Kategori: Genel

  • Tüm “konuşma odaklı tedaviler”in altı ana unsuru

    Konuşma odaklı terapilerin hepsi Sigmund Freud ile başlamıştır.

    Bir dizi psikoterapi arasından hangisinin sizin için en doğrusu olduğunu bilmek zordur. Psikanaliz mi? Psikodinamik Psikoterapi mi? Bilişsel-Davranışçı Terapi (BDT) mi? Diyalektik Davranış Terapisi (DDT) mi? Yoksa Gestalt Terapi mi? 

    Hepsi çok farklı, değil mi?

    Aslında bu terapilerin hepsi “konuşma odaklı terapiler”dir. Ancak bunlar, birçok yönden birbirine benzemez.  Üstelik bu terapilerin hepsinin kökü, Sigmund Freud’un çalışmalarına dayanmaktadır. Evet, bu doğru! “Konuşma odaklı terapileri” Freud bulmuştur; hatta BDT ve DDT gibi davranışçı terapiler bile Freud’un orijinal modeline dayanan “konuşma odaklı terapilerdir”.

    “How Talking Cures” isimli kitabımda, tüm konuşma odaklı terapilerin en önemli altı unsurunu anlattım. Farklı tariflerde değişiklik gösteren malzemeler gibi, miktarları psikoterapinin türüne bağlı olan altı ana unsur bulunmaktadır:

    1. Doğrudan destek
    2. İçe atım
    3. Katarsis
    4. İçgörü
    5. Özdeşim
    6. Üzerinde Çalışma

    Doğrudan destek (direct support), hastaya tavsiye vermektir. Örneğin, George kredi kartı tekliflerine olan hassasiyetinden dolayı sürekli borçlanıyordu. Başa çıkamadığı bu borçtan dolayı kaygılı ve depresif bir şekilde tedaviye geldi. Çektiği zorlukları değerlendirirken, George’un kredi kartı tekliflerinin gerçeklik boyutunu anlayamadığı ortaya çıktı. George, borç idaresine yönlendirildi. Harcamalarını kontrol altına almak üzere profesyonel ve devamlı destek alarak finansal istikrar kazandı. 

    İçe atım (introjection), hasta, terapistin sesini özümsemeye başladığında ortaya çıkar. Hastalar, zor bir durumla başa çıkmaya çalıştıkları anda terapistin söylediklerini “duyduklarında” bunun durumla daha etkili bir şekilde başa çıkmalarına yardımcı olduğunu bildireceklerdir. Örneğin, Alice’in başkalarıyla fikir ayrılığına düşme alışkanlığı vardı. Alice, onaylamak yerine farkında olmadan her şeye “Evet… Ama” şeklinde cevap vermeye eğilimliydi. Terapi sırasında bu davranış biçiminin üstünde durulduktan sonra Alice, terapistinin bu konuyla ilgili söylediklerini duymaya başladı ve böylece kendini durdurma kabiliyetini geliştirip başkalarına karşı daha onaylayıcı bir şekilde yaklaşmaya başladı. Sonuç olarak Alice, ilişkilerinde belirgin bir gelişme gözlemledi.

    Katarsis (catharsis), duygularını ifade edemeyen bir kişinin ağlayarak, bağırarak veya başka yollarla “içini dökmesi”dir. Mary geçen sene ani bebek ölümü sendromundan dolayı bebeğini kaybetti ve o zamandan beri bebeğin odasındaki herhangi bir şeyi değiştirme fikrini reddediyordu. Bir daha çocuk yapma fikrini kabul etmiyordu. Konuşma odaklı terapi yoluyla Mary’nin acı verici duygularını ve yasını ifade etmesine yardım edildi. Şimdi, bir daha çocuk yapmayı ve hayatına devam etmeyi düşünüyor.

    İçgörü (insight), bir hissi ve bu hissin nereden geldiğini anlama kabiliyetidir. Hastaya hislerini kontrol edebilmesinde yardımcı olur. Barbara, aslında gayet iyi annelik yapabilmesine rağmen; iyi bir anne olmadığı endişesiyle beni ziyarete geldi. İçgörü yoluyla, bu acı verici endişesinin hasta annesiyle hiç ilgilenmeyen kötü bir evlat olduğuna dair beslediği bilinç dışı suçluluk duygusunun bir sonucu olduğunun farkına vardı.

    Özdeşim (identification), hastalar terapistin kişiliği doğrultusundaki bakış açısını özümsediği zaman gerçekleşir. Örneğin John, iş yerinde kendini göstermekte zorluk çekiyordu. Terapist, John’u bu sorunuyla karşı karşıya getirdiğinde daha girişimci olma kabiliyeti geliştirdi. John, terfi almadığı veya kayda değer katkılarının fark edilmediği bir işte başarılı olmakta zorlanıyordu. John, terapistinin ona nasıl davranıldığı konusundaki itirazlarını “özümseyerek”, iş yerinde daha girişimci davranmaya başladı ve makul şekilde ödüllendirildi. Özdeşim, içe atımla benzerlik gösterir. Ancak özdeşimde hasta terapistin sesini “duymaktan” öte; terapistin kişiliği doğrultusunda oluşturduğu bakış açısını kendi kişiliğine aktarır.

    Üzerinde çalışma (working through), terapide edinilen başarıların seanslar dışında da uygulanmasıdır. Konuşma odaklı terapilerin kalıcı bir değişime dönüşmesi için gereklidir. Örneğin Bobby, okul fobisi için tedavi görüyordu. Ailesinden ayrılacağından ve eve dönemeyeceğinden korkuyordu. Tedavinin başarılı olması için, Bobby’nin gerçekçi olmayan korkuları hakkında bir içgörü geliştirmesi oldukça önemliydi; ayrıca okula dönmesi de gerekiyordu.  Dolayısıyla, sadece terapistin ofisinde değil; hayatında da bu çatışmaların üstesinden gelmesi gerekiyordu.

    Aslında bu fikirleri doğrudan olarak Sigmund Freud’un yazılarından edindiğimi söylemekten memnuniyet duyarım. Örneğin Freud, 1892 yılında Bilişsel Davranışçı Terapi’nin bir türünü oluşturmuştur. “Olumsuz düşünceler” yerine “karşıt fikirler” kavramını kullanmıştır. Yine de, esas olarak aynı fikre parmak basmıştır. Bir yıl sonra, Maruz Bırakma Terapisine çok benzer bir terapi türü geliştirmiştir. Önce tavsiye verme, sonrasında da hipnoz yöntemini kullanmış; duyguları açığa çıkararak semptomları azaltmıştır. Ancak, tedavi genellikle geçici olmuştur. 1900 yılında içgörü odaklı tedaviyi geliştirmiş; 1926 yılında üzerinde çalışma adımının öneminin farkına varmış ve 1938 yılında ise özdeşimin önemi hakkında yazmıştır.

    Yukarıdaki psikoterapi yaklaşımlarının hiçbiri Freud’un döneminde bulunmasa da, o, her birinin eski bir türünü geliştirmiştir. Sonuç olarak, BDT, DDT ve Psikanalitik Psikoterapi üzerinde düşünürken, her birinin Sigmund Freud tarafından yaratılan konuşma odaklı terapiler olduğunu unutmayın.

    ***

    Yazar Hakkında: Dr. Lee Jaffe, San Diego, California’da özel muayenehanesi bulunan yetişkin, ergen ve çocuk psikanalisti ve San Diego Psikanaliz Merkezi’nde (SDPC) yetişkin Denetleme ve Eğitim Psikanalistidir. Kaliforniya Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nde yer almaktadır. 2014 yılında How Talking Cures – Revealing Freud’s Contributions to All Psychotherapies adlı kitabını yayımlamıştır. Amerikan Psikanaliz Derneği ve Kuzey Amerika Psikanaliz Konfederasyonunda başkan seçilmiştir. 

    Referanslar

    https://www.psychologytoday.com/ie/blog/psychoanalysis-unplugged/201705/six-elements-all-talking-cures

  • Emetofobofi (Kusma Korkusu) Nedir?

    Endişe böceği, hayali mide böceği ile karşılaşınca ne yapmalı?

    Birçoğumuz için zaman zaman hastalanmak– evet, o çeşit bir hastalık–kabullendiğimiz ve gereğinden fazla düşünmemeye çalıştığımız bir şeydir. Hatta eğer aklınızda değilken böyle bir konuyu açtıysam, lütfen özürlerimi kabul edin! Keşke endişe de aynı görgü kurallarına uyuyor olsaydı. Maalesef uymuyor. Kusma fobisi yaşayan milyonlarca çocuk ve yetişkine sorun. Onlar için hastalanmak, her ne kadar bu özgürlüğe sahip olmayı isteseler de, maalesef hiç de az düşündükleri bir şey değildir. Tam aksine, 7/24 zihinlerindedir. Midelerindeki hafif bir sancı, “kusmak” kelimesinden veya zararlı eş anlamlılarının herhangi birinden bahsedilmesi kusma fobisi olanları panik sarmalına gönderebilir –Boğazımdaki ne? Bu bir işaret mi? Hastalanıyor muyum? Ya şimdi olursa ? O adam az önce sadece öksürüyor muydu yoksa öğürdü mü? Ya hastaysa?! Onu yemeli miyim? Ya beni hasta ederse? –

    Emetofobi (kusma korkusu) nedir?

    Kusma fobisi ya da diğer ismiyle emetofobi, milyonları etkilemektedir; hatta kaygı bozukluğu çalışmalarımda çocuklar arasında karşılaştığım en yaygın fobiydi. Birçok yetişkin de aynı fobi sebebiyle tedavi olmaya gelmektedir. Bunun sebebi hayatlarının altüst olması– çocuklar kendileri ya da bir başkasının aniden kusması ve bu durumla tek başlarına başa çıkmalarının gerekeceği korkusuyla okula gitmeyi, otobüse binmeyi veya arkadaşlarının evine gitmeyi reddeder. Yetişkinler de (gerçek olmayacak) ani hastalık atağı korkusu ile korkunç senaryolar hayal eder ve restoranlarda yemeyi, randevuya çıkmayı, araba kullanmayı ya da kalabalık önünde konuşmayı reddedebilir.

    Hiçbirimiz hasta olmaktan, hele de evimizden uzaktayken hastalığa yakalanmaktan, hazzetmeyiz. Fakat bunu canlı bir şekilde hayal etmek ve her gün buna hazırlanmak durumu değiştirmez. Bu durum, yine de bu fobiye sahip insanlar için de herkes için olduğu kadar nadirdir. Endişe etmek, hasta olmamızı engellemez (Vücudumuz zaten bu durum için mükemmel bir iş çıkarmak üzere programlanmıştır.) fakat bizi herkesin her gün yaptığı normal işlerimizi yaparken bile büyük bir risk alıyormuş gibi strese sokar.

    Korkularının şiddetinden, kusma fobisi olanların sık sık kusan insanlar olduğunu düşünebilirsiniz. Tam tersine, bunlar benim deyimimle –teknik olarak– “pek de kusmayan” insanlardır. Normal insanlardan bile daha az hasta olurlar–ki bu oldukça nadirdir. Hatta birçoğu, yaşları 15 ya da 55 de olsa, tüm hayatlarında kustukları tam iki seferi söyleyebilirler.(ve o günlerde ne yediklerini, ne giydiklerini, havanın nasıl olduğunu…) Kısacası, endişe; yanlış kişilerle konuşmaktadır.

    Peki, nasıl oluyor da endişe, böyle zeki insanları sürekli bir korkuyla dehşete düşürüyor?

    Emetofobi ve telkinin gücü!

    “Kusmak” veya “kusmuk” kelimelerini birkaç kez söylediğinizde, kaygı seviyenizin hafifçe yükseldiğini fark edersiniz; –“Ya sen?!?” önekiyle birkaç kez daha söylediğinizde ve sadece kaygı seviyeniz artmakla kalmaz, bulantı bile hissedebilirsiniz. İşte bu telkinin (süper) gücüdür. Sadece zehirli sarmaşığı veya bitleri düşündüğünüzde, her ne kadar onlarla direk irtibata geçme durumunuz olmasa bile refleksolarak kaşıntı hissetmeniz gibi; kusmak hakkında düşünmek de –hele de saatlerce– midenizde büzüşme, bulantı veya kaygının ucunda hissetmenize sebep olabilir fakat önemli olan, sizi hasta edemez!

    Bedeniniz, böyle güvenilmez bir neden için öylesine pahalı bir metabolik reaksiyonu harcamayacaktır. O nedenle, fobi sahipleri her ne kadar kronik sindirme zorlukları hissedebilirlerse ve örneğin sıcaklık, her hisse odaklanmak, gaz şişkinliği, torba veya antiasit taşımak, “hasta duran” insanlarla yakınlık kurmamak, 10 yıl önce yediklerinde kustukları o yiyeceği yemekten kaçmak, kusmanın her daim ucunda hissetmek–onlar veya karşılarında oturan biri, rahatsız edici bir düşünceye karşı geçici duygusal reaksiyon ayrımının onları özgür kılması gibi konularda ihtiyatlı olmaları gerektiğine inansalar da, bu kesinlikle hastalık başlangıcı değildir. Bir saniyede daha fazlası…

    Kusmanın genelde ne kadar nadir olduğunu düşünürsek, hasta olma riski, kimse için günlük hayat şablonu haline gelmemelidir, özellikle pek de kusmayan insanlar için. O şablonu nasıl değiştirebiliriz? Kimi terapistler, kusma uyarısı oluşturarak hastalarına hayatta kalınabilir olduğunu kanıtlamak için ipeka kullanır. (Atlantic Monthly Editörü Scott Stossel bunu bir makale ve anısındaki en talihsiz tecrübesi olarak anlatır.)Ben bunu kullanmam. Emetofobi iki taraflıdır. Evet, kusmak—görüntüsü, kokusu ve genel olarak bunu tecrübe etmek. Fakat ikincisi ve Emetofobinin daha sık devre dışı bırakılan yönü, beklenti – hasta olmanın eğlenceli olasılığının sürekliliği, beynin sürekli başa kakan endişesi.

    Emetofobi  yaşayanlar korkularıyla nasıl başa çıkabilir?

    Düşünmeyi bırakarak değil (bunu direk yapan bir “kapatma” düğmesi yoktur) fakat daha çok, bu düşünceler geldiğinde verdikleri tepkiyi değiştirerek. Neden kusma düşüncesine daha az tepki vermeleri gerekir? Çünkü problem, kusmak değil, duydukları endişedir. Endişe her konuştuğunda “Söz veriyorum, yemin ederim! Hastalanmayacaksın!” diyerek; yemi yutup amansızca ele geçmez bir garanti aramaktansa; endişenin yaptığı hatayı görebilirler – bu bir hastalık anı değil, bir endişe anıdır. Ateşlerini kontrol edip antiasit almaktansa, kontrolü ele alıp düşüncelerini ve gerçeklerini kontrol etmeleri gerekir! İlk düşünceye engel olamazlar… Ya hastalanırsam?!?! Fakat üzerine on ayrı felaket düşüncesinin istiflenmesine engel olabilirler. Düşüncenin o an ile gerçek bir bağlantısı olmadığını fark ettiklerinde –aslında bedenlerinde yanlış bir şey yoktur( hepsi beklentidir), o an hiçbir şey olmuyordur, vücutları gayet iyidir– beyinlerini o tip düşünceleri filtrelemek konusunda eğitebilir ve o daonları göndermekle uğraşmaz.

    Kusma düşüncesi; “buzdolabındaki çizme” gibidir. Buzdolabınızı açıp içinde bir çizme gördüğünüzü düşünün, “Hmmm, sanırım bu akşam bir çizme sote yiyeceğim” demezsiniz, “Bunun burada ne işi var?! Bu buraya ait değil!!” dersiniz. Bu tekrar tekrar başınıza gelse bile, çizmenin orada durmasına alışmak zorunda olmazsınız! Aynı şekilde: Sırf aksi takdirde iyi geçen gününüzün ortasına “Hasta mı olacağım?” düşüncesi düştü diye (O düşünceden önce hasta değildiniz ve sonra da olmayacaksınız) buna alışmak zorunda değilsiniz. Oraya ait olmadığını görün. Hayatınızı korkularınıza göre yeniden şekillendirmeyin – çizmeleri dışarı atın!

    Kısacası kusma fobisi yaşayan insanlar için çözüm, endişe düşüncelerine güvenmek değil, onları teste tabii tutmaktır. Bu kapıyı açmanın yolu ise empatiden geçer. Çocuğunuz ya da partneriniz size birden – “İyi hissetmiyorum, iyi miyim?” dediklerinde, onlara güvence verip ateşlerini ölçmek ya da iyi oldukları konusunda onlarla tartışmak yerine; hislere dayanın ve “Şu an endişe hissettiğini biliyorum” ya da “ Şu an iyi hissetmediğini biliyorum.” Veya “Bunun sana gerçekten gerçek geldiğini ve şu an gerçekten kötü hissettiğini biliyorum, her gün bununla başa çıkmak kolay değil ama sana yardım etmek istiyorum, bunun üzerinde birlikte çalışabilir miyiz?” deyin. Çocuğunuzla ya da partnerinizle iletişime geçerek, sizin onların yanında olduğunuza güveneceklerdir, ardından stratejik davranabilir, “Hadi, gerçeklik kontrolü yapalım, hadi milyon dolarlık soruyu soralım, bu endişe böceği mi yoksa mide böceği mi? İnsanların farkını söyleyebilmesine nasıl yardım edersiniz–işte başlayabileceğiniz birkaç strateji…

    Vücudunuzun nasıl çalıştığını anlayın. Vücudumuz, bizi her daima güvende tutmak üzere tasarlanmıştır. Bu, çoğu zaman kusmadığımız ve gerçekten gerektiği zamanın da sadece %002’sinde hastalandığımız anlamına gelir. Ve gerçekten gerek duyduğumuzda –yükseketkilidir, aslında öyle etkilidir ki, meşhur mide böceği ve hatta nadir besin zehirlenmesi olayı 24-48 saat(ya da daha az) sürmesimutluluk veren bir hadisedir. Sıradan üşütmeler gibi haftalarca sürdüğünü hayal etsenize!

    Korkular ve gerçekleri yan yana karşılaştırın. Kâğıdın bir tarafına hastalanmak hakkındaki korkularınızı sıralayın ve diğer tarafında endişelerinizin gerçeklik kontrolünü yapın–Bu korku gerçek olacak mı? Neden? Neden değil? Kimi insanlar kusmanın dayanılmaz olacağından, sonsuza kadar süreceğinden, bu yüzden hastaneye gitmek zorunda kalacaklarından korkarlar. Problem ne olursa olsun, endişe abartılmış ve bu gerçekleri saptırmıştır– endişeyi yakalayın ve onu düzeltin. Kâğıdı mantıklı kısmı görünecek şekilde katlayın ve akıllı düşüncelerinizi gerektiği şekilde yönlendirin.

    Milyon dolarlık soruyu sorun. Kendinize (ya da eğer bu durumdan mustarip çocuğunuzsa ona) sorun: “Bunun endişe böceği mi mide böceği mi olduğunu veya şu an hastalanıp hastalanmayacağınızı tahmin ederek bir milyon dolar kazanabilecek olsaydınız, büyük kazanan siz olabilir miydiniz?” Muhtemelen bileceklerdir.

    İki belirleyici soruyu sorun

    Kendinize ya da çocuğunuza bu soruları sorarak hasta olmak veya hastalıktan korkmak arasındaki farklı belirlemeye yardımcı olun.

