Kategori: Genel

  • Depresyon tedavisi ne kadar sürer?

    Depresyon tedavisinin süresi, depresyonun tipi, şiddeti, hastanın bireysel özellikleri, tedaviye uyum düzeyi ve kullanılan tedavi yöntemine göre değişiklik gösterebilir. Psikiyatri literatüründe depresyon tedavisi genellikle üç ana aşamada değerlendirilir: akut tedavi, devam tedavisi ve idame tedavisi. Bu aşamaların her biri, hastanın iyileşme sürecinde farklı hedefler içerir ve tedavi süresi bu aşamalara göre belirlenir.

    https://terapievi.com.tr/depresyon/

    1. Akut tedavi aşaması

    • Hedef: Depresyonun şiddetli semptomlarını hafifletmek ve hastayı işlevselliğine kavuşturmak.
    • Süre: Genellikle 6-12 hafta.
    • Akut tedavi aşaması, hastanın depresif semptomlarının en yoğun olduğu ve işlevselliğinin en fazla bozulduğu dönemdir. Bu dönemde tedaviye başlanır ve amaç, semptomların kısa sürede hafiflemesini sağlamaktır.
    • Tedavi seçenekleri arasında antidepresan ilaçlar (örneğin, seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSRI’lar) veya serotonin-norepinefrin geri alım inhibitörleri (SNRI’lar)), bilişsel davranışçı terapi (BDT), interpersonal terapi (IPT) ve diğer kanıta dayalı psikoterapiler bulunur.
    • Akut dönemde tedaviye yanıt veren hastaların çoğu, bu sürecin sonunda depresif semptomlarında belirgin bir azalma yaşar. Ancak, tedaviye yanıt verme hızı ve derecesi bireysel farklılıklar gösterebilir. Bazı hastalarda iyileşme birkaç hafta içinde başlarken, diğerlerinde bu süre uzayabilir.

    2. Devam tedavi aşaması

    • Hedef: Semptomların tekrar etmesini önlemek ve tam iyileşmeyi desteklemek.
    • Süre: Genellikle 4-9 ay.
    • Bu aşama, depresyon semptomları büyük ölçüde azaldıktan sonra başlar. Amaç, hastanın yeniden depresyon belirtileri yaşamasını engellemek ve tam fonksiyonel iyileşme sağlamaktır.
    • Tedavinin bu aşamasında, hastanın hali hazırda aldığı ilaç tedavisi veya psikoterapi sürdürülür. Bazı durumlarda, tedavi sürecine aile terapisi veya destekleyici terapi gibi ek tedavi yöntemleri dahil edilebilir.
    • Devam tedavisi aşaması, depresyonun yeniden alevlenme riskini azaltmak ve hastanın sosyal ve mesleki işlevselliğini geri kazanmasına yardımcı olmak için kritik öneme sahiptir.

    3. İdame tedavi aşaması

    • Hedef: Tekrarlayan depresyon riskini en aza indirmek ve uzun vadeli iyileşme sağlamak.
    • Süre: 1 yıl veya daha uzun, hatta bazı durumlarda yıllarca sürebilir.
    • İdame tedavisi, özellikle tekrarlayan depresyon öyküsü olan, şiddetli depresyon geçmişi bulunan veya intihar riski yüksek olan hastalar için önerilir. Tekrarlayan depresyon epizodları olan kişilerde, tedavinin kesilmesi semptomların geri dönme riskini artırabilir.
    • Bu aşamada kullanılan ilaç tedavisi genellikle devam aşamasındaki ile aynıdır, ancak doz ve tedavi süresi hastanın bireysel ihtiyaçlarına göre ayarlanır. Aynı zamanda psikoterapiler de idame tedavisinde devam ettirilebilir.
    • Literatürde, depresyonun nüks etme riskinin yüksek olduğu kişilerde en az iki yıl süreyle idame tedavisinin sürdürülmesinin, hastaların uzun vadeli iyileşmesinde etkili olduğu belirtilmektedir (APA, 2013).

    Diğer faktörler ve tedavi süresini etkileyen unsurlar

    • Tedaviye Yanıt: Hastanın tedaviye verdiği yanıtın süresi ve kalitesi, tedavi süresini doğrudan etkiler. Bazı hastalar tedaviye hızlı yanıt verirken, bazıları için semptomların düzelmesi daha uzun sürebilir.
    • Tedaviye Uyumluluk: Hastanın ilaçlarını düzenli kullanması, psikoterapi seanslarına katılımı ve sağlıklı yaşam tarzı değişikliklerini benimsemesi de iyileşme sürecini hızlandırabilir.
    • Eşlik Eden Psikiyatrik Bozukluklar: Anksiyete bozuklukları, bipolar bozukluk veya madde kullanımı gibi eşlik eden durumlar tedavi süresini ve yöntemlerini değiştirebilir. Bu durumlarda, depresyon tedavisi karmaşık hale gelebilir ve daha uzun süreli bir planlama gerekebilir.
    • Psikososyal Faktörler: Aile desteği, sosyal çevre, iş ve finansal durum gibi psikososyal etkenler de tedavi sürecinin başarısını ve süresini etkileyebilir.

    Sonuç

    Depresyon tedavisinin süresi kişisel ve klinik faktörlere bağlı olarak değişiklik gösterir. Akut tedavi genellikle 6-12 hafta sürerken, devam ve idame tedavisiyle birlikte tedavi süresi aylarca hatta yıllarca uzayabilir. Depresyonun tekrarlamasını önlemek ve tam iyileşmeyi sağlamak için tedavinin doktor gözetiminde, dikkatle planlanması önemlidir.

  • Ölüm korkusu nasıl yenilir?

    Ölüm korkusu, şöyle veya böyle, açık veya örtük, hepimizin yüzleşebileceği bir korkudur. Nihayetinde, aklı başında tüm insanlar şunu bilir: Hepimiz bir gün öleceğiz. Bu açıdan ölüm korkusu, doğal kabul edilebilir. Bununla birlikte, diğer psikolojik bozukluklarda olduğu gibi, ölüm korkusunda da, korkunun şiddeti ve hayatımıza etkileri belirleyici faktörlerdir.

    Bu yazıda, “Ölüm korkusu nedir?”, “Ölüm korkusunun nedenleri nelerdir?” ve “Ölüm korkusunu yenmek mümkün müdür?” gibi soruların cevaplarını bulabileceksiniz.

    Ölüm, hepimizin er ya da geç yüzleşmek zorunda olduğu bir şey. Peki ölüme nasıl yaklaşacağız? Neden ölümden bazılarımız daha çok korkar? Peki bizi ölümden korkutan şey tam olarak ne? Ölüm korkusu ile ilgili teorilerle alakalı çizilecek genel bir tabloyla birlikte bu sorunu çözmek adına neler yapılabilir?

    Genel kapsamda ya da özelde, ister sevdiğimiz birinin ölmesinin düşüncesi olsun, isterse kendimizi bundan alıkoyamama durumumuz olsun, hepimizin ölümden korkması muhtemeldir.

    Ölüm düşüncesi hoş bir şey değildir. Biz, kendi istek ve amaçlarımızın yanı sıra, yaşamın sunmak zorunda olduğu şeylere odaklanırız ve ölüm gibi korkunç düşüncelerden kaçarız.

    Hatta Benjamin Franklin’in ünlü bir sözü var ‘Dünyada ölüm ve vergiler dışında hiçbir şey kesin değildir’. Yani ölüme bağlı endişelerin bazen bir fırtınaya dönüştüğünü görmek sürpriz değil.

    Ölüm korkusu Yunanca ölüm tanrısı “Thanatos” ve korku anlamına gelen “phobos” kelimelerinden türeyen “thanatofobi” olarak da adlandırılır.

    Özellikle, klinik bağlamda “ölüm korkusu” olarak adlandırılan aşırı boyutlardaki fobi, ‘Zihinsel Bozuklukların Teşhis ve İstatistik El Kitabı’nda bir bozukluk olarak bağımsız biçimde tanımlanmamıştır. Yine de, nadiren konuşulan bu korku, insanların yaşam biçimlerini ve duygusal sağlığını ciddi şekilde etkileme potansiyeline sahiptir.

    Ölüm korkusu doğal mı, travmaya mı bağlı?

    Ölüm korkusu, ilk olarak ölüm korkusu olduğunu düşünmeyen Sigmund Freud tarafından ele alındı. Freud ölüme gerçek bir olguymuş gibi inanamayacağımızı ve ölüme bağlı korkuların belirtilmemiş çocukluk travmalarından kaynaklandığını düşünüyordu.

    Fakat ölüm korkusu ve sebeplerine dair günümüzdeki anlayışı büyük ölçüde şekillendiren ise Ernest Becker adında bir antropoloğun kısa bir süre sonra ileri sürdüğü teori olmuştur.

    Becker, ölüm korkusunun doğal olarak ölüm ve ölme düşüncesini kabul edilemez bulan tüm insanlara geldiğine inanır. Bu nedenle Becker, yaptığımız her şeyin -belirlediğimiz hedefler, tutkularımız, hobilerimiz ve katıldığımız etkinlikler- özünde bir başa çıkma stratejisi olduğunu ve bunların, nihaî ölümümüz hakkında endişelenmememiz için üzerinde durmamız gereken şeyler olduğunu savunmuştur.

    Becker’in çalışmaları, insanların ölümün kesinliğine karşı temel yaşama isteği olan iç çatışma ile daima uğraşması gerektiğini ortaya koyan “Dehşet Yönetimi Kuramı” nı (DYK) ortaya çıkardı: DYK, bireylerin benlik bilinci ve ölüm düşüncesiyle harekete geçirilen kişisel hedeflerine ulaşma yollarını gösterir.

    Ayrıca, DYK’na göre, benlik saygısı, bireylerin ölüm korkusunu ne derecede yaşadıklarını belirleyen ana unsurdur. Benlik saygısı yüksek olan insanlar ölüm korkusunu yönetmekte daha başarılıdır. Benlik saygısı düşük olan insanlar ölümden daha çabuk korkarlar.

    Bazı yeni yaklaşımlar, DYK ve “ayrılma teorisi” olarak da anılan başka bir teori ile hayatın içinde daha sonraları ölümlülük bilinci ile pekişen erken travmanın önemini ön plana çıkaran bir “orta yol” sunar.

    Ölüm korkusunu anlama ve açıklama konusundaki yeni bir yaklaşım da “Travma Sonrası Büyüm (TSB)”dir. TSB’ye göre, üzücü bir olay yaşamak – sevilen birinin ölümü veya endişe verici bir sağlık teşhisi almak gibi – aslında olumlu bir etkiye sahip olabilir, bireylerin hayattaki küçük şeylere çok daha fazla değer vermelerine ya da daha fazla hedef odaklı olarak yaşamalarına neden olabilir.

    Psikolojik bir bozukluk olarak ölüm korkusu?

    Her ne kadar hayatımızın bazı dönemlerinde ölüm veya ölümle alakalı bir durumdan korksak da, ölüm korkusu sadece bireyin hayatını bozacak şekilde uç seviyelere ulaştığında patolojik bir hal alır.

    Ölüm korkusunun bir yönü de –bir adamın eşi tarafından belirtildiği üzere- böylesine bir korkunun ne derece obsesif bir hale gelip kontrolden çıkabileceğini gözler önüne sermektedir.

    “Korku, özellikle ölümden (acı ya da acıyla ölümden değil) ve ölüm boşluğundan ( inançlı biri değil) ve artık var olmayacağı gerçeğinden duyulan korkudur. Duyduğu korku, kontrol etmekte sorun yaşadığı akla uymayan, duygusal bir korkudur. Son zamanlarda kötüleşti – nedenini bilmiyor – ama panikliyor ve düşünceleri gün boyu aklından gitmiyor”.

    Ölümden kim korkar?

    Dr. Robert Kastenbaum ölüm kavramı ile ilgili çeşitli psikoloji kuramlar geliştirdi ve araştırmalar yaptı ve kimlerin ölüm korkusu yaşadığını özetledi. Dr. Patricia Furer ve John Walker Bilişsel Psikoterapi dergisinde yayınlanan bir makalede bulguları şu şekilde özetledi:

    1. Bireylerin büyük çoğunluğu ölümden korkuyor. Çoğu kişi ölümden korkma eğilimi gösteriyor, ancak sadece korku dereceleri farklılık gösteriyor.

    2. Kadınlar erkeklere oranla ölümden daha çok korkma eğilimindedir. Buna ek olarak, yapılan yeni bir çalışmaya göre, 20’li yaşlarda hem kadınlarda hem de erkeklerde ölüm korkusunun meydana geldiği görülürken, 50’li yaşlara gelindiğinde kadınlarda ikinci bir dalgalanma daha yaşandığı görülüyor.

    3. Genç insanlar, yaşlı insanlar gibi ölüm korkusu yaşayabiliyor.

    4. Bir kişinin eğitim durumu ve sosyo-ekonomik düzeyi ile ölüm korkusu arasında ilişki vardır.

    5. Dini inanış ve ölüm korkusu arasında herhangi bir ilişki kurulamamıştır.

    Uzmanlar ölüm korkusunun tek başına ortaya çıkmadığını ve diğer ruh sağlığı bozukluklarının (örneğin, yaygın anksiyete bozukluğu, panik bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, depresyon veya obsesif kompulsif bozukluk gibi) buna eşlik ettiğini savunmuşlardır.

    Diğer çalışmalar, hipokondriya ya da sağlık endişesi sergileyen insanların bu durumdan çok fazla etkilendiklerini ve doğal olarak ölüm korkularının olduğunu gösteriyor.

    Ölüm korkusu için bilişsel-davranışçı terapi

    Günümüzde uzmanlar, ciddi ölüm korkusu ile karşı karşıya olan kişilere Bilişsel Davranışçı Terapi’yi önerirler. BDT, maruz kalmaya ve görüşmeye dayanır ve genellikle anksiyete, fobiler, depresyon gibi birçok farklı türde korkuyu tedavi etmek için kullanılır.

    Dr. Furer ve Walker bireylerin ölüm korkusu durumlarına altı adımda “bilişsel-davranışsal müdahale” yi tavsiye etmişlerdir .

    1. Korkulara maruz kalma

    Ölüm korkusunu azaltmaya çalışan bireyler yalnızca korkularını açıkça ifade etmekle kalmamalı, ayrıca onları ölümle alakalı korkutan şeyin tam olarak ne olduğunu ve korkularının tetiklenmemesi için -cenaze veya mezarlık- gibi kaçındıkları durum ve mekanlar olup olmadığını belirlemelidirler.

    Dr. Furer ve Walker, bireyin korku biçimiyle alakalı unsurlarla yüzleşmesinin BDT’nin önemli bir parçası olmasından dolayı, ölümle alakalı korkulan konulara (canlı ve hayali olarak) maruz kalmayı öneriyor.

    2. Güven arayışı davranışını azaltmak

    Bu adım, bireyin endişe verici değişiklikler için kendi vücudunu takıntılı biçimde kontrol etme ve ölümle alakalı korkularına ilişkin duygusal güvence arayışıyla danışman veya emsalleriyle konuşma eğilimlerini hedefler.
    Bu tarz pek de yardımcı olmayan davranışları engellemek için Doktor Walker ve Furer ‘hedef davranışları ertelemek, kademeli olarak frekanslarını azaltmak veya tamamen davranışları durdurmak’ önerisinde bulundu.

    3. Kişisel Deneyimleri Gözden Geçirme

    Sevilen birinin ölümüne tanıklık etmek, kendinin veya başkasının hayatını tehdit eden bir hastalıkla karşılaşmak gibi bireylerin “ölümle ilgili kişisel deneyimleri”ni gözden geçirmek de önemlidir.

    Dr. Furer, “Bu konularda daha dengeli görüşlere yönelmek için onlara yardım ediyoruz.Bu, “ölüm korkusuyla daha sakin bir şekilde başa çıkmalarında yardımcı olabilir.” diyor.

    4. Yaşamın tadını çıkarmaya odaklanma

    Ve sonra, birey, hayatında elde etmeyi istediği şeylerin tadını çıkarmaya odaklanabilmek için ‘kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerini’ net olarak belirlemeli ve korkularını takıntı yapmamalıdır.

    5. ‘Sağlıklı bir yaşam tarzı geliştirmek’

    Terapist ayrıca, ölüm korkusunu daha da ağırlaştıracak herhangi bir ” sağlıksız yaşam biçimi” ile karşı karşıya olan kişilere yönelik stres kaynaklarını tespit etmeli ve bunlara değinmelidir.

    6. Korkunun Tekrarlamasını Önleme

    Son olarak Drs. Furer ve Walker ‘BDT ile ölüm korkusu azalmasına rağmen, birçok insana tekrar nüks edebiliyor’ diyor. Bunun olmasını önlemek için, ani bir hastalık ya da duygusal bir kriz gibi, ölüm korkusunu tetikleyebilecek zorlu durumlar için, her birinin “başa çıkma stratejileri geliştirmesinin” hayati öneme sahip olduğunu söylüyor.

    Ölüm korkusuna karşı içten mücadele vermek

    Son zamanlarda, cenaze endüstrisindeki meslek mensuplarının yanı sıra, ölüm korkusu ile ilgili konularla ilgilenmek isteyenler bile, diğer insanların ölüm korkusuyla baş etmelerine yardımcı olacak kaynaklar oluşturdu. Örneğin, Mortician Caitlin Doughty, halkı ölümle ilişkili uygulamalar hakkında bilgilendirmeye ve insanları “ölüm korkusunun üstesinden gelme”ye teşvik eden, her kesimden bir profesyonel topluluğunun olduğu İyi Ölüm Grubu’nu kurdu.

    Son yıllarda aynı gücü yakalayan benzer bir girişim Death Cafe (Ölüm Cafesi), dünyanın her yerinden insanlara ölüm temalarını keşfedebilecekleri toplantılar düzenlemesine imkân veren bir projedir. Ölüm Cafesi’nin hedefi, insanların (sınırlı) hayatlarından en iyi şekilde yararlanmalarına yardımcı olmak amacıyla ölüm bilincini arttırmaktır.

    Ölüm korkusu ile yüzleşmek için öncelikle ölüm korkusunun ne olduğunu, ondan da önemlisi ilk önce insanların ölüm hakkında korktukları şeyin ne olduğunun anlaşılması gerekiyor. Doughty tarafından bildirilmiş, “ölüm korkusu” adlı klasik bir makalede, ölüm korkusu için olası yedi neden belirtilmiştir:

    1. Artık hiçbir tecrübe edinemiyorum.
    2. Ölümden sonra bir hayat olursa bana ne olacağı konusunda emin değilim.
    3. Bedenim öldükten sonra olacaklardan korkuyorum.
    4. Etrafımdakileri artık önemsemiyorum.
    5. Ölümüm akrabalarıma ve arkadaşlarıma acı çektirir.
    6. Tüm planlarım ve projelerim sona erebilir.
    7. Ölme süreci ağrılı olabilir.

    Doughty, ölümden korkmak için kişisel gerekçemiz olarak güçlü bir şekilde tanımladığımız ve onlara yönelik pragmatik adımlar attığımız iki nedeni belirlemeyi öneriyor. Örneğin, ölümümüzden sonra bize bağlı birinin finansal krizde kalabileceğinden korktuğumuz takdirde, o durumda tüm olanakları sağlamak için adımlar atmamız gerekir.
    Ona göre, ölüm korkumuzu “serbest bırakma” ve onlardan ayrı kalabilme yeteneği, sakinliğimizi tekrar kazanmamıza ve korkularımızdan daha az rahatsızlık duymamıza yardımcı olabilir.

    Ölüm korkusuyla yüzleşilmeli mi, ondan kaçınılmalı mı ?

    Ölüm ve ölüm korkusu, özellikle sağlık uzmanlarının bile bu konudan nasıl söz edileceğinden ya da nasıl etkilenmeyeceklerinden emin olamadıkları zor konulardır.

    Toplum olarak yaşamın sonunu düşünmekten kaçınmaya o kadar istekliyiz ki yaşamı yapay olarak korumanın (insan ”orijinleri”ne benzer biçimde düşünebilen ve tepki verebilen dijital varisler yaratmayı amaçlayan canlı dondurma ya da genişletilmiş sonsuzluk gibi ) başka yollarını aramaya takıntılı hale geliyoruz.

    Burada, kendi ya da başkalarının ölümünün düşüncesiyle başa çıkma konusunda net bir yol yoktur ve bununla birlikte, üretken hayatları sürdürecek olursak bunu yapmak zorundayız. Ne dersiniz : gözleriniz açık bir şekilde ölümle karşı karşıya kalmak mı en iyisidir?

    Referanslar

    https://www.medicalnewstoday.com/articles/318895

  • Paranoid kişilik bozukluğu nedir?

    Psikologlar kişiliğin pek çok farklı tanımını yapmışlar, çok sayıda farklı teori ortaya atmışlardır. Kişiliği kısaca tanımlayacak olursak, bireyin davranış örüntüleri üzerinde etkili farklı durumlarda ve zamanlarda etkili olan karmaşıklık yapıda psikolojik nitelikler bütünüdür. Kişilik özelliklerimiz bizi diğer insanlardan ayırır, çeşitli olaylar ve durumlar karşısında esneklik gösterir.

    Kişilik bozukluğu, bireyin toplumda veya diğer ortamlarda ilişkilerini ve faaliyetlerini olumsuz biçimde etkileyen, kronik seyirli, katı ve uyumsuz algılama, düşünme ve davranma biçimleriyle karakterize bir grup rahatsızlık ya da bozukluk olarak tanımlanabilir.

    Kişilik bozuklukları bireyin olumlu benlik algısı geliştirmesini engelleyebilir, yakın ilişkiler kurma ve sürdürme konusunda sorunlara yol açabilir. Bu durum bireyin günlük hayatında normal şekilde faaliyette bulunmasına engel olabilir, işlevsellikte sıkıntılara yol açabilir. Kişilik bozukluğu olan bireyler, kimlikleriyle ve yaşamlarının birçok alanındaki ilişkileriyle sıkıntılar yaşarlar ve bu sorunlar yıllarca devam edebilir. Bu bireylerin kişilik problemleri bilişte, duyguda, ilişkilerde ve dürtü kontrolünde belirgindir.

    Kişilik bozukluklarının belirtileri yaygındır ve süreklidir. Bazı zamanlar hepimiz kişilik bozukluklarının belirtilerine benzer biçimde belirtiler gösterebiliriz. Fakat bu belirtiler bizde kişilik bozukluğu olduğu anlamına gelmeyebilir. Bu belirtilerin kişilik bozukluğu olarak adlandırılabilmesi için belirtilerin aşırı, yüksek oranda katı ve uyumsuz olması gerekir. Genellikle bu bozukluklar ergenlikte ya da genç yetişkinlik döneminde fark edilmektedir.

    On farklı kişilik bozukluğu bulunmaktadır. Bu on farklı kişilik bozukluğu üç farklı küme şeklinde sınıflandırılmıştır. Bu sınıflandırma Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından yayınlanan DSM-5 ( Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatiksel El kitabı )’ten alınmıştır. DSM-5 ruh sağlığı profesyonelleri tarafından kullanılan, ruhsal bozuklukların tanısı için semptomların, açıklamaların olduğu bir kitaptır. Paranoid kişilik bozukluğu A kümesinde yani tuhaf- eksantrik kümede yer almaktadır.

    A KÜMESİ – TUHAF / EKSANTRİK KÜME

    • Paranoid Kişilik Bozukluğu
    • Şizoid Kişilik Bozukluğu
    • Şizotipal Kişilik Bozukluğu

    B KÜMESİ – DRAMATİK, DUYGUSAL VE DEĞİŞKEN

    • Antisosyal Kişilik Bozukluğu
    • Borderline (Sınır) Kişilik Bozukluğu
    • Histrionik Kişilik Bozukluğu
    • Narsisistik Kişilik Bozukluğu

    C KÜMESİ – KAYGILI, KORKULU

    • Çekingen Kişilik Bozukluğu
    • Bağımlı Kişilik Bozukluğu
    • Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu

    Tuhaf – Eksantrik Küme’nin Özellikleri

    Tuhaf – eksantrik kümede paranoid kişilik bozukluğu, şizoid kişilik bozukluğu ve şizotipal kişilik bozukluğu bulunur. Bu üç bozuklukta şizofrenide görülen belirtilerden bazıları gözlenebilir. Örneğin tuhaf ve olağan dışı düşünme, aşırı derecede şüphecilik, sosyal olarak soyutlanma gibi. Bu bozuklukları şizofreniden ayıran özellik belirtilerin şizofrenideki gibi yaygın olmamasıdır, bu belirtiler şizofrenideki belirtilere göre daha hafif şiddetlidir.

    Paranoid kişilik bozukluğu nedir?

    Paranoid kişilik bozukluğunun en belirgin belirtilerinden birisi sürekli şüphe duymaktır. Genellikle ergenlik ve genç yetişkinlik dönemlerinde başlar. Bireylerin şüphe davranışı aileleriyle, arkadaşlarıyla, tanıdıklarıyla olan ilişkilerini, iş yaşamlarını etkilemektedir. Bu bireyler kötüye kullanılacaklarını düşünebilirler. Şüphecilik ve kötüye kullanılma korkusundan dolayı içlerine kapanık olabilirler. Şüphecilikleri onları sürekli tetikte olmaya kendisini tehlikelerden koruma davranışlarına itebilir. Bazı olay ve durumları yanlış yorumlayıp tehdit olarak algılayabilirler. Bunun sonucunda düşmanca ve öfkeli davranışlar göstermeleri mümkündür.

