

    Gece uykuya dalmada güçlük

    Konsantrasyon eksikliği

    Suçluluk ve utanç

    Genel bir öfke hali

    Konsantrasyon güçlüğü

    Görüldüğü üzere travmatik deneyim sonrası kişi ciddi belirtiler yaşamakta ve hayatını ciddi derecede etkileyecek semptomlar görmektedir. Ancak şunu unutmamalısınız ki her travmatik deneyim sonrası(ölüm,savaş,araba kazası vs.) kişide tssb görülmez. Kişide bir aylık bir yas sürecinin görülmesi doğal ve beklenen bir durumdur. Hatta kişinin bu bir aylık süreçte hiçbir belirti göstermemesi bir sorun olarak gözükebilir. Bu bir aylık süreçte uyku ve yemek düzeniniz değişiklikler gösterebilir, günlük aktiviteleri yapmak istemeyebilirsiniz. Ancak çoğu insan bir aylık süreçten sonra saydığımız belirtileri daha az yaşamaktadır. TSSB teşhisinin konulması için yukarıda sayılan belirtilerin en az bir aylık bir süreçten sonra aynı düzeyde devam etmesi gerekmektedir.

    Eğer bu semptomları uzun süredir yaşıyorsanız, kesinlikle kendinizi zayıf ve çaresiz görmeyin. Özellikle savaş, doğal afet ve cinsel saldırılarda TSSB gelişme olasılığı çok yaygındır. Bunun yanında sosyal destek de travma sonrası gelişen belirtilerin yoğunluğunu azaltabilmektedir.

    Evet bu belirtileri yaşıyorum. Peki iyileşebilir miyim?

    Evet, TSSB tedavi edilebilir bir zihinsel sağlık sorunudur. Bir uzman yardımıyla alacağınız yardım, tedavi sürecinizin başarıyla geçmesini sağlar. Unutmayın ki, yıllar geçse bile travmalardan ve bu travmaların etkilerinden kurtulabilirsiniz.

    TSSB Nasıl Tedavi Edilir?

    Öncelikle şundan söz etmeliyiz ki, evet travmalarınızdan kaçıyor olabilirsiniz. Bunlarla yüzleşmek gerçekten zordur. Hatta bu kaçınma davranışı sonucu, kısa vadede iyi bile hissedebilirsiniz. Ancak uzun vadede kendinizi şu ankinden daha kötü hissedebilirsiniz. Bu nedenle çeşitli terapi teknikleri, TSSB tedavisi için oldukça işlevsel olacaktır. TSSB’nin tedavisinde, uygulanan terapi yöntemleri çeşitlilik göstermektedir.

    Aşağıda en etkili ve travmaların tedavisinde en çok uygulanan psikoterapatik yöntemlerden söz edilmiştir:

    Bilişsel Davranışçı Terapi: Travma sonrası stres bozukluğunun tedavisinde BDT, kabul gören ve fayda sağlayan bir tekniktir. Travma sonrası kişide oluşan düşünce kalıplarını ve yorumlayış biçimindeki çarpıtmaların değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Buna göre, kişinin travmasıyla başa çıkmak için uyguladığı yöntemleri daha işlevsel hale getirilmesi ve kişinin TSSB ile başa çıkma becerisinin arttırılması hedeflenmektedir.

    EMDR: Bu yöntem, TSSB’nin tedavisinde kişinin travmatik yaşantısıyla alakalı olan süreçlerini yeniden işlemlemektedir. Kişinin travması hakkındaki duygularını, düşüncelerini ve bedensel olarak duyumlarını kaldırmayı amaçlamaktadır.

    Bu terapi yöntemlerinin yanı sıra bir psikiyatrist kontrolünde, duygudurumu düzenlemek amacıyla antidepresan kullanımı da önerilebilmektedir. Terapi ve ilaç tedavisinin aynı anda kullanılması, sorununun çözülme şansını arttırmaktadır.

  • Çocuklarda tuvalet eğitimi nasıl olmalıdır?

    İnsanoğlu, doğduğu andan itibaren, kendini bir gelişim çizgisinin üzerinde bulur. Bu çizgide, birtakım, “başarması gereken” şeyler vardır. Bunlara psikolojide “gelişim görevleri” denir. Tuvalet eğitimi de, önemli gelişi görevlerinden biridir.

    Tuvalet eğitimi nedir?

    Tuvalet eğitimi, çocuğun kimsenin yardımı ve hatırlatması olmadan, kendi kendine farkına vararak tuvalete gidip tuvaletini yapabilmesidir. Yani tuvalete gitme davranışını kimsenin herhangi bir müdahalesi olmadan, kendi kendine kontrol edebilmesidir.

    Tuvalet eğitimi, çocukların psikolojik gelişimleri açısından  önemli bir süreçtir. Eğitime başlama yaşı ve alışkanlığı kazanmak için geçen süre üzerinde birçok faktör etkilidir. Tuvalet alışkanlığının kazanılmasında annenin eğitim düzeyi, ailenin sosyokültürel yapısı, gelir düzeyi, başlangıç yaşı, kullanılan yöntemler, yaşadığı ortam, tuvaletin tipi, eğitimi verenin bilgi sahibi olup olmadığı, çocuğun psikolojik durumu, cinsiyeti gibi birçok faktörü rol oynar.

    Tuvalet eğitimi, anne ve babanın çocuğunun ihtiyacını  fark edip çocuğunu  uyararak tuvalete göndermesi demek değildir. Bunu çocuğun kendisi fark edip , alışkanlık haline getirmesi gerekir. Tuvalet alışkanlığı kazanma, çocuğun hayatında önemli gelişimsel bir olaydır.

    Tuvalet eğitiminde hem çocuğun hem de anne ve babanın hazır olması önemlidir. Bu eğitim için 2-2,5 yaşları beklenmelidir. Tuvalet eğitimini kızlar, erkeklere göre birkaç ay daha önce tamamlayabilir. Çocukta tuvaletini yapmayla ilgili organlar da aşağı yukarı  bu yaşlarda gelişir. Ayrıca bu yaşlardan önce tuvalet egitimi için çocuklar zorlanmamalıdır.

    Tuvalet eğitiminin verilmeye başlandığı  2 yaş ve civarı, çocukta anal dönem olarak nitelendirilir. Yani kendi bedenini fark etmesi, sahip çıkması, kendine ait hiçbir şeyi başkasıyla paylaşmak istememesi, uyarılara olumsuz yanıtlar vermesi gibi tutumları içeren bir yaş dönemidir. Bu yaştaki  çocukların en önemli özelliklerinden biri de, amaca yönelik uygulamalarda motivasyonunun yüksek ve sabırlı olmasıdır. Ayrıca , anne-babayı model alma , taklit edebilme de bu dönem özelliklerindendir ve  tuvalet eğitiminde de kullanılabileceği becerilerdendir.

    İkinci yaşa, birinci ergenlik dönemi de denebilir. Bu  yaştaki çocuklarda  her şeye “hayır” deme sık rastlanılan bir durumdur; başına buyruk, sürekli “benim” sözcüğünü kullanan, kararlarını kendi vermek isteyen biri olabilirler. “Kakanı buraya yap” gibi önerilerini kendine, bedenine, bir müdahale olarak algılayabilirler. Bu yaşlardan önceki  çocuklar  tuvaletinin geldiğini hissedebilir ama hissetse bile tutamaz. Öncelikle çocuk tuvaletinin geldiğini kendi kendine fark etmeli, farkına vardıktan sonra tutabilmeli ve gidip yapabilmesi için, bu işlemin tümü ile ilgili organların (böbrek, karın kasları,) gerekli gelişiminin tamamlanmış olması gereklidir.

    Tuvalet eğitiminin, özellikle yeni bir kardeşin doğumuna, anne ve babanın ayrılmasına, ya da alışılması zor olan yeni bir değişiklik durumuna denk getirilmemesi gerekir.

    Çocuğum tuvalet eğitimine hazır mı?

    Tuvalet eğitimine başlamadan önce çocuğun buna hazır olup olmadığını değerlendirmek gerekir. Çocuk henüz hazır değil ise başarısızlığa uğrama ihtimali daha yüksektir.

    Çocuğun hazır olduğunu gösteren bazı fiziksel, zihinsel ve ruhsal belirtiler vardır. Gün içerisinde 2 saatten daha uzun bir süre bezin kuru kalması, “çiş, kaka, tuvalet” gibi kelimelerin anlamını bilme, ıslak- kuru ayrımını yapabilme, eğilme, oturma, yürüme,  kalkma gibi hareketleri kolaylıkla yapabilme, altını ıslattığında rahatsızlık duyma,  ıslak bez kullanımının azalması,  pantolonunu veya basit kıyafetleri kendi başına giyebilme, basit emirleri yerine getirebilme, ıslak ve kuru arasındaki ayrımı fark edebilme, sıkıştığı zaman söyleyebilme gibi becerilerin  hepsini ya da çoğunu  kazanmış olması gerekir.

    Tuvalet eğitiminde ebeveynin yapabilecekleri nelerdir?

    Anne ve babanın kendi çocuklarına uygun bir şekilde düzenlenilmiş veya ayarlanmış bir planı olmalıdır. Bu konuda uzman desteği de alınabilir. Öncelikle ne zaman , nasıl başlanacağı düşünülmelidir.

    Tuvalet eğitimi verirken  ve bu alışkanlığı kazandırmaya çalışırken anne ve babaların yoğun ilgili, istekli ve sabırlı olmaları gereklidir. Çocuklar bu alışma sürecinde ara ara altına kaçırabilirler. Bu normal bir durum olarak değerlendirilir ve çocuğa kızmak veya cezalandırmak gibi olumsuz tutumları kesinlikle uygulamamak gereklidir. Çünkü henüz yeni yeni kullanmaya başladığı kaslarını kontrol etmeye çalışırken kaçırmalar çok normaldir ve zamanla düzelecektir.

    Bu eğitim aşamasında çocuğu motive etmek çok önemlidir. Sürekli, tuvalet konusundaki her olumlu hareketinde övülüp takdir edilmesi onu motive edecektir. Konuşulup, cesaretlendirilmek ve sürekli iletişim halinde olmak da çocuğu olumlu yönde etkiler.

    Olumlu her davranışta küçük ödüllendirmeler yapılabilir, maddi değeri yüksek olmayan ödüller seçilmesi daha uygun olur.  Şu konularda çocuğun takdir edilmesi olumlu etkileyecektir; tuvaletinin geldiğinde  söylemesi, tutabilmesi, lazımlığa oturma alışkanlığı kazanması, çişini/kakasını tuvalete yapması. Ayrıca unutulmamalıdır ki bazen tuvalet eğitiminde geri dönüşler de yaşanabilir. Çocuğun başarı ya da başarısızlığı hiçbir şekilde zekası ile kıyaslanmamalıdır.

    Başlangıçta çocuğun anne-baba ile birlikte tuvalette bulunmasına, klozet ve lazımlığı keşfetmesine , şifonla oynamasına izin verilmelidir. Çocuğun tuvaleti nasıl kullanabileceği gösterilmelidir.