    Hasta hissettiğinizde…

    1. Soru: Sonra ne olacak? Bu endişe düşüncesi ve hisleri başladıktan birkaç dakika sonra daha gergin mi yada daha hasta mı hissediyorsunuz? Eğer endişeniz gittikçe artıyorsa, kötüleşiyorsa ve semptomlarınızı analiz etmede daha çok zaman harcıyorsanız, o zaman yanlış alarm olduğunu anlarsınız. Onun yerine gittikçe daha hasta hissediyorsanız, bir hemşire görme isteği gibi ya da televizyon bile izlemeden yatakta uzanmak veya banyoya koşmak ve başka hiçbir şey yapmamak gibi…–Çocuklar için Disneyland gezisi yok, George Clooney ile hayallerindeki randevu yok(Amal’a özürlerimi iletiyorum, oh, bir de eşime…) bu teklifleri, kendinizi kötü hissettiğiniz için geri çevirmeniz gerekiyorsa–o zaman hastasınız demektir.

    2. Soru: Ne iyi gelir? Eğer televizyon izleyerek, (dışarıdaysanız) eve giderek veya eğlenceli olabilecek bir şey yaparak zihninizi dağıtabiliyorsanız, o zaman bu sadece endişe böceğidir. Gerçekten hasta olduğunuzda, zihninizi dağıtmak işe yaramaz. Yani mesela milyon dolarlık sorunuz sorulsa – Anneniz sizi arkadaşınızın evine ya da alışveriş merkezine götürmeyi teklif etse, gider miydiniz? Cevap evetse –o zaman endişedir. Bir süre sonra siz ve çocuğunuz cevapları çok ayrıntılı düşünmeniz gerekmez, sadece –iki sorunu sor–diyebilirsiniz ve direk rahatlamaya geçebilirsiniz.

    Kendinizi bilerek bazı durumlara maruz bırakın!

    Çocuğunuz ya da partneriniz, stresli bulduğu durumları sıraladığında ya da korku nedeniyle onlardan kaçındığında, en kolayından başlayarak sıkıntı önemli ölçüde azalıncaya kadar tekrar edin ve ardından, bir sonraki adıma geçin. Örneğin…

    • “Kusmak” kelimesinin eş anlamlılarını söylemek üzerine çalışın. Gerekirse önce yazın. Kelimeleri söylerken yakalamaca oynayın.

    • Öğürme sesleri üzerine çalışın, dilinizin arkasına bir kaşık, lolipop, yulaf ezmesi ya da patates püresi koyarak geriye doğru yavaşça hareket ettirin. Biraz öğürseniz bile kusmadığınızın farkına varın. İnternetten öğürme sesleri dinleyebilir veya aile üyelerinden birini sizin için bu ses efektlerini temin etmesi için tutabilirsiniz.

    • Sahte kusmukla yakalamaca oynayın (yenilik mağazalarından temin edebilirsiniz)

    • Bir aile üyesinin sadece su veya içinde birkaç parça mısır gevreği bulunan suyla, musluğa veya tuvalete sahte kusmasını izleyip, kusma görüntüsünü ve sesini prova yapın. Hazır olduğunuz zaman, bunu kendiniz deneyin.

    • Birkaç kaşık konserve çorbaya keskinlik için birkaç damla sirke damlatarak kendi sahte kusmuğunuzu yapın. Etrafında olmaya alışın ve hazır olduğunda sahte kusmuğunuzu tuvalete “kusun”.

    • İnsanların hastalanma videolarını izleyin – Google size ünlülerden örnekler, çocuklarıyla birlikte hızlı trene binen annene babalar ve daha yapılandırılmış sonuçlar verebilir.

    • Kusmanız ile tesadüfi olarak bağlantısı bulunduğu için kaçındığınız herhangi bir kişi, yer veya eşyalara yaklaşın–son defa hastayken yediğiniz için artık yemediğiniz yiyecekler gibi vs.

    Şakaları kullanın – Eğlenceyi yakalayın!

    • Kusma fobisi olan bir ergen ile oturduk ve hatırlayabildiğimiz tüm Beatles şarkılarının isimlerine “kusmuk” kelimesini yerleştirdik. “Kusmuğunu Tutmak İstiyorum”, “Bırak Kussun”, “Sonsuz Kusmuk Tarlaları”, “Hey Kusmuk”. Demek istediğimi anladınız. Bu daha genç nesille de uygulanabilir. “Sür, sür, sür kusmuğunu, nazikçe kusmuğun arasından.” Şapşalca, biliyorum. Fakat asıl nokta da bu. Böylesine sorgulanabilir zevkteki bir egzersizin işe yaramasının teknik bir sebebi var. Buna karşılıklı ketleme deniyor. Esasen, aynı anda iki hisse sahip olamazsınız. Eğlenceve korku hislerinden ikisi rekabete girer ve her ne kadar başta zor olsa ve korku baskın olsa da korku dağını aşar ve yaptığınız şeyden kaynaklanan eğlence ve absürtlük yönetimi ele alınca hızla diğer tarafa geçersiniz. İşte duyarsızlaştırma böyle çalışır.

    • ratemyvomit.com adresine girin (evet, bu site gerçekten var) ve fotoğraflara bakarak kusmuğun ne kadar iğrenç olduğunu puanlayın. Fazladan maruz bırakma için kendinize o kusmuğa “eşlik eden” sesi çıkarmak için meydan okuyun. Normal iğrenme haricinde bir sıkıntı kalmayıncaya kadar bölümü tekrar oynatın ya da resimlere tekrar bakın. Not: Ebeveynler yorumlardaki uygunsuz dil vs. nedeniyle her bir gönderiyi dikkatle önceden incelemelidir.

    Güvenlik önlemlerini ortadan kaldırın

    Yanınızda “ne olur ne olmaz” diye bir torba veya üzerinizi değiştirmek için bir kıyafet taşımayın. Hatırlayın, siz pek de kusmayan birisiniz, yanınızda bahar günü kar botları veya güneşli günde şemsiye taşır mısınız? Kusmak olasılık dâhilinde mi, evet ama büyük ihtimalle, hayır. Bu fazladan ekipmanları yanında taşımak bu riski dengelemiyor–ki bu asgari düzeydedir– fakat bu endişeyi yükseltir ve riski (gereksiz biçimde) zihninizde tutar.

    Hastalanma endişesi, olanları değiştirmez ya da yaşamda olmaz fakat hayatımızda gerçekte olanlardan tat alma ve onlara odaklanma yeteneğimizi kesin ve hızlı bir biçimde değiştirir. Endişe, hislerimiz değiştirebilir ancak asla ama asla gerçekleri değiştiremez. Endişenin sizi belirsizlik diyarındaki koltuğunuzun ucunda tutup “acaba şimdi mi olacak” diye meraklandırmasındansa, ne zaman olacağını tam olarak bilmediğiniz ve gerekli de olmadığı gerçekliğiyle barışın. Genellikle, hasta olacağımız zaman birçok uyarı alırız. Önemli olan şey, şu an uyarının olmaması. “Bu hıçkırık benim beynimde–Bunu şu an düşünmeme gerek yok. Aslında iyiyim. Bu buzdolabındaki çizme. Hasta hissetmiyordum, hasta değilim, sadece endişeliyim. Endişe beni korkutuyor. Sindirim sistemim gayet iyi çalışıyor ve iyi durumda. Ben pek de kusan tipte biri değilim! Sadeceemin değilsiniz, gayet iyi biliyorsunuz–aslında, endişe para etmese de bu sayede bir milyon dolar kazanabilirsiniz– zihninizin kontrolünü ele almanın getirdiği harika hisle anında kazanan olacaksınız.

    Yazar: Ph. D. Tamar Chansky

    Referanslar

    Kaynak: psychologytoday.com

  • Psikotik Semptomların 4 Kategorisi

                Psikoz, olmayan sesler duymak ve paranoyadan daha fazlasıdır.

    Önemli noktalar

    • Psikoz, pozitif, negatif, dezorganize ve katatonik belirtilere sahiptir.
    • Pozitif belirtiler, delüzyon gibi belirtileri içerir.
    • Negatif belirtiler ise olması gereken bir şeyin yokluğunu ele alır -bireyin sosyalleşme yeteneği gibi.
    • Dezorganize belirtiler, bireyin karışık düşünce sürecini ele alır. Katatonik bireyler ise çekingen, uzaklaşmış olabilirler, garip pozisyonlarda kalabilirler ve genellikle tedirginlerdir.

    Psikozun derinliklerine inebilmek ve onu anlayabilmek için, geniş spektruma sahip belirtilerine aşina olmak gerekir. Bu belirtiler, psikoz dendiğinde genellikle akla gelen “olmayan sesler duymak” ya da paranoya hissetmekten daha fazlasıdır.

    Okuyucular, psikotik belirtilerin 4 farklı kategorisini keşfettiklerinde şaşırabilirler. Bu kategoriler, pozitif, negatif, dezorganize ve katatonik belirtiler olarak ayrılırlar. 4 farklı kategori ve çok sayıda belirti, ilk başta zor ve yorucu görünse de, iyi organize edildiğinde akılda daha kalıcı hale gelmektedir. Söz konusu kategoriler şunlardır:

    Psikozun pozitif belirtileri

    Bu kategorinin ismi, belirtiler daha iyi, olumlu veya tercih edilebilir olduğu için pozitif değildir.  Pozitif, belirtilere ek olarak yaşanan diğer durumları işaret ediyor. Söz konusu belirtiler şunlardır: halüsinasyon ve delüzyon (sanrı)

    Halüsinasyonlar, içsel olarak ortaya çıkan duyusal olaylardır. Bireyler, ortamda hissettikleri stimülasyonu/ uyaranı oluşturan herhangi bir varlık yokken gerçekçi sesler, kokular, gürültüler, görüntüler, tatlar veya dokunsal deneyimler hissederler. 

    Bundan sonraki diğer 3 halüsinasyon deneyimleri psikoz dışında çok nadir görülür ve genellikle altta yatan diğer medikal sebeplere veya madde kullanımının etkilerine bağlı olarak ortaya çıkar. Bunları yaşayan bireyler, her zaman tıbbi değerlendirme için sevk edilmelidir.

    Delüzyonlar, inançla tutunulan yanlış ve sabit inançlardır.  Özünde, bireyin, çevresinde bazı olayların olup bittiğine, çevrede hiçbir kanıt olmamasına rağmen ikna olması ve inanması yatmaktadır. Bazı olaylar mantıklı ve makul olan olaylardır ve bunlara da bizar olmayan delüzyon/ sanrı denmektedir. Bu delüzyon tipine örnek olarak, aldatılma, hamile olma, herhangi bir hastalığa sahip olma, birinin bireye komplo kurması verilebilir.

    Bizar delüzyonlar ise mantıklı ve olası değildir. Bizar delüzyonlar, başkalarının bireyin düşüncesini duyabilmesi ya da kafasına düşünceleri sokabilmesi inancından, uzaylılarının birey üzerinde deney yapmasına kadar değişkenlik gösterebilir. Daha tuhaf bizar delüzyonlardan biri -nihilistik sanrı olarak bilinir- bireyin aslında var olmadığına inanmasıdır.

    Çoğu insan hem halüsinasyon hem de delüzyon yaşar. Bir keresinde İsa’nın yeryüzüne ikinci gelişi olduğuna inanan birisiyle çalışmıştım. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bunu ona Tanrı’nın bizzat kendisinin söylediğini savunmuştu. Bundan farklı olarak, bir anda objeleri kavrayamamaya başladı. Sık sık avuçlarına ve sonrasında yere bakmaya başladı. Ona iyi olup olmadığını sorduğumda, “Görmüyor musun?” dedi ve çarmıha gerildiğinden dolayı ellerinde oluşan deliklerin çok acıdığını ve kanadığını anlattı.

    Psikozun negatif belirtileri

    Pozitif belirtilerin tam tersine, negatif belirtiler bir şeyin yokluğunu işaret eder. Bu kategori şu belirtileri içerir:

    • Avolisyon: İstenilen şeyleri yapamama durumu, enerji ve istek azalması.
    • Bilişsel bozulmalar: Odaklanamama ve yavaş kavrama.
    • Düz veya uygunsuz surat ifadeleri: Duruma uygun olmayan ifade veya ifade eksikliği yaşama durumu. Korkulan bir olaydan bahsederken mutluymuşçasına gülümsemek, buna bir örnek olabilir.
    • Konuşma bozukluğu/Mutizm: Tek kelime veya basit kelimelerle iletişimi sürdürme veya tamamen konuşma eksikliği yaşanması durumudur.
    • Konuşma içeriğinde bozukluk: Bireyin konuşmaları herhangi bir içeriğe sahip değildir. En iyi şekilde şu videoda 1:25-1:40 dakika aralığında örneklendirilmiştir.
    • Sosyal geri çekilme: Uyum sağlayamama durumu. Genellikle hastalık veya paranoya sebebiyle yaşanır ve diğer insanlardan uzaklaşma olarak sonuçlanır.
    • Engellenmiş düşünce: Bireyin söyleyecek bir şeyi var gibi görünse de düşüncelerini çıkaramaması veya konuşma esnasında aniden duraksayıp daha sonra tamamen başka bir konudan devam etmesi. Örnekleme için tren metaforu yani kapıların kapalı ve ışıkların yanıp sönüyor olmasına rağmen trenin bir türlü gelmemesi, kullanılabilir.

    Psikozda dezorganize belirtiler

    Psikozdaki düzensizlik, dağınıklık veya düzensizlik içinde yaşama anlamına gelmez. Daha doğru tanımı, düşüncelerinde düzensizlik olmasıdır.  Bu tarz belirtiler şunlardır:

    • Ayrıntıcı düşünce: Birey bir konudan bahsederken direkt bahsetmek istediği noktaya gelemez. Konunun içine gerekli olmayan veya konuya dahil olmayan bir sürü detay ekleyerek konuyu dağıtır fakat sonunda hepsini birbirine bağlayıp ulaşmak istediği noktaya ulaşır.
    • Klang Çağrışım: Kafiyeli veya şarkı ritmine sahip konuşma kalıbıyla konuşma durumudur. Bireyler söylediklerinin anlamından çok nasıl duyulduklarıyla daha çok ilgilenir ve bir tekerleme gibi konuşurlar.
    • Düşüncelerin uçuşması/ raydan çıkması: Birey konuşurken düşüncelerini tamamlayamaz ve konudan konuya atlar. Raydan çıkması durumu ise şiddetlidir, birey kıyafetlerinden bahsederken bir anda uyarmadan herhangi alakasız bir konudan konuşmaya başlar.
    • Çağrışım gevşekliği: Düşünceler arasındaki paralel, mantıksal ilişkinin kaybolmasıdır. Örneğin bir hastam bana, “Bakın! Size bunun sorun olmadığını söylemiştim. Burada bir sorun yok. Bu sütün markası Hood ve ben de bu mahalledenim. Her şey yolunda.” demişti.
    • Kelime uydurma (Neologism): Bireylerin anlam ifade etmeyen yeni kelimeler üretmesidir. Bir hasta, o gün içinde olduğu modu irite olmuş ve üzgün olarak belirtmek yerine daha iyi tanımlamak adına “purpling” gibi bir kelime uydurmuştur.
    • Kelime salatası: Bireyin oluşturduğu cümlelerdeki sözcüklerin anlam ve diziliş olarak birbirinden alakasız oluşudur. Kelimeler sanki kocaman karışık bir yığından dökülüp cümle haline getirilmiş gibidir.

    Psikozda katatonik görünüm

    Çoğu insan katatoniyi, içe dönük, hareketsiz ve sessiz olma durumu olarak biliyor olabilir. Fakat katatonik durumlar içe dönük ve heyecanlı/ hareketli olarak iki kategoriye bölünebilirler.

    İçe dönük katatonik belirtiler yaşayan bireyler, garip pozlar halinde saatlerce donakalabilirler, aynı zamanda o durumdayken başkaları tarafından da değişik pozlara sokulabilirler. Bazı bireyler ise sağlam ve hareketsiz kalarak dışarıdan herhangi bir etkiyle pozisyon değiştirmezler. Konuşma veya surat ifadeleri oluşturmaya eğilimleri yoktur fakat bazen yüzlerini ekşitirler ve dışarıdan gelen hiçbir stimülasyona/ uyarana cevap vermezler.

    Daha heyecanlı ve hareketli katatonik belirtiler yaşayan bireyler ise telaşlı, heyecanlı ve fevri davranırlar. Bazen stereotip adı verilen anlamsız, tekrar eden davranışlarda bulunurlar. Diğerlerinin konuşma seslerine veya çıkardıkları seslere eko yaparlar ve diğer insanların davranışlarını taklit ederler.


    Yazar: Anthony Smith, LMHC, 20 yıllık tecrübesi olan bir terapist, profesör, süpervizör ve çocuk mahkemelerinde jüri üyesidir.

    İçerik Defne Özer tarafından çevrilmiştir.

    Referanslar

    Referans

    Smith, A. (n.d.). 4 categories of psychotic symptoms. Psychology Today. Retrieved November 25, 2021, from https://www.psychologytoday.com/us/blog/and-running/202109/4-categories-psychotic-symptoms.

  • Özgürlük Anksiyetesi Nedir?

    Varoluşçu yaklaşımın temel meselelerinden olan özgür irade ve seçim aynı zamanda varoluşçu psikoterapi uygulamalarının da temelinde yer alır. Psikopatolojinin temelinde kişinin seçimlerinin sorumluluğunu üstlenmekten kaçınması ve seçim yapmakta yaşadığı problemlerin olduğu kabul edilir. İnsan doğasının bir parçası olan özgür iradenin, bizi farklı kılan ve bizi biz yapan yapımızı şekillendirmede rol oynaması gerekirken günümüzün hızlı yaşama ve tüketme döngüsü içinde unuttuğumuz, hapsettiğimiz ve kaçındığımız bir şey haline gelmiş durumda.

    Özgürlük anksiyetesi

    Özgürlükten bahsederken kaygıdan da bahsetmek bir tezat oluşturuyor gibi görünse de insan davranışı ve insan doğası göz önünde bulundurulduğunda aslında hiç de şaşırtıcı gelmemektedir. Özgürlük, zihnimizde kendini olumlu çağrışımlarla belli ederken varoluşsal olarak kasveti de beraberinde getirir. Özgürlük insan için korkutucudur, çünkü özgür olmak hiçbir şeye tutunmadan serbest ve kendiyle olmak algısını taşır. Bu anlamda varoluşsal olarak özgürlük kaygısı yaşadığımız söylenebilir. Ölüm korkusunda olduğu gibi özgürlük kaygısı kendini apaçık hissettirmez, kişi böyle bir kaygının farkında değildir. Ancak ne zaman bir seçim ya da zorlanma durumu kişinin karşısına çıksa kişi bundan kurtulmak ve rahatlamak için kendinden daha büyük bir güç arar; otorite, ebeveynler, sistem vs. Böylece kişi onların himayesine sığınır ve kendi iradesinden olabildiğince kaçmış olur. Ne yazık ki bu kaçış kendinden de kaçması anlamına gelir.

    Özgür irade ve seçim yapma=Sorumluluk

    İnsan her şey olma özgürlüğüne sahiptir. Hem biyolojik hem de psikolojik olarak ister ölme ister yaşama özgürlüğüne sahiptir. İster kendi olur, isterse bin bir maskenin ardına saklanarak kendini gizler. İster ilerler, isterse geriler. Ancak her şeyi dışardan kendisine dayatılmış gibi gören, mecburiyetler, zaruriyetler ve kaderciliğe sığınan kişi varoluşçu yaklaşıma göre özgür iradesine yüzünü çevirmiştir. Üstelik varoluşçu psikoterapi yaklaşımına göre de patolojinin çekirdeğini bu sorumluluktan kaçma davranışı oluşturmaktadır. Hepsinden de öte bu kişi iradesinden kaçınarak doğasının özgürlüğünü inkâr ediyordur. Yaşadığı şeylere kendi seçimlerinin yol açtığını kabullenmek elbette ki korkutucu gelebilir. Ancak bu, kişinin özgür seçim yaparak neler yapabileceğini görmesi bakımından oldukça önemlidir. Üstelik olayların gidişatını değiştirmek ve kişinin kim olduğunu bulabilmesi bu yolla mümkündür. Kendi seçimleriyle kuracağı yaşamı anlamlandırmak da yine yalnız bu yolla gerçekleşebilir.