    Paranoid kişilik bozukluğunun belirtileri nelerdir?

    DSM – 5 Kriterleri

    Erken ergenlikte başlayan ve birçok farlı şart altında görülebilen, başkalarının davranışlarına karşı şüphe, insanların davranışlarını kötü niyetli olarak algılama ve güvensizlik ile karakterize aşağıdaki dört ya da daha fazla bulgunun varlığı paranoid kişilik bozukluğunun göstergesidir.

    • Herhangi bir geçerli gerekçesi olmadığı halde aldatılmaktan, sömürülmekten, kendisine kötülük yapılacağından kuşkulanma.
    • Arkadaşlarına güvenmeme, arkadaşlarının kendisine bağlılığı ile ilgili temelsiz kuşkular.
    • Kendisini kullanacakları korkusuyla insanlara açılamama, paylaşımda bulunmama
    • Sıradan konuşmalardan tehdit ya da aşağılanma anlamı çıkarma
    • Kin tutma
    • Herhangi bir neden olmaksızın olayları ya da konuşmaları kişiliğine saldırı olarak algılayıp öfkeli tepkiler verme
    • Eşinin ya da partnerinin sadakatinden gereksiz yere şüphe duyma

    Paranoid kişilerin bazı özellikleri

    • Diğer insanları sahtekâr, güvenilmez tehlikeli olarak görürler.
    • ‘İnsanlar beni kullanacak, sömürecek, onlara güvenemem.’ kalıp yargısına sahiptirler.
    • Eğer biri bana iyi davranıyorsa beni kullanmaya çalışıyordur gibi işlevsel olmayan inançları vardır.
    • ‘İnsanların gizli amaçları var, bu amaçları bulmalıyım’ ‘ her zaman tetikte olmalıyım’ gibi stratejiler geliştirirler.
    • Sürekli tetikte olma düşmanca davranma, saldırganlık, eleştirel olma gibi davranışlar gösterirler.
    • Duygularına kızgınlık hâkimdir. Sömürüldüklerini düşündükleri için kızgınlık duyarlar. Olası tehditlere karşı korku hissedebilirler.

    Paranoid kişilik bozukluğu ve şizofreni

    Paranoid kişilik bozukluğu paranoid şizofreniyle karıştırılabilir. Bu bozukluk paranoid şizofreniden daha farklıdır. Şizofrenide görülen halüsinasyonlar bu bozuklukta görülmez. Şizofreninin en önemli belirtilerinden olan bilişsel dağınıklık yoktur. Şizofreniye göre bireylerin işlevselliklerindeki azalma daha azdır. Paranoid kişilik bozukluğu şizofreni gibi kronik seyirlidir. Şizofrenideki gibi sanrılar görülür fakat bu sanrılar şizofrenideki kadar gelişmiş değillerdir. Sanrılar genellikle paranoid özellik gösterir. Bu yüzden paranoya ya da paranoid bozukluk olarak da adlandırılmaktadır.

    Paranoid kişilik bozukluğu farklı kişilik bozukluklarıyla beraber de gözükebilir. Şizotipal, sınırda ve çekingen kişilik bozukluklarıyla beraber görülme ihtimali de vardır.

    Paranoid kişilik bozukluğunun nedenleri nelerdir?

    Paranoid kişilik bozukluğunun nedenleri konusunda tartışmalar mevcuttur. Bu bozukluğa sahip bireylerin incelenmesi ve araştırma süreci sıkıntılı olmaktadır. Paranoid Kişilik Bozukluğu olan bireyler genellikle uzun araştırma süreçleriyle ilgilenmezler ya da düzenli katılım göstermezler. Bu sebeplerden dolayı bozukluğun nedenleriyle ilgili bilgiler kısıtlıdır. Literatürde A grubu kişilik bozukluklarının yüksek oranda kalıtsal olduğuna dair bilgiler mevcuttur. Psikolojik etmenlerin ( şemalar gibi ) ya da çocukluk dönemi yaşantılarının bozukluğun ortaya çıkmasında etkili olduğuna dair görüşler de mevcuttur.

    Görülme sıklığı

    Erkeklerde görülme olasılığı daha yüksektir. Toplumda yaklaşık olarak % 0.5 – 2.5’ inde görülmektedir. Şizofreni öyküsü bulunan ailelerde görülme olasılığı fazladır.

    Paranoid kişilik bozukluk tedavisi

    Paranoid kişilik bozukluğunda birey herkese karşı kuşku duyduğu için başvurduğu ruh sağlığı profesyoneline karşı da kuşkuyla yaklaşacaktır. Genellikle bu kişilerin profesyonel yardıma başvurma olasılıkları düşüktür. Genellikle herhangi bir kriz durumunda ya da yoğun anksiyetelerinin olduğu dönemlerde profesyonel yardıma başvururlar.

    Paranoid kişilik bozukluğunun tedavisinde, ilaç tedavisi ve psikoterapi uygulanmaktadır.

    Psikoterapide sorunlar yaşanabilir. Psikoterapide terapist ve danışan arasındaki güven ilişkisi önemlidir. Psikoterapide paranoid kişilik bozukluğu olan kişilerle terapist arasındaki güven ilişkisi daha zor kurulmaktadır. Güven ilişkisi sağlam bir biçimde kurulabilirse düzelme sağlanabilir; güven ilişkisi kurulamazsa genellikle danışan terapiye devam etmez. Bu konuda uzmanların daha hassas davranmaları gerekmektedir. Güven konusunda çok aceleci davranmak danışanın terapiye devam etmemesine sebep olabilir.

  • OKB nedir?

    OKB (Obsesif kompulsif bozukluk), obsesyon, kompulsiyon ya da her ikisinin birlikte görüldüğü bir tablodur. Obsesyon, kişiye rahatsızlık verici düşünce, zihinsel imge ya da dürtülerdir. Obsesyonlar, rahatsız edici olmalarına rağmen sürekli ortaya çıkarlar. Kompulsiyon (ritüel), kişiyi obsesyonların verdiği kaygı ya da rahatsızlıktan uzak tutan ya da kötü bir şeylerin olmasının önüne geçmek için gerçekleştirilen eylemlerdir.

    Sık görülen obsesyonlara şu örnekler verilebilir:

    • Hastalığa yakalanma korkusu: AİDS ya da kanser gibi
    • Zehirli maddelere dokunma korkusu: Böcek öldürücüler gibi
    • Birini yaralama ya da öldürme korkuları: Sıklıkla çocuk ya da eş gibi, sevilen birini
    • Bir şeyleri yapmayı unutma korkusu: Ocağı söndürmek ya da kapıyı kilitlemek gibi
    • Utanç verici ya da ahlaki olmayan bir şey yapma korkusu: Müstehcen şeyleri söylemek gibi

    Sık görülen kompulsiyon (ritüel) örnekleri:

    • Aşırı yıkanma ya da temizlenme: Elini ya da vücudunu gün içinde defalarca yıkamak gibi
    • Kontrol etme: Ocağın söndürülmüş kapının kilitlenmiş olduğunu kontrol etmek gibi
    • Tekrarlama eylemleri: Işıkları 10 kez yakma ya da kapatma gibi
      Biriktirme ya da eşyaları muhafaza etme: Eski gazete ya da kağıtları atamamak gibi
    • Nesneleri bir düzen içine yerleştirme: Ortamdaki her şeyin simetrik olmasından emin olmak gibi

    OKB yaşayan pek çok kişi, endişelerinin gerçekçi olmadığını ve kompulsiyonlarının saçma olduğunu bilirler. Ama buna rağmen, obsesif düşünce ve kompulsif davranıştan kendilerini alamazlar.

    OKB düşünüldüğünden yaygın bir sorundur. Her 40 kişiden biri yaşamının belirli bir döneminde bu sorunu yaşayabilmektedir.

    Obsesif kompulsif bozukluk ciddi sorunlara yol açabilir. OKB sahibi kişiler hayatının önemli bir kısmını kompulsiyonları için (mesela temizlik) için harcarlar. Bu durum da onların hayatını zorlaştırır. Pek çok OKB’li kişi, kendileri için rahatsızlık verici ortamdan uzak durur ve eve bağımlı hale gelebilir. Pek çoğu, ritüelleri için aile üyelerinden destek almak zorunda kalırlar.

    OKB neden olur?

    Obsesif-Kompulsif bozukluğun kesin nedeni bilinmemektedir. Oluşumunda genetik yatkınlığın önemli rol oynadığı düşünülmektedir.

    OKB’li kişilerin ailelerinde sıklıkla, OKB’li ya da başka kaygı bozukluğuna sahip kişilere rastlanmaktadır. Ancak genetik yapı tek başına OKB’yi açıklayamaz. Temel yaşantılar da OKB oluşumuna etki etmektedir.

    OKB nasıl gelişir?

    Yapılan çalışmalar, OKB’ye sahip insanların düşünce yapısının toplumun % 90’ında da var olduğunu göstermektedir. Yani neredeyse herkes, sıkıntı verici düşüncelere sahip olabilir. Bununla birlikte OKB’lileri endişelendiren düşünceler, onların inanç yapılarına ve değerlerine ters düşmektedir. Mesela, çok dindar bir adam ALLAH’a küfretmekten, çocuğunu çok seven bir adam ona zarar vermekten endişe eder. OKB geliştiren kişiler, bu düşüncelerinden rahatsız oldukları için onlardan kaçınır, uzak durmaya çalışır. Sıklıkla bu düşüncelerine engel olmaya çalışırlar. Burada şöyle bir sorun ortaya çıkmaktadır: Bir şeyi düşünmemeye çalışmak, o düşünceyi bırakmak için daha çok çabaya yol açmaktadır. Bunun için 60 saniye içinde, burnunuzu düşünmemeye çalışın. Bunu yapmaya kalkarsanız muhtemelen aklınıza ilk gelecek şey burnunuz olacaktır.

    Kişiler rahatsız edici düşünceler kaçamadıklarını fark edince, kaygılarından kurtulmak için başka yollara başvururlar. Mesela çok fazla yıkanırlar, sessizce dua etme bu yollara örnek olarak verilebilir. Bu onların kaygılarını genellikle o an için azaltır. Ancak zamanla, iyi hissetmek için daha fazla eyleme ihtiyaç duyarlar. Bir süre sonra bu eylemler kompulsiyon halini alır. Dolayısıyla bir kısır döngü ortaya çıkar.

    Bilişsel davranışçı terapi OKB için nasıl yardımcı olur?

    OKB yaşayan kişiler, hiçbir kompulsiyona (eyleme) başvurmadan kendilerini endişe verici düşüncelere bırakmayı korkutucu bulurlar. Düşünceler ortaya çıktığında bir şey yapmak zorunda hissederler, bir şey yapmadıklarında çıldıracakmış gibi hissederler.

    Bilişsel-davranışçı terapi size, kompulsiyona başvurmadan kaygınızı kontrol altına almayı öğretir. Terapi sürecinde vücudunuzu gevşetmeyi ve daha az endişe verici düşünce şekillerini geliştirmeyi öğrenirsiniz. Ayrıca korkularınızdan kaçmak yerine onlarla yüzleşerek onları alt etmeyi öğrenirsiniz. Şu anda sahip olduğunuz duygular, bu söylediklerimize inanmanıza engel olabilir. Ama dünyada yapılan çalışmalar bu durumu doğrulamaktadır. Terapistiniz, en çok korktuğunuz durumlarla aşamalı bir şekilde yüzleşmenizde size yardımcı olur. Ve zamanla, rahatsızlık veren düşüncelerinizi “sadece düşünce” olarak kabul etmeyi öğrenirsiniz.

    Obsesif-kompulsif bozukluk için geliştirilen bilişsel-davranışçı terapi genelde 20 seans sürer. Belirtilerin şiddetine göre bu süre değişebilir.

    Yapılan bilimsel çalışmalar, obsesif-kompulsif bozukluk için bilişsel-davranışçı terapiyi tamamlayan kişilerin % 80’inden fazlasının orta ve iyi derecede düzeldiğini göstermektedir. Terapiden sonra da kişiler eski alışkanlıklarını sürdürme eğilime girebilirler. Ancak davranışları üzerinde çok daha fazla kontrol sahibi olurlar. Genel olarak, insanlar terapiden sonra da iyilik hallerini devam ettirebilmektedirler.

    OKB’de ilaçların etkisi nedir?

    OKB’de ilaçların % 50-60 düzeyinde etkili olduğu bilinmektedir. Ancak burada önemli bir nokta, birçok kişi ilaçlar kesildikten sonra belirtilerin geri geldiğini belirtmektedir. Bu yüzden ilaç tedavisine paralel olarak bilişsel-davranışçı terapinin de uygulanması gerekir. Bazıları için, ilaç tedavisi ve bilişsel-davranışçı terapi kombinasyonu en iyi sonucu vermektedir.

    OKB’nin bilişsel davranışçı terapisinde sizden ne beklenir?

    Terapinin başında kaygılı hissedebilir ve ümitsizlik yaşayabilirsiniz. Ancak terapistiniz size, kaygınızla baş etmenin yeni yollarını öğretecektir. Aynı zamanda korkularınızla yüzleşmeye başlamanızda size destek olacaktır. Yeni becerilerinizi uygulamaktan kaçınmamalısınız. Yaşadığınız tüm zorlukları terapistinizle paylaşmanız sizin için süreci kolaylaştıracaktır. Terapi sürecinde ümidinizin kırıldığını hissettiğiniz zamanlar olabilir. Lütfen değişimi ve iyileşmeyi isteyen yanınıza şans verin.

  • Çekingen kişilik bozukluğu nedir?

    Bu yazıda, sosyal ortamlardan kaçınan, ilişki kurmakta güçlük çeken, topluluk önünde bir şeyler yapmaktan çekinen, daha çok evde vakit geçirmek isteyen ve yalnız kalmayı tercih eden; fakat tüm bunları aslında istemeyerek yapan insanların yaşadığı durumu, yani çekingen kişilik bozukluğunu ele alacağız.

    Çekingen kişilik (Ç.N.: İngilizcedeki ‘avoidant’ kavramındaki kaçınma fiilinden hareketle bazen ‘kaçıngan’ olarak da kullanılabilmektedir.) bozukluğu tanısı, eleştirilme, reddedilme ya da kabul görmeme ihtimaline karşı aşırı duyarlı olan, ve karşı tarafın ondan hoşlanacağından emin olmadan ilişkiye girmekten çekinen kişilere konulmaktadır.

    Karşı tarafın ondan hoşlandığını ifade ettiği durumlarda, çekingen kişi onun samimiyetinden kuşku duyma eğilimindedir.

    Saçma bir şey söylemekten ya da yüzünün kızarması veya başka bir kaygı belirtisi yüzünden mahcup duruma düşmekten aşırı korktukları için sosyal ortamlarda zorluk çekerler. Başkalarına karşı yetersiz ve aciz olduklarına inanırlar; tipik bir şekilde riskleri, tehlikeleri ve her zamankinin dışında bir şeyler yaptıklarında zorlukları abartırlar.

    Çekingen kişilik bozukluğu, bağımlı kişilik bozukluğu ve sınır kişilik bozukluğu ile birlikte görülebilir. Tanı ölçütü sosyal kaygı bozukluğu ile sıkı bir benzerlik içindedir ve bu yüzden bu iki durum yüksek bir birliktelik gösterir.

    Çekingen kişilik bozukluğu (ÇKB) önemli oranda sosyal yeti kaybına yol açmasına, bireyin gelişimini ve üretkenliğini kısıtlamasına rağmen tedavisi ve yeti kaybını önlemek diğer kişilik bozukluklarına ve birçok psikiyatrik rahatsızlığa oranla daha kolaydır.

    Çekingen kişilik bozukluğunun yaygınlığı yüzde 1 civarındadır.

    Çekingen kişilik bozukluğunun DSM-V kriterleri

    DSM-V’te Çekingen kişilik bozukluğu için daha özgül hale getirilen tanı ölçütleri şunlardır:

    A. Aşağıdakilerden en az dördünün olması ile belirli, genç erişkinlik dönemimde başlayan ve değişik koşullar altında ortaya çıkan, toplumsal ketlenmenin, yetersizlik duygularının ve olumsuz değerlendirilmeye aşırı duyarlılığın olduğu sürekli bir örüntüdür.

    1. Eleştirilecek, beğenilmeyecek ya da dışlanacak olma korkusuyla çok fazla kişiler arası ilişki gerektiren mesleki etkinliklerden kaçınır,

    2. Sevildiğinden emin olmadıkça insanlarla ilişkiye girmek istemez,

    3. Mahcup düşeceği yada alay konusu olacağı korkusuyla yakın ilişkilerde tutukluk gösterir,

    4. Toplumsal durumlarda eleştirileceği ya da dışlanacağı üzerine kafa yorar,

    5. Yetersizlik duyguları yüzünden yeni kişilerle aynı ortamda bulunduğu durumlarda ketlenir,

    6. Kendisini toplumsal yönden beceriksiz, kişisel olarak albenisi olmayan biri olarak ya da başkalarından aşağı görür,

    7. Mahcup düşebileceğinden ötürü kişisel girişimlerde bulunmak ya da yeni etkinliklere katılmak istemez.

    Çekingen kişilik bozukluğunun özellikleri nelerdir?

    • Çekingen kişilik bozukluğu olan kişiler, diğerlerine yakın olmak ve kendi entelektüel ve mesleki potansiyellerine ulaşmak istedikleri halde, incinecekleri ve acı çekecekleri korkusuyla ya da itilecekleri ve başarısız olacakları korkusuyla, hem insanlardan hem de başarıdan uzak dururlar.
    • Kabullenilmeye ihtiyaçları vardır
    • Yakın arkadaşları pek yoktur.
    • Aşağılık kompleksleri vardır.
    • Anksiyete (bunaltı) ve keder yaşamaya karşı toleransları çok düşük olduğu için, kendilerini daha etkili biçimde ifade etmekten, utangaçlıklarını yenmekten kaçınırlar.
    • Çevrelerindeki diğer insanları potansiyel olarak eleştirici, ilgisiz ve emir verici olarak görürler.
    • Çekingen kişilik bozukluğu olan kişilerin “Değersizim, hiç bir işe yaramam.”, “Hoş olmayan duygulara dayanamam.”, “Sevilmeyecek biriyim.”, “Tüm eleştiriler aynıdır. En ufak bir eleştiri ile en yoğun eleştiri arasında fark yoktur.”, “Kendimi bir başka insanla kurulacak bir ilişkiye adamadan önce beni kabul edeceğine dair koşulsuz bir garanti alabilmeliyim.” gibi temel inançları vardır.
    • Başarısızlık ve değerlendirilme korkusuyla iş ortamlarında yeni sorumluluklar almaktan kaçınabilirler.
    • Yakın ilişkilerden alacakları doyumdan ve başarının getireceği mutluluktan uzak kaldıkları için, temel duyguları anksiyete ve keder karışımıdır.

    Çekingen kişilik bozukluğunun sebepleri nelerdir?

    • Genetik ve sosyalleşememe
    • Yakın akrabaları arasında C kümesi kişilik bozuklukları sıkça görülmektedir
    • Agorafobi ve depresyonla çekingen kişilik bozukluğu arasında genetik bir bağ olduğu ileri sürülmüştür.
    • Çevresel etkenler de önemli rol oynar.

    Çekingen kişilik bozukluğunda ayırıcı tanı

    Şizoid kişilik bozukluğu ve çekingen kişilik bozukluğunun bir arada bulunması tanıyı zorlaştırmaktadır.

    • Şizoid kişilik bozukluğunda da toplumdan uzaklaşma görülebilir. Ancak çekingen kişilik bozukluğunda danışan, insan içine girmek ister fakat sıkılganlık ve istenmeme korkusu yüzünden bunu yapmamaktadır
    • Şizoid kişilik bozukluğunda danışan eleştirilere karşı kayıtsızdır ve çekingen kişilik bozukluğunda görülen özgüven azlığı da genellikle yoktur

    Sosyal fobi ile çekingen kişilik bozukluğu:

    • Sosyal fobi özellikle kronik ve yaygın olduğunda çekingen kişilik bozukluğundan ayırt edilemeyebilir. Sosyal fobi daha sınırlı durumlarda ortaya çıkan bir bozukluktur, anksiyete daha çok başkalarının gözü danışanın üstündeyken ortaya çıkmaktadır.

    Ne zaman yardım alınmalı?

    Yaşanılan sıkıntılar (çekingenlik, utangaçlık, iletişim kurmakta güçlük çekme vb. gibi) kişiyi rahatsız edecek boyuta gelmişse, kişinin olmak istediği benliği ile gerçek benliği arasında fark varsa (örneğin; kişi, insanlara seminerler vermek, topluluk önünde iyi bir hatip olarak yer almak ve girişimci bir ruha sahip olmak istiyor fakat bunları yapmakta güçlük çekiyor ve kendi istekleriyle çelişiyor), kişinin bu durumu ve yaşadıkları genel toplum normundan belirgin derece sapma gösteriyorsa ve kendi içerisinde yaşadığı bu çatışmayı çözemiyorsa mutlaka bir tıp hekimine, sonrasında ise bir psikoterapiste giderek yardım almalıdır.

    Çekingen kişilik bozukluğunun tedavisi

    Sosyal fobisi olan insanların önemli bir kısmı çekingen kişilik bozukluğu tanısı almaktadır. Çekingen kişilik bozukluğu olan insanların tamamı sosyal fobi tanısı alırlar. Bu nedenle bu iki bozukluğun tedavisinde aynı ilaçlar ve aynı bilişsel davranışçı yaklaşımlar kullanılabilir.

    • Bu kişilerin tedavisinde etkin olarak psikoterapi de kullanılmaktadır.
    • Zaman zaman bu danışanlar psikoloğa ya da psikiyatriste başvurarak terapiye kendi başlarına başvurabilirler, fakat bu durumlarda korkuları öylesine yüksek boyuttadır ki terapi sırasında en ufak bir zorluk ile karşılaştıklarında geri çekilmeye kalkabilirler. Pozitif yorumlara ve nazik yaklaşımlara cevap verebilirler ama en ufak eleştiri bu kişiler için dayanılmaz olur. Terapist ve danışan arasında pozitif bir ilişki kurulabilirse, kişi kendisine sorun yaratan bazı savunma mekanizmalarından vazgeçebilir. Dolayısıyla terapi oldukça faydalı olabilir. Bu kişiler genelde belli bir dereceye kadar insanlarla iletişim kurma yeteneğine sahiptir, terapi ile bu yetenekleri geliştirilebilir. Her hangi bir yardım alınmaz ise bu kişiler yaşamdan tamamı ile kendilerini soyutlayabilir ve tamamı ile izole olabilirler.

    Çekingen kişilik bozukluğu tedavisi ile ilgili az sayıda sistematik araştırma yapılmıştır. Bunların çoğu da farmakolojik olmayan tedaviler alanında olmuştur.

    Yaygın sosyal fobinin tedavisi konusundaki çalışmalar çekingen kişilik bozukluğu tedavisine getirilen yaklaşımları büyük ölçüde etkilemiştir. Çekingen kişilik bozukluğu için tedavi ilkeleri belirlerken bu bozukluğun sosyal fobi ile birçok benzerlik paylaştığını göz önüne alarak tedavide örtüşen özellikleri dikkatle değerlendirmek gereklidir.

    Çekingen kişilik bozukluğu olan danışanların bir terapi ortamındayken bile dikkatle bakılmasına oldukça duyarlı olduğunu hatırlamak önemlidir. Danışanlar terapistten eleştiri geleceği ve mahcup olma korkusundan ötürü iç yaşantılarını açık bir şekilde ifade etmekte isteksiz davranabilirler.

    Terapinin ilk ve en öncelikli hedefi danışanların tedaviye katılmalarını kolaylaştıracak güvenin sağlanmasıdır. Bu başarılı olmadığı takdirde danışan tedaviye katılmayacaktır.

    Çekingen kişilik bozukluğu davranışsal, psikodinamik, kişiler arası tedaviler, toplumsal beceri geliştirme terapileri, grup ve aile tedavisi gibi tedaviler kullanılmıştır. Aşağıda bu tedavi yöntemlerinden kısaca bahsedilmiştir.

    Davranışçı terapiler

    Davranış tedavilerinden herhangi biri toplumsal anksiyete ve çekinme davranışlarının tedavisinde etkin tedaviler olabilir. Bunlar arasında bilişsel-davranış terapisi, mantıksal-heyecan terapisi, sistematik duyarsızlaştrma, toplumsal becerileri geliştirme ile birlikte yüzleştirme teknikleri sayılabilir. Ayrıca anksiyete ile başetme teknikleri, danışanlara terapinin gidişi sırasında korkulan durumlara yüzleştirme yapılırken anksiyete düzeylerinin yükseldiği terapinin başlarında uygulanmalıdır.

    Tedavinin yararları terapiden hemen sonra hissedilmeyebilir. İzleme çalışmaları birçok danışanın tedavi programını tamamladıktan aylar ya da yıllar sonra bunun yararını gördüklerini göstermektedir. Bununla birlikte daha ağır danışanlarda kısa bir tedavi programından sonra başka tedavilerin de gerekli olduğu görülmüştür.