    Cinsiyetine göre  rol model seçimi de önemlidir. Babanın oğluna, annenin kızına yardım etmesi, daha rahat bir ortam sağlar ve  çocuğun güven kazanmasına yardımcı olur. Çocuk ile birlikte lazımlık seçilmelidir. Sırasıyla yerde duran, klozete yerleştirilen ve klozete en çok benzeyen lazımlıkların tercih edilmesi daha uygun olur.

    Ayrıca bu dönemde çocuğa bol, rahat, kolay çıkarabileceği giysiler giydirilmelidir. İç çamaşırı kullanmıyorsa kullanmaya başlaması sağlanmalıdır. Örneğin ilgisini çekebilecek desenlerde iç çamaşırı alabilirsiniz, birlikte seçebilirsiniz. Çocuğun günde bir kez giyinik olarak oturağa oturması sağlanmalıdır. Daha sonra çocuğun giysilerini çıkartarak oturağa oturması sağlanmalıdır. Çocuk korkuyor, ısrarla oturmak istemiyorsa kesinlikle zorlanmamalı ve onun kendini hazır hissettiği zamanın beklenmesi gereklidir.

    Asla baskıcı olunmamalı ve katı kurallar koyulmamalıdır. Bu durumda çocuk bedeninin başkaları tarafından kontrol edildiği hissine kapılır ve tuvaletini tutma ya da altına kaçırma gibi durumlar ortaya çıkar. Eğitim sırasında bez kullanmamaya özen gösterilmelidir. 2-3 saatte bir tuvalete götürüp, beş dakika oturtulmalıdır . Böylece bu düzen metabolizmasıyla da doğru orantılı bir şekilde ilerleyecektir. Bu sırada çocuğun kaygısını azaltmak için ona sevdiği masallar  anlatılabilir.

    Evin içerisinde bez kullanımı azaltılmalıdır ama düzenli kuru kalabiliyorsa bu yapılmalıdır. Her gece yatağına girmeden tuvalete götürülmeli ve oturağını gece ya da kullanmak istediği zaman rahat kullanabilmesi için yatağının yakınına konulmalıdır. Gece kuruluğu gerçekleşmesi çoğunlukla aylar, yıllar alabilir. Gündüz eğitimi tamamlandıktan sonra gece eğitimine başlanması gerekir. Her çocuğun bu süreyi başarıyla tamamlaması farklı olabilir. Ama 5 yaşına kadar altını ıslatmaması ve 4 yaşına da kadar da altını kirletmiyor olması gerekir.

    Çocuk tuvalet eğitimini reddediyor veya geri dönüşler yaşıyor ise bu eğitime bir süre ara verilmelidir. Böyle bir durumda aile panik olmamalı, başarısızlık ve umutsuzluk hissine kapılmamalıdır.

    Tüm bunları yapmaya çalışırken çocuğun kendi gelişimsel özellikleri de göz ardı edilmemelidir. Yapamayacağı bir durumda zorlanmamalıdır. Tuvalet eğitimi zorla kazandırılacak bir alışkanlık değildir.  Daha dirençli ve kaygılı olan çocuklar rahatlatılmaya çalışılabilir. Örneğin, müzik dinlemek, resim yapmak veya resimli kitapları incelemek çocuğunuzu rahatlatabilir.

    Tuvalet sonrası temizlikte unutulmamalıdır. Çocuğunuza tuvalet sonrası ellerinizi yıkaması gerektiğini anlatın ve bunun alışkanlık haline getirmesini sağlamaya çalışın. Ayrıca çocuğun  5- 6 yaşlarına kadar dışarıdaki tuvaletlerde yardıma ihtiyacı olabilir. Çocuk dışarıda tuvalete gitmeye alışana kadar yanınızda yedek giysi ya da iç çamaşırı bulundurabilirsiniz. Burada önemli olan şeylerden biri kendi başına , bireysel olarak bir işi başarma duygusunu kazandırmaktır.

    Çocuğun gelişimi normal olduğu halde 4 yaş ve sonrasında hala tuvalet eğitimi kazandırılmamış ise geç kalınmış sayılabilir. Kabızlık, idrarını tutma gibi fiziksel sorunlar ortaya çıkabilir , bunlar yetişkinlik döneminde uzun süreli sorunlara dönüşebilir. Tuvalet eğitiminde baskı, kötü durumlara izin vermek (çocuğun kendini pisletmesi)  ya da çok katı tutum sergilemek, çocuk istismarı sayılabilir. Bu durum ise yetişkinlik döneminde mükemmeliyetçilik, her işi eksiksiz yapma, aşırı titizlik gibi olumsuz ihtimallere sebep olabilir.

    Gece tuvalet eğitimi

    Gece tuvalet eğitimi gündüze göre daha uzun sürebilir. Gündüz tuvalet kontrolünü yapabilme becerisini kazanmış çocuklar gece kontrolü sağlayamayabilir. Genelde 3 yaşındaki çoğu çocuk ayda 1 kez gece altını ıslatır. Bu durumda bir süre bez  sonrasında da alıştırma külotlarına geçebilirsiniz.  Bu süreçte çocuk uyumadan en az 1 saat önce ya da akşam saatlerinde çok fazla sıvı tüketmemesine dikkat edilmelidir. Gece tuvaleti için uyandığında ona yardımcı olmanız ve çocuğunuza bunu söylemeniz de önemlidir.

    Tuvalet eğitiminin çocuğa etkisi ne olur?

    Araştırmalara göre tuvalet eğitiminin karakter gelişiminde önemli bir etkisi vardır. Özellikle eğitim sırasında uygulanan yanlış tutumlar kişiliği direkt olarak etkiler. Yapılan yanlışlar arasında en sıklıkla rastlanan tutum,  çocuk hazır olmadan başlamak, zorlamak, baskı kurmak , başka çocuklarla kıyaslamak, cezalandırmak sayılabilir.

    Çocuklar için tuvalet eğitimi savaş ve mücadele haline getirilmemelidir. Bu durum çocukta suçluluk duygusunu geliştirir aynı zamanda da özgüveni düşürür. İlerleyen dönemlerde , yetişkinlik döneminde, cimri , aşırı titiz, pasif, cinsel işlev bozukluğu gibi sorunlara yol açabilir.

    Tuvalet sonrası temizlik eğitimi

    Çocuğun sosyalleşmesi ve hijyen kuralları açısından tuvaletten sonraki temizlikte tuvalet eğitiminin bir  parçasıdır. Çocuğa kendini temizleme alışkanlığı önce gösterilmeli sonrasında kendisine denendirilmelidir. Nasıl temizleyeceğini, yıkayacağını, tuvalet kağıdını nasıl kullanacağını, poposunu nasıl temizleneceğini anlatarak ve göstererek başlayabilirsiniz. Temizlik eğitiminde özellikle kız çocukları önden arkaya doğru temizliğini yapmalıdırlar. Çünkü bu şekilde enfeksiyon kapma riskleri azalır. Zaman geçtikçe edinilmiş alışkanlıkları değiştirmek çok zordur. Bu sebeple, tuvalet eğitimi ile temizlik eğitimi  aynı zamanda verilirse çocuğunuz için uzun dönemde daha olumlu sonuçlar elde etmenizi sağlar.

    Ne zaman bir uzmana başvurulmalıdır?

    • Çok uzun zaman sonra , aylar sonra, hala eğitim ve alışmada zorluk yaşanılıyorsa,
    • Çocuk direnç gösterip kakasını ve çişini tutuyorsa,
    • Çocuk 3- 4 yaşını geçti ve hala tuvaleti eğitimine ilgi duymuyorsa,
    • Sorun fiziksel sorunların yanında başka psikolojik sebeplerden de kaynaklanıyor olabilir. (Tuvalet yalnız kalamama, dikkat çekmek isteği.) Bu gibi durumlarda bir uzmandan destek alınması gereklidir.

    İnsanoğlu, doğduğu andan itibaren, kendini bir gelişim çizgisinin üzerinde bulur. Bu çizgide, birtakım, “başarması gereken” şeyler vardır. Bunlara psikolojide “gelişim görevleri” denir. Tuvalet eğitimi de, önemli gelişi görevlerinden biridir.

    Referanslar

    Kaynakça

    • http://www.istanhttp://sehitumutgokanaokulu.meb.k12.tr/meb_iys_dosyalar/36/14/
    • 964604/dosyalar/2017_11/30190009_tuvalet_eYitimi.pdfbulsaglik.gov.tr/ahweb/belge/cocukSag/wc.pdf
    • Brazelton TB. A Child-oriented approach to toilet training. Pediatrics 1962; 29: 121-128
    • Koç I, Camurdan AD, Beyazova U, Ilhan MN, Sahin F. Toilet training in Turkey: the factors that affect timing and duration in different sociocultural groups. Child Care Health Dev 2008; 34: 475-481
  • Öz güven nedir, nasıl oluşur?

    Bu yazıda, “Özgüven nedir?” sorusunu merkeze alarak, aslında kendimizle ve hayatımızla ilişkimize göz atmaya davet ediyorum sizi. Kendimizi ve hayatımızı özgüven kavramı üzerinden anlama çabamızda bize psikoloji kılavuzluk edecek.

    Özgüven, hayatımıza nasıl yön verdiğimizi belirleyen (ve gösteren) en önemli kavramlardan biridir. Bu yazıda, aşağıdaki soruların cevaplarına ulaşabileceksiniz:

    • Özgüven nedir?
    • Özgüven bizim için neden önemlidir?
    • Özgüven nasıl oluşur?

    Öncelikle özgüven kavramıyla yakın duran ve dolayısıyla da zaman zaman karıştırılan birkaç kavramı psikoloji açısından kısaca ele almama müsaade edin.

    Öz (benlik) nedir?

    İngilizce karşılığı self olan benlik, tüm yönlerimizle kendimizi algılamamızı tanımlayan bir kavramdır. Kendi kişiliğimize ilişkin kanaatlerimizin toplamıdır benlik. İç dünyamıza dönüp, BEN dediğimizde ortaya çıkan ve sadece bizim görebildiğimiz şey benliktir. Böyle baktığımızda, olumlu benlik veya olumsuz benlik algısından bahsedebiliriz. Kabaca söylemek gerekirse, kendimize bakışımız olumlu veya olumsuz olabilir.

    Özsaygı (Benlik Saygısı) Nedir?

    Özsaygı İngilizcede self esteem olarak karşılık buluyor. Özsaygı, özümüzü (benliğimizi) beğenme derecemiz olarak düşünülebilir. Bazı uzmanlarca benlik saygısı, benliğimizin duygusal yanı olarak kabul edilmektedir. Böyle bakıldığında yüksek özsaygı, kendimizi beğenmeyi değil, kendimizi değerli bulmayı ifade eder.

    Öz-yeterlik Nedir?