    Çoğumuz bir karar vermemiz gerektiğinde strese girer, neyin daha doğru olduğu, ne yapmamız gerektiği, sonuçlarının ne olacağı üzerinde düşünüp dururuz. Seçenekler azaldıkça seçim yapmak daha da güçleşir. Ani gelişen durumlarda duygular ya da dürtüler harekete geçip seçimlerimizi belirleyebilir. Bazı durumlarda bize seçme şansı bırakamayacak birtakım otoriteler ya da yaşam olayları devrededir ve özgür irademiz devre dışı kalmıştır. Örneğin, doğmak, ölmek gibi yaşam olaylarının meydana geliş biçimi, ceza ve hukuk sistemlerine göre davranma mecburiyeti gibi. Bu tür durumlarda kişinin davranışlarını şekillendiren dış güçlerin etkisi yadsınamaz. Ancak bilinçli bir şekilde seçim yapmamızın beklendiği durumlarda irade bizim elimizdedir. Böylesi bir durumda yaşanan seçme problemi aslında varoluşsal bakış açısıyla seçememe probleminden kaynaklanır. Çünkü bir seçim yapmak diğer bütün seçeneklerden vazgeçmek anlamına gelir. Bir şeye evet dediğimizde aslında onun dışında kalan birçok şeye de hayır demiş oluruz. Diğer seçenekleri öldürmek insan için oldukça güçtür.

    Yaşadıklarımızın payını her zaman diğerlerine, çevresel faktörlere, koşullara bağladıkça olan bitendeki kendi rolümüzü görmekte zorlanırız. Varoluşçu yaklaşım insanın özgür iradesini vurgularken seçim yapma özgürlüğünün kendisinde olduğunu söyler. Ancak bunun en önemli sonucu sorumluluğun da kişinin kendisine ait olmasıdır.  Sorumluluk almak kişinin çok küçük yaşlarda edinmesi beklenen yaşam alanını düzenleme, kendiyle ilgili meselelerde aktif olma gibi süreçlerden çok farklı olmamakla beraber daha varoluşsal bir anlam da taşımaktadır. Kişi nasıl bir insan olduğu ve bu hayattaki yerinin sorumluluğunu da almalıdır. Yaşadığı müddetçe yapmış olduğu seçimler sonucu bugün burada bu kişidir, bu kişinin mimarının kendisi olduğunu kabullenmesi beklenir.

    Varoluşçu yaklaşım, insanın özgür iradesine güvenir, yaptığı seçimlerin sonuçlarını üstlenmesinde ona rehberlik eder. Kişi için büyüme ve gelişme yolununun seçmek ve sorumluluk almakta olduğunu varsayarak hareket eden varoluşsal yaklaşım, tıpkı insancıl yaklaşımlarda olduğu gibi kişinin potansiyelini açığa çıkarmak ve kendine has bir yaşam inşasında onu desteklemek amacındadır. İnsan olmak, her ne kadar kaygı verici olsa da özgürlüğü tanımak ve ona fırsat vermek yükümlülüğü doğurur. Tıpkı ölüm anksiyetesinde ölümle yüzleşmenin iyileştirici olması gibi, özgürlük anksiyetesinde de özgürlükle yüzleşmek gerekmektedir.

    Referanslar
    • Rogers, C. R. (2018). Kişi Olmaya Dair (4.Basım). (A. Babacan, Çev.). İstanbul: Okuyan Us Yayınları.
    • Yalom, I. (2017). Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek (1.Baskı). (Z, Babayiğit, Çev.). İstanbul: Pegasus Yayınları.
  • Oyun Terapisi Nedir?

    Oyun terapisi odaklı bu yazı, Beylikdüzü’nde oyun terapisti arayışında olanlar için hazırlanmış bir rehber niteliğindedir.

    Çocukluk, çocuk olmak ve çocukluk döneminin özellikleriyle ilgili merak ilkçağ filozoflarından bu yana ilgi merkezindedir. Çocukların eğitiminde yeteneklerin önemsenmesi gerektiğini vurgulayan Platon’dan günümüze kadar çocukların gereksinimlerinin neler olduğu, eğitimleri konusunda ebeveynlerin tutumlarının iyileştirilmesi ve gelişim özellikleri göz önünde bulundurularak ihtiyaçlarına karşılık verilmesi gibi çok boyutlu yaklaşımlar benimsenmektedir. Birleşmiş Milletler’in tanımına göre 18 yaş altındaki tüm bireyler çocuk olarak kabul edilmektedir. 1989 yılında kabul edilen Çocuk Hakları Sözleşmesi Türkiye de dâhil 193 tarafından kabul edilmiş, sözleşmede çocuk haklarının korunması amaçlanmış, sözleşmenin 31.maddesinde çocukların “dinlenme ve oyun hakkına sahip oldukları” vurgulanmıştır (7).

    Çocuk ve oyun

    Çocukluk sınırsız hayal gücü ve devamlı bir merak duygusuyla şekillenen doymak bilmeden oyun oynama ile eşleştirdiğimiz bir dönemdir. “Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz” atasözü de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde oyun; yetenek ve zekâ geliştirici, belli kuralları olan, iyi vakit geçirmeye yarayan eğlence olarak tanımlanmıştır (9).

    Haluk Yavuzer’in yaptığı tanımlamaya göre oynamak; düşünmeden, yalnızca eğlenmek amaçlı yapılan bir eylemdir. Bu tanımlamaya göre oyun bir süreç olarak değerlendirilebilir (7). Bir gelişim kuramcısı olarak Piaget, oyunun çocuğun bilişsel gelişiminde önemli bir rolü olduğunu söylemiş, çocuğun çok erken yaşlardan itibaren oynamaya başladığını ifade etmiştir. Piaget’e benzer olarak Vygotsky de oyunun çocuklar için bilişsel gelişim ortamı oluşturduğunu söylemiştir. Ona göre oyun çocuklara yeni, meraklı, karmaşık ve heyecanlı bir ortam sunar (6).

    Oyun kuramları

    1) Klasik kuramcılar

    a. Fazla enerji kuramı: 19.yy İngiliz filozofu ve psikoloğu Spencer, oyuna fazla enerji kuramıyla yaklaşmıştır. Ona göre tamamen anne babaya bağımlı olan, onlar tarafından ihtiyaçları karşılanan, hayatta kalmak için herhangi bir çaba harcamayan bebek ve çocuklar enerji fazlasına sahiptirler. Bunu dışarı atabilmenin tek yolu da oyundur (5).

    b. Eğlence kuramı: Alman şair Lazarus fazla enerji kuramının tersine kuramını enerjinin tüketilmesine dayandırmıştır. İnsan bir şeyle meşgulken enerji harcar ve sisteminde bir enerji açığı meydana gelir. Hoşa giden bir aktivite ile uğraşıldığında ya da uyku esnasında bu enerji açığı kapanır. Dolayısıyla oyun, sistemde meydana gelen enerji açığını kapatma yoludur (5).

    c. Tekrarlama kuramı: Çocuk psikolojisinin öncülerinden olan 19.yy kuramcısı Hall, gelişime evrimsel açıdan yaklaşmıştır. Çocukların oyunla içgüdülerini sergilediklerini ve oynanan oyunların yaşlara göre bir düzen içerdiğini ifade etmiştir. Ona göre koşma, atlama, zıplama, vurma gibi oyun eylemleri eski çağlardaki avlanma faaliyetlerinin bir uzantısı olarak ortaya çıkmaktadır (5).

    d. Pratik ve egzersiz öncesi kuramı: Bir başka 19.yy düşünürü olarak Gross, oyunun içgüdüsel olduğunu söylemiştir. Ona göre bazı hayvan türlerinde oyun döneminin olmaması yavrunun tüm içgüdüsel davranışları edinmiş olarak doğmasından kaynaklanmaktadır. İnsanda ise oyun ile içgüdüsel davranışlar edinilmektedir, dışarıda gördüklerini oyunda tekrarlayan çocuklar bu davranışları öğrenmektedirler. Kovalamak, vurmak, kırmak eylemler içeren oyunlar deneysel ve genel fonksiyonlu oyunlar; aile oyunları ve hayali oyunlar ise sosyal oyunlar olarak tanımlanmıştır (5).

    e. Uyandırma-değiştirme kuramı: 20.yy kuramcılarından Berlyne ve Ellis oyuna nörobiyolojik bir açıdan bakmışlardır. Buna göre oyun uyarıcı arama aktivitesidir. Dış dünyadaki uyaranlar fazlalaştıkça bireye rahatsızlık verirler. Bu nedenle rahatsız uyarıcıları daha uygun uyaranlar bularak azaltma faaliyetleri aranmaya başlanır (5).

    2) Modern kuramcılar

    a. Psikoanalitik kuram: Freud, çocuğun oyun sayesinde duygusal problemlerini anlayabileceğimizi söylemiştir. Ona göre oynayan çocuk, karşılaştığı güçlük ve problemlerden oyunla uzaklaştığından kendini daha güçlü hissedecektir (5). Erickson oyunu psikososyal gelişim için önemli bir unsur olarak değerlendirmiştir. Oyunda gerçek yaşamdan esinlenilir, ebeveynler model alınır. Erickson aynı zamanda kız ve erkeklerin farklı içerikte oyunlar oynadığını da göstermiştir. Kızlar daha içe kapanık, sakin oyunlar kurarken erkekler aktif ve dışadönük oyunlarla ilgilenmektedir (5,6). Adler oyunun çocuğu geleceğe hazırladığını vurgulamış, oyunu toplum hayatıyla ilgili bir egzersiz olarak görmüştür. Aynı zamanda oyunu çocuğun kendini ifade etme aracı olarak tanımlamıştır (3).

    b. Zihinsel kuram: Piaget, oyunun bilişsel gelişimde önemli bir yer tuttuğunu ve farklı yaşlarda farklı tarzda oyunlar oynandığını belirtmiştir. Piaget tarafından yaşamın ilk yıllarında elleriyle oynama, çıngırağı sallama gibi amaçsız eylemlerle kendini gösteren oyunlar “alıştırmalı oyunlar” olarak tanımlanmıştır (4). 9.aydan itibaren yavaş yavaş başlayan “sembolik oyun” ve 18 aylıkken ortaya çıkan “mış gibi oyun” 4-5 yaşlarında zirveye ulaşır. Bu yaşlarda çocuklar bir sopayı at gibi, masayı evmiş gibi kullanarak oynarlar (6,7). 7-11 yaşları arasında ise diğerleriyle oynama, oyunun kurallarını belirleme ve grup içi dinamiklerine dikkat etmeyle paralel olan “kuralı oyunlar” oynanmaya başlanır (6).

    c. Sosyokültürel kuram: Gelişim kuramcılarından bir başka önemli isim olan Vygotsky, çocukların oyun oynarken nesnelerin ya da kavramların anlamlarını da öğrendiklerini söylemiştir. Sopayı “at”mış gibi oynayan çocuk atın anlamını öğrenmiş demektir. Sosyokültürel özelikleri ön plana çıkaran bir başka isim ise Bruner’dir. Oyunda yaratıcılık ve esnekliği ilerletmeye vurgu yapmıştır. Çocuklar oyun içinde birçok davranışı deneyimleyebilirler, oyun içinde yanlış-doğru yapmak yoktur. Bu bakımdan oyun bir öğrenme ortamıdır (5).

    Oyun çocuklar için doğal bir süreçtir ve neredeyse bir ihtiyaç gibidir. Çocuklar oynadıkça hem dünyayı hem de kendilerini tanırlar. Aynı zamanda büyür ve gelişirler (11). Oyunun çocuğun gelişiminde oynadığı role birçok açıdan değinilebilir:

    • Fiziksel gelişim: Atlama, koşma, tırmanma gibi fiziksel güç kullanımıyla birlikte vücut sistemlerinin düzenli çalışması, fazla yağın yakılması, kasların güçlenmesi, obezite ve kardiyovasküler hastalıklara karşı koruyucu bir işlev görmesi (3).
    • Psikomotor gelişim: Dengesini sağlayabilme becerisi, hızını ve gücünü yerinde-zamanında kullanabilme, dikkat, konsantrasyon ve esneklik becerileri kazanma, el-göz koordinasyonu, kaba ve ince motor becerilerinin gelişmesi (3).
    • Duygusal gelişim: Çocuğun ifade edemediği duygularını oyunla açığa çıkarması, duygusal ifadelerin uygun bir şekilde verilmesini oyun ortamında test etme, olumsuz duyguları ve fazla enerjiyi oyunla dışarı atma (11).
    • Sosyal gelişim: Oyunda diğerleriyle dayanışma ve işbirliğine dayalı ilişkiler kurma, ebeveynlerin tutumlarını ve kendine davranışlarını oyuncaklara yönelterek onlarla özdeşim kurma çabaları, farklı roller deneme, liderlik, hak, özgürlük, diğerlerine saygı, sıra bekleme gibi kavramları öğrenme (2,10).
    • Dil gelişimi: Oynanan oyunlarda sesli bir şekilde anlatım, masal anlatma ve şarkı söyleme gibi faaliyetlerle dil kullanımı konusunda ustalaşma (3).
    • Bilişsel gelişim: Dünyayı ve nesneleri keşfetme, merak duygusunu tatmin etme, araştırma ve düşünme, nesneler yardımıyla büyüklük, ağırlık, hacim gibi kavramları tanıma, duyuların keskinleşmesi, sahip olduğu beceri ve yeteneklerinin gelişmesi, özgürlük sınırlarını test etme, hayal gücünün ortaya çıkması ve zenginleşmesi (2,10).

    Oyunun çocuğun doğasında olması ve gelişiminde oynadığı büyük rol düşünüldüğünde çocukların kendilerini sözel olarak ifade etmelerindeki yetersizlikler oyun kullanarak çocukları daha iyi anlama anlayışını doğurmuştur. Çocuklarda görülen davranışsal ve duygusal problemleri oyun ile ele almaktan doğan bu süreçte oyun terapisinin çocuklar için tedavi amaçlı ilk kullanımı fobiler üzerinde olmuştur. Fobiler üzerinde çalışmada, çocuğun korktuğu fobik nesne ile yüzleşmesi, onunla oynayarak korkutucu değerini gözünde küçültmesi ve bu sayede benlik değerinin artması söz konusudur (7).

    Oyun terapisi nedir?

    Amerika merkezli Oyun Terapisi Derneği’nin sitesinde oyun terapisi, “eğitimli oyun terapistleri tarafından, danışanların psikososyal sorunlarını çözmelerine, ideal büyüme ve gelişimi gerçekleştirmelerine yardımcı olmak amacıyla, oyunun terapötik gücünden yararlandıkları kişiler arası bir süreç inşa etmek için kuramsal bir modelin sistemli bir biçimde kullanılması” olarak tanımlanmıştır. İngiltere merkezli Oyun Terapisi Derneği ise oyun terapisini, “çocukların davranışlarını değiştirmede, özgüvenlerini geliştirmede, sağlıklı ilişkiler kurmasında çocuklara yardımcı olan etkili bir terapi” olarak tanımlamıştır (7).

    Oyun terapisinin tarihsel süreci

    Psikanalizin bilinçdışı içeriğin bilinçli hale getirilmesinde başvurduğu temel yöntem “serbest çağrışımdır”. Burada hasta hiçbir sansür uygulamadan aklına gelen tüm düşünceleri sözel olarak aktarır. Oysaki çocuklar kendilerini sözel olarak anlatmakta henüz yetkin değildirler. Üstelik çocuklardan bunların ne anlama geldiğine dair farkındalık geliştirmeleri de beklenemez. Dolayısıyla çocukların psikoterapisinde klasik psikanaliz yöntemleri dışında yeni yöntemler denemek zorunlu hale gelmiştir (7).

    Oyunla tedavide ilk kez bir yöntem geliştiren Anna Freud olmuştur. Anna Freud’un terapisinde çocuk oyuncak dolabından istediği oyuncakları seçerek bir oyun kurar ve oynamaya başlar. Terapist çocuğu uzun süre gözlemledikten sonra oyundaki gizli temaları yorumlamaya ve çocuğa bunları anlatmaya çalışır (7).

    Melanie Klein, Anna Freud’dan farklı olarak kullandığı oyun terapisi yönteminde çocuğu uzun süre gözlemlemek yerine, bir şey sezer sezmez yorumlaya çalışmıştır (7). Hem Anna Freud hem de Klein’in yöntemlerinde psikanalizin bir getirisi olarak yorumlama ön plana çıkmıştır. Ancak daha önce de vurgulandığı üzere çocuklar farkındalık geliştirmede başarılı değildirler.

    İsviçreli psikanalist Hans Zulliger, kendi terapi yaklaşımında yorumlamayı çıkarmış, çocukların yalnızca oyun oynayarak da iyileşebileceklerini ifade etmiştir. Bilinçdışı içeriğe olan ilgiden ziyade çocuğun oynamasını ve oyundan bir şeyler öğrenmesini önemsemiştir (7).

    1930’lu yıllarda David Levy’nin geliştirdiği “Salınım-Boşaltım Terapi” tekniğinde çocuklarda stres ve baskı oluşturan durumları oyuncaklar yoluyla tekrar canlandırma ve böylece çocuğun sıkıntısını boşaltmasını sağlama temel amaç olmuştur (7). Psikanalitik yaklaşımlardan sonra bu terapi tekniği büyük bir gelişme olarak kendini göstermiştir. Gove Hambridge, Levy’nin çalışmalarını genişleterek “Yapılandırılmış Oyun Terapisi” tekniğini oluşturmuş, burada çocuğun oyuncaklar yardımıyla sıkıntısını daha sistematik bir biçimde ele alma ve çocuğun da endişesini kontrol edebilir hale gelmesini sağlama hedeflenmiştir (7).

    Oyun terapisinin gelişimindeki üçüncü önemli akım ise ilişki merkezli oyun terapileri olmuştur. Terapinin temelini terapistle çocuk arasında kurulan doğal ilişki oluşturmuştur (7). Terapist harekete geçirici ve empatik bir konumdadır. Şartlandırmaz, olumlu kabul sergiler (5).

    Oyun terapisindeki bir diğer önemli gelişme Virginia Axline’nin Carl Rogers’in Danışan Merkezli Terapi esaslarını oyun terapisine uyarlayarak “Yönlendirmesiz oyun Terapisi” tekniğini geliştirmesi olmuştur. Burada çocuk istediği gibi oynar, çocuktan oyun içinde kendi davranışlarını ve kendini yönetmesi beklenir. Bu teknik daha sonraları Gary Landerth tarafından kavramsallaştırılarak Çocuk Merkezli Oyun Terapisi olarak genişletilmiştir. (5,7).

    Jung’un öğrencilerinden olan Dora Kalff Kum Terapisi adını verdiği teknik ile çocukların kumdaki çalışmalarının içsel psikşik güçleri ifade ettiğini düşünmüştür (7).

    Çocukla ebeveyn arasındaki ilişkiye ve çocuğun güçlülüğü ve potansiyeline yapılan vurguyla kendini gösteren yönlendirmesiz bir oyun terapisi tekniği olarak ortaya konan Theraplay terapi Anna Jernberg ve ekibi tarafından uygulanmaya başlamıştır (7).