    Bazı yazarlar toplumsal çekingenliği olan kişilerin davranış tedavilerinden önemli ölçüde yarar görmelerine karşın, iyileşmenin sınırlı olduğu ve tedaviden sonra normal işlevsellik düzeylerine dönemeyebildiklerini bildirmişlerdir.

    Çekingen kişilik bozukluğu yüzleştirme, toplumsal beceri geliştirme ve sistematik duyarsızlaştırma yöntemleri kullanılarak yapılan çalışmalarda, bu tedavileri gören danışanlarda kontrol grubuna göre daha anlamlı iyileşme saptanmıştır. Başka bir çalışmada tek başına toplumsal beceri geliştirme ya da bununla birlikte bilişsel tedavi uygulanan danışanlarda anlamlı düzelme elde etmişlerdir. Bu bilgilerin oldukça sınırlı olmasına karşın, yaygın sosyal fobi ve çekingen kişilik bozukluğu için uygulanan bilişsel-davranışsal tedaviler, bilişsel yeniden yapılandırma ile yüzleştirme tedavileri birlikte yapıldığında tek başına yüzleştirmeden daha iyi sonuçlar elde edildiğini göstermektedir.

    • Sistematik Duyarsızlaştırma: Aşamalı maruz bırakma tekniğidir. Danışandan kaygı hissettiği durumun ya da durumların en az kaygı hissedilen düzeyden en çok kaygı hissedilen düzeye kadar listelenmesi istenir. En az kaygı hissedilen düzeyden başlanıp aşamalı olarak en çok kaygı hissedilen düzeye kadar zihinde canlandırma ve gevşeme ile çalışılır.
    • Toplumsal Becerileri Geliştirme: Sosyal ortamlarda nasıl davranılması gerektiği ile ilgili bilgilendirme ve çalışmaların yapılması.
    • Yüzleştirme: Terapi ortamında, terapistin danışana saygısını kaybetmeden, empati kurarak zamanlamanın iyi olduğu, kendisi olmadan danışanın ideal benliğiyle gerçek benliği ve/veya sözel anlatımıyla davranışı arasındaki çatışmalarını, tutarsızlıklarını, çelişkilerini ortaya koyma süreci yüzleştirme olarak tanımlanır.

    Psikodinamik terapiler

    Yorumlayıcı teknikler tek başına ya da davranışsal ve yüzleştirme terapileriyle birlikte yararlı olabilir. Danışanın tehdit altında olduğunu hissetmesine, utanmasına ya da mahcup olmasına neden olan davranışlarının kontrolünü kaybedeceği korkusuyla ilişkili bilinçdışı fantazilerini yorumlamada “ortaya çıkarıcı” bir yaklaşım kullanılabilir.

    Çekingen kişilik bozukluğu olan danışanlarda psikodinamik ve yüzleştirme terapileri bir arada yararlı olabilir.

    Kişilerarası terapi

    Kişilerarası terapide terapist, ilk olarak danışanın utangaçlığı ve çekingenliğini yenmesi için destekleyici teknikler kullanır. Danışan tedavi ilişkisinde kendisini daha güvende hissettikçe, terapist kendisine güveni doğrudan destekleyen destekleyici ve yakın bir tutum sürdürür. Terapi ilerledikçe ve danışanın kendisine güveni arttıkça, terapist kaçınma davranışını giderek daha az destekler, yakınlığı ve korumayı azaltır.

    Grup terapisi

    Çekingen kişilik bozukluğu olan kişilerin diğer toplumsal ortamlarda olduğu gibi grup terapisinden de korkacakları açıktır. Yapılan çalışmalar grup terapisinin çekingen danışanlarda yapılacak yüzleştirmeye dayanmaları için kesin bir şekilde etkin olduğunu göstermektedir. Toplumsal utangaçlığı azaltmada duygusal yaşantıların düzeltilmesi ve toplumsal becerilerin arttırılmasında grup terapisi danışanın grup dışında da yakın ilişkiler kurmasını sağlayabilir. Psikodinamik yönelimli bir grup bu danışanlara kendilerini toplumsal ortamlara sokma konusunda gerekli cesaret ve desteği sağlayabilir.

    Aile terapisi

    Aile üyeleri danışana yardımcı olma niyetiyle aşırı koruyucu olabilirler, fakat gerçekte danışanın şans elde etmedeki isteksizliğini sürdürmesine yardımcı olmuş olurlar. Klinisyen onları danışandaki davranış değişikliklerinin önemi hakkında eğiterek aile üyelerinin tedavi sürecine katılmalarını yararlı bulabilir. Aile üyeleri danışanın toplumsal ortamlara katılmasını desteklemede oldukça yararlı olabildikleri gibi, danışanı yeni deneyimler araştırması konusunda teşvik ederlerken, duygusal destek de sağlayabilirler.

    Farmakolojik tedavi (ilaç tedavisi)

    Çekingen kişilik bozukluğunun ilaç tedavisinde genellikle depresyonda da kullanılan antidepresanlar (SSRI gibi) kullanılır. En az 6 aylık tedavi önerilir. Ancak bu devrede ilaç kesildiğinde kendiliğinden nüksler görülebilir. Daha uzun süreli kullanım önerilir. Danışanların en sık yaptığı yanlış, sıkıntılar hafiflediğinde ilaç kullanımını aksatmalarıdır. Bu yüzden çekingen kişilik bozukluğu belirtileri tekrar ortaya çıktığı için bozukluk müzmin (kronik) bir hal almaktadır ve kişinin tedavi olamayacağı gibi yanlış bir kanıya saplamasına neden olmaktadır.

    Çekingen kişilik bozukluğunun ilaç tedavisi konusunda az sayıda çalışma olmasına karşın çekingen kişilik bozukluğu ile sıklıkla örtüşen yaygın sosyal fobi tedavisi ile ilgili çok sayıda yayın vardır.

    Çeşitli çalışmalarda geri dönüşümsüz monoamin oksidaz (MAO) engelleyicilerinin ve geri dönüşümlü engelleyicilerinin uygulanmasıyla çekingen kişilik bozukluğunda semptomatik iyileşme gözlenmiştir. Monoamin oksidaz engelleyicileri monoaminlerin etkin iletimini arttırdığı için bu durum monoaminlerin çekingen kişilik bozukluğu patolojisine katkıda bulunabileceğini göstermektedir.

    Şimdiye dek çekingen kişilik bozukluğunun birincil tedavi yöntemi olarak herhangi bir ilaç tedavisi önerilmemiştir. Ancak yaygın sosyal fobisi olan danışanlarda monoamin oksidaz inhibitörleri (MAOI) ve benzodiazepinlerin tedavideki etkinliğinin kanıtlanması bu ilaçların çekingen kişilik bozukluğu olan danışanlarda da kullanılmasını gündeme getirmiştir. Bu tip ilaçlarla yapılan tedaviler çekingenlik, reddedilme duyarlılığı, psişik acının artması, kendi kendini eleştirme ve kendini toplumsal ilişkilerden çekme gibi çekingen kişilik bozukluğunun temel özelliklerini etkileyebilir.

    Bu tedavilerle girişkenliğin arttığı, mesleki ve toplumsal işlevselliğin iyileştiği ve toplumsal duyarlılığın azaldığı bildirilmiştir. Bu belirtilerdeki iyileşme sosyal fobi gibi diğer eksen I tanılarındaki belirtilerin iyileşmesinden bağımsız olmaktadır. Genel olarak Eksen I tanısına bir kişilik bozukluğunun eşlik etmesi halinde farmakoterapinin etkinliğinin daha az olduğu kabul edilmekle birlikte, yapılan çalışmalar eşlik eden çekingen kişilik bozukluğunun sosyal fobide ilaç tedavisine yanıtı azaltmadığını göstermektedir.

    Bütün bu bulgulara karşın sosyal fobi ile çekingen kişilik bozukluğunun örtüşüp örtüşmediği ve kişilik bozukluklarının da kişilerarası ilişkilerde bozulmalara neden olmasından ötürü kişilik bozukluğu belirtilerinin sosyal fobinin tedavisi ile azalıp azalmayacağı tartışma konusu olmaya devam etmektedir. (Monoamin oksidaz, benzodiazepin gibi kavramlar bir çeşit antidepresandır. Antidepresanlar ise psikolojik bozukluğu olan kişilere psikiyatırlar tarafından yazılan ilaçlardır.)

    En etkili tedavi için, ilaç kullanımı ve terapi birlikte önerilmektedir.

    “Cesaret korkusuzluk değil, korkuya rağmen korkulan şeyin üzerine gidebilme  gücüdür.”

    Referanslar

    Arıkan, M., Sayar, K., Solmaz, M., Öztürk, M. ve Özer, Ö. A. (2000). Yaygın sosyal fobi hastalarında çekingen kişilik bozukluğu ve psikopatolojiye etkileri. Klinik Psikiyatri, 163-169.

    Davinson, G. C. ve Neale, J. M. (2011) Anormal Psikolojisi, Ankara: Nobel Akademi Yayıncılık.

    Sevinçok, L., Dereboy F., ve Dereboy Ç. (1998). Çekingen kişilik bozukluğunun klinik özellikleri ve tedavisi. Klinik Psikiyatri, 22-26.

    Yaycı, L. (2017). Grupla psikolojik danışmada direnç: önleme ve müdahale yolları. Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, 7(13).

  • Sosyal fobi tedavisi nasıl olur?

    Bu yazıda, sosyal kaygı bozukluğu tedavisi -eski adıyla sosyal fobi- için yaygın olarak kullanılan iki tedavi yöntemi üzerinde durmaya çalışacağız:

    • İlaç Tedavisi
    • Bilişsel-Davranışçı Terapi

    Sosyal fobi tedavisi için ilaç kullanımı

    Sosyal fobiler bazen ilaçla tedavi edilebilir. En etkili ve de yaygın olarak kullanılan ilaçlar antidepresanlardır. Monoamin oksidaz inhibitörleri (MAOI‘lar) ve seçici serotonin gerialım inhibitötleri (SSRI‘lar) bunlar arasındadır. Bazı araştırmalar, sosyal fobi tedavisinde, ilaç etkilerinin bilişsel-davranışçı terapilerin etkileriyle karşılaştırılabilir olduğunu göstermiştir. Bazı çalışmalarda ise, bilişsel-davranışçı terapinin ilaçtan çok daha etkili olduğu görülmüştür.

    Sosyal fobi tedavisinde bilişsel davranışçı terapiler

    Sosyal fobi için, araştırmalarla kanıtlanmış davranışçı ve bilişsel-davranışçı terapi biçimleri söz konusudur. Önceleri daha çok davranışçı terapiler (sorunların çözümü için, davranışlara odaklanan terapiler) ön plandaydı. Yakın zamanlı gelişmeler ise, davranışçı terapilere bilişsel terapilerin (sorunların çözümü için, düşünce ve inanç yapılarına odaklanan terapiler) eşlik etmesiyle çok daha iyi sonuçlar doğduğunu ortaya koydu.

    Maruz bırakma terapisi

    Sosyal fobiden muzdarip insanların en önemli özelliği, rahatsız oldukları sosyal durumlardan (lokantada yemek yemek, sunum yapmak, yeni insanlarla tanışmak vb.) kaçınmaları, uzak durmalarıdır. Bu kaçınma, ilk etapta kişi üzerinde rahatlatıcı bir etki yaratır, ancak uzun vadede, sosyal fobinin kalıcı hale gelmesine yardımcı olur.

    Maruz bırakma yönteminin farklı uygulamaları söz konusu olabilir. Ancak, genel bir uygulama olarak kişi, kaçındığı sosyal durumlara aşamalı olarak maruz bırakılır. Bu maruz bırakma süreci, kişinin yaşadığı zorluk derecesine göre değişkenlik gösterebilir. Genel olarak, öncelikle terapi ortamında, kişinin kaçındığı durumla ilgili düşünce, duygu ve davranış dinamiği ele alınır. Sonrasında kişi, söz konusu duruma imajinasyon yöntemiyle maruz bırakılır. Yani, kişi kaçındığı durumla hayali olarak yüzleşme yaşar. Mesela, sınıfta tahtaya kalkmaktan korkan bir öğrenci, hayalinde tahtaya kalkar, yapması gerekeni yapar ve yerine oturur. Bu belirli bir düzeye kadar tekrar edilir. Bu şekilde kişi, zihinsel olarak kaçındığı durumla yüzleşmeye hazır hale gelir.

    Maruz bırakmanın son aşamasında kişi, kaçındığı durumla gerçek hayatta (in vivo) yüzleşir. Yukarıda bahsedilen öğrenci, terapi ortamında belirli bir mesafe kat ettikten sonra, gerçek sınıf ortamında tahtaya kalkar. Deneyimleri, sonraki seanslarda ele alınır. Öğrenci , duruma alışana kadar uygulama devam eder.

    Bilişsel terapi

    Bilişsel terapi, kişinin sahip olduğu çarpık düşünce yapılarının (gerçekçi olmayan düşünce ve inanç kalıplarının), yaşadığı psikolojik sorunların oluşumunda belirleyici olduğunu var sayar. İyileşmenin de, bu çarpık düşünce yapılarının düzeltilmesiyle gerçekleşeceği kabul edilir.

    Öncelikle, sosyal fobi yaşayan kişinin kendisiyle, diğer insanlarla ve hayatla (durumlarla) ilgili temel düşünce yapıları ortaya konmaya çalışılır. Bu düşüncelere, “Ben beceriksizim,”, “Bende bir kusur var.”, “İnsanlar aşağılayıcıdır.”, “Hata yapmak korkunç bir şeydir.”, “Mükemmel bir sunum yapmalıyım.”, “İnsanların bana gülmesi benim için bir felakettir.” gibi örnekler verilebilir.

    Söz konusu çarpık, gerçeği yansıtmayan ve kişiye zarar veren düşünce yapıları, daha işlevsel olanlarla değiştirilmeye çalışılır. İlk etapta çok basit gibi görünen bu süreç gerçekte ise çok zorlu olabilmektedir. Çünkü bu düşünce yapıları, doğduğumuz andan itibaren oluşmaya çalışırlar ve son derece güçlü bir şekilde insan zihninde yer edinirler. Değişimleri de, çok kolay olmamaktadır. Bunun için, incelikle geliştirilmiş bilişsel terapi teknikleri kullanılmaktadır. Kişi kendiyle yüzleşir ve değişimin peşinde giderse, yıllardır taşıdığı yüklerden kurtulduğunu hissetmeye başlar.

    İlaç mı bilişsel-davranışçı terapi mi?

    Ben, “o mu, o mu” yaklaşımını çok doğru bulmuyorum. Söz konusu tercih, duruma ve şartlara göre değişkenlik gösterebilmektedir. Mesela, şu ya da bu sebeple psikoterapi görme şansı olmayan birisi için ilaç tedavisi tabi ki öncelikli seçenek olacaktır. Ancak psikoterapi alma şansı olan birisi içinse, ilaç tedavisi ikinci planda bırakılabilir.

    Araştırmalar sosyal fobi tedavisinde ilacın etkili olduğunu göstermekle birlikte, bazı araştırmalar bilişsel-davranışçı terapinin ilaç tedavisinden daha etkin olduğunu gösteriyor. Özellikle şu ya da bu sebeple, ilaç kullanmak istemeyenler için de terapi öncelikli bir seçenek olarak düşünülebilir.

    Bilişsel-davranışçı terapi de dahil olmak üzere psikoterapiler, sadece tedavi yöntemi değil, bir farkındalık ve kişisel gelişim yöntemidirler. Dolayısıyla, psikoterapiyle kişi, sosyal fobiden kurtulmakla kalmaz, kendini tanıma ve sosyal fobinin tekrar etmesinin önüne de geçmiş olabilir.

    Siz de sosyal fobi tedavisi ile ilgili düşüncelerinizi yazının yorum kısmında benimle paylaşırsanız memnun olurum. Muhabbetle.

    Kaynak: Anormal Psikoloji, Kaknüs Yayınları

  • Bipolar bozukluk nedir?

    Bipolar bozukluk, eskiden manik depresyon olarak bilinen, bir uçta bulunan mani seviyesinden (yüksek) diğer bir uçta bulunan depresyon seviyesine (düşük) uzanan ve bu dönemler arasında değişimlerin yaşandığı bir duygu durum bozukluğu olarak tanımlanmaktadır.

    Mani dönemi kişinin aşırı enerjik olduğu, dürtüsel bir şekilde hareket ettiği, gerçekçi olmayacak şekilde kendine güven duyduğu bir dönemdir. Diğer bir uçta bulunan depresyon döneminde ise kişide karamsar yapı, iştah ve uyku problemleri, ölüm düşünceleri vardır.

    Bipolar bozukluğun nedenleri tam olarak anlaşılamasa da sebebinin genellikle genetik faktörlerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Yani aile geçmişinde çeşitli duygu durum bozukluklarının olması olasılığı arttırmaktadır. Bipolar bozukluğun ilk manik ya da depresif atağı çoğunlukla, genç yaşlarda veya erken yetişkinlikte görülmektedir. Bipolar bozukluk çoğu zaman geç farkedilir ya da yanlış bir şekilde teşhis edilir. Ancak unutulmamalıdır ki, uygun tedavi ve uzman desteğiyle beraber kişiler normal hayatlarını devam ettirebilir ve işlevsel bir şekilde hayatını sürdürebilir.

    Bipolar bozukluk mitleri ve gerçekler

    Mit: Bipolar bozukluğu olan insanlar iyileşemezler ve hayatlarına normal bir şekilde devam edemezler.

    Gerçek: Evet, bipolar bozuklukta yaşamak zordur ancak uygun tedavi ve uzman desteği ile beraber bu kişilerin de başarılı kariyerleri ve mutlu aile hayatları olabilir. Kişi artık yaşadığı semptomları idare edebilen, hatta bu semptomları kontrol eden bir seviyeye ulaşabilir.

    Mit: Bipolar bozukluğa sahip olan insanlar mani ve depresyon dönemleri arasında hızlı ve sürekli bir biçimde geçiş yaparlar.

    Gerçek: Bazı kişiler, mani dönemi ve depresyon dönemleri arasında geçiş yapabilirler. Ancak bipolar bozuklukta çoğu kişinin mani döneminden ziyade çoğunlukla depresyon döneminde oldukları unutulmamalıdır. Bununla beraber mani dönemi belirtileri fark edilemeyecek kadar hafif olabilir. Bipolar bozukluğa sahip kişiler, herhangi bir belirti olmadan uzun süreli olarak hayatlarına devam edebilirler.

    Mit: Bipolar bozukluk, kişinin sadece duygu durumunu yani ruh halini etkiler.

    Gerçek: Kişinin duygu durumunun yanı sıra dikkat ve dikkati sürdürebilme becerisi, hafıza, iştah düzeyi, uyku düzeni ve cinsel dürtüleri etkilenir. Buna ek olarak, kişide anksiyete(kaygı), alkol-madde bağımlılığı, kalp hastalığı, baş ağrısı, diyabet gibi belirtilerin de olabileceği unutulmamalıdır.

    Mit: İlaç kullanımı dışında yapılabilecek şeyler neredeyse yoktur.

    Gerçek: İlaç tedavisinin yanı sıra terapi yöntemleri ve kişinin kendine yardım stratejileri tedavinin önemli parçalarıdır. Yapılan araştırmalar tedavi için ilaç kullanımı ve terapi desteğinin başarı oranını arttırdığını keşfetmiştir.

    Bipolar bozukluğun tetikleyici
    nedenleri nelerdir?

    Bipolar bozukluğun sebepleri net olarak bilinmese de, genetik yatkınlığın önemli bir neden olduğunu ancak bunun tek sebep olmadığı söylenebilir. Psikolojik ve çevresel faktörlerin de bipolar bozukluk için önemli tetikleyici kavramlar olabileceği unutulmamalıdır. Tetikleyiciler yeni dönemleri(mani, hipomani, depresyon, karma) başlatabileceği gibi mevcut belirtilerin daha da artmasına neden olabilir. Bununla beraber birçok bipolar bozukluk herhangi bir tetikleyici neden olmadan da ortaya çıkabilir.

    Stresli yaşam olayları, genetik olarak yatkın kişilerde bipolar bozukluğun tetiklenmesine yol açabilir. Bu olaylar askerlik, evlilik, sevilen birinin hastalığı ya da kaybı, yeni bir işe başlama, işten kovulma, stresli iş deneyimleri, üniversiteye başlama gibi önemli yaşam değişimlerinin yaşandığı dönemlerdir.

    Madde bağımlılığı, bipolar bozukluğun bir nedeni sayılmamaktadır. Ancak madde kullanımı ile beraber kişi yeni bir atak geçirebilir ve bu da süreci daha kötü bir hale getirebilir. Uyarıcı maddeler, mani dönemini tetikleyebileceği gibi, alkol ve sakinleştirici maddeler de bipolar depresyonu tetikleyebilmektedir.

    Mevsimsel değişiklikler, yine mani ve depresyon dönemlerini tetikleyici bir neden olabilir. Örneğin yaz aylarında manik dönem daha fazla görülürken, bahar ve kış aylarında ise bipolar depresyon daha fazla görülmektedir.

    Yetersiz uyku, kişi için yine mani dönemini tetikleyebilecek önemli bir neden olarak sayılabilir.

    Bipolar bozukluk tipleri nelerdir?

    Birçok insan bipolar bozukluğun tek tip olduğunu ve bu duygu durum bozukluğuna sahip olan kişilerin de hep aynı belirtileri göstereceğine inanır. Fakat bipolar bozukluk kişinin yaşadığı belirtilere bağlı olarak birbirinden ayrılan birkaç kategoriye sahiptir. Bu nedenle kategorilere bağlı olarak, kişi sürekli olarak mani ve bipolar depresyon semptomlarını göstermez.

    Bipolar bozukluk 1

    Bipolar 1 bozukluğu, mani olarak ifade edilen dönemin özelliklerini karşılamalıdır. Bir kişinin bipolar 1 tanısı alabilmesi için depresyon dönemini yaşaması gerekmemektedir. Ancak yine de bu tanıyı alan kişilerin genel anlamda her iki dönemi yaşadığı görülmektedir. Burada önemli olan kişinin manik semptomları mutlaka göstermesidir.

    Bipolar bozukluk 2

    Kişinin bu tip bir bozukluk tanısı alabilmesi için, depresif bir dönemi ve mani döneminden daha hafif semptomları olan hipomani dönemini geçirmiş olması gerekmektedir. Hipomani dönemini yaşayan insanlar yine günlük anlamdaki rutin işlerine devam edebilmektedirler. Bu tip bozukluğa sahip olan kişiler depresif semptomları daha uzun süre yaşama eğilimindedir.

    Siklotimi

    Siklotimi, hipomani ve depresyon semptomlarından oluşmakla beraber, bu tip bozukluğa sahip olan kişiler, hipomani semptomlarını daha az sayıda ve şiddette yaşamaktadırlar. Bu noktada Bipolar 2’den ayıran bir başka sebep de depresyon semptomlarının da yine daha az sayıda ve şiddette geçirilmesidir.

    Hızlı döngülü bipolar bozukluk

    Bu tip bipolar bozukluk tanısının alınabilmesi için kişinin, 1 yıllık bir süre boyunca en az dört veya daha fazla mani, hipomani, bipolar depresyon dönemlerini geçirmesi gerekmektedir.

    Bipolar bozukluk, farklı insanlarda farklı şekillerde görülebilmektedir. Belirti düzeyleri ve sıklıkları bakımından kişiler arasında farklılık gösterebilir. Bazı insanlar mani dönemine yatkın olabileceği gibi bazı insanlar da depresyon dönemine daha yatkın olabilir. Bazı kişiler çok sık bir şekilde duygudurum bozulmaları yaşayabileceği gibi bazı kişiler de yaşamları boyunca yalnızca birkaç kez bunu deneyimleyebilirler. Bipolar bozuklukta, dört tip duydurum dönemi vardır. Bunlar mani, hipomani, depresyon ve karma dönemdir. Bu dört tipin her birisinin de kendine özgü belirtileri vardır.

    Mani döneminin belirtileri nelerdir?

    Bipolar bozukluğun mani döneminde yüksek enerji, aşırı iyi hissetme, coşku vardır. Kişi çok hızlı bir şekilde konuşabilir, az uyuyabilir ve hiperaktif olabilir. Ayrıca kişi kendini mükemmel birisi olarak hissedebilir. Ancak bu dönemde kişi, gereksiz alışveriş yapabilir, uygunsuz cinsel faaliyetlerde bulunabilir. Aşağıda mani döneminin ortak belirtileri verilmiştir.

    • Kişi kendini normalden farklı bir şekilde iyi veya öfkeli hissedebilir.
    • Gerçekçi olmayacak bir şekilde kişi kendine güven duyabilir.
    • Çok az uyku ihtiyacı ve bunun da beraberinde aşırı enerji hali vardır.
    • Kişinin konuşma hızı takip edilemeyecek kadar hızlıdır.
    • Dürtüsel davranışlar vardır(aşırı para harcama hali, cinsel davranışlarda aşırı artış, yoğun alkol-madde kullanımı ya da kumar davranışı vs.)
    • Ağır vakalarda ise kişi sanrılar ve halüsinasyonlar yaşayabilir.

    Hipomani döneminin belirtileri nelerdir?

    Hipomani, mani döneminin daha az şiddetli halidir. Kişi bu dönemde kendini yine enerjik ve üretken hissedebilir. Ancak kişi yine de günlük hayatına devam edebilir ve bu dönem çevresi tarafından fark edilmeyebilir. Buna rağmen bu dönemde ilişkiler, iş yaşantısı ve maddi yatırımlar konusunda kötü kararlar alınabilir. Buna ek olarak hipomani döneminin ardından kişi, mani dönemine yükselebilir ya da depresif dönem yaşayabilir.