    Öz-yeterlik, yeteneklerimizi, becerilerimizi, kabiliyetlerimizi değerlendirmemizle ilgili bir kavramdır. Bir işi başarıyla yapabileceğimize, bir işin altından kalkabileceğime olan inancımızı ifade eder öz-yeterlik. Daha spesifik (belirli) durumlar için kullanılır. “Matematik dersinden başarılı olabilecek miyim?”, “Evlilikteki sorumluluklarımın altından kalkabilecek miyim?” sorularına vereceğimiz cevaplar, öz-yeterlik algımızla ilgili olabilir.

    Öz güven nedir?

    Psikoloji ile ilgileniyorsanız, hazırlıklı olmanız gereken ilk durumlardan biri şudur: Psikolojideki pek çok kavramın tek bir tanımı yoktur. Söz konusu kavramlar, pek çok kuram ve kuramcıya göre değişik anlamda kullanılmaktadır. Özgüven (self-confidence) kavramı için de aynı durum geçerlidir. Dolayısıyla, “Özgüven nedir?” sorusunun cevabını araştırırken ulaşacağınız sonuç, çeşitlilik arz edebilir. Ben burada, psikoloji literatüründeki bazı özgüven kavramlarını sizinle paylaşmak istiyorum. Belki, paylaşacağım tanımlardan sonra siz, kendi özgüven tanımınızı üretebilirsiniz.

    “Özgüven, davranışların en önemli belirleyicilerinden biri olup, bireyin kendine yönelik olumlu yargılarının olması, kendini ve olayları kontrol edebileceği inancı, kendini sevmesi, yeterli olduğunu düşünmesi, değerinin farkına varması, kendisiyle barışık olması, kendini olduğu gibi kabul etmesi, kendini tanıması gibi durumlarla ilgili bir kavramdır.”

    İstiyorsanız, alttaki başlığa tıklayarak, “Özgüven ne demek?” sorusuna verilen başka cevaplara da ulaşabilirsiniz.

    Özgüven Ne Demek – Farklı Tanımlar (Tıklayın)

    “Özgüven, genel bir özellik olmaktan daha çok bireyin belli bir aktiviteyi başarılı biçimde yerine getireceğine yönelik inancı ve bireyin kendi yargı, yetenek, güç ve kararlarına güven duymasıdır.”

    “Özgüven, bireyin kendisini değerli hissetme yargısıdır.”

    “Özgüven, kişinin kendi yeteneklerine kesin inancıdır.”

    “Özgüven, bireyin kendisine yönelik iyi, olumlu duygular geliştirmesi sonucu kendini iyi hissetmesi, bu iyi hissetme sonucunda kendisiyle ve çevresindeki kişilerle barışık olması şeklinde tanımlamıştır.”

    “Özgüven, başarısızlıktan kaçınarak, başarılı olmaya eğilim sağlayan, sosyal kabul ve değersizlik hissine karşı geliştirilen bir içsel ihtiyaçtır. Diğer bir ifadeyle özgüven, bir kimsenin bir olayın üstesinden gelmekteki yetisi ve başarısı olarak algılanmaktadır.”

    “Özgüven, kişinin bedeni ve davranışıyla kendi dünyası üzerinde denetim ve egemenlik kurduğunu bilmesidir.”

    “Özgüven, bireysel durumlara özgü veya geçici bir tutum değil, aksine genel bir kişilik özelliğidir.”

    Özgüven duygusu kişinin yaptıklarının onaylanması ile oluşan ve kişide zorlukları, yaşamda karşılaşabilecek problemleri kendi iç kaynaklarına, kendi gücüne, kendi yeteneğine ve kendi zekasına dayanarak aşabileceği yolundaki düşüncesidir.

    “Özgüven, doğuştan gelmeyen, yaparak kazanılması gereken, hayatta karşılaşılan sorunlarla baş edebilme yeteneğidir.”

    “Özgüven, kişinin kendisini değerlendirmesi ve kendisinden memnun olup olmaması sonucu oluşan öznel bir olgudur. Olumlu veya olumsuz olabilir (düşük-yüksek özgüven), statik değildir. Koşullara, konuma, gelişmelere göre değişebilir. Kişinin yüksek veya düşük özgüvenli oluşu, kişinin davranış ve hislerini farklı yönlerde etkiler.”

    Umarım yukarıdaki tarifler, “Özgüven nedir?” sorusuna kişisel bir cevap oluşturmanıza yardımcı olmuştur. Çünkü, “Özgüven nedir?” sorusuna vereceğiniz kişisel cevap, daha sonra cevaplamaya çalışacağımız, “Özgüven nasıl kazanılır (veya artırılır)?” sorusu için son derece belirleyici olacaktır.

    Öz güven bizim için neden önemlidir?

    Özgüven biz insanlar için son derece önemli bir kavramdır. Psikoloji alanında yapılan pek çok çalışma, özgüvenin insan davranışları ile ilişkisini ele almaktadır.

    Özgüveni yüksek olan biriyseniz, kendine güveni ve  başarma arzusu olan, zorluklardan yılmayan, iyimser, yeni düşünce ve deneyimlere açık, araştırmacı, insan ilişkilerinde rahat, sevecen, sorumluluk sahibi ve atılımcı bir kişisinizdir. Yüksek özgüveniniz aynı zamanda, kendinizi saygın ve kabul edilmeye değer, yararlı ve önemli bir kişi olarak algılamanıza yardımcı olur. (Yazarken bile insana son derece çekici geliyor 🙂 )

    Özgüveniniz düşük ise, kendinizi başarısız ve değersiz görürsünüz, ve reddedilme korkusu ile sevgi alışverişine girmekten kaçınırsınız. Günlük yaşamdaki problemlerinizi çözemeyeceğinize inanır, sürekli olarak çaresizliğin stres ve kaygısını taşırsınız. Etrafınızda olan bitenlerden çabuk etkilenir ve başkalarına bağımlı bir yaşantı sergilersiniz.

    Özgüven çeşitleri nelerdir?

    Psikolojide, özgüvenin, kişinin kendisiyle ilgili iki boyutundan bahsedilir:  “Sevilebilir olma” ve “yeterli olma” algısı. Kendimizle ilgili bu algımız, bebeklikten başlayarak, tüm yaşamımız boyunca ailemiz ve yakın çevremizle olan ilişkilerimiz sonucunda gelişmektedir. Çocukluk yaşamlarımızdaki anne, baba, teyze, hala vb. önemli yetişkinlerle olan ilişkilerimizin etkilerini her zaman içimizde taşırız. Okula başlamamızla birlikte, öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımız bizim için önemli varlıklar olmaya başlarlar. Tüm bu ilişki ve deneyimlerimiz sonucunda, kendimizi değerli veya değersiz, yeterli veya yetersiz olarak algılama eğilimi taşırız.

    Psikolojik sorun yaşayan insanlar üzerinde yapılan araştırmalar, özgüven eksikliğinin insanları yetersizlik duygusuna ve köklü bir cesaretsizliğe ittiğini göstermektedir.

    Psikoloji literatüründe, iç özgüven ve dış özgüven olmak üzere iki değişik özgüven yaklaşımından bahsedilmektedir.  İç özgüven, kendimizden memnun ve kendimizle barışık olduğumuza dair inancımız ve bu konuda hissettiklerimiz; dış özgüven ise, dışarıya kendimizden emin olduğumuz şeklinde verdiğimiz görüntü ve davranışlardır.

    İç özgüveniniz sağlam ise şu tutumları sergileyebilirsiniz: Kendini tanıma, kendini sevme, kendine açık hedefler koyma ve pozitif düşünme vb.

    Dış özgüveniniz sağlam ise şu tutumları sergileyebilirsiniz: Sağlıklı iletişim becerileri, kendini iyi ifade edebilme, kendini ortaya koyabilme, duygularınızı kontrol edebilme vb.

    Özgüvenin büyük oranda temel çocukluk yaşantılarından hareketle şekillendiğini söylemiştik yukarıda. Çocukluk yaşantılarımıza bağlı olarak, bazılarımızda iç özgüven, bazılarımızda dış özgüven gelişme gösterebilir. Bazılarımızda her ikisi de gelişirken, bazılarımızda her ikisi de düşük seviyede kalabilir.

    Varsayalım ki, çocukken çabalarınız ve başarılarınız takdir edildi, fakat fiziksel görünümünüz eleştirildi. Bu durumda iç özgüveniniz gelişme gösterirken dış özgüveninizin gelişiminde sorun  oluşabilir.

    Özgüven  sahibiysek, yeteneklerimiz hakkında pozitif ve gerçekçi bir anlayışa sahip oluruz. Diğer taraftan, özgüven eksikliği ise, kendinden şüphe duymak, pasiflik, boyun eğme, aşırı uyum gösterme, yalnızlık, eleştirilere karşı hassas olma, güvensizlik, depresyon, aşağılık duygusu ve sevilmediğini hissetme gibi durumlarla ilişkili olabilir. İfade ettiğim bu negatif duygular, düşük özgüvenin etkisiyle ortaya çıkabilirken, özgüvenimiz de bu durumlardan negatif yönde etkilenebilir. Yani özgüven eksikliği yalnızlığımı tetiklerken, yalnızlığım da özgüvenimin azalmasına yol açabilir. Bu cümleyi kalın puntoyla yazdım ve altını çizdim; çünkü ilerde bize lazım olacak.

    Özgüveniniz yüksekse,  başkalarını kıskanmazsınız ve onların yaşamlarını olumsuz etkileyecek davranışlardan kaçınırsınız. Hatta başkalarının mutlu olması için gayret bile edebilirsiniz. Ancak, özgüveniniz düşükse başkalarını kıskanırsınız.

    Düşük özgüvenliyseniz, mutluluğunuz için çabalamazsınız; çünkü işin başında mutsuzluğu kabullenmiş ve durumun değişmeyeceğine kendinizi şartlandırmış olabilirsiniz.

    Özgüven, psikolojik açıdan basit bir özellik olarak görülmesine karşın, değişkendir ve başka birçok özellikle bağlantı içindedir. Doğuştan kazanılan bir özellik değil, çocukluktan itibaren yavaş yavaş gelişen merkezi bir özelliktir. Hayat boyunca yaşanan düş kırıklıkları ve ruhsal yaralanmalar sistematik olarak insanın özgüvenini zedeler. Yaşam boyu ne kadar çok düş kırıklığı yaşarsa, kişinin özgüveni de o derece azalır, korkularıysa çoğalır. Dolayısıyla özgüven kavramı iyimserlik ve karamsarlıkla sıkı bir ilişki içerisindedir. İnsan doğuştan belirli bazı yeteneklere ve farklı zeka düzeyine sahiptir. Belki de en önemli nokta şudur: İnsan hiçbir zaman, “özgüvene sahip” ya da “özgüvenden yoksun” bir birey olarak dünyaya gelmez. Özgüvenin oluşumu ve gelişimi tamamen yaşamla ilintili bir durumdur.