    Oyun terapisinin mantığı

    • Çocuklar etraflarında veya içlerinde neler olup bittiğini, neler deneyimlediklerini oyun yoluyla anlatırlar,
    • Terapideki oyuncaklar çocuğun dilidir,
    • Oyunların sembolik anlamları önemlidir, çocuk korkularını, kaygılarını, fantezilerini nesnelere aktarır ve bu şekilde bir oyun kurar,
    • Oyun ortamı çocuğun kendini güvende hissetmesini sağlar,
    • Terapistin kabul ediciliği, yargılamadan ve eleştirmeden orada bulunuşu çocuğun güvende hissetmesine ve kendini açmasına olanak verir,
    • Çocuk yaşadığı travmaları ve sıkıntıları oyuna aktardığında problemlerle baş etme ve uyum sağlama becerilerini doğrudan gözlemleme fırsatı doğar,
    • Gözlemlenen içerikler çocuğa daha işlevsel baş etme yollarının gösterilmesi için fırsat sunar,
    • Terapide konulan sınırlar çocuğun kendini kontrol etme becerilerini artırır,
    • Terapi süreci çocuğun duygu ve düşüncelerini ifade etmesiyle beraber kendi iç dünyasını keşfettiği bir süreçtir (5).

    Oyun terapisinde oyuncak kullanımı

    • Terapi odası yüzlerce oyuncağın bulunduğu oyuncaklarla donatılmış bir oda olmak zorunda değildir,
    • Önemli olan çocuğun kendini ifade edebileceği ve duygularına hitap eden oyuncakları seçmesi, onlarla oynamasıdır,
    • Orada bulunan oyuncakların seçiminde gerçek yaşam deneyimlerinin ifadesi, duyguların tüm boyutlarıyla açıklanması ve söze gerek kalmadan açıklayıcı olması amaçlarına hizmet etme derecesi önemsenmelidir,
    • Mekanik ve karmaşık oyuncaklar olmamalıdır,
    • Çocukları bağımlı, kendine güvenini sarsacak içerikte oyuncaklar olmamalıdır,
    • Çocuk bütün oyuncakları görebilmelidir,
    • Oda dağınık olmamalıdır,
    • Oyun oynarken çocuk kendini özgür hissetmelidir (5).

    Oyun terapisinde sınır koyma

    Çocuğun oyun oynarken kendini özgür hissetmesi sağlanırken bir yandan da oyun terapisi sürecine sınır koymak oldukça önemlidir. Buradaki temel amaç gerçek yaşam düzenini terapide de sürdürmek, terapiden sonra yaşamın normal seyrinde devam edeceğini göstermektir. Terapötik ilişkiyi korumak, çocuğun kendini kontrol etmesi, kendi sorumluluğunu almasının sağlanması, çocuk ve terapist arasındaki güven hissinin korunması sınır koymadaki diğer amaçlardır. Seansların belirli bir sürede gerçekleşmesi ve terapinin hep devam etmeyecek olması temel sınırdır. Terapi odasından oyuncak alınamaz ve odanın dışına çıkarılamaz. Çocuk kendine zarar veremez. Terapi yaklaşımında ebeveyn katılımı yoksa çocuk ebeveyni ile birlikte odada bulunamaz. Bunlar çocuğa terapinin başında açıklanmalıdır. Bunun gibi sınırlar başlıca sınırlardır. Sınırlar olmadan çocuk kendini kontrol etmeyi öğrenemez. Bununla beraber çocuğun sınırları kırma arzusu veya girişimi de çocuk hakkında bazı ipuçlarının elde edilmesine yardımcı olmaktadır (5).

    Oyun Terapisi Çeşitleri Nelerdir?

    Çocuk merkezli oyun terapisi (ÇMOT)

    Temellerini Carl Rogers’in Danışan Merkezli Terapisi’nden almış olan yaklaşım Virginia Axline tarafından 1940’lı yıllarda oyun terapisinde kullanılmıştır (7).Temel amaç çocuğun davranışlarını değiştirmek ve kontrol etmek yerine çocuğun kendi davranışlarının farkına varmasını sağlamaktır. Terapistle çocuk arasında kurulan ilişkinin iyileştirici gücü olduğu varsayılır.

    • Çoğunlukla 2-10 yaş arasındaki çocuklarda kullanılır,
    • Problem yerine çocuk; geçmiş yerine şu an; düşünce, hareketler yerine duygular; açıklama yerine anlayış; düzeltme yerine kabullenme önemlidir,
    • Hangi oyuncağı seçeceği ve hangi oyunu oynayacağı çocuğa kalmıştır, terapötik süreci çocuk yönetir,
    • Terapist çocukla ilgilidir ve sıcak bir ilişki kurma çabasındadır,
    • Çocuğun duyguları ona geri yansıtılır,
    • Çocuğun becerileri, potansiyeli ve içsel süreçlerine güvenilir,
    • ÇMOT’nin depresyon, kaygı, takıntı gibi belli başlı sorunlarda etkili olduğu gösterilmiştir (7).

    Deneyimsel oyun terapisi (DOT)

    Byron E. Norton ve Carol Norton tarafından geliştirilen deneyimsel oyun terapisi ilişkisel oyun terapisi ve çocuk merkezli oyun terapisinin bir birleşimi ve onların genişletilmiş halidir. DOT’un temel varsayımı çocukların dünyayı bilişsel değil deneyimsel algıladıkları şeklindedir. DOT, çocuk merkezli oyun terapisinden metaforların yorumu noktasında ayrılır. “Ormandayız ve etrafımda bir sürü böcek var” ifadesi DOT terapisti için yalnızca bir korku ifadesi değil, çocuğun deneyimlemiş olduğu travmatik bir yaşantıya dair önemli ipuçları barındıran bir metafor olarak görülür. Çocuğu anlamak için bu ifadelere önem verilir, gerektiğinde aile ile de paylaşılır. ÇMOT’de ise terapistin çocukla kurduğu ilişki önemsendiğinden metaforlar araştırılmaz ve yorumlanmaya çalışılmaz. ÇMOT’de terapistin sözel geribildirimi ve yansıtma varken, DOT’da terapistin rolü çocukla beraber oyunu deneyimlemektir. Çocuk oyununa terapisti dahil etmek istediğinde terapist oyuna katılır. Terapist çocuk tarafından verilen rolü yerine getirir, çocuk nasıl isterse o şekilde davranır. Kaygı ve korkuları olan, depresyon, boşanma sonrası uyum sorunu, psikosomatik sorunlar gibi problemleri olan çocuklarda bu terapinin etkili olduğu görülmüştür (7).

    Deneyimsel oyun terapisinde çocukların 5 aşamadan geçerek terapiyi tamamladıkları görülmüştür (7):

    1. Keşif aşaması: İlk birkaç seansı içerir. Odanın keşfedilmesi, oyuncakları inceleme söz konusudur. Çocuk temkinlidir.
    2. Korunma için sınama aşaması: Çocuk terapiste güvenip güvenemeyeceğini sınar. Ne kadar özgürlüğe sahip olduğunu, terapistin ona ne kadar tahammülü olduğu ve ihtiyacı olduğunda orada olmaya devam edip etmeyeceğini çeşitli davranışlarıyla test eder. Yeterli güvenlik hissi oluştuğunda kendini açmaya hazır hale gelir.
    3. Bağımlılık aşaması: Çocuk travmatik deneyimini fantezi oyunlarıyla açığa çıkarır. Terapisti oyuna davet etmede isteklidir.
    4. Terapötik büyüme aşaması: Travmatik deneyimini aktardığı için donuklaşır, odada gezinmeye başlar. Yeni kimliğinive hissettiği yeni duyguları keşfetmeye çalışır.
    5. Sonlandırma aşaması: Aktarılan ve keşfedilen her şeyle beraber çocuk artık bağımsızlığını kazanır ve terapiye veda etmeye hazırdır.

    Gelişimsel oyun terapisi (GOT)

    Gelişimsel oyun terapisi Viola Brody tarafından geliştirilmiş, terapist tarafından yönlendirilmeyi içeren bir tekniktir. Terapinin temelini çocuğun dokunma yoluyla iyileştirilmesi oluşturur. Dokunma çocuğun gelişimsel sürecinde önemli bir yere sahiptir. Sevginin aktarımı, güven duygusunun hissedilmesi ve diğerlerince değer verildiği hissi dokunmayla geçer. Bu nedenle GOT dokunmanın terapötik gücüne güvenmektedir. Gelişimsel oyun terapisinde oyuncak yoktur, dokunmaya dayalı oyunlar vardır. Bu özelliği nedeniyle tüm yaş gruplarındaki çocuklar için uygun bir terapi yöntemidir. Dokunma temelli oyunlar çocuk ile temel bakım veren arasındaki güvenli bağın kurulmasına yardım eder ve çocukta sıkıntı oluşturan durumun endişesinin azalmasına yardımcı olur (7).

    Gelişimsel oyun terapisinin 6 temel prensibi vardır:

    • Bir başkası tarafından dokunulmayı deneyimleyen çocuk, kendilik hissini geliştirir,
    • Çocuk, başkaları tarafından psikolojik anlamda görüldüğünü ilk olarak dokunulma yolu ile deneyimler,
    • Çocuğun dokunulmayı deneyimleyebilmesi için dokunma konusunda yeterli bir yetişkinin ona dokunması gerekir,
    • İyi bir dokunucu olabilmek için, yetişkinin kendisine dokunulmaya müsaade etmesini öğrenmesi gerekir,
    • Çocuğun dokunmayı hissedebilmesi için, kendisine dokunmaya müsaade eder hale gelmesi gerekir,
    • Çocuğun dokunulduğu bir ilişkiyi sağlayabilmek için, terapist GOT’daki dokunma aktivitelerini doğru uygulamalıdır.

    Psikanalitik oyun terapisi

    Terapötik oyun fikriyle ilgilenenlerin başında Freud gelmektedir. Çocuklarda oyunun kendini ifade etme, arzuların gerçekleşmesi ve travmatik yaşantıların üstesinden gelinmesi olmak üzere üç temel işlevi olduğunu söylemiştir (7). Freud yetişkinler üzerinde terapi uygulamış ancak çocuklarla terapi yapmamıştır. Yalnızca “Küçük Hans Vakası” olarak bilinen bir vakanın takibini yapmıştır. Bu vaka Freud tarafından aktarılmıştır ve Freud çocukla yalnızca bir kez yüz yüze görüşmüştür. Çocuğun analist olan babası ve Freud arasında geçen yazışmalarla ve babanın günceleriyle, çocuğun tedavi planı Freud tarafından yürütülmüştür. Babanın aktardığı oyunlar ve çocuğun kullandığı dil bilinçdışı çatışmaların anlaşılması ve yorumlanmasında kullanılmıştır (4).

    Psikanalitik oyun yaklaşımın öncülerinden biri daha önce oyun terapisinin tarihsel sürecinde de ifade edildiği gibi Anna Freud’dur. Onun yaklaşımı çocukların oyun oynarken uzun süre izlenmesi ve oyunun altında yatan saklı anlamların keşfedilmesi üzerine kuruluydu. Klein’in yaklaşımı da Anna Freud ile benzerlik gösterse de uzun gözlemler yerine hemen yorumlama söz konusuydu. Her iki kuramcının da yöntemi gözlemlenen içeriklerin çocuğa yorumlanmasını içermekteydi. Erken dönem psikanalistlerinden olan Hans Zulliger yorumlama yaklaşımının çocuklara uygun olmadığını görmüş ve çocuğun yalnızca oyun oynamasına odaklanılması gerektiğine inanmıştı (7).

    Çocuk psikanalizinde öncü olan isimlerden bir diğeri Winnicott’tur. Kendinden önceki oyun terapisi yaklaşımlarını oyunun içeriğine gereğinden fazla odaklanmakla eleştirmiştir. Ona göre bu odaklanma çocuğun ihmal edilmesine neden olmuştur (7). Oyunun evrensel olduğunu ve  çocuklar için doğal bir süreç olarak ortaya çıktığını ifade etmiştir. Oyunun kendisi bir terapidir. Terapide oyun, çocukla iletişim kurmada bir araç gibi işlev görmekte, çocuk hakkında bilgi edinmeye yardımcı olmaktadır. Üstelik oyun sayesinde hem çocuklar hem de yetişkinler yaratıcı olmakta özgürdürler (10).

    Filial terapi (FT)

    1960’lı yıllarda Louise Guerney ve Bernard Guerney tarafından geliştirilmiştir. Çocuk merkezli oyun terapisi üzerine temellenen ilişki odaklı bir yaklaşım olmakla beraber terapist-çocuk ilişkisi yerine ebeveyn-çocuk ilişkisine önem verilir. Filial terapi ebeveynlerin terapötik değişimden sorumlu başlıca kişiler olduğunu kabul eder. Çocuk ve ebeveyn arasında sağlıklı bağlanmalar geliştirmek terapinin temel amaçlarındandır. Bu yönüyle bağlanma kuramından temel aldığı söylenebilir. Temel bakım verenle çocuk arasında sıcak, duyarlı ve olumlu kabule dayalı bir ilişki oluşturularak temel bakım verenin çocuk için “güvenli üs” haline gelmesine yardımcı olunur. Filial terapi, aile sistemleri kuramından da temel alır. Ebeveyn çocuk arasındaki ilişkiyi geliştirmenin yanında ebeveynlerin çocuk yetiştirme becerilerinin artırılması, tüm aile üyelerinin birbirlerinin ihtiyaçlarına yanıt verir hale geldiği bir aile ortamı oluşturmak hedeflenir. Bu özelikleri ile FT’nin davranış değişimi ya da belirtilerin azaltılmasından ziyade kişisel dönüşümleri hedeflediği söylenebilir (8).

    Filial terapistleri ebeveynleri terapiler konusunda eğitir, terapiler önce ofis ortamında daha sonra evde gerçekleştirilir. Terapist ebeveynlere süpervizyon verir ve geliştirilen ebeveynlik becerilerinin günlük yaşama da uyarlanması sağlanır. FT en çok 2-12 yaş aralığında uygulanmakla birlikte bu yaş sınırı dışındaki çocuk ve daha büyük bireyler için de uygun düzenlemelerle uygulanabilir. Koşullara ve bireylerin özelliklerine göre değişmekle beraber çoğunlukla 10-20 seans süren Filial terapi, kısa süreli bir terapi olarak değerlendirilmektedir (8).

    Theraplay

    İlk olarak Chicago Head Start programındaki anneler ve çocuklar arasındaki bağı güçlendirmek amaçlı kullanılan bu yaklaşım, diğer yöntemleri de kullanarak fiziksel temas ve çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak, çocukla ilişki kurmak üzerine kurulmuştur. 1971 yılında kurulan Theraplay Enstitüsü ile bu yöntem yaygınlaşarak kullanılmaya devam elmiştir (1). Theraplay bir bakıma oyun terapisi tekniği olarak görülebilir. Ebeveyn çocuk ilişkisi terapinin odağıdır. Temel amaç çocuk ile bakım verenler arasında düzenli, uyumlu bir ilişki oluşturmaktır, bu amaçla beveynler de terapiye dahil olurlar (1,7).

    Theraplay’de özel bir oyun odasına ihtiyaç yoktur, oyuncaklardan çok oyunlar ön plandadır. Diğer tekniklerden farklı olarak bu yöntem sade bir odada yerde oturularak uygulanır (7). Terapistin başlattığı terapi sürecinde ebeveynler etkileşime hazır olduklarında terapiye aktif olarak katılım sağlarlar. Terapist geribildirimlerle onları destekler (1). Theraplay bebeklikten itibaren 18 yaşa kadar ve hatta yetişkinlikte bile kullanılabilen bir yöntemdir. Özellikle bağlanma sorunu olan çocuklar başta olmak üzere, depresyon, karşıt gelme bozukluğu, öfke sorunları, gelişimsel bozukluklarda da etkili olduğu belirtilmiştir (7). Bunun yanında klinikler, ruh sağlığı merkezleri, okullar, kreşler, bakım evleri gibi birçok ortamda uygulanabilmektedir (1).

    Theraplay’de 4 farklı kategoride oyunlar oynanır: Yapı, bağlılık, beslenme ve mücadele. Oyunlar bağlanma, dokunma, uyumu artırma ve etkileşim sağlama amaçlarına hizmet edecek şekilde belirlenmiştir (1). Çocuğun bu kategorilerden hangisindeki oyunlara daha çok ihtiyacı olduğu terapist tarafından belirlenir. Dolayısıyla terapi çocuğa özeldir (7). Yapı boyutu güvenlik, organizasyon, düzenleme; bağlılık boyutu bir aradalık, mutluluk, uyumluluk; besleme boyutu güven, öz değer, stresin azalması; mücadele boyutu yetkinlik ve uzmanlık kavramlarını içerir (1): Oynanan bazı oyunlara şu örnekler verilebilir (1):

    • Yapı Boyutundaki Oyunlar: El çırpma, baloncuk patlatma, ellerin, ayakların veya vücudun etrafını çizme.
    • Bağlılık Boyutundaki Oyunlar: Yanakları patlatma, patlamış mısır parmaklar, yapışkan burun.
    • Besleme Boyutundaki Oyunlar: Küçük atıştırmalıklar, ninni, pamuk topu mu? Kuş Tüyü mü?
    • Mücadele Boyutundaki Oyunlar: Emekleme yarışı, karate vuruşu, yastık itme.

    Kum terapisi

    Kum terapisi bir oyun terapi tekniğidir. Tekniğin geliştiricisi Jung’un öğrencilerinden Dora Kalf’tır. Kullanılan materyaller kum, su, minyatür oyuncaklar ve kum tepsisidir. Sözel olmayan bir tekniktir ve özellikle 8 yaştan sonraki çocuklarda, ergen ve yetişkinlerde kullanılabilir. Diğer terapilere ek olarak da kum terapisi uygulanabilir. Bu teknikteki temel varsayım kumun kendisinin terapötik bir etkiye sahip olduğudur (7).

    Terapide terapist danışana birinde kuru kum diğerinde ıslak kum olan iki adet tepsi sunar. Tepsiler deniz, nehir ve suyu temsil eden mavi renge boyanmıştır. Danışan hangi tepsiyi kullanacağını kendi seçer. Danışana tarihi mekânlar, taş, deniz kabuğu gibi gerçek objelerden oluşan çok fazla sayıda minyatür sunulur. Danışan istediği minyatürleri seçer ve kum üzerinde bir sahne oluşturur. Tekniğin temelleri Jung’un öğretisine dayandığından arketipler, kolektif bilinçdışı gibi kavramlar terapiyi şekillendirir. Danışanın minyatürler ile kum üzerine çatışmalarını, bilinçdışı süreçlerini yansıttığı varsayılır. Bilinçdışı içeriği bilinçli hale getirerek iyileşme sağlama hedeflenir (7).

    Kukla terapisi

    Kuklaların terapide kullanımı, çocukların kendilerini sözel olarak ifade edemeyişleri karşısında duygu ve düşüncelerini kuklalarla ifade etmelerinden doğmuştur. Çocuklar kukla ile kendilerini özdeşleştirebilir, kuklalar hayatlarındaki önemli kişiler yerine geçebilir ya da öfkelerini yansıttıkları cansız bir nesne olarak işlev görebilirler. İfade ettikleri duygular ve düşünceler yargılanmadığı ya da eleştirilmediğinden ve üstelik kuklaların hakimi kendileri olduğundan çocukların egolarının güçleneceği varsayılmaktadır (7).

    Çocuk kuklalar karşısında serbest bırakılır, istediğini seçer ve onunla ilgili bir öykü oluşturur. Terapist öyküyü analiz ederek çocuk hakkında bilgi edinmeye çalışır, değerlendirme yapar. Öyküdeki çatışmalar, çözümsüzlükler, bilişsel hatalar ve duygu ifadeleri analiz edilerek çocuğa aktarılır. Terapist tespit ettiği bu olumsuz imgeleri tersine çevirerek daha iyi bir öykü tasarlar ve bunu kuklalarla canlandırır. Böylece çocuğun problemine karşı bir çıkış yolu gösterilir (7).