    Bipolar depresyonun belirtileri nelerdir?

    Geçmişte bipolar bozuklukta yaşanılan depresyon ile klasik depresyon beraber kullanılmıştır. Ancak araştırmalar bu dönemdeki depresyonun normal depresyondan farklılaştığını ortaya koymuştur. Örneğin klasik depresyondaki antidepresan tedavisi bipolar bozuklukta kullanılmamaktadır. Bipolar depresyonda antidepresan kullanımı kişi için risk barındırmaktadır. Bu dönemdeki antidepresan kullanımı, mani veya hipomani dönemine zemin hazırlayabilmekte ve hızlı bir döngüye neden olabilmektedir. Bipolar depresyonda sinirlilik, suçluluk, ani ruh hali değişimleri ve huzursuzluk çok daha fazladır. Ayrıca psikotik anlamda depresyon geçirme riski(gerçeklikten uzaklaşmak) daha fazladır. Bipolar depresyonun sık görülen belirtileri aşağıda verilmiştir.

    • Umutsuzluk, üzgün hissetmek ve karamsar duygular
    • Aşırı yorgunluk ve enerji kaybı
    • Uyku düzeninde değişiklik
    • Değersizlik ve suçluluk duyguları
    • Eskiden yapmaktan hoşlanılan aktivitelere bile ilgi duymama
    • Dikkat ve dikkati sürdürmede zorluk
    • Ölüm ya da intihar düşünceleri

    Karma dönemin belirtileri nelerdir?

    Karma dönemde kişi hem mani hem hipomani hem de depresyon belirtilerini göstermektedir. Bu dönemin ortak belirtileri ise şu şekildedir.

    • Ajitasyon
    • Sinirlilik
    • Anksiyete (bunaltı)
    • Uykusuzluk
    • Dikkati sağlamakta güçlük

    Bu dönemde hissedilen yüksek enerji hali ve depresyon vardır. Ancak bu kombinasyon özellikle intihar için yüksek bir risk barındırmaktadır.

    Bipolar bozukluğun çocuklardaki
    belirtileri nelerdir?

    Öncelikle bipolar bozukluğun çocuklarda olan belirtilerini tanımlayabilmek zor olabilmektedir. İniş ve çıkışların nedeni stres faktörleri, travma, bipolar bozukluk veya başka tip ruh sağlığı problemlerinden herhangi biri olabilir.

    Çocuklar ve ergenler, tıpkı yetişkinler gibi depresif, mani veya hipomani dönemleri yaşayabilir. Ancak bu noktada çocuklar erişkinlerden farklı belirtiler de gösterebilmektedir. Bazı çocuklar herhangi bir belirti olmadan dönemler arasında hızlı geçişler yapabilmektedir. Çocuklar ve ergenlerde bipolar bozukluğun en belirgin belirtisi normal duygusal değişimler yerine ciddi duygusal değişimlerin yaşanmasıdır.

    Bipolar bozukluk ve intihar
    arasındaki ilişki nasıldır

    Bipolar bozuklukta depresyon dönemi genellikle şiddetlidir ve intihar için önemli bir risk faktörü oluşturmaktadır. Bunun da beraberinde intihar girişimleri daha ölümcül düzeyde sonuçlanabilmektedir.

    Kişi sık sık depresif ataklar geçiriyorsa, alkol-uyuşturucu bağımlılığı varsa, ailede daha önce yaşanmış bir intihar öyküsü gerçekleşmişse risk faktörü daha artmaktadır. Bu nedenle bu belirtileri yaşıyorsanız ya da bir başkası yaşıyorsa, acil olarak uzman desteği almanız gerekmektedir. Aşağıda intihar için risk faktörünü oluşturan bir takım belirtiler verilmiştir.

    İntihar konusunda uyarı işaretleri

    • Yoğun ölüm düşünceleri, kendine zarar verme davranışı ya da başkalarıyla intihar
      üzerine konuşmak
    • Gelecek hakkındaki umutsuzluk duygusu ve karamsar düşünce(“gelecekte beni bekleyen
      olumlu hiçbir şey yok”, “her şey daha kötü olacak” vs.)
    • Yoğun değersizlik hisleri(“ben değersizim”, “ben hiçbir şeyi başaramam” vs.)
    • İşleri bir anda düzene sokmaya çalışmak ve çevresindeki kişilerle veda konuşmaları
      yapmak.
    • İntihar etmek için gerekli materyalleri araştırmak ya da almaya çalışmak.

    Bipolar bozukluk tedavisi

    Bipolar bozukluğun yukarıdaki bölümlerde sayılan belirtilerini kendinizde veya bir başkasında görüyorsanız, uzman desteği almanız önem taşımaktadır. Var olan belirtileri görmezden gelmek, belirtileri ortadan kaldırmayacaktır. Aksine durumun daha da kötüleşme ihtimali vardır. Bipolar bozukluğun tedavi edilebilen bir duygu durum bozukluğu olduğu unutulmamalıdır. Tedavi edilmeyen bipolar bozukluk, kişinin sosyal, akademik veya iş hayatında büyük sorunlara neden olabilmektedir.

    Bipolar bozukluğun tedavisinde bilişsel davranışçı terapi

    Bilişsel Davranışçı Terapinin, bipolar bozukluğun tedavisinde 4 amacı bulunmaktadır. Bunlar; “İlaç tedavisine uyum sağlama”, “Erken tanı ve müdahale”, “Stres ve yaşam stili yönetimi”, “Eş tanıların tedavisi” aşamalarıdır. Daha net bir ifadeyle açıklamak gerekirse danışanın yaşadığı semptomlar ile davranış ve düşünceleri konusunda başa çıkma becerilerini geliştirmesi amaçlanmaktadır. Daha sonrasında bu davranış ve düşüncelerin temelini hazırlayan, geçmiş yaşantılarına dair yanlış inançlarının değiştirilmesi amaçlanmaktadır.

    Her bir danışanın yaşadığı atağın nitelikleri dikkatle belirlenmeli ve müdahalenin de buna göre olması gerekmektedir. Bilişsel Davranışçı Terapide, terapistin “terzi” gibi müdahale planını danışana özel hazırlaması gerekmektedir.

    Bilişsel Davranışçı Terapi, ilaç tedavisiyle beraber kullanıldığında danışanın sürece gösterdiği uyumu da arttırmaktadır. Böylece bipolar bozukluğun tedavisinde uygulanan standart bir yöntem haline geldiği söylenebilir.

    Bipolar bozuklukta kendine yardım

    Eğitim Almak: Mümkün olduğunca çok bir şekilde çeşitli kaynaklardan bipolar bozukluk hakkında bilgi almanız sizin adınıza önemli olacaktır. Süreciniz hakkında bilgi sahibi olmanız tedavi süreci adına işinizi kolaylaştıracak ve böylece kendinize yardım edebilme fırsatı elde edeceksiniz.

    Harekete Geçmek: Sporun ruh hali üzerinde olumlu bir etkisinin olduğu unutulmamalıdır. Bu noktada yapacağınız egzersizler ruh haliniz adına size olumlu etkide bulunacaktır.

    Stresi Kontrol Altında Tutmak: Akademik veya iş hayatı ile günlük yaşamınız arasındaki dengeyi sağlamanız önemlidir. Bu noktada stresli durumlardan kaçınmanız tedavi sürecinizde işinizi kolaylaştıracaktır. Çeşitli nefes egzersizleri, meditasyon gibi rahatlama teknikleri sizin için işe yarayacaktır.

    Destek İsteyin: Süreciniz adına sosyal anlamda destek almanız önem taşımaktadır. Bu noktada bir sosyal gruba katılım sağlamak ya da güvendiğiniz yakın bir arkadaşınızla iletişim kurmak tedavi sürecinizi olumlu anlamda etkileyecektir.

    Ailenizle Bağlantıda Kalın: Çevrenizde sadece yaşadıklarınız hakkında sizi dinleyebilecek ve anlayabilecek birilerinin olması sizi destekleyecektir.

    Sağlık bir Şekilde Yaşamaya Çalışın: Sağlıklı uyku ve yemek yeme alışkanlıkları duygu durumunuzu da olumlu anlamda etkileyecektir. Bu nedenle kendinize düzenli bir uyku takvimi belirlemeniz ve sağlıksız yiyecek ve içeceklerden uzak durmanız size yardımcı olacaktır.

    Kendinizi İzleyin: Sizde var olan belirtileri izlemeniz ve kontrolden çıkıp çıkmayacağınıza dair işaretleri görmeniz, sorunun öncesinden önlem almanızı sağlayacaktır. Bu şekilde sorun başlamadan durmuş olacaktır.

    Bipolar bozukluğa sahip olduğunuz için etiketlenmek 

    Toplumun geneli bipolar bozukluğu genel anlamda duymuştur. Ancak duymaları, insanların bunu anladıkları anlamına gelmez. Bu noktada yalnız olmadığınızı fark etmeniz ve etiketlenmek zorunda olmadığınızı kabul etmeniz gerekmektedir. Peki bunun için neler yapabilirsiniz?

    Tedavinize olabildiğince daha fazla dahil olun. Bu noktada uzmanınızla mutlaka iletişim içerisinde olup, çeşitli kaynaklardan ayrıca bilgi almanız da önem taşımaktadır. Unutmayın ki siz tedaviniz hakkında ne kadar çok bilgi sahibi olursanız, hem kendi gelişiminiz hem de çevrenizin daha çok farkındalık sahibi olmasına katkıda bulunursunuz.  Yakın çevrenizde bulunan ve sürecinizi bilen kişilerin, yukarıdaki bölümlerde bahsettiğimiz “mit’ler” yerine “gerçekleri” bilmesi etiketlerden kurtulmanıza fayda sağlayacaktır. Sizin farkındalık sahibi olmanız başkalarının da farkındalık sahibi olmasına katkıda bulunacaktır.

    “Size en çok iyi gelecek şey, bipolar bozukluk belirtilerinin ve kendini gösterme şeklinin, sizin kişilik özelliklerinizden ya da “kötü” olduğunuzdan dolayı gelmediğinin kabulüdür.

    Referanslar

    Mayoclinic,(Ocak, 2018) Bipolar Disorder. www.mayoclinic.com

    Mind(Mayıs, 2018) Bipolar Disorder. www.mind.org.uk

    Henin A, Otto MW, Reilly-Harrington NA. Introducing flexibility in manualized treatments: Application of recommended strategies to the cognitive-behavioral treatment of bipolar disorder. Cogn Behav Pract 2001; 8:317-328.

    Schwannauer M. Cognitive behavioral therapy for bipolar affective disorder. In Mood Disorders: A Handbook of Science and Practice (Ed. M Power):259-273. England, Wiley, 2004.

    Smith, K.(Şubat, 2018) The Difference Between Bipolar Disorder 1 and 2. www.psycom.com

    Smith, M., M.A, Segal, J.,(Kasım, 2018). Bipolar Disorder Signs and Symptoms. www.helpguide.com

    Maçkalı, Z., Tosun, A.(2011). Bipolar Bozuklukta Bilişsel Davranışçı Terapi. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar. 3(4):571-594

    Vieta E, Pacchiarotti I, Scott J, Sanchez-Moreno J, Di Marzo S, Colom F. Evidencebased research on the efficacy of psychologic interventions in bipolar disorders: A critical review. Curr Psychiatr Rep 2005; 7:449-455.

  • Monofobi nedir?

    Monofobi; kişinin yalnız kalma korkusu geliştirdiği sağlıkla ilgili bir durumdur. Bu durum insanlarda ortaya çıkmaktadır ve üstesinden gelinmesi zordur.

    Monofobi veya yalnız kalma korkusu, izolofobi veya otofobi olarak da tabir edilmektedir. Monofobi veya yalnız kalma korkusu denilen bu rahatsızlıktan mustarip olan kişiler tek başına kaldıklarında yüksek derecede baskı altında ve güvensiz hissederler. Dolayısıyla bu kişiler uyuma, tuvalete gitme, yalnız yemek yeme gibi meselelerde dertlilerdir. Aynı zamanda bu kişiler kendileri yalnız bırakan arkadaş veya aile bireylerine karşı nefret de besleyebilirler.

    Tek başınalık ve yalnızlık

    Kimse yalnız kalmayı sevmez fakat eğer bir ilişki tamamen yalnız kalma korkusu üzerine kuruluysa çok uzun sürmeyecektir. Bu tip sebeplerle başlayan ilişkiler genellikle tatmin etmeyen ve mutsuz ilişkilere dönüşmektedir.

    Bir ilişki ancak korku üzerine kurulu değilse uzun sürebilir. Nitekim, bir insanın yalnızken nasıl mutlu kalınabileceği sanatını öğrenmesi önemlidir. Eğer bir kişi yalnızken rahat değilse bu kişi konforlu ve normal bir yaşam süremez. Her zaman çevredeki diğer insanlara bir yakınlık besleme ihtimali de söz konusudur.

    Monofobinin sebepleri nelerdir?

    Monofobi/ Yalnız kalma korkusuna neden olan çeşitli sebepler mevcuttur. Dahası, birçok durumdaki sebeplerin çocuklukta geçirilen korkutucu bir tecrübe ile bağlantısı kurulmaktadır. Buna nazaran farklı durumlarda ise devamlı süren bir stresten, kötü bir ilişkiden, düşük sosyoekonomik faktörlerden ve fakirlikten de kaynaklanabilmektedir.

    Günümüzdeki çalışmalar şunu kanıtlamışlardır ki yaşamlarında istenmeyen bir durumla karşılaşınca buna karşı stratejiler geliştiremeyen kişilerin fobi ve anksiyete hissetme durumları daha yaygındır. Kaygılı anne-baba veya akrabalar çocuğun bir fobi geliştirme riskini artırmaktadırlar. Bu kişiler zor bir durum karşısında kolaylıkla kaygılı ve gergin hissetmektedirler. Monofobi/ Yalnız kalma korkusundan mustarip olan insanlar kendilerinin bir şeyleri halledebilmeleri adına her zaman düşük öz güvenlidirler. Güvenli hissedebilmeleri adına her zaman çevrelerinde güvendikleri birilerinin olmasına ihtiyaç duyarlar. Bu sebeple, yalnız kaldıkları zaman kolaylıkla alışılmadık davranışlar sergileyebilir veya panik yapabilirler.

    Monofobinin belirtileri nelerdir?

    Monofobi/ Yalnız kalma korkusu tıpkı diğer fobiler gibi fiziksel ve duygusal bazı belirteçlere sahiptir.

    Monofobinin semptomları ve fiziksel belirtileri

    Titreme veya titreme hissi yaşama monofobi/ yalnız kalma korkusunun belirtilerindendir.

    • Baş dönmesi veya dik durabilme becerisini kaybetmek
    • Kalp atım hızında alışılmadık artış veya çarpıntı
    • Sindirim sistemi ile ilgili sıkıntılar veya bulantı
    • Boğulma Hissi
    • Karıncalanma veya uyuşukluk hissi
    • Aşırı terleme
    • Göğüste ağrı ve huzursuzluk

    Monofobi/ Yalnız kalma korkusunun diğer belirtileri

    • Kendini kontrol edememe korkusu
    • Düşme veya bayılma korkusu
    • Gerçeklikten uzak kendince bir çevre yaratmak
    • Sıcak / soğuk basması da monofobi belirtisi olabilir
    • Sebepsiz yere ölüm korkusu geliştirmek

    Monofobi/ Yalnız kalma korkusundan mustarip kişiler diğer fobi türlerini de kolaylıkla geliştirebilirler. Bunlara örnek olarak agorafobi (halka açık alanlarda olma korkusu) veya tanatofobi (ölüm korkusu) verilebilir.

    Monofobi ile ilgili risk faktörleri nelerdir?

    Sizi monofobi/yalnız kalma korkusuna daha yatkın hale getirebilecek bazı risk faktörleri şöyle sıralanabilir:

    • Yaş bu konu ile ilgili bir risk faktörü olabilir. Çocuklar yetişkinlere göre daha yatkındırlar.
    • Herhangi bir yakın akrabada görülen bir fobi, kişide herhangi başka bir fobi çeşidi olarak (buna monofobi/ yalnız kalma korkusu da dâhil olmak) seyredebilir
    • Kişisel yapınız da sizi monofobi/ yalnız kalma korkusuna yatkın hale getirebilir. Kişisel yapılarında zor durumlarla baş edebilme becerisini bulunduramamış insanlar daha yüksek monofobi geliştirebilme riski taşırlar.
    • Geçmişte yaşanmış travmatik bir olay da bir risk faktörü oluşturur. Bir hayvan tarafından saldırıya uğramak veya asansörde kalmak gibi travmatik olabilecek olaylar bir fobi ile sonuçlanabilir.

    Monofobi ile ilgili komplikasyonlar

    Monofobi/ Yalnız kalma korkusu yaşam döngüsüne olan büyük etkisinden dolayı kişi için zorlayıcı olabilir. Kişinin yaşamında ciddi problemlere sebep olabilir.

    • Monofobi/ Yalnız kalma korkusundan mustarip kişilerin çoğunda depresyon ve anksiyete rahatsızlıkları ilk karşımıza çıkan komplikasyonlardır.
    • Madde kullanımı ise başka bir komplikasyondur. Başka bir fobinin sebep olduğu bir depresyon veya anksiyete, sizi kolaylıkla bir madde kullanımına yatkın hale getirebilir.
    • Bazı hastalar ortaya çıkan korkunun üstesinden gelmenin neredeyse imkansız olduğunu bildirmişlerdir ve bu korku intihar riskini artırabilir.

    Monofobi teşhisi için yapılan testler

    Monofobi/ Yalnız kalma korkusu biraz farklıdır ve herhangi bir laboratuvar testi ile belirlenemez. Monofobi/ Yalnız kalma korkusu için, klinik görüşmeleri de içeren, bazı spesifik teşhis prensipleri vardır. Bu klinik görüşmeler semptomlar ve kişinin tıbbi geçmişi ile ilgili bazı sorular içerir.

    Monofobi/ Yalnız kalma korkusu, Amerikan Psikiyatri Derneği’nce tarafından belirlenmiş, Zihinsel Rahatsızlıkların İstatistik Kılavuzu’na göre teşhis edilir. Hastanın durumunun belirlenmesinde bu kitapçık bir standart olarak doktora yardım eder. Aynı zamanda sigorta şirketleri tarafından da bir standart olarak kullanılır.

    Monofobinin tedavisi nasıl olur?

    Çoğu durumda, Monofobi/ Yalnız kalma korkusundan mustarip olan kişiler bu durumun üstesinden gelebilmek adına kendileri strateji geliştirmeye eğilimlilerdir. Psikiyatrlar/Psikologlar da bu durumdaki bir kişiye; Bilişsel Davranışçı Terapi ve Konuşma Terapisi gibi terapilerle veya danışmanlık hizmeti gibi metotlarla; yardım edebilirler.

    Bilişsel Davranışçı Terapi her 4 hastanın 3’ünde sonuç veren en etkili tedavilerdendir. Monofobi/ Yalnız kalma korkusu için hipnoterapi ise diğer bir etkili terapi olarak söylenebilir.  

    Monofobi/ Yalnız kalma korkusu için ilaç tedavisi kişiye yardımcı olabilir fakat bu yardım üst seviyede olmaz. Monofobi/ Yalnız kalma korkusundan mustarip kişiler için doktorlar tarafından tavsiye edilen; anti-depresanlar, anti anksiyete ilaçları veya beta blokörler gibi; çeşitli tipte ilaçlar mevcuttur. İlaç kullanmayı bıraktıktan sonra ortaya çıkabilecek olan uzaklaşım semptomları kişide dikkat edilmelidir. Nitekim, geçiş fazında süreci adım adım yürütmek önemlidir.

    Monofobi/ Yalnız kalma korkusu için doğal tedavi yöntemleri olarak ise nefes ve rahatlama teknikleri semptomları tedavi etme adına en iyi seçenektir. Diğer doğal metotlar ise kasları rahatlatma, zihinsel imgeleme, kendini telkin konuşmaları ve meditasyon v.b olarak sıralanabilir.

    Kademeli maruziyet ve duyarsızlaştırma gibi bazı terapi çeşitleri kişiyi görseller ve imgelemelerle Monofobi/ Yalnız kalma korkusuna maruz bırakır. Bu kişiyi hayatta korkuları ile tekrar karşılaşmadan önce hazır kılar.

    Monofobiden korunma

    Özellikle çocuklarınız var ise herhangi bir Monofobi/ Yalnız kalma korkusu semptomunda en kısa zamanda bir psikologla görüşün. Ailenizden genetik olarak Monofobi/ Yalnız kalma korkusu gelmemiş olabilir fakat fobisi olan birisini izlemek çocuklarda fobi yaratabilir. Nitekim, fobilerle ilgili tedavi olmak ve çocuklara geçmesinden kaçınmak daha da önemli olmaktadır. Bir doktor ilk başlarda herhangi bir iyileşmeden bahsetmese bile belli bir oranda iyileşme olduğu tahmin edilebilir.

    Monofobinin üstesinden gelmek

    Herhangi bir fobinin üstesinden gelmek kolay değildir fakat düzenli profesyonel tedavi ile fobinin semptomlarını kolaylıkla yönetebilirsiniz. Aşağıda sıralanan metotlar da kişiye Monofobi/ Yalnız kalma korkusunun semptomlarının üstesinden gelmede yardımcı olur.

    • Kendinizi korkularla yüzleşmek için hazır etmek. Korkularınızdan kaçmak yerine onlarla yüzleşmede terapistinizden, ailenizden ve arkadaşlarınızdan yardım istemek.
    • Monofobi/ Yalnız kalma korkusunun tam olarak üstesinden gelebilmek adına yardım alın. Aynı korkulardan mustarip insanlarla el ele verebileceğiniz çeşitli destek grupları mevcuttur.
    • Size söylendiği üzere ilacınıza devam edin. İlacı kesmek uzaklaşım semptomlarına sebebiyet verebilir ve nitekim, herhangi başka bir ilaca geçerken de doktorunuza danışmak zorundasınız.
    • Kendinize dikkat edin. Semptomlarla etkili bir şekilde savaşabilmeniz için kendinizi hem fiziksel hem de zihinsel olarak sağlıklı tutmaya ihtiyacınız var.

    Monofobinin üstesinden gelmede çocuklarınıza yardım etmek

    Çocuklarda, karanlık ve canavar korkusu gibi korkulara sahip olmak yaygındır fakat çoğunluğu büyüdükçe korkularının üstesinden gelirler. Diğer taraftan, eğer çocuğunuz Monofobi/ Yalnız kalma korkusunun üstesinden gelmede zorluk yaşıyorsa bir doktordan yardım almak gereklidir. Aynı zamanda çocuğunuza Monofobi/ Yalnız kalma korkusunun üstesinden gelmede aşağıdaki yollarla yardımcı olabilirsiniz:

    • Monofobi/ Yalnız kalma korkusu hakkında konuşun. Çocuğunuzdaki bir korkuyu görmezden gelmek veya tamamen razı olmak büyük bir hatadır. Bunun yerine çocuğunuzla korkuları hakkında konuşun ve onların üstesinden gelmede ona yardım edin.
    • Çocuğunuzu korkularından kaçması yerine onlarla yüzleşmesinde ona yardım edin. Bir ebeveyn olarak Monofobi/ Yalnız kalma korkusu ile ilgili kızınız veya oğlunuz için onlardan kaçmak yerine yüzleşin. Kademeli olarak korkularıyla yüzleşmelerinde çocuklarınızı destekleyin.
    • Çocuklarınıza korkularla nasıl yüzleşileceğini uygulamalı olarak gösterin. Çocuklar gözlemleme yoluyla çabucak öğrenirler ve pozitif bir model oluşturmak onlara korkulara nasıl reaksiyon göstereceği ve onlarla nasıl yüzleşeceği konusunda yardım etmek açısından önemlidir.

    Monofobi iyileşme periyodu / koruma periyodu

    Monofobi/ Yalnız kalma korkusundan mustarip bir kişi uzman kişilerce düzenli bir tedavi ile her zaman korkularını koruma altında tutabilir. Koruma zamanının uzunluğu anksiyetenin seviyesine bağlıdır. Eğer anksiyete seviyesi orta veya düşük şiddette ise bir kişi güzel tasarlanmış bir koruma programı ile tedavi edilebilir. Yüksek seviyeli anksiyeteler içinse terapiler yetersiz kalabilir ve korkularınızın üstesinden gelmede ilaçların yardımına ihtiyacınız olabilir. Anksiyete bir kişinin korkularından kaçmak yerine onlarla yüzleşmesine izin verme neticesinde tedavi edilebilir. Zaman periyodu tam olarak tanımlanamaz ve kişinin korkularından kurtulup tedaviyi alabilme kabiliyetine bağlıdır.

    Referanslar

    epainassist.com/mental-health/phobias/monophobia-or-fear-of-being-alone

  • Anksiyete tedavisi

    Anksiyete tedavisi odaklı bu makale Psychology Today editörleri tarafından incelenmiştir.