    Özgüvenli kişi yeteneklerinin farkındadır. Neyi yapabileceğini, neyi yapamayacağını bilir. Yani güçlü ve zayıf yanlarını tanır. Yeteneklerini çok iyi kullanır. Girişken olduğu için yeni şeyler denemekten çekinmez. Özgüveni gelişmemiş kişi kendini yeterince tanımadığı için yeteneklerinin farkında değildir. Neyi başarabileceğini bilmez. Onun bildiği tek şey, hiçbir şey yapamayacağıdır. Kendinde gurur kaynağı olabilecek bir yan bulamaz. İçe kapanık ve depresyona daha yatkındır.

    Kendine güvensizlik diğer insanlarla olan ilişkilerde kendini gösterir. Zorluk çektiğimiz tüm insan ilişkileri özgüvenimize zarar verebilir. Bir durum kişinin kendisini kötü hissetmesine yol açıyor ise, o kişi o konuyla ilgili kendine olan güvenini yitiriyor demektir. Az ya da çok özgüven sahibi olmak yetenek ile değil kişilik ile ilgilidir. Yaşamdan memnun olmak özgüven eksikliğinin ortaya çıktığı durumlarda oldukça zordur. Özgüven eksikliği, belirli (spesifik) durumlarda ortaya çıkabileceği gibi, hayatın genelinde de kendini gösterebilir; ancak özellikle kişiye zor gelen olaylar karşısında daha da artabilir.

    Özgüven nasıl oluşur?

    Özgüvenin oluşumunda üç temel bir de ilave olmak üzere dört etkenden bahsedebiliriz. Bu, literatürde rastladığım bir yaklaşım değil. Dolayısıyla, benim sahip olduğum ve sizinle paylaşmak istediğim bir bakış açısını gösteriyor. Özgüvenimizin şekillenmesinde etkili olduğunu düşündüğüm faktörleri şöyle sıralayabilirim:

    1. Doğuştan getirdiğimiz özellikler ve başımıza gelenler: Doğuştan getirdiğimiz özellikler (genetik etki), sahip olduğumuz potansiyele işaret etmektedir. Neyi ne kadar yapabileceğimizle ilgili bir referans oluşturur bizim için. Mesela, ne kadar olduğunu kesin olarak bilemesek de, hepimizin zekasının bir kapasitesi vardı. Daha zeki olanlarımız, zeka alanlarına göre daha başarılı olma ihtimaline sahiptir. Uzun boylu olanlarımızın basketbolda başarılı olma ihtimali daha fazladır. Aynı şey, fiziksel özelliklerimiz için de geçerlidir. Bazılarımız bazılarımıza göre daha çekici olabiliriz. Bütün bunlar da, kendimizle ilgili algımızın şekillenmesinde etkili olabilir.

    Doğuştan getirdiğimiz özellikler, başımıza gelenlerle faklı bir hal alabilir. Mesela doğuştan çok güzel bir çocukken, bir trafik kazası sonucu yaralı bir yüz sahibi olabiliriz.

    2. Maruz kaldığımız yetiştirilme tarzı: Doğuştan getirdiğimiz tüm genetik materyali bir hamur gibi düşünelim. Ellerinde doğup büyüdüğümüz insanlar, bu hamuru şekillendirme kuvvetine sahipler. Anne babamız bize, “sevilesi bir varlık” olduğumuzu hissettirirlerse, biz de kendimizi “sevilesi bir varlık” olarak deneyimleriz. Şayet “kusurlu bir varlık” olduğumuzu hissettirirlerse bize, biz de kendimizi “kusurlu bir varlık” olarak algılar ve kendimize dair “yoğun utanç duyguları” besleriz.

    3. İçinde yaşadığımız sosyal çevre: Aynen maruz kaldığımız en temel yetiştirilme tarzı gibi, içinde yaşadığımız sosyal çevrenin de üzerimizde bir etkisi söz konusudur. Yani sadece annemizin dediği değil, komşumuzun dediği de özgüvenimizin oluşumuna etki ediyor. Arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz gibi, muhatap olduğumuz tüm insanların etkilerini bu grupta değerlendirebiliriz.

    Harika bir genetiğe, çok iyi ebeveynlere sahip bir çocuk düşünelim. Bu çocuk, bir cinsi sapık tarafından tecavüze maruz kalsın. Ne kadar iyi bir geçmişi olursa olsun, bu çocuk yaşadığı travmadan  muhtemelen etkilenecektir. Söz konusu etkilenmenin içinde, özgüven zedelenmesi de olabilecektir.

    4. Kendi tutumlarımız: Bu kısım, özgüvenimizin şu anki halinde bizim de etkimizin olduğunu ifade ediyor. Evet, doğuştan bir hamurla dünyaya gelmiş olabiliriz ve bu hamuru bir dönem bizim dışımızdakiler şekillendirmiş olabilir. Ancak, belli bir zamandan sonra, kendi hamurumuzu şekillendirme hakkı, şansı ve sorumluluğuna sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bunu  nasıl yapabileceğimizi, yazının sonraki bölümlerinde ele almaya çalışacağım. Ama şunu bilmenizi isterim ki, kendi iç dünyamızı ve hayatımızı yeniden inşa etme çabası, bizi insan yapan en önemli çabalardan biri olacaktır. Çünkü bir kedinin böyle bir gücü ve sorumluluğu yok.

    Umarım bu makaleyle, “Özgüven nedir, ne demektir?” sorusuna bir cevap verebilmiş oldum. Özgüvenle ilgili düşüncelerinizi, yazının yorum kısmından benimle paylaşabilirsiniz.

  • Psikoloğa giden birine ne denir?

    Psikoloğa giden biri için kullanılması gereken ifade meselesi tartışmalı bir meseledir ama genel olarak iki kavramdan söz edebiliriz: hasta (patient) ve danışan (client). Bunlar kadar yaygın olmasa da analizan (analysand) üçüncü bir kavram olarak kullanılır.

    Psikologlar, kullandıkları psikoterapi yaklaşımına, mesleki yaklaşımlarına, çalıştıkları ortama vb. bağlı olarak dile getirilen üç kavramdan birini kullanırlar.

    Çok genel bir yaklaşım olarak, psikanaliz uygulayan psikologlar analizan, hastanede çalışanlar hasta, özel merkezlerde çalışanlar da danışan deme eğilimi gösterebilirler.

    Belirttiğimiz gibi, bu kategorizasyon kesin değildir. Kendi ofisinde çalıştığı halde hizmet verdiği kişi için hasta kavramını kullananlar olabileceği gibi hastanede çalıştığı halde danışan kavramını kullananlar da olabilir.

  • EMDR Terapisi Nedir?

    EMDR Terapisi, açık haliyle, “göz hareketleriyle duyarsızlaştırma ve yeniden işlemleme terapisi, oldukça yeni bir psikoterapi türüdür.

    Terapi, bireyin psikolojik rahatsızlıklarını sürdürmeye devam eden işlenmemiş travmatik veya diğer üzücü deneyimlerin tanımlanmasını içerir. Özellikle kullanım alanı olarak TSSB (travma sonrası stres bozukluğu)’nin tedavisinde popülerliği artmaktadır.

    İlk bakışta EMDR’ın psikolojik sorunlara olan alışılmadık yaklaşımı eleştirilere neden olsa da bilimsel olarak kanıtlanmış bir terapi yöntemi olduğu unutulmamalıdır.

    EMDR geleneksel psikoterapi ve farmokolojik (ilaç tedavisi) yaklaşımların aksine danışanın kendi ritmik göz hareketlerini kullanır. Böylece danışanın geçmişe dair, duygusal olarak yüklü travmatik anıların kişide oluşturduğu negatif etkiyi azaltmayı amaçlar.

    Bir EMDR seansından ne bekleyebilirsiniz?

    Bir EMDR seansı yaklaşık olarak 90 dakika sürebilmektedir. Danışandan, olumsuz anılarını ve buna bağlı bedensel duyumları ile birlikte yaşadığı anıyı düşünmesi istenir. Terapistiniz parmaklarını yüzünüzün önünde ileri geri hareket ettirir. Bu el hareketlerini gözlerinizle takip etmenizi ister. Aynı zamanda terapistiniz uygulamasında bunları yaparken, sizin de rahatsız edici travmatik anınızı düşünmenizi ister.

    Terapistiniz bu süreçte parmaklarını kullanabilir ya da sağ veya sol omzunuza veya dizlerinize dokunabilir. Bunun dışında bir alet yardımı ile kulaklarınıza ses vererek yine sağ beyin ile sol beyine uyarım verir ve böylece travmatik anının beyin tarafından işlemlenmesini sağlar.

    Bu tekniğin kullanımından önce ve sonra olmak üzere, terapistiniz sizden sıkıntı seviyesini puanlandırmanızı ister. Böylece tekniğin kullanımı ile beraber sıkıntı verici anıların seviyesinin sıfıra inmesi amaçlanır.

    Bilgi işleme

    EMDR tedavisi ile beyindeki travmatik hafıza alanına ulaşım daha kolay bir hale gelir. Böylece travmatik hafıza veya bilgi ile kurulan yeni ilişkilerle beraber “bilgi işleme süreci” de gerçekleşmiş olur. Böylece EMDR’da 3 protokol hedeflenmiş olur:

    • İlk protokolde bilgi işleme sürecindeki uyumsuzluklara neden olan travmatik anılar belirlenir ve uyumsuz bağlantılar yerine yeni bağlantılar kurulur.
    • İkinci protokolde tehlike yaratan mevcut durumlar hedeflenmektedir. Bu durumlar için iç ve dış tetikleyiciler duyarsızlaştırılır.
    • Üçüncü protokolde ise danışanın gelecekte de kullanması için beceriler elde etmesi amaçlanır ve “gelecekteki hayali şablonlar” ile danışanın gelecekteki olası durumlar konusunda korunması amaçlanır.

    EMDR terapisi nelere odaklanır?

    Tedavi seanslarının süresi danışanın geçmişteki travmalarının düzeyine ve danışanda bıraktığı etkilerin seviyesine bağlıdır. EMDR tedavisi üç aşamalı bir protokolden oluşur. Bunlar;

    1. Anılar/ geçmişte olanlar
    2. Mevcut rahatsızlık/ olmakta olanlar
    3. Gelecekteki eylemler/ gelecekte olabilecekler

    Tüm bunlar semptomları azaltmak ve danışanın tüm klinik tablosunu ele almak için gereklidir.

    EMDR tedavisinin temel amacı olarak, kişide sorun yaratan deneyimleri işlemek ve bunların yerine sağlıklı sonuçları yerleştirmek olduğundan söz etmiştik.

    “İşleme” kelimesi ile kastedilen bu deneyimler hakkında konuşmak değildir. “İşleme” soruna neden olan deneyimin “sindirilmesini” ve beyinde uygun şekilde depolanmasına olanak sağlayan bir öğrenme durumunu geliştirmektir. 

    Daha açık bir ifadeyle EMDR tedavisiyle beraber geçmişte yaşadığınız ve size hala olumsuzluk veren bu deneyimler işlenir ve gelecekte size olumlu yönde rehberlik edecek duruma gelir. Size olumsuzluk veren duygular, beden hisleri ve olumsuz inançlarınız beyninizden uzaklaştırılır.