    Oyun terapisine yönelik çalışmalarda çocuğun kendi duygu ve hislerinin daha çok farkına varır duruma geldiği, kendilik algısı ve tasarımının olumlu yönde arttığı, kişisel yeterliliğinin arttığı, kaygı düzeyinin azaldığı, aile bireyleri arasındaki ilişkinin etkilendiği, davranışsal ve duygusal uyumun arttığı, maruz kalınan travmatk yaşantının etkilerinin azaldığı, yıkıcı davranışlar ve dikkat sorunları üzerinde etkili olduğu görülmüştür. Aynı zamanda çocuğun gösterdiği depresyon, somatizasyon bozuklukları, dikkat ve düşünce sorunları, sosyal problemler ve diğer psikolojik problemlerde de oyun terapisinin etkili olduğu görülmüştür (7).

    Türkiye’de oyun terapisi

    Oyun terapisi dünyada 1930’lu yıllarla beraber gelişirken Türkiye’de kullanımı ve yaygınlaşması 2000’li yıllarda geç olarak başlamıştır (7). Bunun başlıca sebebi psikologlara ve psikiyatristlere “deli doktoru” gözüyle bakılması ve bu alana dair bilginin az olmasıdır. Ekonomik kalkınma ve artan farkındalıkla beraber günümüzde bu yaklaşım terkedilmekte ve terapiye gitmek normalleşmektedir.

    İbni Sina, Gazali gibi eski düşünürler, oyunun çocuk için elzem olduğunu ifade etmişlerdir. Dilimizde çocuklarla ilgili atasözleri ve deyimlerde oyunun çocuklarla özdeşleştirildiğini görmekteyiz. Oyun terapisi ile ilgili ülkemizdeki ilk kitap 1974 yılında yayınlanan Hans Zülliger’in Çocukta Oyunla Tedavi adlı kitabıdır. Ülkemizde oyun terapisi ile ilgili ilk kitabı kaleme alan Berka Özdoğan’dır. İlk baskısını 1988 yılında yapan Çocuk ve Oyun: Çocuğa Oyunla Yardım adlı kitap oyun terapisi ile ilgili ilk kapsamlı kitaptır (7).

    Ülkemizde oyun terapisi alanındaki ilk eğitimler 2000’li yıllarda verilmiştir. 2010’lu yıllarda ülkemizde yabancı uzmanların açtığı birçok oyun terapisi eğitim programı düzenlenmiştir. Byron Norton, Oyun Terapisi ile ilgili ilk eğitimini ülkemizde 2009 yılında vermiştir. Sonraki yıllarda Byron Norton’un Deneyimsel Oyun Terapisi eğitimleri ile ülkemizde oyun terapistleri yetişmiştir. 2012 yılında ülkemize gelen Reyhana Seedat da açtığı kapsamlı eğitim programları ile birçok oyun terapisti yetiştirmiştir. 2012 yılında açılan Theraplay eğitimleri sonraki yıllarda da devam etmiştir. Yine aynı yıl Lenore Steinhardt, Kum Terapisi eğitimi için ülkemize gelmiştir (7).

    Ülkemizdeki Oyun Terapisi Derneği 2012 yılında kurulmuştur. 2014 yılında 19. Dünya Oyun Kongresi’nin ev sahibi Türkiye olmuştur. 2015 yılında ise Erzurum’da Uluslararası Oyun ve Oyuncak Kongresi düzenlenmiştir (7). Tüm bu tarihsel süreçler birlikte değerlendirildiğinde ülkemizde oyun terapisinin yaygınlaşmasının 2010’lu yıllardan sonra olduğu söylenebilir

    Ülkemizde oyun terapisinin önde gelen isimleri Ferhunde Öktem, Bahar Gökler, İsmail Ersevim’dir. Öktem, Virgina Axline’nin yönlendirmesiz oyun terapisi yaklaşımını çocuklarla yaptığı klinik çalışmalarda kullanmış ve eğitimler de vermiştir. Bu alanda öncü diğer isimler Filiz Çetin, Birgül Emiroğlu, Elif Göçek’tir. Bu uzmanlar hem terapilerinde yoğun şekilde oyun terapisini kullanmakta hem de bu konuda eğitimler vermektedir (7).

    Referanslar
    1. Akar Gençer, A. ve Aksoy, A. B. (2016). Anne çocuk etkileşiminde farklı bir yaklaşım: Theraplay oyun terapisi. Psikiyatride Güncel Yaklaşılar, 8(3), 244-254.
    2. Bekmezci, H. Ve Özkan, H. (2015). Oyun ve oyuncağın çocuk sağlığına etkisi. İzmir Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları Dergisi, 5(2), 81-87.
    3. Berktay, A. (Ed.). (2017). İnsan Tabiatını Tanıma (13.Baskı). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
    4. Freud, S. (2017). Çocukta Fobinin Analizi Küçük Hans Vakası (3. Baskı). (D. Muradoğlu, Çev.). İstanbul: Say Yayınları.
    5. Öğretir, A. D. (2008). Oyun ve oyun terapisi. Gazi Üniversitesi Endüstriyel Sanatlar Eğitim Fakültesi Dergisi, 22, 94-100.
    6. Santrock, J. W. (2015). Erken çocuklukta sosyoduygusal gelişim. Yaşam Boyu Gelişim içinde (s.241-272). (G. Şahin, Çev. Ed.). Ankara: Nobel Yayınları.
    7. Teber, M. (2015). Çocuk merkezli oyun terapisinin çocuklarda görülen davranış sorunlarının çözümüne etkisi (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Hasan Kalyoncu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Klinik Psikoloji Bilim dalı, Gaziantep, İstanbul?
    8. Tortamış Özkaya, B. (2015). Ebeveyn-çocuk ilişkisi üzerine odaklanan bir oyun terapisi yaklaşımı: Filial terapi. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 7(2), 208-220.
    9. Türk Dil Kurumu. http://www.tdk.gov.tr/ Erişim Tarihi:27.04.2019.
    10. Winnicott, D. W. (2014). Oyun ve Gerçeklik (3.Baskı). (T. Birkan, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
    11. Yörükoğlu, A. (2018). Çocuk Ruh Sağlığı (38.Basım). İstanbul: Özgür Yayınları.
  • CAS Testi Nedir? Beylikdüzü’nde Nerede Uygulanır?

    CAS Testi, bu testi uygulamaya yetkin uzmanların çalıştığı ortamlarda (hastane, psikoterapi merkezi, klinik gibi) uygulanabilir. Beylikdüzü’nde CAS testi uygulayan bir yer arıyorsanız bize ulaşabilirsiniz.

    CAS (Cognitive Assessment System) , dilimize Bilişsel Değerlendirme Sistemi olarak çevrilmekte olup çocuk ve ergenlerin bilişsel becerilerini ölçen bir testtir. 

    Bilişsel becerileri ölçen bir yetenek testi olmasıyla birlikte zekayı da öngörmesi ve ölçmesiyle zeka testi grubuna dahil edilmektedir. Ancak psikologlar ve psikiyatristler bu testi tek başına zeka testi olarak görmekten çok, çocuğun zihin haritasını ortaya koyması bakımından zihinsel değerlendirme ölçeği olarak tanımlamaktadır. Testin 5-17 yaş grubundaki çocukların ve ergenlerin zihinsel becerilerini ölçmesi bu yaş grubundaki bireylerin zihinsel gelişimlerini takip etmek, başarılarını öngörmek ya da var olan sorunları tespit ederek tedavi etmek amaçlarını gerçekleştirmede büyük rol oynamaktadır. 

    CAS testi sınıflandırma olarak zeka ve yetenek testi grubuna girdiği için öncelikle zeka kavramına ve zeka testlerinin ne olduğuna bakmak fayda sağlayacaktır. 

    Yazıda şu sorulara cevap bulabileceksiniz:

    • CAS Testi Nedir?
    • CAS Testi Hangi Durumlarda Kullanılır?
    • CAS Testi Neden Uygulanır?
    • CAS Testini Kim Uygular?
    • CAS Testinin Sonucu Nasıl Değerlendirilir?
    • CAS Testi İçin Ailelere Neler Öneriyoruz?

    Zeka nedir? 

    Zeka kavramı toplumda yaygın olarak matematik problemi çözme becerisi ya da sözel alanlarda ezber becerisi gibi görülse de araştırmalarda zekanın çok yönlü olduğu ortaya koyulmaktadır. Bireysel farklılıklara dayanması ve birden çok faktörden etkilenmesi aynı zamanda soyut bir kavram olması yönünden zeka ile ilgili ortak fikirlere ulaşmak zor olmaktadır. Bu nedenle de zekayı geçmişten günümüze bilim insanları farklı farklı yorumlamıştır. 

    Zekayı tanımlayan ilk psikologlardan biri olan Binet(1905),  zekayı “iyi muhakeme yapabilme, iyi hüküm verebilme, eleştirel görüşe sahip olma” olarak ifade etmektedir. 

    Wechler’e göreyse zeka “bireyin akılcı düşünme, amaçlı davranma ve çevresiyle etkili baş edebilme becerisi” şeklinde tanımlamaktadır.

    Bir başka bilim insanı Thurston, zeka için “sözel anlama, kelime akıcılığı,  sayılarla çalışabilme, bellek, algısal hız ve akıl yürütme yeteneği” tanımlarını kullanmaktadır. 

    Zekanın çok çeşitli tanımları olsa da bilim insanların uzlaştığı ana fikir, zekanın gelişebilir potansiyele sahip olması ve biyolojik temellerinin olduğudur. Ancak zekanın geliştirilebilmesi için bireyin mevcut zeka düzeyinin tespit edilerek güçlü ve zayıf yönlerinin ayırt edilmesi gerekmektedir. Bu amaca ulaşmak için zekanın ölçülmesi üzerine çalışmalar yapılmış ve zeka testleri geliştirilmiştir. 

    Zeka testleri neden kullanılır? 

    Zekanın değerlendirilmesi amacıyla kullanılan zeka testleri, eğitim alanında ve klinik ortamda bireylerin güçlü ve zayıf yönlerinin belirlenmesinde yardımcı olmaktadır. Bu sayede bireye uygun eğitim modeli oluşturulmasını, bireyin güçlü yönlerinin geliştirilmesini, zayıf yönlerinin ise desteklenmesini sağlamaktadır. 

    Bireyin gelişiminde herhangi bir zihinsel aksaklık varsa zeka testleri bunu ortaya koymakta ve doğru tedavi planı oluşturmak için uzmanlara yol göstermektedir. 

    Zekanın ölçülebileceği düşüncesi 19. yüzyıldan itibaren başlamış olup zeka ölçümü üzerine çalışmalar yapılmıştır. Zeka testlerinin ortaya çıkmasının temelinde zihinsel yeteneklerdeki bireysel farklılıkları ölçmek yatmaktadır. 

    Zeka kavramının açıklanmasında farklı görüşler olsa da zeka testlerinin neyi ölçtüğü konusunda psikologların fikir birliğine vardığı görülmektedir. Bunlardan biri zeka testlerinin okul ders programlarına dahil olan konular üzerinde bireyin öğrenme gücünü ölçmesidir. Ancak zeka kavramı bu inanca göre dar bir alanı kapsamakta ve diğer alanlardaki başarı durumları göz ardı edebilmektedir. Bu duruma bağlı olarak gelişen düşünceler arasında zeka testlerinin doğru ölçüm yapıp yapmadığı ve zekanın doğrudan ölçülemediği ancak dolaylı olarak ölçüm yapıldığı yer almaktadır. Çünkü bireyin zekası, zeka testi dediğimiz, zekanın birtakım kriterler ile ilişkili olduğu kabul edilen etkenler aracılığıyla ölçülmektedir. Aynı zamanda bu ölçümden elde edilen veriler gözlemlenebilen olgulardan oluşmaktadır. Tüm bu bilgiler ışığında zeka testlerinde mutlaka bulunması gereken iki temel özellik kabul edilmektedir: 

    Birincisi zeka testlerinin sadece okul derslerini değil aynı zamanda akıl yürütme, muhakeme, hayal gücü gibi çeşitli zihinsel yetenekleri de kapsamasıdır. Yani karmaşık zihinsel becerilerin geniş ölçek ve çeşitlilik içeren uyarıcılarla ölçülmesidir. Testlerde aranan ikinci özellik ise testin içeriğini oluşturan test durumlarının testin uygulanacağı grubun yaşam deneyimleri ve öğrenme biçimlerine uyacak türden oluşturulmasıdır. Özet olarak bir zeka testindeki sorular geniş bir kitleyi içine alacak ilgi ve becerilerden oluşmalı ve zihinsel becerilerin birçok farklı alanını ölçecek türden olmalıdır. 

    CAS testi nedir?

    CAS testi, 5-17 yaş aralığındaki çocukların ve ergenlerin zihinsel gelişimleriyle birlikte bilişsel becerilerini ölçen bir zeka testidir. Testin uygulama süresi özel koşullara göre değişmekle birlikte ortalama olarak 60-75 dakika arasında sürmektedir. 

    CAS, dört alt testten oluşmakta olup bu alt testlerin her birinin de üçer alt testi bulunmaktadır. Testin toplamda 12 alt testten oluşması farklı alanlardaki becerileri ölçtüğünü ve kapsamlı olduğunu göstermektedir. CAS testi bireylerin; planlama, dikkat, eşzamanlı ve ardıl bilişsel işlemlerini değerlendirme amacıyla geliştirilmiştir. Bu ayrımdan da anlaşılacağı üzere insanın bilişsel becerilerinin dört parçadan oluştuğu varsayılmaktadır. Her parçanın farklı bir bilişsel işlevi bulunmaktadır. Bu parçaların işlevi şunlardır: 

    • Planma: Bilişsel kontrolü sağlayan işlemlerdir. Bu bölüm sayesinde birey problemlerin çözümlerini belirler ve değerlendirir. Problemin çözümü ya da istenilen amaca ulaşmak için farklı stratejiler geliştirir ve davranışını  planlar. Bunu yaparken dikkat dağıtıcı öğeleri ortadan kaldırır ve amaca yönelik davranışlar oluşturmaya çalıştırır. Örneğin, matematik probleminin çözümü için dikkati odaklama ve gerekli bilgileri hatırlama, uygulama işlemleridir.  
    • Dikkat İşlemleri: İstenilen amaca ulaşmak için işlemlerin kullanımı, kendini kontrol, kararlılık ve belli bir süre içinde odaklanmış seçici bilişsel işlemlerdir. Dikkatin istemli ve istemsiz olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. İstemsiz dikkat refleksler alanını kapsamaktadır. İstemli dikkat ise bilinçli algılamayı gerektirir. Yani, bireyin belli bir alanda dikkatini odaklama ve yoğunlaştırma becerisi olarak tanımlanmaktadır. Dikkat gelişimi aslında dikkatin istemli olarak yönetilmesini ifade etmekte ve CAS testi de bu alanı ölçmektedir.  
    • Eşzamanlı İşlemler: Bilgi üzerinde işlem yapmayı sağlayarak çalışan hafızada birbirinden bağımsız öğelerin birbiri arasındaki ilişkileri düzenleyen işlemlerdir. En önemli işlevi anlama yeteneğini oluşturması ve cümleler arasındaki bağlantıları kurmaya yardımcı olmasıdır. Örneğin, çocuğun okuduğunu anlaması ve bir hikayedeki bütünlüğü kavraması bu alandaki becerilerine bağlıdır. Eşzamanlı işlemler sözel alanları ölçmesinin yanında sözel olmayan becerileri de ölçmektedir. Çocukların şekilleri tanıma, yön bulma, matematik, geometri ve fen bilgilerindeki becerileri de bu alan sayesinde ölçülmektedir.  Eşzamanlı işlemlerdeki yetersizlikler zihinsel gerilik yaşayan çocukları akla getirmektedir. Ancak zihinsel engelli olmadığı halde özel öğrenme güçlüğü yaşayan çocukların da bu alanda yetersizlikler yaşadığı görülmektedir. 
    • Ardıl Bilişsel İşlemeler: Bireyin, uyaranlar arasında dizi ya da örüntü oluşturma becerisini ölçmektedir. Parçalar arasında sıra ilişkisi kurma, parçalarla sıraya dizme becerilerini kapsamaktadır. Özel öğrenme güçlüğü olan çocuklarda ardıl bilişsel işlemlerde yetersizlikler görülmektedir. Bu durumun nedeni, sıralamaya dayalı hafıza stratejilerinin ve kısa süreli belleğin yetersiz kullanımıdır. 

    CAS testinin diğer zeka testlerinden farkı nedir? 

    Ülkemizde çocuklar için geçerliliği ve güvenilirliği kanıtlanmış yaygın olarak kullanılan zeka testleri WISC-R testi ve Stanford-Binet Zeka testidir. CAS testi de zeka ve yetenek testidir, ancak bu testlerden ayrıldığı noktalar da bulunmaktadır. 

    Diğer zeka testlerinden en önemli farkı çocuğun ham zihinsel becerilerini ölçmesidir. Test temel olarak planlama, dikkat işlemleri, eş zamanlı işlemler ve ardıl işlemler alanlarındaki becerilerin öz kapasitesini ölçmektedir. Yani  CAS testi diğer zeka testleri gibi işlenmiş bilgi ve becerileri ölçmeyip zihnin haritasını ortaya çıkaran bir ölçme aracıdır. 

    CAS testinin başka bir farkı da kültürel unsurlar içermemesidir. 

    Zeka testleri arasına kattığı yeniliklerden biri de CAS testinin okul öncesi çocukları da değerlendirme sürecine dahil etmesidir. Daha öncesi zeka testleri okul çağı çocuklarını değerlendirmekteyken CAS testi, okula hazırlık sürecindeki çocukların da zihinsel işlevlerini değerlendirmeye dahil etmektedir. Okul öncesi çocukların akademik ortama ne derece hazır bulunduğunu, zihinsel performanslarının artı ve eksi yönlerinin neler olduğunu bu test ile ölçebilmekteyiz. Bu sayede okul öncesi dönemdeki çocukların bireysel farklılıklarını erkenden belirleyerek uygun eğitim ve öğretim programlarının oluşturulması için öğretmenlere yol gösterici olmaktadır. Aynı zamanda ailelerin, çocukların zihinsel gelişimleri hakkında bilgi sahibi olmasını sağlayan CAS testi çocuğa doğru yaklaşımın oluşturulması açısından da oldukça önemlidir.  

    CAS testi hangi durumlarda uygulanır?

    CAS, ülkemizde ebeveynler tarafından pek fazla bilinmeyen bir test olmasına rağmen ölçtüğü nitelikler açısından değerlidir. 

    Okul öncesi dönem ve okul çağı çocukları olmak üzere her iki yaş grubunun da bilişsel becerilerini detaylıca ölçer. Okul öncesindeki çocukların okula başlamak için yeterli zihinsel gelişime ulaşıp ulaşmadığını tespit etmede yardım sağlarken okul çağı çocuklarının ise güçlü ve zayıf yönlerinin belirlenmesini sağlamaktadır.

    Ailelerin şikayetleri arasında yer alan “çocuğum derslere ilgisiz, konuları anlamıyor, ne kadar çalış desem de ders çalışmıyor” gibi yakınmalarının altında sanılandan daha ciddi boyutta zihinsel işlev yetersizlikleri yer alıyor olabilir. Her çocuğun zihinsel gelişim düzeyi farklı olmakta bu nedenle de çocuğun yaşından beklenen bazı yeteneklerin zihinsel yetersizlikler yüzünden yapılamadığı görülmektedir. Bu noktada CAS, çocuğun zihin haritasını ortaya koyması bakımından ailelere ve eğitimcileri büyük fayda sağlamaktadır.

    Bununla birlikte çocuğa da büyük fayda  sunarak çocuğun uygun eğitim ve öğretimi almasında rol oynamaktadır. Testin kullanım alanı ölçtüğü niteliklerin zenginliği sayesinde oldukça geniştir. Aşağıdaki özel durumların hepsinde CAS testi bize bilgi ve kullanım alanı sunmaktadır. 

    Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu  olan çocukların değerlendirilmesi  

    CAS, dikkat eksikliği ve hiperaktivite problemi yaşayan çocukların bilişsel işlemlerini ölçerek sorunun varlığından haberdar olmamızı sağlayan ölçeklerden oluşmaktadır. Özellikle de testin planlama ve dikkat ölçekleri bu sorunu belirlemede yordayıcı olmaktadır. Dikkat işlemleri alt testi, çocuğun dikkatini belli bir odağa yoğunlaştırabilme, dikkatini sürdürebilme ve seçici dikkate bağlı olarak uygun uyarıcılara yönelebilme becerini ölçmektedir. Planlama alt testi ise, çocuğun zihinsel işlemleri organize etme ve program oluşturma becerilerini ölçmektedir.  

    Zihinsel engelli çocukların değerlendirilmesi 

    Çocuğun, zihinsel engeli olup olmadığını anlamamızda CAS testi iki anlamda kullanışlıdır. Birincisi, çocuğun eğitim aracılığıyla sonradan kazanmış olduğu bilgileri çok az kullandığı bir değerlendirme sunmasıdır. Bu sayede çocuk bilgi eksikliğine bağlı başarısızlık durumu yaşamayacak ve doğal performansını göstermiş olacaktır. İkincisi, test birçok bilişsel işlemin ölçülmesine olanak tanıdığı için ayırıcı tanı koymada uygulayıcıya kolaylık sağlamasıdır. 

    Öğrenme güçlüğü olan çocukların değerlendirilmesi 

    CAS testi sayesinde öğrenme güçlüğünün altında yatan bilişsel nedenler tespit edilmekte ve öğrenme güçlüğü olan bireylere uygun destek programları hazırlanabilmektedir. Testin, eşzamanlı ve ardıl bilişsel işlemler bölümleri okuma ve anlama yetilerini ölçtüğünden dolayı bu alandaki test başarıları öğrenme durumu hakkında bilgiler içermektedir. Planlama bölümü ise matematik problemlerindeki becerileri ölçmeye yardımcı olmaktadır. 

    Üstün zekalı çocukların değerlendirilmesi 

    Üstün zekalı çocukların belirlenmesinde CAS testinin dört alt testi de büyük rol oynamakta ve bu dört testten alınan başarı puanı zeka konusunda belirleyici olmaktadır. Diğer zeka testlerine göre daha geniş kapsamlı olarak bilişsel yetenekleri ölçerek bilişsel alanlarda üstün performans gösteren çocukları ayırt etmeye olanak sağlamaktadır. Test, ayrıca çeşitli zeka yönlerinin ölçülmesiyle çocuğun hangi branşlarda daha yetenekli olduğunu belirlemede kolaylık sunmaktadır. 

    Ciddi duygusal bozuklukları olan çocukların değerlendirilmesi 

    Ciddi duygusal problemler yaşayan çocuklar kendini davranış kontrolü, dürtüsellik ve sosyal ilişkilerde diğer insanlarla yaşadıkları uyum güçlükleriyle belli etmektedir. Problemli çocukların CAS testinin planlama bölümünde normalden daha düşük puan aldıkları gözlemlenmekte ve gerekli tedavi planları testin sonucuna göre oluşturulmaktadır. 

    Başarının önceden kestirilmesi 

    CAS testinin hedefleri arasında yer alan çocukların akademik başarılarının önceden kestirilmesi durumu her bir alt testte akademik başarıyı ölçecek şekilde tasarlanmıştır. Test sonucunda dört alt testten alınan toplam puan temel başarının göstergesi olmakla birlikte alt testlerin tek başına puanları akademik başarının özel alanlarını değerlendirmektedir.  

    Travmatik beyin hasarı olan çocukların değerlendirilmesi 

    Testte yer alan dört alt testin her biri travmatik beyin hasarını tespit etmede işlev görmektedir. Travmatik beyin  hasarı olan çocuklar özellikle dürtüsellik, dikkat, problem çözme, organizasyon ve planlama işlemlerinde sorunlar yaşanmaktadır. CAS, bu işlemlerin başarısını ölçerek sorun hakkında ipucu vermektedir. 

    Planlama problemleri olanların belirlenmesi 

    CAS testinde yer alan planlama ölçeği çocukların aktiviteleri organize etmesini, davranışlarını düzenlemesini, strateji geliştirmesini ve planlama yeteneklerini ölçmektedir. Bu nedenle hassas bir ölçüm aracı olarak çocuklardaki planlama sorunlarının belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. 

    CAS testi neden uygulanır? 

    Bütün psikolojik değerlendirme araçları gibi CAS ölçeği de keyfi olarak uygulanmamaktadır. CAS, çocuğunda birtakım işaretler fark eden ailelerin isteği üzerine uzmanların gerekli gördüğü durumlarda uygulanmaktadır.

    Testin uygulama amacı çocuğun daha iyi tanınmasını sağlayarak eğitim ve öğretim hayatında doğru bir yol çizmektir. Çocuğun zihinsel yapısının tanınması, merak sonucu zeka puanını görmekten çok daha önemlidir. Bu nedenle çocuğun zeka puanını merak ederek uygulama isteğinde olan aileler hatalı bir tutum sergilemektedir. “Acaba çocuğum üstün zekalı mı?”, “Çocuğumda öğrenme güçlüğü var mı?” gibi meraklardan ziyade, “Çocuğum hangi alanlarda daha yetenekli ya da hangi alanlarda geliştirilmesi ve desteklenmesi gereken yönleri var?” diye merak etmek daha yapıcı bir düşünce olacaktır. Bu sayede çocuk etiketlenmekten de kurtulmuş olacak, çocuğa verilen sevgi ve değer de koşulsuz olarak sunulacaktır. Öğretmenlere ve ebeveynlere çocuğun değerlendirilmeye ihtiyacı olduğu durumlar hakkında birtakım göstergeler yardımcı olacaktır.  Çocuğun başarısını olumsuz anlamda etkileyen bir durum varsa şu durumlara özellikle dikkat edilmelidir: 

    • Çocuktaki başarısızlığın nedenleri anlamak amacıyla çocuğun bilişsel becerilerini ve zihin yapısını tanımak için test uygulaması düşünülebilir. 
    • Henüz okula başlamamış ama okula hazırlık döneminde olan çocuğun akademik başarısında olumsuz etkiler yaratacak durumlar var mı diye test uygulaması talep edilebilir. Bir sorun olduğu şüphesi duyulmadan erken yaşta uygulanan testler önlem alınması ve doğru eğitim sağlanması açısından oldukça önemlidir. 
    • Çocuğun, zihinsel haritasını belirleyerek zayıf ve güçlü yönlerinin tayin edilmesi ve bunun sonucunda doğru yönlendirmeler yapılması için test uygulaması tercih edilebilir. 

    CAS testi kim tarafından ne sıklıkla uygulanır? 

    CAS, çocuğun genel zihinsel işlemlerini geniş ölçekte değerlendiren bir test olması bakımından mutlaka testin eğitimini almış uzmanlar tarafından uygulanmalıdır. Testin eğitimini alabilecek kişiler psikolog ve psikolojik danışman unvanlarına sahip kişilerden oluşmaktadır.

    Lisans eğitimini tamamlamış psikolog ve psikolojik danışmanların CAS uygulayıcı sertifikası alarak testi uygulamaya hak kazanmaları gerekmektedir. 

    Ülkemizde CAS testi sertifika programları İstanbul Üniversitesi bünyesinde yürütülmektedir. Çocuğuna test uygulatacak ailelerin bu bilgiler doğrultusunda testörün akademik bilgilerine bakması ve kontrol etmesi oldukça önemlidir. 

    Test uygulayıcısının testin sonucunda en az ölçme aracının güvenilirliği kadar etkisi bulunmaktadır. Çünkü değerlendirme sürecinde bir karar verme ve yargıya varma söz konusudur. Özellikle de çocuğun bilişsel becerileri gibi oldukça önemli bir işlevin değerlendirilmesinde uzman kararı kritik öneme sahiptir. Her ne kadar güvenilir uygulayıcılar olsa da ülkemizde ölçme araçlarının kötüye kullanımı da göz ardı edilemeyecek ölçüdedir. 

    Ölçmenin eğitim almamış ve bu alanda yeterliliği olmayan kişiler tarafından kullanılması durumlarında yanlış sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucunda çocuklar gereksiz ve yanlış yere engelli olarak adlandırılmaktadır. Bu gibi durumların yaşanmaması adına çocuğun hayatında büyük değişimler yaratacak zihinsel değerlendirme araçlarının uzman ellerde olduğuna aileler dikkat etmelidir. 

    CAS testinin uygulama biçimi kadar uygulama sıklığı da önemlidir. Çocuğun zihinsel işlevleri değerlendirmeye alındıktan sonra gelişiminin takip edilmesi amacıyla 6 ayda bir testin tekrar edilmesi uygun görülmektedir. Bu süre içinde çocuğun yapılan müdahalelere göre ilerleme gösterip göstermediği ve uygulanan müdahalenin çocuk üzerindeki etkisi ölçülmüş olmaktadır. 

    CAS testinin sonucu nasıl değerlendirilmeli? 

    Okul öncesi dönemi ve okul çağı dönemindeki çocuklara uygulanan CAS (Bilişsel Değerlendirme Sistemi) testi, yalnızca problemli çocuklara uygulanmayıp sağlıklı çocukların zihinsel gelişimlerinin izlenmesi için güvenilirliği yüksek bir ölçek sunmaktadır. 

    Test sonucu, puanlama sistemine göre belirlenerek zihinsel yeteneklerdeki genel zeka puanını ortaya koymaktadır. 

    Akademik başarının bu testten alınan genel zeka puanıyla ilişkili olduğu araştırmalar tarafından kanıtlanmıştır. Bu nedenle CAS testinde yüksek puan elde eden çocukların okul başarısının yüksek olması beklenirken testten düşük puan alan çocukların ise bilişsel etkinlikler de sorun yaşadığı bu nedenle de desteklenmesi gerektiği özel alanlar olduğu sonucuna varılır. 

    Test sonucunda çocukların zihinsel performansları hakkında geniş bilgiye ulaşılarak uygun zihinsel gelişim için bireysel farklılıklar göz önünde bulundurulur. 

    Her çocuğun zihinsel gelişim düzeyi farklı olmakla birlikte çocukların başarı gösterdiği işlemler de farklılık göstermektedir. Bireysel alanda görülen bu farklılıkların CAS ile güvenilir olarak tespit edilmesi psikolojik kökenli sorunların erkenden fark edilip ilerlemeden tedavi edilmesini de sağlamaktadır. CAS uygulaması sonucunda çocuklara uygun eğitim ve öğretim sağlanması için önlem alınmakta ve her çocuğun zihinsel beceri seviyesine uyacak gerekli gelişim programları hazırlanmaktadır.

    Çocukların dört farklı bilişsel alanını ölçen test sayesinde hangi zihinsel işlemlerde sorun olduğu tespit edilerek geliştirilmesi gereken işlemler için destek programları oluşturulmaktadır. 

    Testin değerlendirilmesinde uzman kişinin yorumları da oldukça önem taşımaktadır. Aile ve çocukla yapılan ön görüşme, test uygulaması sırasında yapılan gözlemler ve çocuğun özel durumlarına bağlı değerlendirmeler sonucunda test raporu oluşturulmaktadır. Raporun aileye iletilmesi ve gerekli bilgilerin paylaşılması da test uygulayıcısının görevleri arasındadır.  

    Çocuğuna CAS testi yaptıracak aileler nelere dikkat etmeli? 

    CAS testi çocuğun zihinsel gelişiminde aksaklıklar fark edildiğinde ya da okul öncesi dönemde olan çocuğun okula başlamaya hazır olup olmadığına karar vermek amacıyla uygulanmaktadır.

    Ailelerin çocukların başarısı ile yoğun olarak meşgul olması kimi zaman başarılı bir çocuğu bile yetersiz olarak görmeye sebep olmaktadır. Bunun sonucunda zeka puanını merak ederek kliniklere zeka testi uygulaması için başvuru yapan aileler olmaktadır. Ancak CAS ve diğer zeka testleri zeka puanını merak etme sebebiyle uygulanmamalıdır. Ailelerin test uygulaması öncesinde ve sonrasında dikkat etmesi gereken maddeler şu şekilde sıralanabilir: 

    • Çocuğunuzda yoğun ilgi ve desteğe rağmen ders başarısızlığı söz konusu ise ısrarla çocuğa kızmak veya ikaz etmek yerine çocuğun zihinsel becerilerini değerlendirmek düşünülmelidir. 
    • Okula hazırlanan çocuğunuzda bazı becerilerin oluşmadığını görüyor ve okula hazır olup olmadığı konusunda endişe duyuyorsanız CAS testi ile bilişsel durumunu değerlendirme fikri aklınıza gelebilir.  
    • Çocuğunuza test yapılacaksa bunu çocuğa önceden söylememek yararlı olacaktır. Zeka testine gireceğini bilen çocuk kaygı ve stres hissedebilir ve bunun sonucunda test başarısı olumsuz yönde etkilenebilir.  
    • Çocuğun teste hazırlanması gibi bir durum da söz konusu değildir. Yani çocuğun testte başarılı olması için ders çalışmaya zorlamak doğru bir tutum olmayacaktır. Ayrıca test çalışılarak yapılacak bir test olmayıp zihin becerilerindeki işlevleri ölçen bir testtir. 
    • Test sonucunda raporun dikkatle okunması ve uzmandan gerekli bilgilerin alınması oldukça önemlidir. Çocuğunuzun problem yaşadığı konularda destek alması için gerekli yönlendirmelere uyulması çocuğun sağlıklı gelişimi için gereklidir. 

    Beylikdüzü’nde CAS Testi uygulayıcısı arıyorsanız İletişim sayfasındaki bilgilerden bize ulaşabilirsiniz.

    Referanslar
    • Özgüven, İbrahim Ethem, Psikolojik Testler. Nobel Akademik Yayıncılık, 15. Basım, Kasım 2017. 
    • Ergin, T. (2004). Çocukların Bilişsel İşlemlerini Değerlendirmede Yeni Bir Yaklaşım: PASS Teorisi Ve Bilişsel Değerlendirme Sistemi (CAS). Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Dergisi. (2), 223-245. 
    • Kulaksızoğlu, A. (2003). Farklı Gelişen Çocuklar. 1. Baskı. İstanbul: Epsilon Yayıncılık. 
    • Yavuzer, H. (1995). Çocuk Eğitimi El kitabı. 1. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi. 
    • DANIEL, M. H., 1997 Intelligence Testing: Status and Trends. American Psychologist. 
    • Mcloughlin, J.A. & Lewis, B.R. (1997). Özel Gereksinimli Öğrencilerin Ölçümlenmesi. Çev: Filiz GENCER . Ankara: Gündüz Eğitim ve Yayınları. 
    • Naglieri, J. & Das, J.P. (1997). Cognitive Assessment System Administration and Scoring Manual. Itasca, Illinois: Riverside Publishing. 
    • Brody, N. (1999). Wha t is intelligence? Elektronik nüsha International Review of Psychiatry , 11(1), 19-26, Feb. 99 , (09.08.2001 ,http://ehost.vgw…) 
    • Sevinç, M. (2003). Gelişim ve Eğitimde Yeni Yaklaşımlar. İstanbul: Morpa Kültür Yayınları. 
  • Narsisizm Nedir?

    Narsisizm (narcissism), sözlük anlamıyla kişinin kendine, kendi vücuduna ve kendi özelliklerine yönelttiği arzu ve hazdır (6). Bensevi olarak da bilinen daha basit ifadesiyle narsisizmi, kişinin kendine yönelik aşkı olarak tanımlamak mümkündür. Narsist ya da narsistik kişilik bozukluğu olan kişiler, kendilerine âşıkmış gibi davranır, en gözde olmak ister, başkalarının düşünce ya da ilgilerine alaka göstermezler (5).

    Narsisizm, ismini Yunan mitolojisindeki karakterlerden biri olan Narkissos’tan (Narcissus) almıştır. Latin şair Ovidius tarafından aktarılan öyküsüne göre Narkissos, oldukça yakışıklı, herkesi kendine âşık eden bir delikanlıdır. Ancak hiçbir aşka karşılık vermemiş ve âşıklarının kalbini kırmıştır. Dağ perilerinden biri olan Echo (Eko) Narkissos’a âşık olur ve sürekli onun güzelliğini izler. Echo bir gün cesaretini toplayıp Narkissos’un karşısına çıktığında Narkissos onu hor görür, “Bana dokunmana izin vermektense ölürüm daha iyi!” diyerek perinin aşkını karşılıksız bırakır. Narkissos’un bu tavrı diğer perileri çok kızdırır ve ona beddua ederek tanrıların gazabını isterler. Bu bedduaları işiten tanrılar “Başkalarını sevmeyen kendini sevsin!” diyerek onu cezalandırırlar. Bir gün bir pınara su içmek için eğilen Narkissos, suda kendi aksini görür, “Kendime olan sevgimle yanıyorum ben. Suda yansıyan bu güzelliğe nasıl kavuşabilirim? O güzellikten vazgeçemem de. Artık yalnız ölüm kurtarır beni.” der ve kendine ölümüyle sonuçlanacak kadar âşık olur. Su kıyısından bir an bile ayrılamayan Narkissos kendi güzelliğini izleyerek orada ölür gider (5,7). Narsist kişiler de tıpkı Narkissos gibi sürekli kendilerine dönüktürler ve diğerlerinden bekledikleri ilgiyi göremediklerinde onun gibi yıkıma uğrarlar (5).

    Narsisizm sınıflandırması

    Literatürde benlik ve kişilerarası ilişkiler kapsamında incelenmiş olan narsisizmi iyi veya kötü olarak nitelemek yerine, onun farklı bileşenlerine, ortaya çıktığı sosyal bağlama ve sonuçlarına odaklanmak daha doğru değerlendirme çerçevesi sunmaktadır. Kendiliği aşırı önemseme, başkalarını yok sayma, ilişkileri sürdürmede zorluk ve uzun vadeli karar vermede yaşanan problemler narsisizmin olumsuz tarafını yansıtır. Bununla birlikte benliğe ilişkin olumlu algıya sahip olma, liderlik ve başarılarının farkında olma gibi özellikler “normal narsisizm” olarak kabul edilmekte, kişinin amaçları doğrultusunda ilerlemesi ve karşılaştığı güçlüklerden sonra yeniden gücünü toparlayabilmesi için bu düzeydeki narsisizm oldukça işlevsel olmaktadır. Narsistik örüntünün sorun olarak ortaya çıkması benlik algısına yönelik bir tehdit oluştuğunda kişinin baş etme mekanizmalarının zarar görmesi ve uygun stratejilerin kullanılamamasıyla oluşur. İşlevselliğin bozulmasıyla devam eden bu süreç “patolojik narsisizm” olarak adlandırılır. İlk kez, 1980 yılında yayımlanan DSM 3’te yer alan patolojik narsisizm, DSM’nin diğer tüm yeni versiyonlarında da narsistik kişilik bozukluğu tanı kategorisinde yer almıştır (2,3).

    Normal narsisizm nedir?