    Belirli bir düzeyde anksiyete, insan olmanın doğal bir parçasıdır. Anksiyetenin temel amacı kötü sonuçları beklemektir ve bu bağlamda anksiyete yararlı olabilir. Kötü sonuçları beklemek, önemli bir etkinlik öncesinde hazırlık yapma veya prova yapma konusunda bir teşvik olarak hizmet edebilir, böylece istediğiniz sonucun gerçekleşme olasılığını arttırabilir. Anksiyeteyi tamamen ortadan kaldırmak istenilen bir hedef değildir. Onu yönetmenin ve hayatınıza müdahale etmesini engellemenin işlevsel yollarını bulmak, herkesin sahip olması gereken bir beceridir. Zihinsel yaşamınızı ele geçiren veya normal aktivitelerinizi sınırlayan anksiyete ciddi bir dikkat gerektirir.

    Anksiyete ne zaman tedavi gerektirir?

    Herhangi bir bozukluk gibi anksiyete de, sıklığı, yoğunluğu veya her ikisi aracılığıyla kişinin normal işlevselliğini bozmaya başladığında tedavi gerektirir. Anksiyete, rahatsız edici durumlardan kaçınma gibi uygunsuz tepkilere yol açar, deneyimi sınırlar ve genellikle yaşamın keyfini çıkarmanızı engeller. Endişeler, günün her saati sürekli bir şekilde zamanı tüketebilir, konsantrasyonu bozabilir, uykusuzluğa neden olabilir ve genel anlamda hayatınızda sıkıntı yaratabilir. Çoğu zihinsel hastalık gibi, anksiyete de izole edicidir ve tehdit duygusuna karşı tepki olarak kişiyi başkalarıyla ilişki kurmaktan kaçınmaya teşvik eder. Gelecekteki kötü bir sonucun hayal edilmesine odaklandığı için anksiyete, insanların şu anın tadını çıkarmasını engeller ve belki daha zalimce, endişenin kaynağı olan sorunu çözmenin koşullarını yaratma olasılığını engeller. Gerçek şu ki, zihinsel alanı serbest bırakmak ve anlık aktivitelere katılmak, endişeyi çözme şartlarını yaratma olasılığını artırır, ki bu da tedavinin temel hedeflerinden biridir.

    Buna rağmen, şaşırtıcı sayıda kişi tedavi almaktan kaçınıyor. Çoğu zaman, anksiyetenin birçok fiziksel belirtisini fiziksel bir bozukluğun kanıtı olarak yanlış anlarlar ve bu inancı sürdürerek teşhis arayışına girerler. Veya endişeleri kendi başlarına kontrol edebileceklerini düşünebilirler, ancak bu kontrol genellikle düşündükleri kadar kolay olmaz. Kapsamlı bir araştırmada, anksiyete bozukluğu olan insanların neredeyse sadece %20’sinin profesyonel yardım aradığı görülmüştür.

    Anksiyete kendiliğinden geçer mi?

    Anksiyete, bireylerin ve türün hayatta kalması için kökleri derin bir koruyucu zihinsel durumdur. Bu nedenle, belirli bir düzeyde anksiyete gereklidir. Ne yazık ki, anksiyetenin nöral yolları aşırı etkinlik eğilimindedir ve hayal gücünde hayal edilen olası tehlike senaryoları dikkati ele geçirebilir. Anksiyete doğal olarak kendiliğinden artar ve azalır, ancak endişeyi yönetme becerileri olmadan, özellikle anksiyetenin rahatsız edici fiziksel bileşenleri size karşı üstün gelebilir. Anksiyetenin doğal değişken seyri göz önüne alındığında, semptomların artık bozukluğun teşhis kriterlerini karşılamadığı dönemler olabilir, ancak hala kalıcı semptomlar ve nüks olasılığı vardır. Anksiyeteniz geçmek bilmiyorsa yapabileceğiniz birçok şey vardır.

    Anksiyete tedavisi için hangi seçenekler mevcuttur?

    Tüm hastalar, hastalığın doğası ve tetikleyicileri hakkında bilgilendirilmelidir. Temel bilgilerin ötesinde (psikoeğitim), anksiyete bozukluklarına yönelik kanıta dayalı üç yaklaşım bulunmaktadır. İlk yaklaşım psikoterapidir. Genellikle en yaygını bilişsel davranış terapisi olup, genelleşmiş anksiyete, sosyal anksiyete ve panik için faydalı bulunmuştur ve çoğu hastanın klinik yardım aradığı anksiyete durumlarıdır. Agorafobi dahil fobiler, maruz bırakma terapisi olarak bilinen bir tür davranışsal tedaviye yanıt verir. Psikoterapi, anksiyeteyi kökten sökmeyi amaçlamaz – ki bu ne mümkün ne de istenen bir şeydir – ancak fiziksel uyarıyı sakinleştirmek, bilişsel bozulmaları düzeltmek ve korkulan şeyden kaçınmayı azaltmak için araçlar sunmayı amaçlar. Ancak, terapi zaman alır ve anksiyetenin acı veren rahatsızlığı o kadar şiddetli olabilir ki birçok hasta hemen rahatlama çabasına girer.

    İlaçlar genellikle tek başına veya psikoterapi ile birleştirilerek verilir, ancak anksiyeteyi tedavi etmek için kullanılan ilaçların tümü anında rahatlama sağlamaz. En yaygın olarak reçete edilen ilaç, SSRI (Seçici Serotonin Gerialım İnhibitörü) olarak bilinir ve etkilerinin fark edilir hale gelmesi birkaç hafta sürebilir. Benzodiazepin de yaygın olarak reçete edilir ve hızlı bir şekilde etki eder, ancak genel olarak sedasyona yol açar ve dahası, bağımlılık riski de taşır. Egzersiz programları, nefes teknikleri ve farkındalık eğitimi gibi “yaşam tarzı” yaklaşımları da anksiyeteye karşı önemli yaklaşımlardır ve diğer terapi yöntemlerine ek önlemler olarak veya tek başına önerilir.

    Anksiyete tedavi edilmezse ne olur?

    Tedavi edilmeyen zihinsel hastalıklar, özellikle anksiyete, semptom şiddetinde ilerleyebilir ve insanların yaşamlarını önemli ölçüde kısıtlayabilir. Tedavi edilmeyen anksiyete, panik ataklara yol açabilir. Bu ataklar sadece kendi başlarına korkutucu değildir, aynı zamanda gelecekteki davranışları da güçlü bir şekilde şekillendirir. İnsanları yoğun anksiyete nöbeti endişesi nedeniyle faaliyetlerini kısaltmaya ve kendilerini güvende hissetmedikleri yerlerden kaçma ihtiyacını düşünmeye iter. Ayrıca, tedavi edilmeyen anksiyete, komorbid depresyon riskini artırır; çalışmalar, genelleşmiş anksiyete bozukluğuna sahip olanların yaşamları boyunca %64’ünün major depresyon geliştirdiğini göstermektedir.

    Anksiyete, ağrı ve acı gibi gibi fiziksel rahatsızlar ile aynı nöral yolların birçoğunu paylaştığı için, ağrı veya acı algısını kötüleştirir ve bunlardan kaynaklanan sakatlık riskini artırır. Ayrıca, anksiyete stres tepkisini tetikler ve stres hormonları vücuda ve beyne sürekli olarak zarar verir, özellikle hipokampus üzerindeki toksik etkiler nedeniyle hafıza sorunlarına yol açar. Anksiyete genellikle uykuyu bozar ve kronik uykusuzluk yoluyla tedavi edilmeyen anksiyete, metabolizma sistemlerini zayıflatabilir, diyabet riskini artırabilir; bağışıklık fonksiyonunu bozabilir ve kronik olarak kan basıncını yükseltebilir.

    Ancak tedavi edilmeyen anksiyetenin yaşam kalitesi ve ilişkiler üzerindeki etkisi belki de en büyüğüdür. İnsanları, rahatsız edici fiziksel duyumların yaşandığı durumlar ve deneyimlerden kaçınmaya teşvik eder ve (yanlış) tehlike algısını pekiştirir. İnsanların yaşamlarını daraltır – bu nedenle genellikle depresyona yol açar – ve özellikle çocukları önemli gelişimsel deneyimlerden mahrum bırakabilir.

    Yetişkinlerde anksiyete, madde kullanımı ve istismarının yaygın bir nedenidir. Çalışmalar, anksiyete yaşayan insanların dörtte birinin ruh sağlığı durumlarının farkında olmadığını göstermektedir. Alkol veya diğer maddeler, rahatsız edici semptomları maskeleyebilir. Zamanla, anksiyete hem zihinsel hem de fiziksel sağlığı etkiler ve kişinin işlevselliğini konjestif kalp yetmezliği gibi kronik bir fiziksel hastalıktan kaynaklanan sıkıntı düzeyine kadar etkileyebilir.

    Anksiyete tedavisinde ilk seçenek nedir?

    Bilişsel davranış terapisi, anksiyete için gereken bir tedavi olarak kabul edilir ve çalışmalar, en azından ilaçlar kadar etkili olduğunu göstermektedir. Ne yazık ki, birçok insan ilaç tarafından sağlanan semptomatik rahatlama olmadan terapiye odaklanamayabilir. Bu nedenle, psikoterapi genellikle ilaçla birlikte uygulanır. Terapinin en büyük katkılarından biri, insanların anksiyetelerinin tetikleyicilerini tanımalarına yardımcı olmasıdır, bu da anksiyeteyi yönetme becerisini öğrenmenin önemli bir ilk adımıdır. Öte yandan, ilaçlar yalnızca alındığı sürece rahatlama sağlar. Yan etki riski taşırlar, en yaygın önerilen ilaç olan SSRI ise hemen işe yaramaz, hatta hastaların yaklaşık üçte birinde neredeyse hiç işe yaramaz- diğer üçte birinde ise sadece orta derecede işe yarar.

    Anksiyetenin paradokslarından biri, hiç hoş olmayan vücut belirtileri üretmesine rağmen birçok insanın hiçbir şekilde tedaviye başvurmamasıdır. Tedavi arayan birçok insan, fiziksel bir rahatsızlık olması gerektiğine inandıklarından bir teşhis konulması için boşu boşuna doktordan doktora koşarlar.

    Psikoterapi ne işe yarar?

    Anksiyete için en yaygın olarak test edilen terapi bilişsel davranış terapisidir (CBT). Kısa vadeli ve beceri odaklı bir yaklaşımdır. Bu terapi, endişenin neden olduğu bilişsel süreçlere, sonsuz endişeye yol açan rahatsız edici fiziksel semptomlara (örneğin hipervijilans, hızlı kalp atışı ve genel tedirginlik) ve anksiyeteye bağlı yaşamı sınırlayan ve yaşamdan zevk almayı engelleyen davranış sonuçlarına (korkulan şeylerden kaçınma gibi), aynı anda müdahale eder.

    Bilişsel davranış terapisi, tüm vücudun uyarılma durumunu azaltacak beceriler öğretir, örneğin diyafram nefesi almak ve progresif kas gevşemesi gibi. Esasında, BDT, kötü düşünceleri hedefler. Örneğin, gelecekteki olaylar için felaket sonuçlar beklentisi gibi. Çünkü uygunsuz düşüncelerin uygunsuz hislere ve davranışlara temel olduğu kabul edilir. Hastalar, örnek olarak, otomatik düşüncelerini sorgulamayı ve onları direkt kabul etmek yerine arkasındaki kanıtları incelemeyi öğrenirler. Ya hep ya hiç (“Eğer A Üniversitesi’ne giremezsem, hayatım mahvolur”) gibi, sonuca hızla varma, küçük kanıtlardan felaket senaryoları oluşturma, olumlu kanıtları göz ardı etme veya küçümseme ve zihni olumsuz bir şekilde eğilimlendiren diğer düşünce bozukluklarını tanımayı öğrenirler.

    İlaç tedavisi ne işe yarar?

    Anksiyete, zihinsel ve fiziksel uyarılma durumunun bir ifadesidir ve hipervijilans, konsantre olamama ve genel olarak sinirlilik gibi diğer belirtilerle kendini gösterir. Anksiyeteyi çözmek için belirli bir tür ilaç veya tedavi yöntemi yoktur, çünkü bu karmaşık bir durumdur ve hem beyindeki hem de vücuttaki birçok sistemle ilişkilidir. Anksiyetenin doğası ve beyinde kullandığı devreler hala aktif olarak bilimsel araştırma konusudur. Bununla birlikte, anksiyeteyi tedavi etmek için kullanılan farklı türde ilaçlar bulunmaktadır. İlaçlar genellikle sinir sistemini sakinleştirmeyi amaçlar. Anksiyete seviyelerini yeterince düşürmek için kullanılır, bu sayede hastalar bilişsel davranış terapisine odaklanabilir ve onun faydalarını elde edebilir. Herhangi bir hastanın en iyi anksiyete azaltıcı ilacını bulmak için birden fazla ilaç denemesi yapması gerekebilir.

    Anksiyeteyi tedavi etmek için hangi tür ilaçlar kullanılır?

    Doktorların hastalara yardımcı olmak için ellerinde bulundurdukları birkaç tür anksiyete ilacı vardır. Bu tür ilaçlar ilk 1960’ların başlarında bulunan Librium (klordiazepoksit) ve Valium (diazepam) gibi benzodiazepinlerdir. daha sonra Xanax (alprazolam), Ativan (lorazepam) ve Klonopin (klonazepam) gibi ilaçlar da bu gruba katıldı. Hepsi zihin ve vücut üzerinde genel bir sakinleştirici etkiye sahiptir. Hızlı bir şekilde etki ederler ve panik atakların akut anksiyetesini hafifletebilirler. Ancak bağımlılığa yol açabilirler ve günümüzde hala yaygın bir şekilde kullanılmalarına rağmen, kısa vadeli kullanım için en iyi seçenek olarak kabul edilirler.

    Diğer bir ilaç grubu, 1960’larda geliştirilen, propranolol gibi “beta-blokörler” olarak bilinen ilaçlardır ve belirli kalp ritmi bozukluklarını tedavi etmek için en iyileridir. Resmi olarak anksiyete bozukluklarında kullanım için onaylanmamış olsalar da, sahne korkusu yaşayan bireylerin sahne heyecanını atlatmalarına yardımcı olmak için ihtiyaç duyduklarında kullanılmalarını destekleyen önemli araştırmalar bulunmaktadır ve müzisyenlerin performanslarını artırdığını gösteren kanıtlar da vardır.

    Günümüzde kullanılan en popüler anksiyete ilaçları, ilk olarak 1988’de Prozac (fluoksetin) ile tanıtılan SSRI’lar (seçici serotonin geri alım inhibitörleri) ve onların yandaşları olan SNRI’lar (seçici serotonin ve norepinefrin geri alım inhibitörleri) olarak bilinir. Genellikle antidepresanlar olarak kabul edilse de, genelleşmiş anksiyete, panik bozukluğu, fobiler, obsesif-kompulsif bozukluk ve travma sonrası stres bozukluğu dahil bir dizi anksiyete ve anksiyete ile ilgili bozuklukların hafifletilmesine yardımcı olurlar. Neden anksiyeteye karşı işledikleri tam olarak anlaşılamamıştır, ancak hem anksiyete hem de depresyon, beyinde aynı sinir yollarını içeren birçok nöral yolun etkilendiği durumlardır. Genellikle psikoterapi ile birlikte kullanılırlar. Tipik olarak, bir hasta SSRI’lara yanıt vermezse SNRI’lar kullanılır. Bu, oldukça tartışmalı bir konudur, ancak SSRI’lara verilen yanıtların büyük bir kısmının plasebo etkisine bağlı olduğuna inanılmaktadır.

    Anksiyete ilaçları nasıl etki eder?

    Anksiyete ilaçlarının nasıl çalıştığına dair tek bir yol veya mekanizma yoktur. Her biri kimyasal olarak ilişkilendirilmiş ilaç grubu olarak, anksiyetenin belirli bir yönüne farklı bir yaklaşım benimser. Örneğin, benzodiazepinler vücuda yayılan sakinleştiricilerdir ve genel olarak rahatlama sağlayıp kas gerginliğini azaltırlar, bu nedenle sıklıkla ameliyat öncesinde kullanılır. Benzodiazepinler, nöronların ateşlemesini frenleyen geniş bir beyin dağılımına sahip olan GABA (gamma-aminobütirik asit) seviyelerini artırırlar; bu, sinir sistemi genelinde bastırıcı bir etkiye neden olur. Hızlı bir şekilde etki ederler ancak bağımlılık oluşturabilirler, bu nedenle bazen anksiyete tedavisinin ilk haftalarında diğer ilaçlar etkilerini gösterene kadar kullanılırlar, ardından kullanımları azaltılır. Merkezi sinir sistemi baskılayıcıları olarak, benzodiazepinler sürüş yeteneği ve hafıza gibi bilişsel fonksiyonları olumsuz etkileyebilirler.

    Beta-blokerler, nörotransmitter epinefrin (adrenalin) ve norepinefrin (noradrenalin) için bir grup reseptörü bloke ettikleri için bu adı almışlardır ve savaş ya da kaç tepkisini ileten aracılardır. Bu ilaçlar, hızlı kalp atışı, hızlı solunum, terleme ve titreme gibi performansı bozan semptomları kontrol eder ve performans öncesi kısa bir süre alındığında yardımcı olabilirler.

    SSRI’lar, nörotransmitter serotonini için reseptörleri hedef alırken, SNRI’lar ise hem serotonin hem de norepinefrin (noradrenalin) için reseptörleri hedef alır. Bu ilaçlar, nöron hücre bağlantılarında nörotransmitterlerin geri alımını engelleyerek, nörotransmitter seviyelerini artırarak sinir impulslarının iletilmesini kolaylaştırır. Serotonin, ruh hali ile ilişkilendirilirken, norepinefrin, stres tepkisini düzenler, ki bu da anksiyetenin bir bileşenidir.

    Bu ilaçlar genellikle depresyonun yanı sıra anksiyetede de daha yüksek dozlarda kullanılır, ancak düşük dozlarla başlanır ve maksimum etkiye ulaşmak dört ila altı hafta sürebilir. Bunun sonucunda beynin nöroplastisite oluşturduğu ve artmış davranışsal esnekliğin temelinde yatan yeni nöronların büyümesini teşvik ettiği düşünülmektedir. Anksiyete için en yaygın kullanılan SNRI’lar arasında Effexor (venlafaxine) ve Cymbalta’da (duloxetine) bulunmaktadır.

    Hangi tedavinin bana en uygun olduğunu nasıl bilebilirim?

    Anksiyete tedavisi, büyük ölçüde anksiyetenin bir kişiyi nasıl etkilediğine ve hangi semptomların daha belirgin ve rahatsız edici olduğuna bağlı olarak hem bir sanat hem de bir bilimdir. Birçok hastada anksiyete depresyonla birlikte görülür. Bu da, örneğin benzodiazepinlerin, SSRI veya SNRI’ların  kullanımını daha karmaşık hale getirir. Ayrıca, ilaç seçimi, ilacın ilişkilendirildiği yan etkilerin profilinden, kişinin aldığı diğer ilaçlarla olası etkileşimlerinden ve genel sağlık durumu tarafından etkilenebilir.

    Bu nedenle anksiyete tedavisi, her hastanın benzersiz ihtiyaçlarına ve durumuna uygun olarak kişiselleştirilir. Bu, hem tıbbi bir bilim hem de hekimin deneyimine dayanan bir süreçtir, çünkü etkili tedavi seçeneklerinin belirlenmesi ve ayarlanması farklı faktörlere dayanır. Anksiyete bozukluklarını tedavi etme konusunda geniş deneyime sahip klinik psikiyatristler, hangi semptomların ve semptom gruplarının hangi ilaçlara yanıt verebileceği konusunda genel bir anlayışa sahiptirler. Ancak genellikle en etkili ilacı veya ilaç kombinasyonunu ve en etkili dozu, en az veya en tolere edilebilir yan etkilerle bulmak için bir veya daha fazla ilacın denenmesi gerekebilir. Bu nedenle, anksiyete tedavisi birçok değişkeni içerdiğinden ve bireysel ihtiyaçlara göre uyarlandığından, ilaç seçimi ve ayarlama sürecinde bir dereceye kadar deneme-yanılma yaklaşımına ihtiyaç duyulabilir.

    Tedaviyi belirlemede beyin taramaları faydalı mıdır?

    Beyin taramaları, anksiyete ile ilgili olarak duygusal uyarıcıları işlemede önemli olan beyin bölgelerini ve anksiyete durumlarında nöral iletişim devrelerini tanımlamak için oldukça faydalı olmuştur. Bu bilgi, araştırmacıların geliştirilen ilaçların çalışma şeklini ve etkililiğini değerlendirmelerine yardımcı olur. Ayrıca, tedavi öncesi ve sonrasında beyin işlevini değerlendirmek amacıyla, psikoterapinin etkililiği üzerine yapılan çalışmalarda da kullanılır.

    Ancak nörogörüntüleme, başta bir teşhis ve araştırma aracı olarak kullanılır ve oldukça maliyetli bir araçtır. Anksiyete semptomlarının farklı kümeleri ile ilişkilendirilen sinir devrelerini tanımlamaya yardımcı olurken, özellikle beynin anksiyete ile korku arasındaki işleme sürecini ayırt etmede kullanılır. Bu bilgi, araştırmacılara ilaç müdahalesi için umut vadeden hedefleri belirleme konusunda yardımcı olurken, bu tür kullanım hala araştırma alanında yoğundur. Genel olarak, nörogörüntüleme terapinin kişiselleştirilmesi için yeterli özgünlük veya kullanışlılığı henüz sağlamamaktadır.

    Tedavinin işe yaramaya başlaması ne kadar sürer?

    Genelleştirilmiş anksiyete ve panik için verilen benzodiazepin ilaçları, yaklaşık bir saat içinde hemen fark edilir bir sakinleştirici etki üretebilirler. Ancak bağımlılık oluşturma potansiyelleri nedeniyle, genellikle kısa vadeli kullanım için önerilirler ve bazen etkileri başlamadan önce SSRI’lar gibi diğer ilaçlarla birlikte kullanılırlar. Beta-blokerler de fiziksel anksiyete belirtilerine neredeyse hemen etki eder ve genellikle bir konuşma veya performans öncesinde sahne korkusunu veya performans anksiyetesini sınırlamak için alınır.

    Daha uzun süre etkili olan ilaçlar için, kullanılan ilaçlara bağlı olarak anksiyetenin azaldığını hissetmek iki haftadan fazla sürebilir. Büyük ölçüde azaldığını hissetmek için ise altı haftadan fazla sürebilir.

    SSRI’lar ve SNRI’lar nörotransmitter seviyelerini hızla etkiler, ancak bu etkiler semptomların iyileşmesinden doğrudan sorumlu değildir. Genellikle bu ilaçlar anksiyete semptomlarında herhangi bir azalma göstermek için birkaç hafta, en fazla etkiyi göstermek için ise daha uzun bir zaman gerektirir. Araştırmalar, bu sürenin nöronların büyümesi ve beyinde yeniden bağlantılar kurması için gereken süre olduğunu göstermektedir.

    Tedavinin işe yaradığını gösteren belirtiler nelerdir?

    Rahatlamanın ilk belirtileri, kas gerginliğinin azalması ve baş ağrısı gibi anksiyetenin fiziksel belirtilerinin hafiflemesi olabilir. Bununla birlikte, titreme gibi semptomların ilk bir veya iki hafta içinde artma olasılığı vardır. Benzodiazepinler sayesinde, endişenin veya olası olumsuz sonuçların düşünülmesinde hızlı bir azalma yaşanabilir. Bu rahatlaması genellikle birkaç saatten fazla sürmez.

    Anksiyete için SSRI’ları kullanan kişiler için etkilerin başlaması bir aydan daha uzun sürebilir, ancak tedaviye yanıt verenler genellikle anksiyete düşüncelerinin daha az ısrarcı olduğunu ve psikoterapiye katılabildiklerini bildirirler. Çalışmalar, antidepresan ile tedavi edilen hastaların %40 ila %60’ının semptomlarda iyileşme yaşadığını göstermektedir. Bu iyileşme genellikle altı ila sekiz hafta içinde meydana gelir.

    Tedavi ne kadar süreyle gereklidir?

    Bakım standartları, hastaların SSRI’lar veya SNRI’lar ile anksiyete semptomlarında azalma yaşadıktan sonra tedavinin en az altı ay boyunca devam etmesi gerektiğini belirtmektedir. Psikoterapinin aksine, ilaç tedavisi sona erdikten hemen sonra rahatsızlık tekrar nüksedebilir. Nüksü önleme çalışmalarında, hastalara daha önce yanıt verdikleri bir ilaç veya plasebo verilir. Elde edilen sonuçlar, daha önce etkili olan ilacı kullanmaya devam etmenin önemli bir avantaj sunduğunu göstermektedir. Bu tür çalışmalara ve yaygın klinik deneyime dayanarak, anksiyete bozukluklarının kronik doğası da dikkate alındığında, uzmanlar remisyonun gerçekleşmesinden sonra ilaç tedavisinin 12 ay veya daha fazla süreyle sürdürülmesini önermektedir, ancak uzun vadeli anksiyete tedavisine dair çok az çalışma bulunmaktadır. İlaçlar kesildiğinde, doz yavaşça azaltılmalıdır.

    Anksiyeteyi doğal yollarla azaltmanın yolları var mıdır?