    Sonuç olarak bu tedavinin sonucundaki temel amaç sizi sağlıklı ve yararlı davranışlar  ve etkileşimlere yol açacak duygular ile baş başa bırakmaktır.

    EMDR terapisinin aşamaları nelerdir?

    1. Aşama: İlk aşamada geçmişinizdeki acı dolu anılarınızı, olayları veya deneyimlerinizi ve mevcut stresleriniz hakkındaki tam geçmişiniz terapistiniz tarafından alınır. Siz ve terapistiniz beraber olmak üzere belirli anıları veya olayları hedef alan bir tedavi planı geliştirirsiniz. İlk başta çocukluğunuza daha fazla odaklanılabilir ve sorunlarınızın ilk ne zaman başladığı, en kötülerinin nasıl olduğu ve en son sorununuzu ne zaman geçirdiğiniz gibi ayrıntılar, terapistiniz tarafından istenir.

    2. Aşama: Bu aşamada terapistiniz, zihinsel egzersiz yapmak gibi stres ve kaygı ile başa çıkmanın bazı yollarını öğrenmeniz konusunda size yardımcı olacaktır.

    Aşama 3 ile Aşama 6 Arası: Bu aşamalar tedavinin daha fazla yoğunlaştığı ve sıkı bir çalışmanın olduğu yerdir. İlk olarak terapistiniz birinci aşamada belirlediğiniz hedeflerden birini çalışmaya başlayacaktır. Daha sonrasında kafanızda oluşturduğunuz resim hakkında hem olumlu hem de olumsuz olarak bir inanç tanımlamanız istenecektir.  Bu inançların her ikisinin de ne kadar doğru oldukları hakkında derecelendirme yaparsınız. Daha sonrasında parmaklarla, dokunma yoluyla veya sesli uyarımla sağ beyin ve sol beyin arasındaki işlemleme süreci gerçekleşir.

    Aşama 7: Bu aşamada, attığınız olumlu adımlar sonrasında bunları günlük hayatınıza nasıl dökebileceğiniz üzerine çalışılmaktadır. Bu aşamaya geldiğinizde aslında EMDR seanslarının kapanış aşamasında olmuş olacaksınız.

    Aşama 8: Bu noktada, siz ve terapistiniz ilerlemeniz hakkında konuşmuş olacaktır. İlk noktada belirlediğiniz terapi hedeflerinizi tekrar inceleyecek ve hedeflere ne derecede ulaşıldığı konuşulacaktır. Belirlemiş olduğunuz diğer terapi hedeflerine ulaşmak için onlarla da çalışılıp çalışılmaması gerektiği kararlaştırılacaktır. Ayrıca mevcut zamandaki ve gelecekteki stresle baş etme yollarını da tartışmış olacaksınız.

    EMDR stimülasyonu

    3. ve 6. evrelerde bahsettiğimiz EMDR seansında, yukarıda da bahsettiğimiz gibi geçmişinizde yaşadığınız ve size yoğun anlamda sıkıntı veren travmanızı hatırlamanızı isteyecektir. Hatırladığınız travma doğrultusunda terapistiniz, olumsuz durumları ve hissettiğiniz fiziksel duyumları tekrar düşünmenizi isteyecektir. Bu sırada terapistiniz, parmak hareketleriyle gözlerinizi bir yandan diğer yana hareket ettirir.

    Terapistiniz gözlerinizi hareket ettirmeye odaklanmanız için, ilk üç parmağını kaldıracak ve onları takip etmeniz için iki taraflı (sağa ve sola doğru) bir şekilde hareket ettirecektir.

    Bu yöntem dışında yine sağ beyine ve sol beyine uyarım vermek için, sağ kulağınız veya sol kulağınıza ses veren bir makine yardımı da kullanılabilir, el veya parmaklarla omzun veya dizlerin sağ sol taraflarına dokunulabilir. Bu iki taraflı göz hareketlerine, dokunuşlara veya seslere katılırken travmatik duygulara veya anılara odaklanmaya devam edeceksiniz.

    EMDR seansında terapistinizin verdiği çift yönlü uyarım bittikten sonra, terapistiniz aklınızı temizlemenizi ve aklınıza gelen herhangi bir düşünce, anı, duygu veya görüntüleri tartışmanızı isteyecektir. Olumlu veya olumsuz fiziksel duygular hissetmeye başladığınız duruma bağlı olarak, terapistiniz size uyarım vermeye devam edecektir. Ancak olumlu hissetmeye başladığınızda terapistiniz uyarım vermeyi sonlandırabilir.

    Bu yaklaşım ile beraber olumlu hislerin veya düşüncelerin güçlendirilmesi sağlanacaktır. Belleğinizde kalan travmatik anılar, EMDR sayesinde artık size sıkıntı yaratmamaya başlayacaktır.

    Travmatik anılar sizde sıkıntı yaratmamaya başladığında, terapistiniz kendinizle ilgili değiştirmeye çalıştığınız hedeflerinizi, olumlu inancı uygulamayı devreye sokacaktır.  Böylece gelecekte de bu sorunlarla karşılaşma ihtimalinize karşı önlem almış olacaksınız.

    EMDR terapisi nasıl çalışır?

    EMDR’ın nasıl işe yaradığı konusunda uygulayıcılar tarafından henüz fikir birliği sağlanamamışsa da ortaya birçok teori atılmıştır. Örneğin tehdit edici olayların hatırlanmasına teşvik etmek ve bu olayların duygusal etkilerinden danışanı uzaklaştırmak tıpkı uzun süreli maruz bırakmayı baz alan terapi yöntemlerine benzemektedir. Diğer bir yaklaşım da EMDR ile danışanın üzücü düşünceleri kontrol altına alma konusunda daha işe yarar sonuçlar elde edebildiğini söylemektedir.

    EMDR terapisi psikolojik sorunların tedavisinde ne kadar etkilidir?

    Psikolog Francine Shapiro tarafından 1989 yılında geliştirilen bu teknik, ilk çıktığından bu yana yaklaşık 20.000’den fazla uygulayıcı tarafından kullanılmıştır.  Yapılan uygulamalar sonucunda EMDR’ın herhangi bir olumsuz etkisi saptanmamasıyla beraber, danışanların birçoğunun rahatsızlık edici anıları konusundaki hislerinin azalmasını ya da tamamen ortadan kalkmasını sağlamıştır. Sonuç olarak EMDR’ın etkililiği birçok araştırma tarafından ortaya konmuş bilimsel bir yöntem olduğu unutulmamalıdır.

    Birden fazla kuruluş tarafından yayınlanan rehberler EMDR tedavisinden kimlerin yararlanabileceğini ortaya koymuştur.

    Amerika Psikiyatri Birliği (APA), EMDR’ın akut ve kronik travmaların tedavisinde etkili olduğunu belirtmiştir. Yine APA’ya göre travmatik anılarını anlatmakta zorlanan insanlar için EMDR özellikle yararlı olmaktadır.

    EMDR hangi psikolojik sorunların tedavisinde kullanılır?

    EMDR ile ilgili yapılan araştırmaların çoğu TSSB’li kişilerle kullanımı üzerinedir. Ancak EMDR’ın birçok psikolojik problemi tedavi etmek için kullanıldığı ve işe yarar sonuçlar alındığı bilinmektedir. Aşağıda EMDR tedavisinin kullanıldığı diğer psikolojik rahatsızlıklara yer verilmiştir:

    • Yeme Bozuklukları
    • Bağımlılıklar
    • Sosyal Anksiyete Bozukluğu
    • Anksiyete

    EMDR ve kompleks travmaların tedavisi

    Kompleks travmalar  tekrarlanan travmatik olaylara, çocukluk döneminde ortaya çıkan bağlanma yaralanmalarına uzun süre maruz kalmanın sonucunda ortaya çıkmaktadır. Tüm kompleks travmalar için söyleyebileceğimiz ortak şey, travmaların tekrarlayıcı olması ve uzun süre boyunca meydana gelmesidir. Genellikle kompleks travmalar, erken çocukluk dönemi ve ergenlik olmak üzere hassas gelişim dönemlerinde meydana gelmektedir. Yaşanan bu erken deneyimler tam da danışanın kimliğini şekillendirme dönemlerinde meydana geldiği için önemlidir.

    Kompleks TSSB’de tedavinin amacı olarak danışanların, savunmasız duygularını ve erken dönemdeki yaralanmaları güvenli bir şekilde tutabilen bir benliği inşa etmek olduğunu söyleyebiliriz.

    Danışanların erken dönemde meydana gelen travmatik anıları hakkında farkındalık geliştirmek önem taşımaktadır. Kişi için bazen travmalarıyla karşılaşmak ve onlar üzerinde çalışmak o kadar da kolay değildir. Bu nedenle güvenliği oluşturmak için, savunmasız parçaları güvenli kaynaklarla birleştirilir. Böylece kişi için travmatik anıları işlemek artık daha kolay hale gelir.

    Özellikle erken dönem gelişimsel travmalar için sürecin doğrusal olmadığını bilmek önemlidir. Erken dönem yerleşmiş ve kompleks travmalar olduğundan süreç o kadar da hızlı yürümez. Ancak terapinin mutlaka devam etmesi ve istikrarın olması gerekmektedir. Başarılı bir tedavi sonucu travmatik hatıralara eşlik eden duygulara ve beden duyumlarına tolerans göstermeye başlamış olacaksınız. Böylece günlük hayatta kişiyi olumsuz anlamda etkileyen bu duyguların yerini artık “işlevsel” ve “farkındalık” dolu duygular yerini alacaktır.

    EMDR ve depresyon tedavisi

    Yapılan son araştırmalar EMDR’ın, depresyonun tedavisinde de etkili olabileceğini ortaya koydu. Depresyonun kısa vadeli sonuçları olumlu olsa da, uzun vadede nüksetme olasılığı barındırmakta ve bu da danışanın tedavinin yararına karşı olumsuz bir bakış açısına sahip olmasına neden olabilmektedir.

    Tedavinin etkilerini arttırmak ve nüks (hastalığın tekrar ortaya çıkması) oranlarını düşürmek için, depresyonun oluşumundaki geçmiş travmatik deneyimlerin ve olumsuz yaşam olaylarına daha fazla dikkat etmek gerekmektedir. EMDR ile kişide depresyon oluşmasına neden olan travmatik deneyimler üzerinde durulabilir ve böylece sorunun ana kaynağı çalışılabilir. Örneğin depresyonun stresli yaşam olayları tarafından tetiklendiği ve sürdürüldüğü bilinen bir gerçektir. Yapılan son araştırmalar da, travmatik deneyimler, kayıp, acı, aşağılanma, değersiz hissetme gibi olumsuz yaşam deneyimleri gibi kronik ve güncel streslerin depresif bozuklukları tetikleyebileceğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle EMDR ile depresyonun ana kaynağı üzerinde çalışılarak, depresyonun ileride tekrar meydana gelebilme şansı en aza indirilmektedir. Bununla beraber depresyonun tedavisinde EMDR’ın işe yarayıp yaramadığı konusunda son dönemde çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalar sonucunda travmaların ve depresif düşünceler sonucu ortaya çıkan semptomları başarılı bir şekilde tedavi edebildiği ortaya konmuştur.