    Her insan diğerleri tarafından beğenilme, takdir görme, ihtiyaç duyulduğunu bilme gibi gereksinimlere sahiptir ve bu gereksinimler karşılandığında bir haz duyar. Bunlar narsistik gereksinimler olarak kabul edilmektedir. Normal narsisizmde birey çevresiyle uyum içindedir ve hem kendisinin hem de çevresindekilerin beklentilerini karşılayabileceği duygusuna sahiptir. Bireyin kendine verdiği değer ve özgüven oldukça yüksektir, dışarıdan gelen eleştiriler ve yargılar kolay kolay bunları olumsuz etkileyemez. Çevredekilerin görüş ve düşünceleri elbette herkes için önemli olduğu kadar normal narsistlik sergileyen kişiler için de önemlidir, ancak bu tür bir narsisizm düzeyinde birey kendi değerini diğerlerinin görüşleriyle belirlemez, kendine odaklanır ve özgüvenini bu şekilde kabartır. Bununla beraber kişi hak ettiğini düşündüğü değeri ve kabulü göremediğini hissettiğinde narsistik yaralanma deneyimlenebilir (6).

    Patolojik narsisizm nedir?

    Patolojik narsisizmdeki en önemli nokta bireyin tamamen dıştan gelen yorum ve düşüncelere açık ve muhtaç olmasıdır. Patolojik narsisizmi normal narsisizmden ayıran en önemli özellik budur. Aslında dışarıdan bakıldığında patolojik narsisizme sahip bireyler kendinden oldukça emin ve başkalarının ne dediğini önemsemez bir tavır içinde gibi görünürler. İçlerindeyse tamamen başkalarının fikirleriyle beslenen, kendinden emin olmayan bir yapıları vardır. Patolojik narsistler kendi içlerindeki güvensizliği ve hoşlarına gitmeyen özelliklerini yansıtma mekanizması yoluyla diğerlerine aktarırlar, böylece diğerlerine karşı öfke gibi olumsuz duygular besleyebilir, yapılan eleştirilere karşı aşırı duyarlılık gösterebilirler. Normal narsisizmde talepler ihtiyaçlarla bağlantılıyken patolojik narsisizmde talepler aşırıdır ve tatmin edilemez (6).

    Patolojik narsisizmin tanımlanmasında hem kuram içi hem de kuramlar arası ortak bir kabul yoktur. Örneğin kişilik psikolojisinin iki öncüsü Otto Kernberg ve Heinz Kohut iki farklı tanımlama yapmışlardır. Kernberg narsisizmi “büyüklenmecilik, empati yoksunluğu, ben merkezcilik” olarak tanımlarken, Kohut “kırılganlık, depresyon, boşluk hissi ve dayanıklılık yoksunluğu” olarak tanımlamıştır. Narsisizmle ilgili literatüre bakıldığında narsisizmin birçok farklı boyutta incelendiği görülmekle beraber, yine yapılan araştırmalarla en genelde “büyüklenmeci/açık/teşhirci narsisizm” ve “kırılgan/örtük/hassas narsisizm” olmak üzere iki boyutunun olduğu, diğer tanımlamaların da bu boyutlar tarafından kapsandığı gösterilmiştir (3). Diğer kuramcılar ve araştırmacılar tarafından yapılan patolojik narsisizm tanımlamaları şöyle sıralanabilir (3):

    • Narsisizmin manipülatif, paranoid, arzulayan ve fallik narsisizm olarak dört alt türde incelendiği bir tanıma göre manipülatif narsisizm diğerlerini kandırma, suçluluk duymama, yalan söyleme; paranoid narsisizm şüphe duyma, öfkeli ve tartışmacı bir yapıda olma; arzulayan narsisizm diğerlerine yapışma ve talepkarlık; fallik narsisizm ise saldırganlık, teşhirci, kibirlilik gibi özellikler gösterir.
    • Narsisizmin birleşme açlığı, iletişimden kaçınan ve aynalama açlığı duyan olmak üzere üç boyutta incelendiği bir tanımlamaya göre birleşme açlığı duyan narsisizmde diğerlerine aşırı bağlılık, kendini diğerleriyle tanımlama; iletişimden kaçınan narsisizmde diğerleriyle iletişimi kesme; aynalama açlığı duyan narsisizmde daima göz önünde olmak isteme ve teşhircilik özellikleri ön plana çıkmaktadır.

    Tüm bu tanımlamalardan da anlaşıldığı üzere narsisizm çok boyutlu bir yapıya sahiptir ve çoğunlukla iç içe geçmiş yapıların bir bileşimi olarak karşımıza çıkmaktadır.

    Büyüklenmeci ve kırılgan narsisizm nedir?

    Büyüklenmeci ve kırılgan narsisizm birbirine zıt özellikler göstermektedir.

    • Büyüklenmeci narsisizmde grandiyözite (kendini yüce, eşsiz görme), teşhircilik, kendine hak görme, küstahlık, haset, dikkat çekme arzusu, aşırı talepkarlık, diğerlerinin ihtiyaçlarının farkında olmama, sınırlandırılmayı istememe gibi özellikler ön plana çıkmaktadır (3,6).
    • Kırılgan narsisizmde ise alçak gönüllülük, eleştirilmeye karşı hassaslık gösterme, çekingenlik, yetersizlik hissi, sürekli kaygı, acı çektiğini düşünme, diğerleriyle kurulan ilişkilerde kendilikle ilgili büyüklenmeci beklentiler özellikleri görülmektedir (3,6).

    Narsisizmin her iki boyutunda da büyüklenmeci beklentiler görülmekte ancak bunların görünümleri farklılaşmaktadır. Büyüklenmeci narsisizmdeki beklentiler bireyin her şeyi kendine hak görmesi ve her şeyde en iyi olarak öne çıkmak istemesiyle ilişkiliyken, kırılgan narsisizmdeki büyüklenme “sessiz büyüklenmecilik” şeklinde ifade edilen eleştirilmeye ya da değerlendirilmeye karşı aşırı hassasiyet ve bu tür durumlardan kaçınma olarak kendini gösterir. Büyüklenmeci narsisizmde olumsuz eleştirilerden kaçınarak, kendilerini olumlu gösterecek durumları tercih etme, böylece benliğin beslenmesi söz konusuyken kırılgan narsisizmde olumsuz değerlendirmelerden kaçınarak benliğin içten içe büyüklenmeci özelliğini devam ettirmesi söz konusudur (3).

    İki narsisizm türü özgüven ve duygu düzenleme ile kişilerarası ilişkilerde gösterilen özellikler bakımından da ayrışmaktadır (3):

    • Büyüklenmeci narsisizme sahip bireyler kendilerinin üstün ve benzersiz olduğu algısına sahip oldukları için bu algıyı koruma ve diğerlerinin hayranlığını kazanmak için saldırgan ve antisosyal özellikler sergileyebilmektedir. Bu narsisizm türüne sahip bireylerin akranları tarafından pek sevilmedikleri görülmüştür. Büyüklenmeci narsisizmde hayranlık ve saygı kazanmak amacıyla rekabetin hem genel (diğerlerinden daha iyi olmaya çalışma) hem de aşırı (düşük özsaygıyı rekabetle yükseltme çabası) boyutları gösterilir. Narsist birey rekabet ortamı yaratarak kendiyle ilgili olumlu geri dönüşler almayı beklemektedir.
    • Kırılgan narsisizme sahip bireyler ise büyüklenmecilik fantezilerinden utanç duymakta, reddedilme ve dışlanma kaygısı nedeniyle sosyal ilişkilerden uzak durmaktadırlar. Bu bireyler akranları tarafından çoğunlukla arkadaş olarak tercih edilmemektedir. Kırılgan narsistler rekabetin aşırı boyutunda faaliyet göstermektedir. Bu bireylerin içten içe hayranlık uyandırma, güç elde etme arzuları olduğu ancak bunlardan duydukları utanç ve suçluluk nedeniyle genel rekabetçilikten kaçındıkları düşünülebilir.
    • Büyüklenmeci narsistlerin gerçekçi olamayacak düzeyde algıladıkları şişirilmiş özsaygıları nedeniyle düşük özsaygıya sahip kırılgan narsistlerden daha fazla mutluluk hissettikleri bulgulanmıştır. Büyüklenmeci narsisizmle ilgili kişilik yapısı dışadönüklük; kırılgan narsisizmle ilgili kişilik yapısı ise içedönüklük olarak belirlenmiştir (2,3).
    • Yapılan bazı çalışmalarda kırılgan narsist bireylerin erken dönemde maruz kaldığı duygusal ve fiziksel ihmal ya da istismar sonucu korkulu bağlanma stili geliştirmiş olabileceği düşünülmüştür. Büyüklenmeci narsisizm için herhangi bir bağlanma zorluğundan söz etmek zor olmakla birlikte başlangıçta sorunsuz ilerleyen ilişkilerinin sömürü ve büyüklenmeci özellikleriyle bozulmaya uğradığı bilinmektedir. Her iki tür için de etkili olduğu söylenebilecek bir özellik olarak bebeklik döneminde temel bakım veren tarafından yeterli “aynalanmaya” maruz kalmama ileri sürülmüştür. Buna göre bebeğin duygusal ihtiyaçlarına uygun tepki verilmemiş, duyguları bakım veren tarafından ona geri yansıtılmamış ve bakım veren kendi olumlu duygulanımını bebeğe aktarmada başarısız kalmış olabilir. Böylece narsist bireylerin duygu düzenleme becerileri zayıf kalmıştır.

    Daha önce de belirtildiği gibi patolojik narsisizm bireyin benliğine yönelik bir tehdit algılamasıyla ortaya çıkmakta ve mevcut başa çıkma yöntemlerini bozmaktadır. Bu tür bir tehdit karşısında her iki narsisizm türünde görülen tepkiler farklılaşmaktadır (3):

    • Büyüklenmeci narsist birey başarısızlık, kaybetme, reddedilme gibi benliğine yönelik bir tehdit durumunda yoğun öfke yaşar ve saldırganlık gösterebilir. Öfkesi öfke kaynağına yönelik olabileceği gibi hiç ilgisi olmayan diğer kişilere de yönelebilir.
    • Kırılgan narsistler ise bu tür bir tehdit karşısında onay arayıcılık, boyun eğicilik, itaat ve kaçınma stratejilerine başvurabilirler.

    Narsisistik kişilik bozukluğu (NKB)

    Narsistik kişilik bozukluğu olan kişilerde yeteneklerini aşırı övme ve büyük başarı hayalleri ön plana çıkan özelliklerdir. Sürekli hayranlık duyulma ve ilgi görme istekleri vardır. Kişilerarası ilişkileri empati yoksunluğu, kıskançlık, kibir ve diğerlerinden faydalanma alışkanlıkları nedeniyle bozulmuştur. Eleştiriye karşı hassastırlar. Hayranlık duyulmadığında öfkelenirler (8). “En güzel, en yakışıklı, en başarılı, en iyi” kendisidir. Bireyin bu narsist düşüncelerinin aşırılığı, hayal kırıklığının da çok fazla olmasına neden olmaktadır. Diğerlerinden beklediği ilgi ve hayranlığı bulamayınca kendilerine olan saygıları azalır. Bireyci toplumlarda toplulukçu toplumlara göre daha fazla narsistik kişilik bozukluğu olduğu ileri sürülmüştür (6).

    Narsistik kişilik bozukluğunda DSM-5 kriterleri (8)

    Erken ergenliğin başında birçok bağlamda aşağıdakilerden beşinin ya da daha fazlasının varlığı:

    • Kişinin önemini abartılı bir şekilde görmesi,
    • Kişinin kendi başarısı, zekâsı ve güzelliğiyle meşgul olması,
    • Özel olduğu ve sadece yüksek konumdaki insanlarca anlaşılabileceği inancı,
    • Aşırı derecede hayran olunma ihtiyacı,
    • Güçlü bir hak etme duygusu,
    • Başkalarından faydalanma eğilimi,
    • Empati yoksunluğu,
    • Başkalarını kıskanma,
    • Kibirli davranış ve tutumlar.

    Narsistik kişilik bozukluğunun etiyolojisinde daha sonra “Narsisizme Yönelik Yaklaşımlar ve Narsisizmin Etiyolojisi” başlığı altında belirtilecek olan yaklaşımlara paralel olan iki model öne sürülmüştür:

    Benlik Psikolojisi Modeli: Öncüsü Heinz Kohut’tur. Kohut, narsistik kişilik bozukluğu olan kişilerin sürekli kendini üstün görme, sadece kendiyle ilgilenme gibi özelliklerinin aslında çok kırılgan bir özsaygıyı gizlediğini belirtmiştir. Narsist bireyler başkalarından saygı ve ilgi bekleme davranışıyla bir bakıma kendini beğenebilmeyi sağlamaktadırlar. Kohut iki ebeveynlik tarzının bu kişiliğin oluşumunda etkili olabileceğinden söz etmiştir: aşırı soğuk ebeveyn ve çocuğun başarılarını aşırı abartan ebeveyn. Ebeveynlerin sıcak, ilgili ve empatik yaklaşımları çocuğun güven duygusunu kazanmasını sağlar ancak soğuk ve ilgisiz bir ebeveyn güvensiz bir benlik oluşumuna katkıda bulunur. Diğer yandan Kohut, ebeveynlerin kendi özgüvenlerini desteklemek amacıyla çocuğun yetenek ve başarılarını aşırı abartabildiğini söylemiş, çocuğun kendindeki en ufak bir eksiklikten utanç duyabileceği noktaya gelebildiğini ileri sürmüştür. Yapılan daha sonraki çalışmalarda narsistik kişilik bozukluğu olan bireylerin bu tür bir ebeveyn deneyimledikleri gösterilmiştir (8).

    Sosyal Bilişsel Model: Model Carolyn Morf ve Frederick Rhodewalt tarafından geliştirilmiş ve araştırma sonuçlarıyla desteklenmiştir. Bu modelin iki temel fikri vardır: 

    • Narsist bireylerde kısmen özel oldukları inancını korumalarından kaynaklanan kırılgan bir benlik yapısı vardır.
    • kişiler arası ilişkiler sıcaklık ve yakınlık sağlamaktan çok kişinin kendi özsaygısını şişirmek için kullanılır (8).

    Narsisizme yönelik yaklaşımlar ve narsisizmin etiyolojisi

    Literatürde narsisizm kelimesini ilk kez psikanalitik bir kuramcı olan Ellis kullanmıştır. Ellis narsisizmden özellikle kadınlarda görülen, kişinin cinsel dürtülerini kendine yöneltmesi durumu olarak söz etmiştir (4,6). Ellis’ten sonra Näcke, narsisizmi kişinin kendi bedenine sanki bir başkasının bedeniymiş gibi erotik yatırım yapması anlamında kullanmış ve cinsel bir sapıklık olarak nitelendirmiştir. Narsisizm özellikle psikanaliz literatüründe kendine geniş yer bulmuştur. Freud, narsisizmi birincil narsisizm ve ikincil narsisizm olmak üzere iki kısımda incelemiştir. Narsizmi, libidinal enerjinin kişinin kendisine ya da nesneye yöneltilmesiyle açıklamıştır. Psikanalizin bir başka öncüsü Horney, aşırı ilgili ya da aşırı katı ebeveynlerin çocuklarında ilgi, sevgi ve takdir almak için sahte benlikler geliştiğini söyleyerek katkıda bulunmuştur. Kernberg, narsistik kişilik yapılanmasını tanımlamış, normal ve patolojik narsisizmi birbirinden ayırmıştır. Kohut da narsistik kişilik bozukluğunu tanımlayarak bu konuya olan ilginin artışına öncülük etmiştir (4).

    Narsisizm, psikolojinin birçok alt alanı için oldukça ilgi çeken bir kavram olmuştur. Freud öncülüğünde psikanalizin, Kernberg ile nesne ilişkileri kuramının, Kohut’la kendilik psikolojisinin temel dinamiklerinden biri olarak ele alınmasının yanında anormal psikolojisinde bir kişilik bozukluğu olan Narsistik Kişilik Bozukluğu, klinik psikoloji kapsamında bir kişilik örüntüsü, örgüt psikolojisinde liderlik özellikleri, kişilerarası ve romantik ilişkilerde ilişki doyumunu belirleyen faktörlerden biri olarak da incelenmiştir (2).

    Psikanalitik yaklaşım ve narsisizm

    Freud’un narsisizm yaklaşımı

    Freud, narsisizm kelimesini fazlasıyla kakafonik (laf kalabalığı, kulağa gürültü gibi gelen) bulduğu için onun yerine narsizm demeyi tercih etmiştir. Narsizm, her canlı varlığa atfedilebilecek bir özellik olarak görülmüştür. Freud’a göre yaşamın başlangıcında gelişimsel olarak bireyin ilk sevgi nesnesi kendi, yani bedenidir (9). Sahip olunan tüm libido kişinin kendi egosuna yatırılır. Bu evre “birincil narsizm” olarak adlandırılmıştır. Dürtülerin kendi başına doyurulabilme durumu “otoerotizm” olarak tanımlanmıştır. Bu evrede libidonun hiçbir nesneye bağlanmadan kendi sınırları içinde kalması ve dolaysız bir hazzın yaşanması söz konusudur. Dış dünyaya ilgi azdır ve kişi yalnızca kendisini sevmekte ve kendisiyle meşgul olmaktadır (7).

    Ancak birincil narsizm çok uzun sürmez. Henüz yaşamın başında olan bir bebeğin beslenme, bakım, korunma gibi ihtiyaçları vardır ve bunlar otoerotizmle asla doyurulamaz. Karşılanmaları için mutlaka dışsal bir nesneye ihtiyaç vardır. Benlik, dürtülerini yalnızca kendi içinde tatmin edemediğini ve dışsal bir nesneye (muhtemelen ebeveynlere) bağlı olduğunu fark eder. Bunun karşılığında narsistik zemin sarsılır ve benliğin kendine atfettiği bütünlük hissi parçalanır (7). Libidinal enerji dışarıdaki bir sevgi nesnesine yatırılmaya çalışıldığında eğer böyle bir nesne ortada yoksa libido yeniden benliğe yöneltilir. Bu süreç “ikincil narsizm” olarak adlandırılır (2).

    Yaşamın ilk yıllarında bakım verenle bebek arasında bir bağ oluşmaması, bebeğin gereksinimlerinin yok sayılması bebeğin dışarıda güvenebileceği kimse olmadığı ve yalnız kendine güvenebileceğine dair zihinsel bir temsil oluşturmasına neden olur. Bunun sonucunda dış nesneye yapılması gereken libidinal yatırım kendine yapılır. Giderek kendi içine dönük ve ilgiyi dışarıdan kesen bir yapı haline gelen benlik, omnipotans (her şeye gücünün yeteceği inancı) ve grandiyözite (kendini olduğundan daha büyük ve yüce görme) gibi narsistik yapılar oluşturmaya başlar (4). Megalomani nesne libidosunun ortadan kaldırılmasıyla var olur (9).

    Freud narsizmin doğasını daha iyi anlayabilmek adına üç bilgi alanına bakmıştır: organik hastalıklar, hipokondri ve cinslerin erotik yaşamları (9):

    • Organik bir hastalık ya da acı yaşayan kişi eğer hastalığıyla ilgili değilse dış dünyadan ilgisini çeker. Aynı zamanda libidinal enerjisini de sevgi nesnelerinden geri çeker. Yani hasta libido yatırımını tamamen kendine yapar. Uyku durumu da benzer bir mekanizmaya sahiptir. Libido öznenin benine, yalnızca uyuma isteğine yatırılır. Öyle ki rüyalar da bencildirler.
    • Hipokondride de (sağlık durumuyla ilgili yoğun endişe, günlük dilde kullanılan hastalık hastası tabirinin karşılığıdır) organik hastalıkta olduğu gibi, libidonun dış dünyadan geri çekilerek ilgiyi tamamen odaklanılan organa yoğunlaştırma söz konusudur.
    • Bireyin çekiciliği onun narsizmi, kendinden memnuniyeti ve ulaşılmazlığına dayanmaktadır. Narsistik tatmin engellerle karşılaştığında kişi bir başkası yoluyla bu tatmine ulaşabilir. Kişi bir zamanlar olduğu, artık olamadığı ya da hiçbir zaman olamayacağı mükemmelliğe sahip birine âşık olur. Bu şekilde ideal bir ben oluşturulur.