    İlaç kullanmadan anksiyeteyi hafifletmek için oldukça etkili üç yöntem bulunmaktadır. Bunlar basit yaşam tarzı değişiklikleridir. İlk ve en kolay ulaşılabilir yöntem derin nefes alma veya karın nefesi olarak adlandırılan yöntemdir. Her zaman ve her yerde yapılabilir ve herhangi özel bir ekipman gerektirmez. Akciğerleri dolduran derin nefesler alıp sonra yavaşça dudakları sıkarak vermek, parasempatik siniri uyarır, stres tepkisine doğrudan karşı koyar ve sakinleştirir. Kalp atış hızı yavaşlar, kan basıncı düşer, ve kaslar gerginliği serbest bırakır.

    Anksiyeteye karşı son derece etkili olan başka bir panzehir ise fiziksel aktivitedir. Doğrudan ve dolaylı birçok etkisi vardır. Nöroplastisiteyi uyandırır, bu sayede davranışsal esnekliği geri kazandırır ve düşünme ve endişe döngülerinden çıkmanın yollarını açar. Ayrıca anksiyetenin fiziksel bileşenleriyle başa çıkar, kas gerilimini azaltır ve stres etkilerini dağıtır. Sadece haftada üç kez 30 dakika yürüyüş yapmak, beynin frontal loblarını etkinleştirir ve amigdala üzerindeki yürütme kontrolünü geri kazandırır, gerçek veya algılanan tehditlere karşı aşırı tepkimeyi azaltır. Ayrıca egzersiz, endişeden uzaklaşma sağlarken, en önemli psikolojik faydası, kontrol dışında hissedebilen bir durumda kontrol duygusunu geri kazandırması olabilir.

    Anksiyeteye karşı üçüncü doğal panzehir, arkadaşlığın değeridir. Fiziksel temas, güven duygusunu geri kazandırır ve anksiyeteyi karakterize eden tehdit algısına karşı gelir. Daha da önemlisi, oyun oynamak anksiyetenin tamamen zıttı bir deneyimdir. Çocuklar veya arkadaşlarla top oynama, partnerinizle masa oyunları oynama veya tek başına bulmaca çözme gibi herhangi bir oyun içeren etkinlikler, rahatlama sağlar.

    Anksiyetesi olan birine en iyi şekilde nasıl yardımcı olunur?

    Açık olalım: “Endişelenme” demek, beyni endişeyi kapatamayan anksiyete durumundaki bir kişiye asla yardımcı olmaz. Anksiyetesi olan birine yardımcı olmanın en iyi yolu, onları bir terapiste tedavi için yönlendirmektir. Başka bir önemli adım, düzenli fiziksel aktiviteyi desteklemektir. Anksiyete için en etkili çözümlerden biri budur. Ancak anksiyetesi olanların diğerlerine göre daha hareketsiz olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Birine egzersiz yapmasını hatırlatmaktan daha iyi bir yol, ona bir ceket vermek ve onunla yürüyüşe çıkmaktır. Hem egzersiz hem de arkadaşlık doğrudan anksiyeteye karşı etki sağlar. Aynı şekilde çevrenin değişmesi de etkili olabilir. Anksiyeteli bir kişi ile sosyal teması sürdürmek son derece önemlidir. Anksiyete genellikle kişinin çevresindeki durumları veya olayları tehdit olarak algılanmasına dayalı bir bozukluktur. Arkadaşlık ise tehditleri ortadan kaldırmaya ve güven duygusunu geri kazandırmaya yardımcı olur.

    Egzersiz yapmak yardımcı olur mu?

    Egzersiz, anksiyete için tek başına en etkili çözüm olabilir. Bu, anksiyete ve depresyonun çıkış rampası olan nöroplastisiteyi başlatmanın en etkili yollarından biridir. Birçok çalışma, yürüyüş gibi basit aktivitelere katılmanın hemen yeni sinir hücresi bağlantılarının büyümesini teşvik ettiğini göstermektedir, bu nöroplastisitenin temelidir. Egzersiz, özellikle öğrenme ve hafıza merkezi olan hipokampus içinde nöroplastisiteyi artırma eğilimindedir ve bu alan, stresin bozucu etkilerine özellikle duyarlı olan, kaygının bir bileşeni olan bir beyin bölgesidir.Ayrıca ağırlık antrenmanı veya direnç egzersizinin, sinir hücrelerinin sinyal gücünü artırmada etkili olduğu gösterilmiştir. Haftada üç ila beş kez günde en az 30 dakika egzersiz yapmanın faydalı olduğu bulunmuştur.

    Sinir sistemi üzerindeki doğrudan etkilerinin yanı sıra, herhangi bir egzersiz biçimine katılmak, kişinin hayatı üzerinde kontrol duygusunu geri kazandırır. Çalışmalar, günde sadece 15 dakika fiziksel aktivitenin, özellikle öğleden sonra yapılanın, olumlu etkileri olabileceğini göstermektedir. Egzersiz ayrıca endişeden uzaklaşarak anksiyeteyi hafifletir, ancak bu sadece bir yönüdür. Egzersiz, anksiyetenin en belirgin fiziksel semptomlarından biri olan kas gerginliğini dağıtır. Ayrıca beyin frontal loblarını etkinleştirir ve böylece amigdala üzerindeki yürütme kontrolünü ve gerçek veya algılanan tehditlere karşı tepkiyi geri kazandırır.

    Anksiyete tamamen tedavi edilebilir mi?

    Tüm kanıtlar, anksiyete bozukluklarının kronik bir seyir izlediğini göstermektedir. Bununla birlikte, semptomların şiddeti genellikle doğal olarak dalgalanır ve özellikle yaygın anksiyete bozukluğu ve panik bozukluğunda nüks ve remisyon dönemleri bulunur. Buna karşın, semptomlar genellikle sosyal anksiyete bozukluğunda daha kroniktir ve özellikle 50 yaşına kadar devam edebilir.

    Hastalar, dikkat odağında olma veya yetkililere konuşma korkusunu sürdürürler. Aslında, 50 yaş ve üstü insanlarda hala yaygın olan tek anksiyete bozukluğu genel anksiyete bozukluğudur. Anksiyete kapasitesini insan deneyiminden çıkarmak hem mümkün değildir hem de istenmez. Psikoterapi, anksiyeteyi yaşam boyunca yönetmek için önemli beceriler sunan ve sıkı bir şekilde test edilmiş bir yöntemdir.

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/basics/anxiety/treatment-anxiety

    Çevirmen: Enise ÜREK

  • İnsomnia nedir?

    Ne kadar yorgun olursanız olun uyuyamıyor musunuz veya gece yarısı uyanıp saatlerce kaygılı bir şekilde uyanık mı kalıyorsunuz? İnsomnia (uykusuzluk), enerjinizi, duygu durumunuzu ve gün içindeki performansınızı etkileyen çok yaygın bir sorundur.

    Kronik insomnia ciddi sağlık sorunlarına neden olabilir. Ancak kendinizi uykusuz gecelere bırakmak zorunda değilsiniz. Altta yatan nedenleri belirleyerek, yaşam biçiminizde, günlük alışkanlıklarınızda ve uyku ortamınızda değişiklikler yaparak uykusuzluğa bir son verebilir ve sonunda iyi bir gece uykusu elde edebilirsiniz.

    Bu yazımızda “İnsomnia (uykusuzluk hastalığı) nedir?, “İnsomnia çeşitleri nelerdir?”, “İnsomnia nedenleri nelerdir?” ve “İnsomnia tedavisi nasıldır? sorularının detaylı açıklamalarını bulabilirsiniz.

    İnsomnia nedir?

    İnsomnia uykuya dalmada zorlanma veya geceleri uykuda kalamama, yenilemeyen veya yenilenemeyen uyku anlamına gelmektedir. Geceleri uyanık kalan herkes, yatakta saatlerce vakit geçirmenin ne kadar sinir bozucu ve rahatsız olduğunu bilir; eğer uyuyamıyorsa sabah berbat hissedeceğini bilir. Uykusuzluk, sağlığınızın ve refahınızın tüm yönlerini olumsuz yönde etkileyerek gün içinde enerjinizi ve dikkat seviyenizi etkiler. Yorgun, uykulu ve düşük enerji hissi yaratarak işinizde veya okulunuzda verimliliğinize zarar verebilir. Uykusuzluk size uyku hapları kullanma, uyku yardımcılarına başvurma veya uyumaya yardımcı olmak için alkol alma için baskı yapabilir – tabi bu uzun vadede sadece uyku sorunlarını daha kötü yapar. Kronik insomnia, fiziksel ve zihinsel sağlığınız üzerinde ciddi bir sıkıntı yaşatabilir, bu nedenle inme, diyabet, obezite, yüksek tansiyon, kalp rahatsızlığı, Alzheimer hastalığı ve bazı kanserler gibi sağlık sorunları riskini artırır.

    Uykusuzluğunuz ne kadar uzun sürerse sürsün ya da uyku sıklığınız ne kadar az olursa olsun, umutsuzluğa kapılmayın. Uyku sorunlarına neden olan alışkanlıkların düzeltilmesi zaman alabilir, ancak uykusuzluğun üstesinden gelmeye, tam ve huzurlu bir uykunun tadını çıkarmanıza yardımcı olacak çok şey var. İlk adım, mücadele ettiğiniz insomnia türünü belirlemektir.

    İnsomnia çeşitleri nelerdir?

    Kısa süreli veya akut insomnia, hastalık, seyahat, keder, hormon dalgalanmaları veya stres yüzünden normal rutin değişikliklerden kaynaklanan geçici bir sorundur. Çoğumuz hayatımızın bir noktasında bu tip uykusuzluk yaşıyoruz. Rutin duruma dönüldüğünde genellikle kendiliğinden düzelirken, sorunun erken çözülmesi uykusuzluğunuzun devam etmesini önleyebilir.

    Uzun süreli veya kronik insomnia, uyku sorunuyla düzenli olarak (haftada üç veya daha fazla gece) uzun süre (üç ay veya daha fazla) karşılaştığınızda gerçekleşir. Kronik uykusuzluk aylardır sürdüğünde, uykusuzluğunuza neden olan sağlıksız alışkanlıklarınızı veya düşünce kalıplarınızı değiştirmek bazen zaman alabilir.

    İnsomnia hastalığını daha da kategorize edecek olursak:

    • Uyku başlangıcı insomniası: Yorgun hissetmenize rağmen uykuya dalmakta güçlük çekersiniz. İyi durumdakiler yatmadan önce 15 ila 20 dakika uyku moduna geçebilirler, ancak uyku başlangıcı insomnianız varsa, uykuya dalmadan önce saatlerce dönüp durursunuz.
    • Uyku sırasındaki insomnia: Uyurken zorlandığınız bir durum. Gece kısa bir süre uyanmak normal olsa da, genellikle bunu hatırlamazsınız. Ancak bu durumda, yatağınızda dönerken gece ortasında uyanık olabilirsiniz ve / veya sabah çok erken uyanırsınız. Sonuç aynı: uykuya doyamazsınız.

    İnsomnia’nın nedenleri nelerdir?

    Kısa süreli insomnia genellikle rutinin geçici olarak kesilmesinden kaynaklanırken, uzun süreli veya kronik insomnia, sağlıksız bir gün geçirme, yatma alışkanlıkları, vardiyalı çalışma, ideal bir uyku ortamını bulamama, temel tıbbi veya psikolojik sorunlardan kaynaklanır (Tüm bu faktörlerin bir kombinasyonu şeklinde de olabilir).

    İnsomnia’nın psikolojik ve tıbbi nedenleri nelerdir?

    Anksiyete (kaygı), stres ve depresyon, kronik uykusuzluğun en yaygın nedenlerinden bazılarıdır. Uyumada zorluk çekmek de kaygı, stres ve depresyon semptomlarını daha da kötüleştirebilir. Diğer yaygın duygusal ve psikolojik nedenler ise; öfke, endişe, keder, bipolar bozukluk ve travmayı içerir. Bu temel sorunları tedavi etmek, uykusuzluğunuzu çözmek için gereklidir.

    • Tıbbi problemler veya hastalık: Birçok tıbbi durum ve hastalıklar; (astım, alerji, Parkinson hastalığı, hipertiroidizm, asit reflüsü, böbrek hastalığı ve kanser gibi) uykusuzluğa neden olabilir. Kronik ağrı da uykusuzluğun ortak bir nedenidir.
    • İlaçlar: Birçok reçeteli ilaç, antidepresanlar, ADHD uyarıcıları, kortikosteroidler, tiroid hormonu, yüksek tansiyon ilaçları ve bazı kontraseptifler dahil olmak üzere uykuyla etkileşime girebilir. Alkol içeren soğuk algınlığı ve grip ilaçları, kafein (Midol, Excedrin), diüretik ve zayıflama hapları içeren ağrı kesiciler de uyku sorununa neden olabilir.
    • Uyku düzensizlikleri: Uyku düzensizlikleri, uyku apnesi, huzursuz bacaklar sendromu ve jet lag veya gece vardiyasına bağlı sirkadiyen ritim bozuklukları gibi diğer uyku bozukluklarının bir belirtisi olabilir.

    İnsomnia’yı tetikleyen gündüz alışkanlıkları

    Düzensiz bir uyku programına sahip olmak, günün ilerleyen saatlerinde kafeinli içecekler içmek, yatmadan önce şekerli gıdalar ya da ağır yemekler yiyip yeterince egzersiz yapmamak, geceleri uyku kabiliyetinizi etkileyebilecek gündüz alışkanlıklarına örnektir.

    Bu gündüz alışkanlıkları uykusuzluğa neden olmakla kalmaz, zayıf bir gece uykusu da bu alışkanlıkların düzeltilmesini zorlaştırarak, düzeltilemeyen bir uyku kısır döngüsü yaratabilir:

    Uykusuzluk ile bağlantılı diğer bir alışkanlık da, gün boyunca beynin aşırı gerginleştirilmesidir, bu da gece başınızı zorlamaktadır. Çoğumuz, telefonu, e-postayı veya sosyal medyayı kontrol etmek için yaptığımız işi sürekli keserek beynimize aşırı yük bindiriyoruz. Beyin, gün boyunca bu tür bilişim işlerine odaklandığı için, dinlenme zamanı geldiğinde daha önceden şartlandırıldığı için, gece boyunca bir sonraki işlevi yerine getirmek için uyarılacaktır ve bu da uykunuzun yarıda kesilmesine neden olacaktır.

    Yatmadan önce ekranlardan uzak durun, mesajlarınızı okumak ve sosyal medyayı kontrol etmek için belirli saatler ayarlayın. Beyninizin bir kerede bir göreve odaklanmasını sağlayın. Gün boyunca teknolojiden kısa süreli uzaklaşmak, uyarıcı olmayan faaliyetlerde bulunmak beyninizin sürekli yeni uyarıcı arama alışkanlığını azaltacağı için faydalı olacaktır.

    İnsomnia’yı tetikleyen uyku ortamı ve yatmadan önceki durum

    Gürültü, pencereden sızan ışık, çok sıcak veya soğuk bir yatak odası, rahatsız bir yatak veya yastık, hem uykuya dalmanızı zorlaştırır hem de insomnia’ya neden olur. Uyku ortamınızın sessiz, karanlık ve rahat olmasını sağlamak için göz maskesi kullanabilirsiniz.

    Huzurlu bir yatma zamanı rutini oluşturmak beyninize güçlü bir sinyal gönderir ve günün stresini bırakmanızı sağlar. Elektronik ekranlar, vücudunuzun uyku-uyanıklık döngüsünü düzenlemeye yardımcı olan melatonin üretimini bozan bir mavi ışık yayar. Yatmadan önce iki saat içinde yatakta TV izlemek veya bir bilgisayar, tablet veya akıllı telefon kullanmak yerine, yumuşak müzik dinlemek yardımcı olabilir. Yine yatmadan önce sıcak bir banyo yapabilir veya derin nefes alma veya meditasyon gibi egzersizleri deneyebilir ve böylece rahatlayabilirsiniz.

    Uykuya dalamıyorsan ne yapacaksın?

    “Uyku başlangıcı insomnia”nın en yaygın nedenlerinden biri anksiyete veya kronik endişedir. Gece yatabilirsiniz ama uykuya dalamazsınız, çünkü zihniniz bugün yaşadığınız bir yığın şeyle ilgili endişeli düşüncelerle kavga ediyor ya da yarınki sorumluluklar nedeniyle bunalmış hissediyor.

    “Uyku başlangıcı insomnia”ya neden olan gündüz alışkanlıklarının ele alınmasının yanı sıra (günün ilerleyen saatlerinde kafein kullanmaktan kaçınmak ve sabahları veya öğleden sonraları egzersiz yapmak gibi) yatmadan önce endişelenmeyi bırakmak için atabileceğiniz adımlar vardır. Olumlu bakış açısı. Beyninizi sakinleştirmeye ve uyku için hazırlanmaya yardımcı olmak için:

    • Yatak odasını sadece uyku ve cinsel ilişki için kullanın. Yatak odasında çalışmayın, televizyon seyretmeyin ve bilgisayar kullanmayın. Bundaki amaç yatak odasını sadece uyku ile ilişkilendirmektir, böylece beyniniz ve vücudunuz yatağa girdiğinizde uyumanın zamanı geldiğini gösteren güçlü bir sinyal elde eder.
    • Yataktan en az bir saat önce tüm ekranları kapatın. Işıkları karartın, okumak, örgü örmek veya yumuşak müzik dinlemek gibi sakin, dinlendirici etkinliklere odaklanın.
    • Yatmadan önce aktiviteyi ve stresli durumları teşvik etmekten kaçının. Bu, eşiniz veya aileniz ile büyük tartışmalar ve çatışmalardan kaçınmanız gerektiği anlamına gelir. Bunları sabaha erteleyin.
    • Uyuyamadığınızda yataktan çıkın. Kendinizi uyku moduna geçirmeye zorlamayın. Bu, anksiyetenizi kışkırtır. Kalkın, yatak odasını terk edin ve okumak, bir fincan bitki çayı içmek ya da banyo yapmak gibi rahatlatıcı bir şeyler yapın. Uykunuz geldiğinde, yatağa geri dönün.
    • Vücudunuzun gevşeme tepkisini kullanın. Meditasyon, yoga ve derin nefes alma gibi gevşeme teknikleri yalnızca zihninizi sakinleştirmenize ve vücuttaki gerginliği hafifletmenize yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda daha hızlı uykuya dalmanıza yardımcı olur. Bu teknikleri öğrenmek ve stres yumuşatma gücünden yararlanmak, düzenli uygulamayı gerektirir ve yararları büyük olabilir. Çeşitli akıllı telefon uygulamaları, farklı gevşeme yöntemlerinde size yol gösterebilir veya aşağıdaki teknikleri takip edebilirsiniz;

    İnsomnia için gevşeme teknikleri

    • Derin nefes alma: Sadece göğüs değil, aynı zamanda göbek, bel ağrısı ve göğüs kafesi de dahil olmak üzere derinden ve tamamen nefes almanız rahatlamaya yardımcı olabilir. Gözlerinizi kapatın ve derin nefes alıp nefesinizi derinden daha derin yapın. Burnun içinden nefes al ve ağzından dışarı bırak…
    • Tam kas gevşetmesi: Rahat bir konuma geçin. Ayaklarınızdan başlayarak, kaslarınızı olabildiğince gerginleştirin. 10 saniye kadar bekleyin ve daha sonra rahatlayın. Vücudunuzdaki her kas grubu için bunu yapmaya devam edin, ayaklarınızdan başınızın tepesine doğru ilerleyin.
    • Dikkatli meditasyon: Oturun veya uzanın, doğal solunumunuza ve şu an vücudunuzun nasıl hissettiğine odaklanın. Düşüncelerin ve duyguların hükmetmeden gelip gitmesine izin verin, daima nefes ve vücudunuza odaklanın.

    Uyuyamadığınız zaman ne yapacaksınız?

    İnsomnia’ya karşı koymanın anahtarlarından biri, neden gece veya sabahın erken saatlerinde uyandığınızı anlamanızdır. Örneğin, sokak lambalarından gelen ışık veya trafik, komşu veya oda arkadaşından gelen gürültü, uykunuzu rahatsız ediyorsa, cevap göz maskesi veya kulak tıkaçları giymek kadar basit olabilir. Eğer endişeleniyorsanız, sabah 2’de uyanırsanız endişenizi kontrol altına almanız için bir şeyler yapmanız gerekir.

    Yatmadan önce kaçınılması gereken şeyler

    • Çok fazla sıvı içmeyin: Tuvalete gitmek için geceleri uyanmak yaşlandıkça daha büyük bir sorun haline geliyor. Uykudan bir saat önce hiç içmemeniz ve yatmaya hazır olduğunuzda tuvalete birkaç kez gitmeniz halinde, gece boyunca uyanma sıklığınızı azaltabilirsiniz.
    • Alkol: Bir içki içmek rahatlamanıza ve uykuya dalmanıza yardımcı olsa da, dışarı çıktığınızda uyku modunuza müdahale ederek gece boyunca uyanmanıza neden oluyor.
    • Fazla akşam yemeği: Öğleden önce akşam yemeği hazırlamaya çalışın ve yatmadan iki saat önce ağır, zengin yiyeceklerden kaçının. Baharatlı veya asidik gıdalar gece boyunca uyanmanıza sebep olan karın ağrısı ve mide ekşimesine neden olabilir.

    Gece uyandığımda ne yapacağım?

    • Kafanızın içinden uzak durun: Düşüncelerden uzaklaşmak zor olabilir, stresli olmanız yalnızca vücudunuzu uyanık olmaya teşvik eder. Kafanızın dışında kalmak için, vücudunuzdaki duygulara odaklanın veya nefes egzersizlerinizi uygulayın. Bir nefes alın, sonra “Ahhh” sözcüğünü söyleyerek ya da düşünürken yavaş yavaş nefes alın. Bir daha nefes alın ve tekrar edin.
    • Rahatlamayı amaç edinin, uyumayı değil: Uykuya dönmeyi zor bulursanız, ilerleyici kas gevşetme veya meditasyon gibi rahatlama tekniklerini deneyin. Bunlar yatmadan bile yapılabilir. Uyku yerine geçmese bile, gevşeme zihniniz ve vücudunuz için faydalı olabilir.
    • Kulaklarınızı ovalayarak veya gözlerinizi yuvarlayarak rahatlamayı teşvik edin: Kulak üstündeki shen akupresür noktasını ovmak sakinliği ve rahatlamayı teşvik edebilir. Uykuyu teşvik etmenin bir başka basit yolu da gözlerinizi kapatmanız ve birkaç kez yukarı doğru yavaşça döndürmenizdir.
    • Sessiz, uyarıcı olmayan bir faaliyet yapın. 20 dakikadan fazla uyanık kalıyorsanız, yataktan kalkın ve kitap okumak gibi sessiz, uyarıcı olmayan bir etkinlik yapın. Işıkları sönük tutun ve ekranlardan kaçının, böylece vücudunuz henüz uyanma zamanının gelmediğine dair mesajlar alacaktır.
    • Endişe verici düşünmeyi ve beyin fırtınası yapmayı erteleyin: Gece bir şey hakkında endişeli hissettiğinizde uyanırsanız, kâğıda kısa bir not alın ve ertesi güne kadar, yani çözülmesi daha kolay olana kadar endişelenmenizi erteleyin. Benzer şekilde, harika bir fikir sizi uyanık tutmak isterse, kağıt üzerinde not edin ve gece iyi dinlendikten sonra, daha üretken olacağınızı bilerek tekrar uykuya dalın.

    Günün stres ve endişeleriyle “insomnia”ya yakalanma

    Çoğumuz için, uyku sorunlarımız stres, endişe veya öfkeye dayanıyor; bu da geceleri rahatça uyku çekmemize engel oluyor. Geceleri ne kadar uyuyamazsak, o kadar çok stresli, endişeli ve öfkeli oluruz. Bu döngüyü kırmak için:

    • Stres yönetimi ile ilgili yardım alın: İş, aile veya okul stresi, sizi geceleri uyanık tutuyorsa, stresin verimli bir şekilde nasıl ele alınacağını öğrenmek ve sakin, olumlu bir görünüm sağlamak geceleri daha iyi uyumanıza yardımcı olabilir.
    • Gün boyunca endişelerinizi bir arkadaşınızla veya sevdiklerinizle konuşun: Sizi önemseyen biriyle yüz yüze konuşmak, stres atmanın en iyi yollarından biridir ve yatmadan önce endişelerinizi bir kenara koymanızı sağlar Konuştuğunuz kişinin sorunlarınızı çözmesi gerekmiyor, sizi sadece yalnızca dikkatli ve yargılamadan dinlemesi yeterli.
    • Yeterli egzersiz yapın: Düzenli egzersiz, stresin hafifletilmesinin yanı sıra uykusuzluk semptomlarını iyileştirmekle kalmaz, aynı zamanda derin, iyileştirici uyku zamanlarını da artırır ve gün boyunca daha az uykulu hissetmenize yardımcı olur. Uyku yardımlarını en üst düzeye çıkarmak için, çoğu gün 30 dakika boyunca kuvvetli bir şekilde egzersiz yapın; ancak bu egzersizler yatmanıza yakın olmasın.
    • Ne yediğinizi ve içtiğinizi izleyin: Kafein, içtikten 10 ila 12 saat sonra uyku sorunlarına neden olabilir. Diyetiniz de ne kadar iyi uyuduğunuzda rol oynayabilir. Bazı insanlar gün boyunca şekerli yiyecek ve içecekleri, rafine karbonhidratları azaltmanın gece uykusunu kolaylaştırdığını biliyor.