    EMDR ve panik bozukluk tedavisi

    Yapılan araştırmalara göre EMDR’ın panik bozukluk dahil olmak üzere anksiyete (bunaltı) bozukluklarının tedavisinde etkili olduğu bulunmuştur.  Panik bozukluğu semptomlarının tedavisinde ve danışanların yaşam koşullarının iyileştirilmesinde EMDR ile Bilişsel Davranışçı Terapi(BDT)’nin etkililiği karşılaştırılmıştır. Yayınlanan sonuca göre, EMDR’ın tıpkı BDT kadar etkili olabildiği bulunmuştur. Bunun yanında panik bozukluğa neden olan travmatik anıların dışında EMDR ile travmatik olmayan semptomların da iyileşmesine yardımcı olabileceği unutulmamalıdır.

    EMDR panik bozuklukların tedavisinde kullanıldığında terapistiniz, dikkatinizi panik ataklarla bağlantılı olan korkulu fiziksel hislere veya düşüncelere yönlendirmenizi isteyebilir. Ancak bu durumun belirli istenmeyen durumlar ve semptomlar arasındaki bağlantıyı kırmak için uygulandığını unutmamalısınız.  Panik bozukluğu oluşturan en önemli semptomlardan biri de kişinin panik atak yaşayacağına dair yoğun bir korku duymasıdır. Bu durumda genel hayata yayılan bir panik bozukluk kavramının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. İşte bu nedenle EMDR aracılığıyla panik ataklar ile ilgili beklenti anksiyetesini(kaygısını) yönetmeyi öğrenebilirsiniz. Örneğin araba sürmenin yoğun kaygı uyandırdığı ve panik ataklarının meydana gelmesine neden olduğu bir kişiyi düşünelim, EMDR seanslarıyla beraber bu kişi araba sürmeden önce daha sakin olmaya ve yoldayken daha güvende hissetmeye başlayacaktır.

    EMDR uygulayıcıları genellikle seanslar arasında da ilerlemeyi sürdürmek için danışanlarına ödevler verebilir. Belirli teknikler ile daha sakin bir ortam öngörmek için hayal gücü gerektiren bir kendine yardım tekniği geliştirilebilir. Danışanda kaygı uyandıran nedenler karşısında görüntülerin duyarsızlaştırılması, seanslar arasında uygulanabilir ve kişinin kaygı uyandıran görüntülerle yüzleşmesinin nasıl bir şey olacağını görmesine olanak tanır. Aynı zamanda EMDR uygulayan terapistiniz, ilerlemenizi ve öğrenmiş olduğunuz teknikleri takip eden günlük bir form tutmanızı da isteyebilir.

    EMDR ve yeme bozukluklarının tedavisi

    Travma gerçekleştiğinde beyin bunu uygun şekilde işlemez. Travma kişinin zihninde bilinçsiz bir şekilde gömülüdür ve kişinin yaşadığı yeni olaylar çerçevesinde tetiklenebilir. Bunun dışında bazı davranışlarımız da travmatik olayın düşüncelerini ve duygularını bastırmak amacıyla ortaya çıkabilir. Yeme bozuklukları, geçmiş travmatik olayın düşüncelerini ve duygularını önlemek için bir yol olarak ortaya çıkabilir. Yeme ile ilgili bozuk düşünceler, istenmeyen duyguları bastırmak ve yaşamla başa çıkmak için bir yol olarak kullanılabilmektedir. Kişinin uzun bir zaman boyunca uyguladığı bu yol zamanla kırılması zor bir davranış ve alışkanlık haline gelebilir. Zamanla bu yeme davranışı her şey için kullanılır ve bir yeme bozukluğu kavramı olarak kişinin hayatında kendine yer edinir.

    Yeme bozukluklarına neden olabilecek travmalar

    • Cinsel veya fiziksel istismar
    • Aile içi çatışmalar
    • Boşanma
    • Sevilen birinin kaybı
    • Çocukluk çağı ihmali ya da istismarı
    • Bir aile üyesinde var olan bağımlılık
    • Bir aile üyesinin intihar etmesi ya da öldürülmesi
    • Şiddete ya da bir cinayete tanık olmak
    • Çocukluk çağı hastalıklarını tecrübe etmek

    Rahatlık kaynağı olarak yiyecek

    Travma yaşayan kişi için, bu nedenlerden dolayı yiyecek bir rahatlık kaynağı olarak kullanılmaktadır. Bazı insanlar yeme bozukluğunu geliştirmek için biyolojik bir duyarlılığa sahiptir. Durum böyle olduğunda kişinin yaşadığı travmalar da zihinsel hastalıkların ilerleyişi konusunda ateşleyici bir çevresel tetikleyici olabilir. Yiyecekler rahatlama sağlarken, altta yatan travmalar iyileşmez. Bu sadece profesyonel bir psikoterapi tedavisi, danışmanlık ve güçlü bir destek sistemi ile olabilecek bir iyileşme ile ortaya çıkmaktadır.

    EMDR ve iş stresinin tedavisi

    İş stresini yaşayan çoğu insan “ben yeteri kadar iyi değilim”, “ben başarısız bir insanım”, “beceriksizim”, “hak etmiyorum” gibi cümleler kullanmaktadır. O zaman EMDR size şu şekilde yardımcı olacaktır:

    Herhangi bir işte çalışan çoğu insan bir noktada işle ilgili stresin baskısını çoğu zaman hissetmektedir. Kişi yaptığı işi sevse bile, her iş belli noktalarda stresli unsurlara sahip olmaktadır. İş konusunda belli bir noktada stres duymak aslında olağan bir durumdur. Ancak iş stresi kronikleştiği zaman bu durum kişi için çok zor olabilir. Bu durum hem fiziksel hem de duygusal anlamda olumsuz sonuçların oluşmasına kaynaklık edebilir.

    Ortak iş stresi kaynakları

    • Düşük maaş
    • Aşırı iş yükü
    • Sosyal desteğin olmaması
    • Aşırı performans beklentileri

    Maalesef, işle ilgili stres, eve geldiğiniz zaman yok olmamaktadır. Stres Kısa vadede stresli bir çalışma ortamı baş ağrısı, karın ağrısı, uyku bozuklukları, kısa öfke ve konsantre olmak gibi sorunlara katkıda bulunabilir. EMDR ile bu durumları algılama biçiminiz çalışılmakta ve altta yatan travmatik süreçlerin, kişinin iş yerindeki duyduğu strese ne şekilde etki ettiğine değinilmektedir. Beyinde yer alan travmatik süreçler EMDR ile işlendikçe, strese neden olan kaynakların algılanış biçimi de olumlu anlamda değişecektir.           

    EMDR ve bağımlılık tedavisi

    Bağımlılıklar ve zorlayıcı davranışlar, hem davranış bağımlılığı hem de herhangi bir maddeye bağımlılık olarak ayrılmaktadır.

    Davranış bağımlılıkları:

    • Kumar bağımlılığı
    • Cinsel bağımlılık
    • Alışveriş bağımlılığı

    Madde bağımlılıkları:

    • İlaç bağımlılığı
    • Alkol bağımlılığı
    • Ağrı kesiciler
    • Madde bağımlılığı

    Olumlu ya da olumsuz yaşam deneyimlerinin düşüncelerimiz, inançlarımız ve davranışlarımız üzerinde önemli etkileri vardır. İstismara uğrama, ihmal, şiddet ve duygusal zorluklar gibi olumsuz yaşam deneyimleri zihinsel hastalıklara ve bağımlılıklara zemin hazırlayabilir.

    Davranışsal ya da madde olarak bağımlılığa sahip olan kişiler için Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ya da bununla ilgili olan semptomları ele almak çok önemlidir. Çünkü çoğu bağımlılık durumunu hazırlayıcı neden bu travmatik olaylar ya da deneyimler ile ilgilidir. Kişinin bağımlılık davranışı ilaç ve diğer psikoterapötik tedavilerle tedavi edilse bile altta yatan ve bağımlılık davranışına neden olan asıl kaynağı da tedavi etmek gerekmektedir. İşte tam da bu nedenle, bağımlılığa neden olan kaynak tedavi edilmeden kişi bağımlılığın tamamen üstesinden gelemez.

    Travmanın bağımlılığa etkisi

    Travma üzerine yapılan araştırmalardan önemli bir tanesi de çocuk istismarı, ihmali ve refahı üzerine yapılan araştırmadır. Yapılan bu araştırmaya göre çocukluk döneminde yaşanan travmatik deneyimlerin sonucunda kişinin bağımlılık geliştirme riskinin önemli derecede arttığı ortaya koyulmuştur. Araştırmaya göre erken dönem travmatik yaşantılar şu şekilde ayrılmaktadır:

    • Duygusal İstismar
    • Cinsel İstismar
    • Fiziksel İstismar
    • Duygusal ya da fiziksel ihmal

    Yukarıda belirtilen faktörlerin en az ikisini yaşayan katılımcıların madde bağımlılığını yaşama risklerinin, çocukluk dönemi travmatik deneyimleri olmayan kişilere göre en az 7 ila 10 kat daha fazla olduğunu ortaya koymuştur. İşte bu araştırma bize travma ile bağımlılık arasında önemli bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu nedenle farmokolojik tedavi (ilaç tedavisi) ve diğer psikoterapi yöntemlerinin yanı sıra EMDR yöntemi, sorunun ana kaynağında bulunan travmaların yeniden işlenmesini sağladığı için önemlidir.

    Referanslar

    1Bhandari, S. (Ağustos, 2017) EMDR: Eye Movement Desensitization and Reprocessing. www.webdmd.com

    2EmdrPowered, (t, y). Addiction. www.emdrempowered.com

    3EmdrPowered, (t, y). Eating Disorders. www.emdrempowered.com

    4EmdrPowered, (t, y). Work Stress. www.emdrempowered.com       

    5Hase, M., Plagge, J., Hase, A., Braas, R., Ostacoli, L., Hofmann, A., Huchzermeier, C., (2018) Eye Movement Desensitization and Reprocessing Versus Treatment as Usual in the Treatment of Depression: A Randomized-Controlled Trial. Volume:9, Frontiers in Psychology

    6Mantero, M., Crippa, L. (2002). Eating disorders and chronic post traumatic stress disorder: Issues of psychopathology and comorbidity. European Eating Disorders Review, 10, 1-16.

    7Schwartz, A. (Mayıs, 2017). EMDR Therapy for Complex PTSD. www.drariellschwartz.com

    8Star, K. (Ocak, 2019). EMDR for Panic Attacks and Anxiety. www.verywellmind.com

    9Riddle, J. (Aralık, 2018). EMDR Therapy for Anxiety, Panic, PTSD and Trauma. www.psycom.net

    10Tagay, S., Schlegl, S., Senf, W. (2010). Traumatic events, posttraumatic stress symptomatology and somatoform symptoms in eating disorder clients. European Eating Disorders Review, 18, 2, 124–132.