    İnsomnia tedavisi nasıldır?

    (İnsomnia tedavisi için ne zaman doktora gidilmeli?)

    Yukarıda da saydığımız çeşitli yardım teknikleri başarılı olmazsa, uykusuzluk ruh halinize ve sağlığınıza aşırı yük bindiriyorsa, insomnia uzmanından randevu alın. Uyku günlüğünüzdeki bilgiler de dahil olmak üzere doktorunuza olabildiğince çok destekleyici bilgi verin.

    İnsomnia için terapi ve uyku hapları

    Genel olarak, uyku hapları ve uyku yardımcıları, kısa bir zaman dilimi boyunca seyahat etmek veya bir tıbbi problemde iyileşmek gibi kısa vadeli durumlar için az kullanıldığında en etkilidir. Uykusuzluklarınız hapları uyutarak tedavi edilmez – aslında, uzun vadede insomnia’nın daha da kötüleşmesine neden olabilirler.

    Birçok kişi sinir bozucu olumsuz düşüncelerin ve endişelerin gece uykusuzluğunu engellediğinden şikayet ederken, bilişsel davranışçı terapi (BDT) uykusuzluğa çözüm bulmada daha etkili olabilir. BDT, olumsuz düşünceleri, duyguları ve davranış kalıplarını değiştirerek sorunları ele alan bir psikoterapi şeklidir. Tek tek, bir grup halinde veya hatta online olarak yönetilebilir. Harvard Medical School’da yapılan bir araştırma, BDT’nin kronik insomnia’nın reçeteli uyku ilacından daha etkili olduğunu ortaya çıkarmıştır.

    Yazar: Mehmet Ali Kaymaz

    Referanslar

    apsfa.org/docs/insomnia.pdf

    sleepfoundation.org/insomnia/home

    counselling.cam.ac.uk/selfhelp/selfleafpdf/insomnia

    healthysleep.med.harvard.edu/healthy/getting/overcoming/tips

    umm.edu/health/medical/reports/articles/insomnia

    acupressure.com/blog/index.php/ear-point-shen-men-for-wellness-counteracts-pain-addiction/

    restfulinsomnia.com/eye-roll/

  • İlişki terapisi nedir? İlişki terapisti kimdir?

    İlişki terapisti – İstabul’un Beylikdüzü ilçesinde ilişki terapisti arıyorsanız, ön görüşme ve randevu için bize ulaşabilirsiniz.

    Okuyacağınız metin, “İlişki terapisi nedir?” ve “İlişki terapisti kimdir, size nasıl yardım edebilir?” sorularına cevap aramaya çalıştığımız bir tanıtım yazısıdır. Bunun anlamı şudur: Akademik bir makale ile karşı karşıya değilsiniz fakat, literatüre yaslanan ve ilişki terapisinin ne olduğunu anlatan bir metin okuyacaksınız.

    Bu metinde okuyacaklarınız, bir ilişki terapisti olarak benim bakış açımı ve kavramsallaştırmamı yansıtmaktadır. Başka metinlerde, başka bakış açılarıyla karşılaşabilirsiniz.

    Giriş

    İlişki, hepimizin, her an deneyimlediği bir yaşantıdır. Bazen kendimizle ilişki içindeyizdir, bazen elimizdeki bir nesneyle. Bazen bir kediyi severek bazen bir ağacı budayarak, doğayla ilişki kuruyoruz. Bazen muhabbet ederek sevgilimizle ilişki kurarız, bazen de dua ederek Allah’la.

    Bizler bir ilişkiden doğan ve bir ilişki dünyasına doğan varlıklarız. Yani hayata gelebilmemiz ve hayatta kalabilmemiz ancak ilişki ile mümkündür. Bu yüzdendir ki Martin Buber, “Önce ilişki vardı.” der. Dolayısıyla insan, ilişkisiz düşünülemez. İnsanın ilişki içinde var olması durumuna “ilişki-içinde-kendilik” diyebililiriz. Buna göre ben dediğimiz şey, yaşadığımız ilişkilerin bir ürünüdür. Özetle ilişki, kendisinden asla ayrı kalamayacağımız, bizi biz yapan insani bir olgudur.

    Giriş kısmının ilk cümlesi, ilişki dünyamızın çok yönlü oluşuna dikkat çekiyor. Yani biz, kendimizle, diğer insanlarla, doğayla, eşyayla ve Allah’la ilişki kurarız. Bu bir durum olarak kabul edilmelidir. Bu yüzden, “Böyle olması iyi midir, kötü müdür?” sorusu çok işimize yaramaz diye düşünüyorum. Nasıl ki yağmur yağar aynı şekilde de insan ilişki kurar diyebiliriz. O halde bize düşen, nasıl bir ilişki yaşadığımızı anlama ve gerekirse değiştirme çabası olabilir ancak.

    İlişki terapisi nedir?

    İlişki terapisi (relationship therapy), merkezinde iki kavramı barındırır: ilişki ve psikoterapi. İlişki (relationship), Türk Dil Kurumu’nun, Güncel Türkçe Sözlüğünde, iki şey arasında karşılıklı ilgi, bağ, münasebet, temas anlamları ile karşılık buluyor. Psikoterapi (psychotherapy) ise, ruhsal yollarla, konuşma yoluyla iyileştirme demek.

    İlişki terapisi, insan ilişkilerinin, ilişkinin tarafları açısından daha doyum verici hale getirilmesi için gerçekleştirilen bir psikoterapi sürecidir.

    Bu tanım açısından önemli noktalardan biri, yardım çabasının psikolojik bir temel üzerine oturtulmasıdır. Psikolojik temel ile kastedilen ise, yardım sürecinde psikoloji ve psikoterapi gibi, insanı anlama disiplinlerinin referans alınmasıdır. Yani ilişki terapisi, birinin ötekine, “Bence şöyle yapmalısın.” dediği bir süreç değildir.

    Psikoterapi alanında, psikanalitik psikoterapi, bilişsel davranışçı terapi, şema terapi, duygu odaklı terapi gibi pek çok disiplin söz konusudur. Tüm farklılıklarına rağmen, bu disiplinler bir ortak noktada buluşurlar: kendi içinde teorik bir tutarlılık. Bir ilişki terapisti de, danışanlarına yardım etmeye çalışırken mensubu olduğu psikoterapi ekolü çerçevesinde yardım sunar. Dolayısıyla, amiyane tabirle, kafasına göre konuşamaz bir ilişki terapisti. İlişki terapisi, belirli bir psikolojik disiplini referans alan bilimsel bir süreç, ilişki terapisti de, söz konusu disipline yaslanan profesyonel bir uzmandır.

    İlişki terapisi hangi ilişkileri kapsar?

    Benim -yukarıdaki- ilişki terapisi tanımım, bütün insan ilişkilerini kapsıyor. İlişki terapisine konu olabilecek bazı ilişkilere şunları örnek olarak verebilirim: Karı koca ilişkisi, arkadaş ilişkisi, kardeş ilişkisi, işçi-patron ilişkisi, ebeveyn-çocuk ilişkisi, sevgili ilişkisi, gelin-kaynana ilişkisi vb. Söz gelimi, miras paylaşımında sorun yaşayan iki kardeş, iş ilişkisinde sorun yaşayan bir işçi ve patronu, kızıyla iletişim sorunu yaşayan bir anne ilişki terapisi görebilir.

    Yakın veya romantik ilişkiler açısından kategorizasyon

    Ben, ilişki terapisine, bütün insan ilişkilerini kapsayabilecek bir hareket alanı belirliyorum. Bununla birlikte ilişki terapisi, psikoterapi literatüründe, daha çok yakın, romantik, duygusal ilişkilere dönük bir kavram olarak kullanılıyor.

    Yakın (romantik, duygusal) ilişkiler açısından bakarsak, ilişki terapisini bir üst çatı olarak görebilir, ilişkinin özelliklerine göre de, alt alanlar tanımlayabiliriz:

    Çift terapisi: Çift terapisi, evli olmayan ve duygusal (romantik) ilişki yaşayan çiftlerin, yaşadıkları sorunların çözümü ve ilişkilerinin daha doyum verici hale gelmesi için gerçekleştirilen ilişki terapisini ifade eder. (Bakınız: Çift terapisi nedir?)

    Evlilik terapisi: Evlilik terapisi, evli çiftlerin yaşadıkları sorunların çözümü ve ilişkilerinin daha doyum verici hale gelmesi için gerçekleştirilen ilişki terapisidir. (Bakınız: Evlilik terapisi nedir?)

    Aile terapisi: Aile terapisi, aile üyeleri yaşadıkları sorunların çözümü ve aile ilişkilerinin daha doyum verici hale gelmesi için gerçekleştirilen bir psikoterapi yöntemidir. (Bakınız: Aile terapisi nedir?)

    İlişki terapisi hangi durumlarda işe yarayabilir?

    İlişki terapisi, ilişkinin tarafları, gerçek anlamda bir değişim arıyorsa işlevsel olabilir, bir işe yarayabilir. Bir ilişki terapisti ile görüşüyor olmamız, o ilişkinin devamı için bir değişim aradığımızı garanti etmez. Sözgelimi, bilinçli halimizle, ilişki terapisti ile görüşüp, ilişkimizi daha doyum verici bir şekilde sürdürmeyi arzu ettiğimizi düşünebilir, söyleyebiliriz. Ancak bilinçdışı düzlemde, kendimize ve/veya partnerimize, ilişki terapisinin de bir işe yaramadığını göstermek istiyor olabiliriz.

    İlişki terapisi, değişim sahiden isteniyorsa işe yarayabilir.

    İlişki terapisinin nihai amacı ilişkide bir değişim sağlamaktır. Bazen -belki de çoğunlukla- söz konusu değişimi karşı tarafın tutumlarıyla ilişkilendiririz. Her şeyin düzelmesi için muhatabımızın değişmesi gerekiyordur. İlişkideki değişim, ilişkinin taraflarının, bireysel sorumluluklarını üstlenmeleri ile mümkün olabilir. Taraflardan bağımsız, kerameti kendinden menkul bir ilişki düşünülemez ki.

    İlişki terapisi, taraflar, ilişkideki sorumluluklarına sahip çıkarsa işe yarayabilir.

    İlişki terapisi bir değişim sürecidir. Bu süreçte kişiler, kendilerine, duygu, düşünce ve eylemlerine, yaşadıkları sorunların oluşumu ve devamına olan etkilerine ve çözüme olan katkılarına dönük bir farkındalık sağlarlar. Bu farkındalık için, zamana, sabra, çabaya ve bedel ödemeye htiyacımız var.

    İlişki terapisi, taraflar, gerekli ve yeterli çabayı sarf ederlerse işe yarar.

    İlişki terapisi, bir ilişki terapisti tarafından gerçekleştirilir. Bu yüzden, ilişki terapisinin işe yaraması, ilişki terapistine de bağlıdır. Yeterince yetkin olmayan ilişki terapisti, ilişkide olumlu bir değişime katkı sunamayabileceği gibi, danışanların, terapiye ve değişime dönük heveslerini de kırabilir.

    İlişki terapisti, yeterince yetkin ve donanımlı olursa, ilişki terapisi bir işe yarayabilir.

    İlişki terapisi için bazı temel kabuller

    İlişki terapisinin merkezine oturttuğumuz bazı temel kabulleri şöyle sıralayabiliriz:

    • İnsan ilişkisi çok temel bir ihtiyaçtır: Hem hayata tutunabilmek hem de hayatı doyum verici bir şekilde yaşayabilmek için, doyum verici, anlamlı insan ilişkilerine ihtiyacımız vardır. İnsan ilişkilerinin önemine olan vurguyu “Önce ilişki vardı.” sözüyle Martin Buber çok latif bir şekilde ifade etmektedir. İnsani ilişki kurmak aslında bir tercih değil insani bir mecburiyettir; yemek yemek, uyumak gibi.
    • İlişkiler psikolojik yaşantımıza etki eder: Kötü ilişki ağı içerisinde iyi hissedebilmek, başka bir sorunun (mesela narsisizm) göstergesi olabilir. Dolayısıyla, iyi ilişkinin ve kötü ilişkinin bize etki ettiği reddedilemez bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.
    • İlişkiler geliştirilebilir: İlk etapta, içinde doğduğumuz ilişki yapıları, şu anda sağlıklı ilişkiler geliştirmemizin önünde ciddi bir engel teşkil etse de, psikoterapi deneyimleri, ilişki kurma biçimlerimizi değiştirebileceğimizi bize gösteriyor.
    • İlişkiler karşılıklı oluşturulur: İlişki terapisi için en önemli ilkelerden birisi budur. Psikoterapi desteği almaya gelen kişilerin çok çok büyük bir kısmı, ilişkiler söz konusu olduğunda kendilerini edilgen bir pozisyonda algılama eğilimi göstermektedirler. Yani onlara kötü davranılmıştır, onlar aldatılmıştır, onlar terk edilmiştir, onlar yeterince sevilmemiştir vb. Tabii ki hayatımızdaki insanlar her zaman bizim ihtiyaçlarımıza ve beklentilerimize uygun davranmayabilirler; ancak, ilişkilerimizde bizim de en az öteki kadar etkimiz olduğunu kabul ederek işe başlayabiliriz.
    • İlişki terapisi bir süreçtir: İlişkiler zamanla kurulan dolayısıyla, değişim için de zamana ihtiyaç duyan yapılardır. İlişki terapisi içinde, kendimizi, karşımızdakini ve ilişkimizi yeni bir gözle değerlendirmeyi öğreniriz.
    • İhtiyacımız olan ilişkidir: Hepimizin doyum verici ilişkilere ihtiyacı var. Ancak bu, belirli bir kişiyle, ilişkinin belirli bir biçimine ihtiyacımız olduğu anlamına gelmez. Bu bakış, bizi, ilişkimizde de daha özgür hale getirebilir.

    İlişki terapisti

    Bireylerin yaşadığı duygusal ve davranışsal sorunların çözümüne yardımcı olan ve insanların ruh sağlıklarını korunmasını amaçlayan tekniklerin genel adı olan psikoterapi, birçok alana ayrılır:

    • Bireysel Terapi
    • İlişki Terapisi
    • Aile Terapisi
    • Çocuk Terapisi
    • Grup Terapisi

    Bu tekniklerin özel olarak eğitimini almış olan psikolog, psikiyatr ve psikolojik danışmanlara ise psikoterapist adı verilir. Fakat her psikoterapist yukarıda belirlenen her alanın terapisini yapamaz. Alana göre standartlaştırılmış eğitimlerin de alınması da gereklidir.

    İlişki terapisti kimdir?

    İnsan ilişkilerinde hayatımızda en önemli yeri kaplayan romantik ilişkiler aynı zamanda hayatımızın kalitesini en çok etkileyen etkendir. Bu yüzden yaşanan herhangi bir sorun arkadaşlık ilişkilerindeki sorunlardan daha çabuk ve daha etkili şekilde düzeltilip soruna ulaşılmalıdır. Bu sorunları düzeltme aşamasında bazen çiftler kendi kendine fazla etkili olamayabileceği gibi, aynı zamanda sorunların kaynağı kişilerin kendi kendine düzeltemeyeceği bir durum olmayabilir. Böyle durumlarda kabullenip devam etmek insanlara zarar verir. İlişki terapisti ise alana özel standartlaştırılmış eğitimleri alıp bu konuda uzman olmuş psikoterapistlerdir. 

    İlişki terapisti ne yapar?

    İlişki terapistleri çiftlerin arasındaki şiddet, aldatma gibi krizleri çözmelerinde, ilişkide yaşanan sorunlardan yola çıkarak ilişkiyi bitirip bitirmemeye karar verilmesinde ve cinsellikte yaşanan sorunların çözümünde yardımcı olmaktadır. İlişki terapisi için sadece büyük sorunlara ihtiyaç yoktur, ilişki kalitesini arttırmak veya aradaki bağı kuvvetlendirmek için de ilişki terapisine başvurulabilir.

    İlişkilerde çokça bulunan paspas altına itilmiş problemler ve düşünceler farkına varılmadan alakasız durumlarda sinir ile ortaya çıkabilir. Böyle durumlarda dışarıdan bir uzmandan yardım almak en iyi çözüm yoludur. İlişki terapistleri çiftlerin bireysel odağından çok biraz daha “biz” gözüyle ilişkiye bakmalarına yardımcı olur. Kişilik özelliklerini değiştirmek yerine ifade ve mizaç değişimi amaçlanır.

    İlişki terapisi nasıl yapılır?

     İlişki terapisi yapılırken terapistler oluşan problemi dinleyip haksızlığa kanaat getirmektense, çiftlere olan eşit mesafesiyle çiftlerin ilişkideki rollerinin ve iletişiminin altını çizerek çiftlere yardımcı olur. Terapistiniz size uygulamalı bazı görevler verebilir. Her seanstan sonra gelişiminizi bu görev ve ödevlere borçlu olursunuz. İlişki terapisindeki amaç ilişkideki yanlış tarafları düzeltmektense çiftlerin gözünü açmaktır. Objektif bir şekilde değerlendirilir ve aynı zamanda güçlü ve zayıf yönlerinizi görürsünüz. Çiftlerin arasında doğan tartışmalar ve anlaşmazlık kişilerin kendi kişisel özelliklerinde de doğabilmektedir,  ilişki terapistleri ise aynı zamanda bu sorunları bireysel olarak çözerken de yardımcı olmaktadır.

    İlişki terapistine ne zaman başvurabilirsiniz?

    • Eğer eşinizin sizi anlamadığını düşünüyorsanız
    • Aranızda artık sevgi veya saygı kalmadığını hissediyorsanız
    • İlişkinizde ters giden birtakım şeyler olduğunu fark ettiyseniz
    • Cinsel hayatınızdaki eski heyecan yoksa
    • Cinsel hayatınızda en baştan beri sıkıntılarınız varsa
    • Evlilik öncesi göz yumulan sorun ve farklılıkların artık göze battığını düşünüyorsanız
    • Kafanızda boşanma kararı varsa
    • Duygusal istismar veya şiddete maruz kalıyorsanız
    • Eşinizde artan zararlı madde kullanımı gözlemliyorsanız
    • Objektif ve dışarıdan bir göze ihtiyacınız varsa
    • Eşinizle aranızdaki iletişimin bozuk olduğunu düşünüyorsanız veyahut sağlıklı bir ayrılma süreci yaşamak istiyorsanız
    • Eşinizle aranızdaki duygu ve bağlılığın bir şeyler tarafından olumsuz etkilendiğini düşünüyorsanız, ilişki terapisine başvurabilirsiniz.

    İlişki terapisinin amacı nedir?

    İnsan ilişkilerini sürdürmek her zaman zordur. Her insanın diğeriyle uyumu farklı olduğundan özellikle yakın ve romantik ilişkilerde bu duruma bağlı sorunlar ortaya çıkabilir. İlk baştaki amaç ilişkinin yapı taşlarındaki sıkıntıları düzeltmek olsa da hiçbir ilişki sonsuza kadar sürmek zorunda değildir. İlişki terapisinde ayrılmaya yönelik kararlar vermek de gayet mümkündür.

    İlişki terapisine başvurmak için büyük bir tartışmayı beklemek gerekli değildir. Küçük sorunlar çıktığında çözüm yoluna nasıl ulaşılabileceğini öğrenmek ve görmek için de başvurulabilir. İlişkinin başında, evlilikten önce ilişki terapisine başvurmak yararlıdır. İlişki terapisti size boşanın veya boşanmayın diyemez, sadece ilişkinin gidiş yolundaki sorunları çözme yolunda size dışarıdan bir profesyonel bakış oluşturur.

    İlişki terapisine ne zaman başvurulduğu önemli midir?

    Çoğu zaman çiftlerin arasında yaşanan küçük problemler anlık sinirlilik durumuyla veya yanlış kelime kullanımıyla çok büyük sorunlara evirilebiliyor. Bu yüzden yaşanan problemleri ilk fark ettiğiniz zamanlarda bir ilişki terapistine başvurmak sizin için en doğru karar olacaktır. En erken zamanda başvurmak sizi olası büyük olay ve tartışmalardan korur, aynı zamanda ilişkinizdeki bağı korumanıza yardımcı olur. Zamanınızı iyi değerlendirmek dışında ne zaman başvurduğunuzun bir önemi yoktur. Evliliğinizin her döneminde hatta evlilik öncesinde de başvurabilirsiniz.

    Bizler yaşam boyu gelişirken, hayatımızı paylaşmayı seçtiğimiz ailemizde de birkaç önemli gelişim noktası bulunur. Bunların arasında:

    • Yeni ve küçük çocuk dönemi
    • Ergen çocuk dönemi
    • Çiftlerin orta yaş dönemi ve ilerisi   bulunur.

    Bu dönemlerde bir ilişki terapistine başvurmanız size hem var olan sorunları çözmek için hem de ileriye dönük çıkabilecek sorunları engellemek için yardımcı olacaktır.

    İlişkit terapistleri size hangi konularda yardımcı olabilir?

    • Aldatma sorunları
    • Çatışma
    • Aile içi şiddet
    • Bağ kopukluğu
    • İletişim problemleri
    • Üçüncü kişilerin veya olayların çokça ilişkiye yansıması
    • Çocuk yetiştirme problemleri
    • Boşanma ve ayrılma isteği

    İlişki terapisine başvurmak konusunda çiftlerin anlaşmazlığı durumunda ne yapılabilir?

    İlişki terapisinde partnerlerin terapiye gelmesi önemli bir noktadır. Terapide konuşulacak konular bireysel konular olmadığından, bir diğer partnerin orda olmayışı terapiyi “ilişki” terapisinden çıkarır fakat yine de ilişkinizdeki olaylara ve sizin kafanızdaki soru işaretlerine çözim bulunabilir. Sadece başvurduğunuz bazı konularda eşinizin bakış açısı ve duyguları da çözüm için gereklidir, böyle durumlarda eşinizin duygu ve düşünce kısmı büyük bir soru işareti olacağından, çözüme ulaşılması zor olur.

    Partnerlerin bu konuda anlaşamaması ve bir partnerin terapiye gelmeyi reddetmesi çoğunlukla karşılaşılan bir durumdur. Bunların ana nedenlerinden biri sorunlarla yüzleşememek, bir diğeri ise terapinin işe yaraması konusundaki şüphelerdir.  Bu sorunları partnerinizle konuşmayı tercih edebilirsiniz.  Partnerinizin ilişki terapisini yanlış anlamadığından emin olun. İlişki terapisi çiftleri boşanma yoluna götürmez, bunu partnerinize hatırlatın.

    Yüzleşilemeyen sorunların en büyüklerinden biri ise cinselliktir. Cinselliğin çiftlerin arasındaki bağda, ilişkinin genel mutluluğunda ve bireylerin hayat kalitesinde reddedilemeyecek bir payı vardır. Yaşanan sorunlar göz ardı edilmemelidir. Çiftlerin arasındaki bazı problemler cinsel uyumsuzluğa veyahut çeşitli psikolojik hastalıklara dayanabilmektedir. Bunları çözmek için ise bir profesyonelin desteği her zaman diğer çözüm seçeneklerinden daha mantıklı ve yararlı olacaktır.

    Evlilik öncesi terapi neden önemlidir?

    Belirli bir süre boyunca yaşanan bireysel hayat, çift kişili hayata dönüşünce bazı uyum problemleri yaşanabilir. Bu uyum problemlerini yeni evli safhasına gelmeden tespit etmek ve çözmek için evlilik öncesi terapisi önemli bir yere sahiptir.

    Yeni bir düzene geçmek, iki ailenin birleşmesi, ailelere karşı duyulan sorumluluklar ve bazen de ailelerin yaptığı baskılar çiftlere büyük bir stres yaratır. Bu stres ve ailelerin etkileşimleri çiftlerin arasındaki bağı, anlaşmayı ve huzuru zedeleyebilir. Bunların üstesinden gelmek için de evlilik öncesi ilişki terapisi önemlidir.

    Hiçbir sorun yaşanmasa bile bir profesyonelden yol kılavuzluğu tadında bir terapi çiftlerin gelecek yılları için yararlı olabilir.

    İlişki terapisi ya işe yaramazsa?

    İlişki terapisinin amaçladığı belirli bir son yoktur. Her çiftin terapisi farklı bir sona ulaşabilir. Terapinin konusu ilişkinin ayrılıkla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı değil, ilişkideki çeşitli problemleri (İletişim bozukluğu, duygu kaybı, aldatılma, cinsel problemler vs.) profesyonel ve objektif bir üçüncü göz ile çözüme ulaşıp ulaşamayacağıdır.

    İlişki terapisti, bir kılavuz görevi görür; sorularla ve çiftlerin vereceği cevaplarla çiftlerin ortak bir noktaya varmasını sağlar. Ortak olan nokta ayrılıksa terapi sağlıklı bir ayrılığa yardımcı olur fakat bazen çiftlerin terapiye gelirken kafalarında olan ayrılık, farkındalık ve çiftlerin özverisi ile çözüme ulaşabilir. Aynı zamanda cinsel problemler de bireysel terapi, ilaç veya doktor yardımı ile çözüme ulaşabilir.

    İlişki terapisinin avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardır fakat bunları engellemek yine çiftlerin elindedir. Örnek olarak, diğer eşten habersiz terapistle iletişime geçmeye çalışmak, spesifik olayları veya sırları saklamak verilebilir.

    İlişki terapisinin bir sonuca ulaşabilmesi için erken başvuru gereklidir. Birçok çift terapiye geç başvurmalarına rağmen bir sonuç beklemektedir, ilişki terapisi başvurulacak son nokta olmamalıdır.

    Çiftlerin terapi sırasında duvarlarını kaldırması gerekmektedir. Terapiyi sadece diğer eşin değişimi için istemek ve buna uygun davranmak yanlış bir harekettir. Eşler farklı istekler ve amaçlarla terapiye başvurmamalıdır, çünkü ilişki terapisi, çiftlerin ortak bir noktaya ulaşması için bir kılavuz görevi görmektedir.

  • Çift terapisi nedir?

    Beylikdüzü’nde çift terapisi arayışında olanlar için hazırladığım içeriğe hoş geldiniz.

    Çift terapisi, son zamanlarda sıklıkla gündeme gelen ve ihtiyaç duyulan bir psikoterapi yaklaşımlarından biri oldu. Bunda zamanın ruhu, psikoterapi uygulamalarının gelişmesi gibi faktörlerin etkili olduğunu düşünüyorum.

    Peki nedir bu çift terapisi?  Duygusal birliktelik yaşayan çiftlerin ilişkilerindeki doyumu ve mutluluğu arttırmak amacıyla başvurdukları bir psikoterapi yöntemidir.

    Çift terapisi, birbirleriyle problem, tartışma yaşayan iki insanın iletişim kurma biçimlerini iyileştirmek adına düzenlenmiş bir psikoterapidir.

    Çoğunlukla evli çiftlerin talep ettiği bir terapi şekli olsa da, çift terapisine flört eden, nişanlı olan ya da sevgili olan bireyler de gelebilir.

    Çift terapisinin temel amacı, söz konusu çiftin ilişkisini daha işlevsel hale getirmektir. Dolayısıyla, çift terapisinde temel gündem ilişkidir. İlişkide problem olarak görülen durumlar ele alınır ve bireylerin çözüme ulaşmaları konusunda çalışılır.

    Çift terapisini bireysel terapiden ayıran en temel özellik, bireysel terapinin bireye, çift terapisinin ise, çiftin ilişkisine odaklanmasıdır. Çiftler ilişkiyi birlikte oluştururlar ve şayet bir problem varsa bu iki kişiyi de ilgilendirir. Bu nedenle ortak bir çalışma yapmak önemlidir.

    Çift terapisti, ilişkideki sorunu ele almak için her iki tarafla da çalışır. Bazı çift terapistleri, zaman zaman, taraflardan sadece biri ile de görüşebilir.

    Son zamanlarda yapılan çalışmalar ne yazık ki boşanma oranlarının günden güne arttığını göstermektedir. Özellikle evlilik dönemindeki ilk yedi sene içerisinde boşanmaların daha fazla öne çıktığı görülmektedir. Günlük hayatın içinde, birliktelik yaşayan insanların pek çok sorun yaşaması ile birlikte ruh sağlığı alanındaki uzmanlar bu alanla ilgilenmeye ve çalışmalar yapmaya başlamışlardır.

    İlişki içerisinde sürekli olarak problem yaşamak her iki taraf için de sıkıntılı olacak ve ruhsal bozulmalara sebep olacaktır. Bu nedenle ilişkideki çözümsüzlükleri, yanlış inançları ve karşılıklı beklenti durumlarını konuşmak gerekir.

    Çift terapisinin temel prensibi çiftlerin birlikte belirlediği hedeflere ulaşmak için birlikte çözüm yolları aramaktır.  Terapi denince akla ilk olarak çoğu zaman evlilikteki sorunları kurtarmak, boşanma kararından vazgeçmek gelse de aslında evlilik öncesi, nişanlılık dönemi ya da flört döneminde dahi terapi desteği almak ilişkinin huzuru için büyük önem taşır. Birey olarak dahi hayat içerisinde birçok problemler ile karşılaşırken çift olduğumuzda da bu durum böyledir. İki insanın birbirinden farklı hayat görüşleri, yaşam tarzları, beklentileri zaman zaman çatışmalara yol açabilmektedir.

    İlişkilerde en önemli husus bir denge yakalamaktır. Her ilişkinin bambaşka dinamikleri olmakla birlikte konu şayet ilişki ise tek bir “doğru” yoktur. Bu nedenle kalıp yargılar ve beklentiler ile ilişkide mutluluğu yakalamak her zaman mümkün olmayabilir. Özellikle de evlilik öncesi dönemde terapi desteği almak evlilik sürecine kendini hazırlamak için önem taşır.

    Çift terapisi nasıl ortaya çıktı?

    Bir uzmanlık alanı olarak çift terapisinin geçmişi diğer alanlara nazaran daha az bilinmektedir. Bunun temel nedeni ise böyle bir alana ihtiyaç duyulmamasıdır. Çiftler, aralarındaki problemleri aşmak için bir psikolog, psikiyatr ya da aile danışmanından destek almak yerine din görevlileri ya da avukatlardan destek alma eğiliminde idiler.

    Evlilik, çift danışmanlığı alanında hizmet veren kurumlar 1930’larda Amerika’da kurulmaya başladı. Paul Popanoe tarafından Amerikan Aile İlişkileri Enstitüsü açıldı.  İkinci bir merkez olarak Abraham ve Hannah Stone da New York ‘da benzer bir klinik açtılar. 1942’den itibaren bu alanda çalışmalar yapan kişiler yıllık olarak bir araya gelmeye başladılar. 1945’te fikir alışverişinde bulunmak, mesleki bir standart oluşturmak ve daha kapsamlı araştırmalar yapmak için Amerikan Evlilik Danışmanları Birliği’ni kurdular. Daha sonraki aşamada ise meslek, bilgi verme yönelimli bir gruptan etik kuralları ve çeşitli eğitim merkezleri olan organize bir meslek haline geldi.

    Çift terapisi ne zaman gerekir?

    Çift terapisi son zamanlarda daha sıklıkla gündeme gelen bir çalışma alanı olmasına rağmen etki ve ilgi alanı büyüktür. Terapide temel amaç bireylere kendini ve partnerini anlamayı öğretmek ve durumlar karşısında etkili iletişim yolları kullanarak ortak bir dil geliştirebilmektir. İletişim kurmayı öğrenmek sorunların çözümü için atılacak ilk ve en büyük adımdır. Hiç tartışma yaşamayan, kavga etmeyen, sorun yaşamayan çiftler için sağlıklı bir ilişki diyemeyiz. Farklı fikirleri paylaşmayı, gerektiğinde tartışabilmeyi de çiftlerin öğrenmesi gerekir.

    Çiftlerin anlaşmak için olumlu hisler ve niyetler taşıması, gelişime açık olmaları söz konusu olduğunda problemlerin çözümü daha hızlı ve kolay olacaktır. Kimi durumlarda ilişkiyi bitirmek de bir seçenek olabilir. Şayet çiftler birbirleri ile iletişim kurmakta zorluk çekiyor, aradaki sevgi bağı sona ermiş ve birbirleri ile mutlu olamayacaklarını düşünüyorsa ilişkiyi sona erdirmekte bir seçenek olabilir. Böyle bir durumda terapi; çiftlerin en az hasarla ve sağlıklı bir şekilde ilişkinin sonlandırılmasına yardımcı olur.

    Birliktelik yaşadığımız, evlilik bağı kurduğumuz insanlarla zaman zaman bazı problemler yaşamamız olasıdır. Hayatın içinde her nasıl bazı durumlar ile başa çıkamayacak hale geliyorsak, ilişki içerisinde de bunu yaşamak mümkün. Partnerler eğer aralarındaki problemi çözme konusunda faydasız kalıyorsa bir uzmana danışmak da fayda var demektir. Tartışmaların şiddetinin artması, huzurun kaçması, partnerlerinin birbirleri ile iletişimlerinin gittikçe bozulması hatta kopması, durumu çözümsüz hale getirmek yerine sorunla yüzleşmek daha etkili bir adım olacaktır. Bunun yanı sıra çift terapisine başvurmak için illaki bir ilişkinin sonuna gelmek, büyük problemler yaşamak gerekmemektedir. Tam aksine sorunlar ortaya çıkmadan önce bir uzmandan bilgi almak ilişkinin sağlığı ve devamlılığı için etkili olacaktır.

     İnsan canlısı zamanla öğrenen, her daim öğrenmeye ve kendini geliştirmeye ihtiyaç duyan bir varlıktır. Söz konusu ilişki olduğunda da öğreneceği pek çok yeni şey vardır. Bu nedenle çift terapisine önyargı ile yaklaşmamak gerekir. Günlük hayatın akışında, rutininde zaman zaman partnerimiz ile gerçek bir paylaşımda bulunmaya vakit ayıramıyoruz. Karşımızdaki insanı gerçekten dinlemeye ve anlamaya fırsat bulamıyoruz. Meşguliyetlerden kafamızı kaldırıp, kendimizi hayatın içinden sıyırıp içten bir şekilde birbirimize bir “Nasılsın?” bile demiyoruz çoğu zaman. Etkin dinlemekten uzaklaştıkça aradaki uçurum açılmaya başlıyor araya duvarlar örülüyor. Bunun önüne geçmek için aradaki iletişimi koparmamak gerekiyor.

    Sürekli kavgalar yaşanıyor ve bu bir kısır döngü haline geldiyse, çıkar bir yolun kalmadığını hissediyorsanız, ilişkinin geleceğini göremiyorsanız ve kendinizi ilişki içerisinde değersiz hissetmeye başladıysanız bir uzmandan yardım almak faydalı olacaktır.

    Çift terapisi ne kadar sürer?

    Çift terapisinde, farklı psikoterapi ekollerinin çalışma yöntemlerine göre seans sayısı değişir. Örnek vermek gerekirse uzman, kısa süreli çözüm odaklı terapi yöntemi ile ilerliyorsa 5 ile 10 seans arasında görüşme yapmak daha etkili olacaktır. Farklı psikoterapi ekollerine göre yol haritası farklılaşacaktır. Bu konuda çift terapistiniz ile görüşme yapabilir, bilgi alabilirsiniz. Çiftler ile 7 ila 10 gün de bir görüşme yapmak, beklentileri anlamak amacıyla faydalı olacaktır. Terapiyi sonlandırma seansı ise ilk seansta oluşturulan amaç ve hedeflere ulaşılmışsa ve ilişki içerisindeki işlevsellik yerli yerine oturmuşsa danışanların ve uzmanın ortak kararı ile sonlandırma yapılır.

    Çift terapisi, durum ve koşullara göre değişkenlik göstermekle birlikte sıklıkla ihtiyaç duyulan bir alandır.

    En sık başvurulan konular nelerdir?

    İlişkide yaşanan problemler kimi zaman partnerlerin bireysel problemlerinden kaynaklı olabilir. Böyle bir durum yaşamak; ilişki içerisindeki huzuru ve güven ortamını etkileyecektir. Çift terapisi bu problemi çözmede etkili bir yol olacaktır.

    Bir diğer sıklıkla karşılaşılan problem ise cinsel problemlerdir. Cinsellik, duygusal birlikteliklerin önemli bir temel taşı olduğundan bu alanda yaşanacak problem tüm ilişkiyi etkileyecektir. Yapılan araştırmalar sonucunda cinsellikle ilgili sorunların evlilik/ilişki sorunlarıyla paralellik gösterdiği görülmüştür. Cinsellik, iki insan arasındaki duygusal bağın bedenler yoluyla birbirine aktarımıdır. Partnerlerin birbirleri ile uyumlu olmaları, iletişimlerinin iyi olması ilişkinin huzurunu etkiler. Şayet böyle bir problem varsa çift terapisine ek olarak cinsel terapi de eşlik edebilir.

    Cinsellik ile ilgili sorunlarda öncelikle fizyolojik nedenler bir uzman tarafından araştırılmalıdır. Somut bir sonuç görülmediği taktirde bir cinsel terapist ile görüşmek gereklidir.

    Çift terapisinde kullanılan birçok yöntem vardır. Çift, ilişkileri üzerinde çalışmak ve çaba gösterme konusunda hevesli ise ilişkideki problemleri aşmak daha kolay olacaktır. İlişkinin başında her ne kadar herşey mükemmel gibi gözükse de zamanla bu durum değişebilir. Bireylerin fikirleri, hayat görüşleri ve hayattan beklentileri değişebilir. Bu ve bunun benzeri durumlar da ilişkinin dinamiğini etkileyecektir. Partnerler, yeniliklere karşı açık ve esnek olmalıdır.

    Çiftlerin sıklıkla gündeme getirdiği konulardan biri de ilişkide yaşanan güven problemleridir. Bir ilişkinin temel taşlarından biri olan güven konusu partnerler arasında sıklıkla soruna neden olabilir. Güven duygusu eksikliği nedeniyle tartışma yaşanabilir. Güven problemi birden fazla şekilde görülebilir.

    Bireylerin birbirlerine karşı olan güven problemleri ilişkinin huzurunu kaçıracak ve tartışmaların ana maddesi haline gelecektir. Bu nedenle güvensizliğin altında yatan temeller araştırılmalı ve çiftlerin birbirlerine güvenmeleri konusunda teşvik edilmeleri gereklidir.

    Diğer ülkelere nazaran daha kolektif bir yapı ve kültüre sahip olduğumuz için çiftlerin bir diğer sorun, birincil ailelerle yaşanan ilişkilerdir.

    Ailelerin, ilişkiye müdahale etmesi ve kendi doğrularını benimsetmeye çalışması çiftler arası çatışmaya neden olur. Aileler, çocukları kaç yaşına gelirse gelsin onları birer yetişkin olarak görmek yerine her zaman küçük bir çocuk muamelesi yapmaya devam eder ve ilişkide kendilerini söz sahibi olarak görürler.

    İlişkiye dışarıdan yapılan her türlü müdahale yıpratıcı ve yıkıcı olacaktır. Bu nedenle çiftlerin ailelerine artık birer yetişkin olduklarını belirtmeleri ve kendi doğruları ile hareket edeceklerini ifade etmeleri gerekir. Aksi halde partnerlerden biri taraf olmaya zorlanacaktır. Özellikle de evli çiftlerin çoğunlukla bu sorun nedeniyle çatışma yaşamaları olasıdır. Bu tarz bir sorun ile başvuran çiftlere terapi esnasında ilişkideki “sınırlar” üzerine yoğunlaşılması gerekildiği konusunda bilgilendirme yapılır.

    Yapılan bilimsel analizler sonucu boşanma oranının özellikle ebeveyn olma noktasında arttığı gözlenmiştir. Bunun temel nedeni ise bireylerin henüz ebeveyn olmaya kendilerini hazır hissetmemeleri ve ani bir kararla bu yola girmeleridir. Farklı beklentiler içerisinde olabilir ve bunun sonucunda da artan sorumluluklar karşısında kendilerini yıpranmış hissedebilirler. Bu da ilişkiye yansır. Bunun yanı sıra anne ve baba olduktan sonra rol karmaşasının yaşanması da bir diğer çatışma nedeni olarak karşımıza çıkar.

    Çocuğun dünyaya gelmesi ile birlikte bireyler eş olduklarını unutup yalnızca anne ve baba rollerine odaklanırlar. Birbirlerini ihmal etmeye başlamaları, ortak bir paylaşımda bulunmamaları, anne ve baba rollerinin dışında aslında eş, sevgili, karı-koca olduklarını göz ardı etmeleri ilişkinin dengelerini bozar. Daha az paylaşımda bulunmak ve iletişimsizlik aradaki bağın çözülmesine sebebiyet verebilir. Bu durumu aşmak için çift terapistinden bilgi alabilir ve terapistin ve danışanların ortak kararı ile küçük ödevler, alıştırmalar ile partnerlerin birbirlerine zaman ayırmaları sağlanabilir.

    Sorunların ortaya çıkışanına dikkat edildiğinde genellikle şu nokta dikkat çeker. İlişkinin en başında göz önünde olmayan, problem olarak görülmeyen, göz ardı edilen sorunlar zamanla su yüzüne çıkmaya başlar. Çiftlerin, sorumlulukları paylaşması aile büyüklerinin ilişkiye dahil edilmesi, arkadaşlarla olan ilişkilerin düzenlenmesi, uyum sağlamak önemlidir.

    Birliktelik yaşarken sık sık yapılan bir diğer hata ise problemler karşısında sorunun kaynağını dış etkenlerde aramaktır.  Bireyler kendi hislerinden, hatalarından bahsetmek yerine sorunu karşı tarafta aramaya ya da yıkmaya çalışır. Bu da sorunların aşılamaz hale gelmesine neden olur. Çift terapisinde bireyler kendi düşünce ve davranışları hakkında dürüstçe fikirlerini paylaşma fırsatı bulurlar.

    Huzurlu bir ilişki yaşamak için en önemli koşul “doğru” insanı bulmak değil, kendini “doğru” tanımaktan geçer. Kendini gerçekten tanıyan, zayıf ve güçlü yönlerini bilen kısaca iç görü sahibi bireyler; karşısındaki insanla mutlu olup olmayacağını anlamakta çok daha iyidirler. Daha gerçekçi beklentiler içerisine girerler. Ne yazık ki ilişkilerde en sık sorun yaratan durumların başında gerçekçi olmayan beklentiler gelir. Birey, karşısındakine çok fazla anlam yüklemeye başlar. Çoğu insan ilişkiye büyük beklentiler ile başlar. Zamanla bu beklentilerin karşılanmadığını gördüklerinde ise büyük hayal kırıklığı yaşar ve nasıl başa çıkacaklarını bilemezler.

    Bir diğer sıklıkla rastlanan hemen hemen hepimizin şahit olduğu belki de bizzat yaşadığı durumlardan biri ise partnerimizin olumsuz özelliklerini görmezden gelerek zamanla değişmesini, değiştirmeyi beklemektedir. Bireyler, zamanla değişir düşüncesi ile hareket ederek farklı beklentiler içerisine girerler ancak bu durum her zaman olumlu sonuçlar yaratmayabilir. Bu nedenle ilişki içerisinde kendimize ve partnerimize karşı dürüst olmak önemlidir.

    Aileden, çevremizden gördüğümüz, gözlemlediğimiz ilişki yaşama stilleri bilinçdışı bir şekilde kendi ilişki stilimi yaşama stilimize dönüşebilir. İstemsiz bir şekilde öğrendiğimiz ve en önemlisi içselleştirdiğimiz davranışlar, kendi ilişki dinamiğimizi de oluşturur.

    Bir örnekle açıklamak gerekirse; aile hayatı içerisinde “baba” figürünün daha dominant (baskın) olduğu bir ailede yetişmiş kadın, kendi ilişkisinde de partnerinin daha baskın olmasını bekleyecek, bunu arayacaktır. Bunun tam tersi bir durum da yine ilişkilere yön verebilir. Örneğin aile hayatındaki ilişki stilini benimsemeyen, hoş karşılamayan bireyler kendi aile stilinin tam tersi yönünde bir ilişki arayışına ve bekleyişine de girebilir.

    Hayattaki seçimlerimizin çoğunu nasıl bilinçli yapıyorsak ilişki yaşama stilimiz, partner seçimimiz de tesadüfi şekilde ortaya çıkmaz. Her ne kadar farkında olmasa da birey, aslında birbirine çok benzeyen, çok fazla ortak noktası olan insanları seçme eğilimindedir. Bu durumu mantık yoluyla açıklamak birey için zor olsa da bilinçaltına yönelik yapılan bir seansta bazı cevaplara ulaşmak mümkündür.

    Çift terapisine katılan çoğu çiftin şikayetleri birbirine benzemekle birlikte çiftler, sık sık şu cümleleri kurarlar:

    • Beni anlamıyor.
    • Beni dinlemiyor.
    • Kendimi değersiz hissettiriyor.
    • İlişkinin başındaki insan değil.
    • Beni özel hissettirmiyor.
    • Benim için çaba göstermiyor.
    • Eski heyecanımız yok.
    • Mutlu değiliz.
    • Ayrılmak istemiyoruz ancak sorunları aşamıyoruz.

    Bu ve bunun gibi durumları açmak, çözüm üretmek adına çift terapisi gereklidir.

    Çift terapisine kimler katılabilir?

    Çift terapisine katılmak için evli olma şartı yoktur. Sevgililik ya da flört döneminde olan, evlenmeye hazırlık yapan, nişanlı çiftler de bu psikoterapiden yararlanabilir. Evlilik kararı almaktan kaygı duyan, bu konuda problemler yaşayan bireyler çift terapisi yardımı ile kaygılarından arınma yolunda bir adım atabilirler. Özellikle evlilik öncesi bir çift terapisti ile görüşmek çok önemlidir.

    Evliliğin, hayat boyu sürecek bir bağlılık yemini olması hayatı tümüyle etkileyen yeni bir durum olması ve bunun yanı sıra ciddi bir sorumluluk taşıması bireyler için zaman zaman korkutucu olabilir. Evliliğe hazırlık aşamasında terapi yardımı ile akıldaki sorulardan ve yoğun bir şekilde hissedilen stres ve kaygı faktörlerinden uzaklaşmak mümkündür.

    Çift terapisinde bireylerin birlikte terapiye katılması önemlidir. Ancak eğer çiftlerden biri terapiye eşlik etmek istemiyorsa bireysel olarak da destek alınabilir. Partnerlerin birlikte katılım sağlaması çözüme giden yolu daha kısaltacaktır. Çift terapisinde bireysel terapiye nazaran terapiye her iki tarafında etkin bir şekilde katılım göstermesi gereklidir.

    Çift terapisi nerelerde uygulanır?

    Çift terapisi, psikolojik danışmanlık merkezlerinde, aile danışmanlık merkezlerinde, hastanelerde ve kliniklerde uygulanır. Danışanlar, terapist seçerken; terapistin uzmanlaştığı alana dikkat etmeli, çift ve ilişki üzerinde yüksek lisans eğitimi almış ve bunun yanı sıra çeşitli eğitimlerle de kendini desteklemiş uzmanlardan yardım alabilirler. Seans süresi ise yaklaşık olarak 50 dakika ile 1 saat 10 dakika arasında değişiklik gösterir.

    Peki ya terapiye karar verme süreci?

    Terapi desteği almaya karar vermek çiftler için her zaman kolay olmamaktır. Ne yazık ki çoğu insan terapiye önyargı ile yaklaşmaktadır. Bunun en temel sebebi ise güven konusudur. Çiftler en mahrem sırlarını açıklamak, paylaşmak istememektedir. Bu kaygılarının altında ise güven ve mahremiyet konusu yer almaktadır. Psikoterapinin temel esası gizliliktir. Bu nedenle çiftlerin bu kaygıdan uzaklaşmaları faydalı olacaktır. Ruh sağlığı alanındaki uzmanlar etik dersleri gereğince gizlilik konusunda eğitilirler. Bu nedenle danışanların izni olmadığı sürece seans odasına konuşulan hiçbir şey dışarıya taşınmaz.

    Bir diğer kaygıları ise bir uzmanla görüşmek yerine eş dost akraba gibi nispeten daha tecrübeli olduklarını düşündükleri kişilerle problemleri paylaşmaları ve çözüm aramalarıdır. Ancak yakınlarımız, akrabalarımız ya da arkadaşlarımız çoğunlukla olaylara tek taraflı, objektif olmayan bakış açısı ile yaklaşacaktır. Bu da çözümün önündeki en büyük engellerden biridir.

    Çiftler arasındaki sorunlar ele alındığında çoğunlukla aslında temel problemin bireylerin tek yönlü düşünme şekilleri oldukları görülmektedir. Bu yanılgıya düşmemek adına bir uzmandan yardım almak faydalı olacaktır. Yakınlarımız, arkadaşlarımız çoğunlukla bizi destekleyici, haklı olduğumuz konusunda ısrarcı davranabilirler. Ne yazık ki bu bakış açısı problemlerin çözümü için yeterli olmayacaktır.

    Ülkemiz genelindeki psikolog, psikiyatrist gibi ruh sağlığı alanındaki uzmanlara karşı olan genel bir önyargı nedeniyle bireyler çekimser davranabilir. Buna sebep olan durumlardan biri ne yazık ki toplum baskısıdır.

    Toplumdaki, akıl sağlığını yitirmiş ya da yitirmeye yakın insanların ruh sağlığı alanında hizmet alacağı düşüncesi nedeniyle dışarıdan baskı görmekten ya da yargılanmaktan korkan çiftler, terapiye gitme fikrini erteleyebilir hatta vazgeçebilirler. İnsan ruh ve bedenden oluşan bir varlık olduğundan dolayı nasıl zaman zaman bedende bazı rahatsızlıklar hissedilirse bu aynı şekilde ruh sağlığı olarak da ortaya çıkabilir. Unutmayın ki ruh ve beden bir bütündür.

    Çiftlerin terapiden beklentileri de zaman zaman çözüme kavuşmada engel teşkil etmektedir. Yapılan gözlemler sonucunda çiftlerin terapi esnasında haklı olan kişiyi arama eğiliminde oldukları görülmüştür. Terapideki amaç haklı olan tarafın bulunması değil, bireylerin durumlar karşısındaki hislerinin ve düşüncelerinin en yalın hali ile ortaya koyulmasıdır. Unutmayın ki seans odası, bir mahkeme salonu değil, aynı şekilde psikolog/ çift terapisti de bir yargıç değildir. Temel amaç haklı olan tarafın bulunması değil, ortak bir paydada hisleri paylaşmaktır.