  • Kiralık psikolog odası (terapi ofisi)

    Beylikdüzü’nde kiralık psikolog odası

    İstanbul’da, Esenyurt’ta -Beylikdüzü olarak da düşünebilirsiniz- kiralık psikolog odası -ofis paylaşımı- arayışındaysanız bize ulaşabilirsiniz.

    Ofis E-5 üzerinde, Cumhuriyet Mahallesi metrobüs durağının dibinde, yeni bir binadadır -Akros İstanbul’da. Ofisin ilk kullanıcısıyız.

    Odanın alanı 15 m2 civarındadır.

    Psikolog, psikolojik danışman, psikoterapist gibi psikolojik yardım uzmanlarının önemli zorluklarından biri, hizmet sunacakları ofis (mekan, merkez, kurum) ihtiyacıdır.

    Pek çok psikolojik yardım uzmanı, kendi ofisinde/kurumunda veya herhangi bir ofiste/kurumda çalışıyor. Ancak bazı uzmanların ihtiyaç duyduğu şey, bir ofise sahip olmak veya bir ofisin çalışanı olmaktan çok, hizmetini -buna psikolojik destek/psikoterapi/psikolojik danışma diyebiliriz- serbest bir şekilde sunabilmektir.

    Bazı uzmanlar -mesela hastane, okul, rehberlik araştırma merkezi, belediye gibi kurumlarda çalışan- düzenli çalıştıkları kurumlarda, pozisyonları gereği, istedikleri gibi bir psikolojik yardım hizmeti sunamıyorlar. Bununla birlikte, ekonomik gelir elde etmek için daha fazla çalışmak isteyen psikolojik yardım uzmanları da var.

    Pek çok uzman, şu veya bu sebeple -ekonomik sebepler, iş kanunundaki engeller gibi- bir psikolojik danışmanlık merkezi veya ofisi açamıyor. Ancak, hizmetlerini sunabilecekleri bir mekana da ihtiyaç duyuyorlar. Böylesi durumlar için, sektörde, ofis paylaşımı diye bir kavram gelişti.

    Terapi odasını kiralama (ofis paylaşımı) seçenekleri neler olabilir?

    Psikolojik yardım uzmanının bir ofisi kiralamasının farklı şekilleri olabilir:

    • Seans başı ücret ödeme: Bu seçenekte, uzman hizmet sunduğu seans başına belirli bir ücret öder. Uzmanın ofisten istifade edeceğin gün ve saatler net olmayabilir. Mesela, uzmanın seans başına ödeyeceği ücretin 50 TL olduğu bir durumda, haftada 10 seans karşılığında ofise 500 TL ödeme yapar.
    • Belirlenmiş saatler (seans saatleri) için ücret ödeme: Diyelim ki uzman, haftada belirli 10 saat için ofisi kiralar. Belirlenmiş 10 saat için, ofise 500 TL öder. Bu uygulamada uzman, o saatler için ofisi kullanmasa -diyelim ki 6 saat kullandı ofisi- bile ödeme yapmak durumundadır.
    • Belirli bir terapi odasını belirli bir gün sayısınca kiralama: Bu durumda uzman, haftanın belirli günleri için -diyelim ki pazartesi, çarşamba, cuma- ofise belirli bir kira -diyelim ki 1500 TL- öder. Söz konusu günlerde o oda uzmanın kullanımına sunulur. Uzman odayı kullanmasa bile ofise ödeme yapar; aynı şekilde, uzman odayı kullanmasa bile, ofis odayı kullanamaz.
    • Belirli bir terapi odasını aylık kiralama: Bu uygulamada uzman ofisin belirli bir odasını, belirli bir ücret karşılığında -diyelim ki 2500 TL- kiralar. O odanın kullanımı tamamen ilgili uzmana aittir. Uzman kullansa da kullanmasa da sabit kirayı öder.

    Kiralık terapi odası için ücretlendirme nasıl olabilir?

    Diyelim ki psikolojik yardım uzmanı olarak, bir ofisle, seans odasını kiralamak için görüşüyorsunuz. Ödeyeceğiniz ücreti neye göre belirleyebilirsiniz? Aklıma gelen bazı seçenekler şunlardır:

    • Aldığınız ücretin belirli bir kısmını ofise bırakmak: Bu uygulamada, diyelim ki seans ücretiniz 1000 TL olsun. Anlaşmayı da belirli bir oran üzerinden -diyelim ki aldığınız ücretin %60’ı size kalacak, %40’ını ofise vereceksiniz- yaptınız. Bu durumda, ofise 400 TL ödersiniz, 600 TL size kalır.
    • Seans başına belirli bir ücret ödemek: Bu uygulamada, seans ücretinizden bağımsız bir şekilde, odasını kiraladığınız ofise belirli bir ücret ödersiniz. Söz gelimi 300 TL.
    • Belirli bir zaman için veya aylık kiralama: Diyelim ki haftanın üç günü veya haftanın her günü için ofisin bir odasını kiralarsınız. Bunun karşılığında ofise sabit bir ücret – haftanın üç günü için aylık 7500 TL veya haftanın her günü için aylık 3000 TL gibi- ödersiniz. Bu durumda kendinize ait bir odanız olur.

    Kiralık psikolog odası için öneriler

    Kiralık psikoterapi ofisi arayışında olan arkadaşlarıma bazı hatırlatmalarım olacak:

    • Terapi merkezinin lokasyonu son derece önemlidir. Lokasyonun önemini, hem terapi hizmetinden istifade etmeye hazır kitlenin varlığı açısından, hem de danışanların -ve sizin- ulaşım kolaylığınız açısından düşünebilirsiniz. Konuyla ilgili şu iki soru size rehberlik edebilir:
    1. Terapi merkezinin hinterlandı, terapi hizmeti için ne kadar uygun? Merkezin bulunduğu lokasyondaki nüfusun sosyo-ekonomik yapısı psikolojik yardım hizmetlerine bakışı nasıl? Bölge insanının -yani size ulaşma ihtimali öncelikli olan kitlenin- psikolojik yardım hizmetine çok sıcak bakmaması işinizi ve kazancınızı olumsuz yönde etkileyebilir.
    2. Terapi merkezine ulaşım, benim ve hedeflediğim kitle -yani danışan adaylarınız- açısından görece kolay mı? Özellikle İstanbul gibi, ulaşım sorunu olan şehirlerde bu soru bence son derece önemlidir. Danışanlar açısından terapiye başlayabilmek kadar terapinin sürdürülebilir olması da önemlidir. Ulaşım da, terapinin sürdürülebilirliğinde belirleyici bir faktördür.
    • Ofisin fiziksel koşullarının önemini hatırlatmak isterim. Sürekli gürültü alan, sıcaklık sorunu yaşayacağınız bir ofis çalışma konforunuzu olumsuz yönde etkileyecektir.

    Konuyla ilgili düşünce ve önerilerinizi yazının yorum kısmından benimle paylaşırsanız minnet duyarım.

  • Şema Terapi nedir?

    Şema terapi (schema therapy), bir başka ifadeyle şema odaklı terapi (schema-focused therapy) her şeyden evvel bir psikoterapi (psychotherapy) modelidir. Dolayısıyla, diğer psikoterapi modelleri gibi şema terapi de, insan hayatında istenilen ve olumlu yönde bir değişimi amaç edinir.

    Psikoterapi modellerinin ortak amacı -farklı yöntemler kullansalar da- kişilerin duygu, düşünce, davranış ve kişilik yapılarında, istenilen ve olumlu yönde bir değişim yaratmaktır. Psikoterapi modellerini bu açıdan birbirinden ayıran faktörler, insana, onun sorunlarına ve değişim sürecine yaklaşımlarıdır.

    Şema terapi, psikoterapi alanındaki pek çok kuramı ve yöntemi bünyesinde barındıran bir psikoterapi modelidir.

    Okumakta olduğunuz yazı, iki ana soruya cevap arayan iki alt başlıktan oluşmaktadır:

    1. Şema terapi nedir? İlk başlık altında şema terapinin ne olduğunu, temel kavramlarını ve psikolojik sorunlara bakışını ele almaya çalışıyorum.
    2. Şema terapi nasıl uygulanır? İkinci aşamada ise, şema terapide değişimin nasıl bir süreç izlediğini, hangi aşamaları barındırdığını paylaşıyorum.

    Olabildiğince açıklayıcı, dolayısıyla da uzun bir metin ile karşı karşıyasınız. Aşina olmadığınız noktaları tekraren okumanızı tavsiye ederim. Zihninizi meşgul eden soruları ise, metnin sonundaki yorum kısmından bana sorabilirsiniz.

    Şema terapi nedir?

    Şema terapinin kurucusu Jeffrey E. Young‘tır. Joung, şema terapiyi şöyle tanımlıyor:

    Şema terapi, değiştirilmesi zor, çocukluk ve ergenlik döneminde belirgin kökenleri bulunan psikolojik rahatsızlıklar (borderline kişilik bozukluğu gibi) için tasarlanmış, bilişsel, davranışçı, kişiler-arası ve yaşantısal teknikleri birleştiren, bütünleştirici bir teori ve terapi yaklaşımıdır.

    Bu tanımdan hareketle, şema terapinin bazı temel özelliklerini şöyle maddeleyebiliriz:

    • Şema terapi, değiştirilmesi zor psikolojik rahatsızlıklar için tasarlanmış bir terapi modelidir. Bu değiştirilmesi zor rahatsızlıkları, karakterolojik zorluklar olarak düşünebilirsiniz. Söz konusu zorlukları, neredeyse doğduğumuzdan beri bize ait özelliklerimiz olarak algılayabilir, kendimizi onlarla tanımlayabiliriz. Psikopatoloji açısından bakarsak şema terapi, daha çok kişilik bozukluklarının tedavisi için geliştirilmiş bir modeldir.
    • Şema terapi bütüncül bir modeldir. Bütüncül kavramı, birden fazla terapi modelinin ve kuramının, tutarlı bir şekilde bir araya getirilmesini ifade eder. Şema terapide, bilişsel-davranışçı terapi, nesne ilişkileri kuramı, bağlanma kuramı, transaksiyonel analiz kuramı vb. uyumlu bir bütün oluşturmaktadır.
    • Şema modeli, hem teorik bir model hem de bir terapi modelidir. Hem psikolojik rahatsızlıkların nasıl geliştiğine dair bir açıklama hem de onların tedavisi için bir yol haritası sunar.

    Şema terapinin hedefleri üzerinde ikinci kısımda duracağım ancak, burada şunu söyleyebilirim: Şema terapinin nihai hedefi, kişinin, temel duygusal ihtiyaçlarını sağlıklı yollardan gidermesini sağlamaktır.

    Şema terapinin temel kavramları nelerdir?

    Şema terapinin ne olduğuna dair bu girizgahtan sonra, şema terapinin temel kavramlarını ele alabiliriz. Söz konusu kavramları, gelişimsel bir sırayla ele almaya çalışacağım. Şöyle ki:

    Hepimiz bazı temel duygusal ihtiyaçlarla (core emotional needs) doğarız; o ihtiyaçların karşılanmasına bağlı olarak bazı şemalar (early maladaptive schemas) geliştiririz; o şemalarla başa çıkmak için bazı başa çıkma mekanizmaları (maladaptive coping styles) geliştiririz ve son olarak da, şemalarımız ve başa çıkma mekanizmalarımız, bazı şema modlarına (schema mode) daha fazla girmemize yol açar.

    Şema terapi kendini tanılar üstü bir model olarak konumlandırır. Yani, şema terapi, sadece depresyon, panik bozukluğu, borderline kişilik bozukluğu gibi birtakım psikiyatrik tanılarla ilgili bir yaklaşım değildir. Bunun bir anlamı da şudur: Üst paragrafta dile getirdiklerim herkes için geçerlidir. Herkesin temel ihtiyaçları aynıdır; herkesin uyumlu veya uyumsuz şemaları vardır; herkes bazı başa çıkma mekanizmalarını kullanır ve herkes belirli bir anda belirli bir modda olur.

    Söz konusu kavramların her birini ayrı yazılarda ele alıyorum. Burada, kavramlara kısaca değinmekle yetinip, okuyucuyu ilgili yazılara yönlendireceğim.

    Temel duygusal ihtiyaçlar

    Şema terapiye göre hepimiz, bazı evrensel, temel duygusal duygusal ihtiyaçlarla doğarız. Söz konusu temel duygusal ihtiyaçları tabii ki kendi başımıza gideremeyiz. Bu da bizi, önemli ötekilere/ başkalarına (anne, baba, abla, abi, teyze, komşu vb.) muhtaç hale getirir.

    İçine doğduğumuz sosyal dünyanın/ ilişki dünyasının, ihtiyaçlarımızı karşılama biçimi, ruhsallığımızın/ şemalarımızın oluşmasına zemin hazırlar. Şayet ihtiyaçlarımız makul düzeyde ve şekilde karşılanırsa makul/sağlıklı/ işlevsel şemalar geliştiririz; ihtiyaçlarımızla ilgili, zedeleyici seviyede bir yoksunluk yaşarsak sağlıksız, işlevsel olmayan şemalar geliştiririz.

    Temel ihtiyaçlarımızı şu şekilde kategorize ediyor şema terapi:

    • Başkalarına güvenli bağlanma ihtiyacı
    • Özerklik, yeterlilik ve kimlik algısı ihtiyacı
    • İhtiyaçların ve duyguların ifade edilme özgürlüğü ihtiyacı
    • Kendiliğindenlik ve oyun ihtiyacı
    • Gerçekçi sınırlar ve öz-denetim ihtiyacı

    Şema terapinin temel duygusal ihtiyaçlara verdiği önemi şu cümleden çıkarsayabiliriz: Ruhsal sağlık, kişinin, ihtiyaçlarını uyumlu bir tutum içinde karşılayabilme becerisidir.

    Şema

    Şema, psikolojide yaygın olarak kullanılan bir kavramdır. Genel olarak, karmaşık uyaran ve deneyimler kümesi içinde bir düzen yaratmaya yardımcı olan kalıp veya düzenleyici çerçeve anlamına gelir şema. Bu kavram, şema terapide kendine özgü bir anlam kazanır ve erken dönem uyum bozucu şema yerine bir kısaltma olarak kullanılır.

    Şema terapi, kendimizle, diğer insanlarla ve dünyayla ilgili geliştirdiğimiz olumsuz, uyum bozucu şemaları konu edinir.

    Şema, içinde duygularıdüşüncelerianıları ve bedensel duyumları barındırır. Fark ettiyseniz, burada zikredilmeyen davranıştır. Şemanın içinde davranış/ eylem yer almaz. Davranış/ eylem, şemanın tetiklemesiyle ortaya çıkandır.

    Şu örneğe bakalım isterseniz:

    Bir kadın eşini arıyor ve fakat eşi, kadının telefonuna cevap vermiyor. Kadın, huzursuzlanıyor; aradan zaman geçmesini beklemeden tekrar tekrar, telefonu açana kadar eşini arıyor. Nihayetinde, eşine ulaştığında rahatlıyor.

    Burada söz konusu olan, terk edilme şeması olabilir. Şemanın içinde, “Eşim kesin beni terk etti” düşüncesi, terk edilmekle ilgili endişe duygusu, endişeye eşlik eden bedensel huzursuzluk ve kadının o esnada bilincinde olmadığı, terk edilmekle ilgili anılar yer alabilir. Eşini tekrar tekrar araması ise, şemanın aktivasyonuyla ortaya çıkan eylem/ davranış olarak düşünülebilir.

    Başa çıkma biçimleri

    Psikolojide, genel bir terim olarak, bir zorlukla karşılaştığımızda, durumu yönetmek, stresten kaynaklanan olumsuz duygu ve çatışmaları azaltmak için, bilişsel ve davranışsal stratejilerin kullanılmasına başa çıkma denir.

    Ağlamak, düşünmek, yardım aramak, duygudan kopmak, alkol almak, uyumak, kuran okumak, sorunun üstüne üstüne gitmek, olmamış gibi davranmak gibi niceleri, duruma göre, başa çıkma olarak görülebilir.

    Şema başa çıkma biçimleri, insanların çocukken, olumsuz yaşantılarla mücadele etmek için gerçekleştirdiği davranışlar olarak düşünülebilir. Söz gelimi, çocukken, annenizden sevgi beklediğiniz ama alamadığınız durumlarda ne yaptınız? Sizden çok ilgi gören kardeşinize karşı hissettiğiniz kıskançlıkla başa çıkmak için ne yaptınız? Asabi annenizin asabiyetinden kendinizi korumak için ne yaptınız? Sizden üstün başarı bekleyen babanızın, düşük puanlı karnenize verdiği tepkiyle başa çıkmak için ne yaptınız? Bu gibi sorulara vereceğiniz cevaplar, sizin başa çıkma biçimlerinizi ifade edecektir.

    Şema modu

    Hepimiz, sağlıklı veya sağlıksız, pek çok şemaya sahip olabiliriz. Ancak bu şemaların hepsi, her an aktif olmaz. Söz gelimi siz, başarısızlık şemasına sahip olsanız bile, kendinizi her an başarısız hissetmezsiniz. Şemanız, ancak, belirli durumlarda -başarısızlık deneyimi, başarılı biriyle karşılaşmak gibi- tetiklenebilir. Duygusal yoksunluk şemasına sahip olsanız bile, kendinizi her an, yalnız, kimsesiz veya tehlike altında gibi algılamazsınız.

    Şema, sahip olduğumuz ve zaman zaman öne çıkan özelliklerimizi (kişilik özellikleri) ifade eder. Mod ise, belirli bir andaki halimizi, ifade eden bir kavram olabilir. Mesela, şu anda, bu yazıyı okurken hangi modda olabilirsiniz? Belki de, yaşadığınız bir zorluğun üstesinden gelmek için, makul, gerçekçi bir çözüm arıyorsunuz. Bu çözüm arayışında, karşılaştığınız bu yazıyı okuyorsunuz. Dolayısıyla, sağlıklı yetişkin modunda olabilirsiniz.

    Mod kavramını, yantaraf olarak düşünebilirsiniz. Belirli bir anda, belirli bir yanımızla, modumuzla var oluruz.

    Modun içinde şemalar ve başa çıkma biçimleri yer alır. Çok genel olarak, erişkin kişilerin modlarını şu şekilde kategorize edebiliriz:

    • Çocuk modları
    • Başa çıkma modları
    • Ebeveyn modları
    • Sağlıklı yetişkin modu

    Şema terapi nasıl uygulanır?

    Şema terapinin temel amacı, hastalara/danışanlara, uyumlu davranışlar içinde şemalarını, başa çıkma tepkilerini ve modlarını değiştirerek temel ihtiyaçlarına (sevgi-bağlanma, hareket özgürlüğü, eğlenebilme, kendini ifade edebilme ve gerçekçi limitler oluşturma) sağlıklı yollarla ulaşmasına yardım etmektir. Şema terapi sürecinde iki temel aşama vardır:

    I – Değerlendirme ve eğitim aşaması:

    Bu aşamanın temel amacı, danışanın durumunu değerlendirme; danışanı, problemleri ve şema terapi hakkında eğitmektir. Bu aşamada danışanın hayatının merkezindeki şemalar tespit edilir, bu şemaların hayatındaki olumsuz etkileri ortaya konulur, danışanın şemaya ait duygularla temas etmesi sağlanır, işlev bozucu başa çıkma tepkileri ve modları tespit edilir. Problem listesi ve terapi hedefleri oluşturulur. Bununla birlikte problem durumunun şema terapi için uygunluğu değerlendirilir. Şema terapiye uygun olmayan durumlar için farklı yöntemler kullanılır ya da danışana uygun yardım için yönlendirmede bulunulur.

    Şemalar, başa çıkma tepkileri ve modlar belirlenirken danışanın yaşam öyküsünden, imajinasyon çalışmalarından vb. yararlanılır. Şemaların tespiti için, terapist, danışanın terapi sürecindeki tutumlarını da değerlendirir. Bunun yanında şema ölçeği, aşırı telafi ölçeği, kaçınma ölçeği ve mod ölçekleri kullanılır.

    II – Değişim aşaması:

    Şema terapide değişim en temelde 4 temel alan üzerinden sağlanır:

    • Bilişsel Alan,
    • Yaşantısal Alan,
    • Terapi İlişkisi Alanı
    • Davranış kalıpları Alanı.

    Bilişsel alanda, danışanın işlevsiz düşüncelerinin değişimi ve işlevsel düşüncelerin geliştirilmesi üzerinde çalışılır.

    Yaşantısal alanda, danışanı şemalara karşı desteklemek için, erken dönemde oluşan yaraların acısını ve öfkesini ortaya çıkartacak yaşantısal alıştırmalar yapılır; olumsuz yaşantılar yeniden değerlendirilir. Danışana, sınırlı yeniden ebeveynlik yapabilmek için terapi ilişkisi üzerinde durulur. Bu alanda empatik tutum; anlayışlı, koşulsuz kabul ve içtenlik son derece önemlidir. Bu temel tutumlarla birlikte, uygun yüzleştirmelerde de bulunulur.

    Davranış kalıpları alanında, danışanın probleminin sürdürülmesine etki eden davranış kalıpları üzerinde durulur; uygun davranış kalıpları, başa çıkma yöntemleri geliştirmesinde danışana yardımcı olunur. Her alan için, kendine has yöntem ve teknikler kullanılır. Uygulama her alanı ayrı ayrı ele almak yerine, holistik/bütüncül bir anlayışla gerçekleştirilir.