    Ebeveyn tutumları da narsizmle yakından ilişkilidir. Ebeveynlerin çocuğa her türlü mükemmelliği atfetmesi, onu hatasız görmeleri bir zamanlar terk ettikleri kendi narsizmlerinin yeniden canlanmasına ve onun çocukta yeniden üretilmesine dönüşür. Kendi vazgeçtikleri ayrıcalıkları çocukları için talep ederler. İnsanlar çocukluğun narsistik mükemmeliyetinden vazgeçmek istemezler. Kültürün dayatmaları ve kendi eleştirel yargılarıyla sarsılan mükemmeliyet, yeni bir ben ideali oluşturularak tekrardan elde edilmeye çalışılır (9). İnsanın bu mükemmelliğe duyduğu hasret ömür boyu peşinden gelmeye devam eder (7).

    Karen horney’in narsisizm yaklaşımı

    Horney, görüşlerinde kültürel etkileri vurgulayan bir analistti. Ona göre insanlar bu dünyadaki yalnızlık ve yalıtılmış anksiyetesiyle başa çıkmada 3 farklı yol izlemektedir. Bu süreçlerden ilkinde kişi diğerlerinden sevgi, onay ve ilgi bekleyerek kendinden fedakârlık eder ve onlarla ilişkilerinde bağımlı bir rolü benimser. Bir başka başa çıkma yolu olarak ise kişi herkesin kötü olduğuna, insanlarla mücadele edilmesi gerektiğine inanarak diğerlerine ihtiyacı olduğunu yadsır ve güçlü görünmeye çalışır. Son olarak kişi insanlardan uzaklaşma, kendini ilişkilerden yalıtma ve diğerleriyle ilgilenmeme şeklinde davranabilir (1).

    Horney’e göre narsisizmin temelinde kişinin kendisini sevmesi değil, kendine yabancılaşması yer alır. Narsistik kişi kendine yabancılaştığı gibi diğerlerine de yabancılaşmıştır, kendini ve diğerlerini sevme yeteneğini kaybettiği için kendi hakkında gerçekçi olmayan, şişirilmiş fikirlerine sarılmaktadır (2).

    Otto kernberg’in narsisizm yaklaşımı

    Kendilik psikolojisinin temsilcilerinden olan Kernberg kuramsal yaklaşımında genel olarak, kişinin kendi hakkındaki fikirlerinin gelişimsel deneyimlerden etkilendiğini vurgulamıştır. Kendilik psikolojisinin temel vurgularından biri de narsisizm üzerinedir. Narsistik kişi zihinsel enerjisini sürekli kendine yönlendirmektedir. Sürekli insanlardan bir şeyler alma, takdir edilme, sevgi görme, ihtiyaç duyulma, vazgeçilmez olma duygularına ihtiyaç duyar. Aynı zamanda sınırsız güç ve başarı fantezileri de vardır. Zihinsel enerji tamamen kendine yöneldiğinden empati kuramaz ve diğerlerinin duygu ve ihtiyaçlarına duyarsızlaşır (1).

    Kernberg narsisizmin gelişiminde ailenin önemli bir rolü olabileceğini öne sürmüştür. Ona göre narsisizm ebeveynin reddi, tutarsız uygulamaları ve kendi ihtiyaçlarını karşılamak için çocuğu kullanması gibi özelikler sergilenen aile ortamlarında gelişmektedir. Bazen ilgisiz ve soğuk ebeveyn tutumuna karşı çocuğun kendi benliğini yüceltmesi telafi edici olabilmektedir. Kernberg normal çocukluk narsisizmi, yetişkinlik narsisizmi ve patolojik narsisizmi birbirinden ayrı olarak değerlendirmiştir (2). Patolojik narsisizmde şişirilmiş benlik, terk edilme ve reddedilmeye karşı bir savunma biçiminde gelişmektedir (3).

    Kohut’un narsisizm yaklaşımı

    Kendilik psikolojisinin bir diğer öncüsü olan Kohut da narsisizmde ebeveynlerin rolüne vurgu yapmıştır. İhmalkâr ebeveyn tutumları kişinin doğal gelişimini sekteye uğratır. Erken çocukluk döneminde ebeveynlerin ihmali sonucu ebeveynlerle duygusal bir yakınlık ve empatik ilişki kurulamadığından kişi içsel bir boşluk ve anlamsızlık hisseder. Bu içsel boşluktan dolayı dengeli ve tutarlı bir benlik oluşturmak güçleşir (2). Kohut, büyüklenmeci narsisizmi bazen soğuk ve ilgisiz bazense aşırı şımartan ebeveyn tutumları sonucu çocuğun ebeveynlerini aşırı idealleştirmesi ve yetişkinlik ilişkilerinde de bu ideale uygun mükemmel kişilerle ilişki kurmaya çalışmasıyla ilişkilendirmiştir (3).

    Narsisizmin aktarımı

    Narsisizmle ilgili yapılan ikiz çalışmalarında yüksek bir korelasyon elde edilmesi narsisizmin genetik bir bileşeni olup olmadığı sorusunu doğurmuştur. Narsistik ebeveynlerin çocuklarıyla yapılan çalışmalar, narsistik ebeveynin bitmek bilmeyen istekleriyle büyüdükçe diğerlerinin istek ve ihtiyaçlarına duyarlı hale gelen bu çocukların kendi narsistik gelişimlerinin yaralandığını, kendi duygu ve gereksinimlerine dair farkındalıklarının çok az olduğunu göstermiştir. Kendi talepleri, duyguları ve ihtiyaçlarını benliğiyle bütünleştiremeyen çocuk, sahte bir benlikle bütünleşerek asıl benliğini terk eder. Bunun sonucunda depresyon, grandiyözite ve ilişkilerde sorunlar ortaya çıkmaya başlar (4).

    Narsisizm ve travma

    Buraya kadar anlatılan narsisizm değerlendirmesinde, narsisizm kişinin enerjisini yönlendirmesi, ebeveynlerin aşırı tutumları ve yetiştirme tarzları gibi faktörlerle ilişkili bulunmuş ve çoğunlukla belirli bir çerçeveden narsisizme yaklaşılmıştır. Yaşamın daha ilk aylarında yalnızlık duygusunu tatmaya başlayan narsistik yapılı bireyler ihmal edilen, gereksinimleri karşılanmayan ve kendi kendine yetmeyi öğrenen bireyler haline gelirler. Temel bakım verenle sıcaklık ve yakınlık içeren bir bağın kurulamaması bebeklikten itibaren hayal kırıklıkları ve olumsuz duygular deneyimlemeye yol açar. Tüm bunların sonucunda sevgisini ve enerjisini dış dünyadan çeken birey kendi iç dünyasında yaşamaya devam edecektir (6).  Bunların yanında narsisizmin travmatik temelleri konusunda yapılan çalışmalar da mevcuttur. Her birey benliğine ve dünyayı algılayış biçimine yönelik tehditler karşısında sarsıntıya uğrar ancak narsistik bireylerin bu tür tehditler karşısında hayal kırıklıkları daha fazla olabilmektedir. Çocukluk çağı cinsel istismarına maruz kalmış narsistik kişilik yapısındaki bireyler yetişkinlik dönemi travmatik yaşantıları sonrasında Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) geliştirme bakımından riskli grupta yer almaktadır (4).

    Romantik ilişkiler ve narsisizm

    Temel bakım veren kişilerle kurulan ilişkileri temel alan narsistik yapı, yetişkinlikte kurulan romantik ilişkilerde de kendini göstermektedir. Duygusal ihmalin ve katı tutumun hâkim olduğu aile ortamında güç ve kontrol oldukça önemli bir yer tutar. Amaç manipülatif davranış ve yaklaşımlarla karşıdakini sindirmek, bastırmak ve itaatini sağlamaktır. Bunlara maruz kalan birisi için yetişkinlikte kurduğu yakın ilişkilerde kullanılan manipülatif taktikleri fark etmek kolay olmamaktadır (4).

    “Aşk bombardımanı (lovebombing)” terimi çoğunlukla narsist kişilerin diğerlerine gösterdiği abartılı sevgi gösterileri, aşırı övgüler, hediye alma, sürpriz yapma gibi davranışlarla kendini gösteren bir manipülasyon taktiğidir. Narsist kişiyle ilişkide olan birinin bunları başlarda fark etmesi güçtür ancak zamanla sadece narsist kişiyle iletişim kurma, diğer ilişkileri askıya alma, bağımsızlığını yitirme gibi sonuçlar ortaya çıkar. Narsist kişi duygusal olarak istismarcıdır. Sürekli ilgi bekler, taleplerinin karşılanmasını ister; istedikleri yerine getirilmediğinde öfke ve kıskançlık gösterir. Narsist bireylerin ilişkide kullandığı bir diğer manipülasyon taktiği “gaz lambası (gaslighting)” olarak adlandırılmıştır. Narsist kişi ilişkide olduğu kişiye esasında doğru olan bilgileri, paranoid bilgilermiş gibi sunarak onun kendi algı ve sezgilerinden şüpheye düşmesine neden olur. Kendinden şüpheye düşen kurban da istismarcı narsiste daha çok bağlanır ve daha çok güvenir. Bir başka taktik ise “yok olma (ghosting)” kavramıyla açıklanmıştır. Narsist istismarcı birdenbire iletişimi keser ve ortadan kaybolur. Ona hiçbir şekilde ulaşamayan kurban kendini suçlar, hayal kırıklığına uğrar ve reddedilmiş hisseder (4).

    Suç davranışı ve narsisizm

    Şiddet davranışı ve narsisizm arasındaki ilişki patolojik narsisizm boyutuyla incelenmiştir. Yapılan araştırmalar narsistik kişilik bozukluğu olan bireylerin çoğunun antisosyal ya da psikopatik davranışlar sergilemediğini ancak cinayet işleyen ya da işleme girişiminde bulunan bireylerin çoğunun antisosyal ya da psikopattan ziyade narsist olduklarını göstermiştir. Aynı zamanda narsist ya da narsistik kişilik bozukluğu olan kişilerin intihar sonucu ölme riskinin diğerlerine göre daha fazla olduğu da görülmüştür. Narsist bireylerin intihar davranışlarına narsistik tehditlere karşı kendini koruma, ölümsüz, incinmez olduğuna dair yanlış inançları, narsistik hasara karşı intikam duygusuyla hareket etme, kusursuz olmayan benliği yok etme isteği gibi açıklamalar getirilmiştir (4).

    Narsisizmin değerlendirilmesi

    Narsisizmin değerlendirilmesinde hem objektif hem de projektif ölçüm araçlarından yararlanılabilmektedir. En çok kullanılan testler Rorchach, Tematik Algı Testi (TAT) ve Erken Dönem Yaşantılar Testidir. Objektif testler ise çoğunlukla narsisizmle ilgili araştırmalarda kullanılmakta, bunların başında Narsistik Kişilik Envanteri gelmektedir (3,6). Narsistik kişilik bozukluğu ölçme araçlarıyla değerlendirildiğinde depresyon ve değersizlik hissiyle yakından ilişkili bulunmuştur (6).

    Narsisizm, yaş, cinsiyet, aile durumu vb. demografik özelliklere göre değişim göstermemektedir (6).

    Yapılan bir çalışmada ergenlik dönemindeki bireylerin istemedikleri şekilde devam eden olaylarda savunucu şekilde hareket ettikleri, sözel ve fiziksel olarak saldırgan davranmaktan çekinmedikleri sonucuna varılmıştır (6).

    Narsisizmin iş yaşamındaki rolüyle ilgili yapılan çalışmalarda, narsist kişilerin yüksek motivasyona sahip olduğu, liderlik rolünde başarılı olduğu ve çalışma performanslarının yeterince iyi olduğu gösterilmiştir. Ancak şişirilmiş benlik nedeniyle hak ettiklerini düşündükleri ya da istedikleri konumda olmaz, beklentilerine ulaşamazlarsa yaşadıkları tatminsizlik çok büyük olmaktadır. Narsisizmle ilişkili bulunan bir başka faktör de iş yerindeki şiddet davranışlarıdır (6).

    Görüldüğü üzere narsisizm kişinin tamamen kendine dönük olması, kendini aşırı sevme, övgü bekleme, ilgi açlığı ve abartılı beklentiler dışında birçok faktörle ilişkili olan, birçok kuram ve yaklaşımın temel taşı olarak incelenen bir kavramdır. Yalnızca psikolojide değil, mitoloji, felsefe, siyaset bilimi ve toplumbilimde de kendine yer bulan narsisizm, farklı görünümleriyle günlük hayatımızın her zaman bir parçası olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

    Referanslar
    1. Cervone, D. ve Pervin, L. A. (2016). Freud’un psikanalitik kuramı: Uygulamalar, ilgili kuramsal kavramlar ve güncel araştırmalar.Kişilik Psikolojisi içinde (M. Baloğlu, Ed.). (s. 113-163). Ankara: Nobel Yayınları.
    2. Demirci, İ. (2017). Büyüklenmeci narsisizmin iki farklı yüzü: Narsistik hayranlık ve rekabetin mutlulukla ilişkisi. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 46, 37-58.
    3. Eldoğan, D. (2016). Hangi narsizm? Büyüklenmeci ve kırılgan narsizmin karşılaştırılmasına ilişkin bir gözden geçirme. Türk Psikoloji Yazıları, 19(37), 1-10.
    4. Erdoğan, B. Ve Öztürk, E. (2018). Ruhsal travmanın aktarımında narsisizm. Bartın Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 3(4), 11-19.
    5. Gürel, E. Ve Muter, C. (2007). Psikomitolojik terimler: Psikoloji literatüründe mitolojinin kullanılması. Sosyal Bilimler Dergisi, 1, 537-569.
    6. Karaaziz, M. ve Erdem Atak, İ. (2013). Narsisizm ve narsisizmle ilgili araştırmalar üzerine bir gözden geçirme. Nesne, 1 (3), s.44-59.
    7. Kızıltan, H. (2012). Hayalperest. Psikeart Dergisi, 23, 6-11.
    8. Kring, A. M., Johnson, S., Davison, G. Ve Neale, J. (2015). Kişilik Bozuklukları. Anormal Psikolojisi içinde (s. 463-488). (Şahin, M. Çev. Ed.). Ankara:Nobel Yayınları.
    9. Tura, S. M. (Ed.). (2015). Narsizm üzerine ve Schreber vakası (5. Basım). İstanbul: Metis Yayınları.
  • Stres Nasıl Yönetilir?

    Stres, normal hayat düzeninden farklı olarak kişinin zorluklara, değişimlere ve yaşam olaylarına verdiği özel bir beden-zihin reaksiyonudur. Aslında stresi insan vücudunun her türlü talebe ya da tehdide yanıt verme şekli olarak ifade edebiliriz.  Stres tepkisi vücudunuzun sizi korumasının bir yoludur. Stres düzgün çalışıyorken, enerjik ve tetikte hissetmenize yardımcı olur. Acil durumlarda stres hayatınızı kurtarabilir. Örneğin kendinizi korumak için size ekstra güç verir ya da araba kazasını önlemek için aniden frene basmanızı sağlayabilir. Stres ayrıca zorluklarla başa çıkmanızı sağlar. Örneğin televizyon başındayken sınavınız olduğunu hatırlatır ve ders çalışmaya yönlendirir, çok önemli bir iş sunumunda konsantrasyonunuzu keskinleştirir. Ancak stres seviyesi belirli bir noktanın üstüne çıktığında, size yardımcı olmayı durdurur ve sağlığınıza, ruh halinize, verimliliğinize, ilişkilere ve yaşam kalitenize büyük zararlar vermeye başlar.

    Stres ne demektir?

    Stres aslında sanıldığının aksine her zaman olumsuz veya kötü bir durum değildir. Küçük dozlarda stres, iyi bir performans göstermemizi ve herhangi bir şeye karşı motivasyonumuzun oluşmasını sağlar. Kişi yapacağı herhangi bir iş konusunda hiç stres duymuyorsa, bu işi yapmak konusunda motivasyonu olmayacağından işi bitirme konusunda da bir istek duymaz. Ancak stres durumu sınırların üstüne geçiyorsa, bu durum kişiyi olumsuz yönde etkiler ve hem fiziksel hem de psikolojik anlamda yoğun bir şekilde etkilenirsiniz. Sonuç olarak eğer stresiniz belli bir düzeydeyse yapmak istediğiniz şeye karşı motivasyon duyarken, stresiniz uç noktalardaysa yoğun bir şekilde stres belirtileri yaşayabilirsiniz.

    Stres genellikle hayal kırıklığı, acı, kaygı, yalnızlık veya umutsuzluk gibi olumsuz duyguları içermekte ve kişiyi hem psikolojik hem de fizyolojik anlamda zorlamaktadır. Zaman geçtikçe, stres bedeni ve zihni yıpratma ve ilişkilerde sorunlar yaratma eğilimindedir. Stres her yaştan, cinsiyetten ve kültürden insanı etkileyebilir ve hem fiziksel hem de psikolojik anlamda sağlık sorunlarının oluşmasına zemin hazırlayabilir.

    Stres anında vücudumuzda neler oluyor?

    Savaş ya da kaç tepkisi

    Kendinizi tehdit altındayken hissettiğinizde sinir sisteminiz, acil eylem için vücudu harekete geçiren adrenalin ve kortizol da dahil olmak üzere stres hormonlarını serbest bırakır. Bu hormonlar açığa çıktıktan sonra kalbiniz daha hızlı atmaya, kaslarınız gerilmeye, tansiyonunuz yükselmeye ve nefes alış veriniz hızlanmaya başlar. Bu fiziksel değişimler sonucunda gücünüzü ve dayanıklılığınızı arttırmayı, verdiğiniz reaksiyonu hızlandırmayı ve odak noktanızı geliştirmeyi sağlar. Yani tüm bunlarla sizin karşınızdaki tehditle savaşmanızı ya da kaçmanızı sağlar. Örneğin ormanda bir gün yürüyüş yaptığınızı ve karşınıza vahşi bir hayvanın çıktığını hayal edelim. Vücudunuz gördüğünüz hayvana karşı bir anda hormon üretmeye başlar ve sizin duruma hazır olmanızı sağlamak ister. Bunun sonucunda da karşınızdaki hayvanla savaşmak veya kaçmak için hazır bir konumda bulunursunuz.

    Stresin etkileri nelerdir?

    Sinir sistemimiz duygusal ve fiziksel tehditleri ayırt etmede pek iyi değildir. Eğer bir arkadaşınızla, sınavla ya da faturalarla karşı karşıya kaldığınızda çok stresliyseniz, vücudunuz gerçek bir ölüm kalım durumuyla karşı karşıya olduğunuz kadar güçlü tepki verebilir. Acil durum stres sisteminiz ne kadar fazla aktif olursa, tetiklenmesi o kadar kolaylaşır ve stresi gidermek de bir o kadar güç olur. Sık sık strese girme durumundaysanız, modern dünyanın zorlu koşullarında çoğu insan gibi yüksek stres durumunu yaşayabilirsiniz.

    Stres etki olarak siz farkında olmasanız bile, sağlığınızı olumsuz anlamda etkilemektedir. Genellikle insanlar bağ ağrısını, uykusuzluğu ve daha az üretken olmayı herhangi bir nedene bağlamaz. Ancak tüm bunların suçlusu gerçekten de stres olabilir.

    Aslına bakılırsa stresin etkileri vücudunuzu, düşüncelerinizi, duygularınızı ve davranışlarınızı etkileyebilir. Yaygın stres semptomlarını tanıyabilmek, onları yönetme konusunda kişiye büyük bir avantaj sağlayabilir. Tedavi edilmeyen stres yüksek tansiyon, kalp hastalıkları, obezite veya diyabet gibi birçok sağlık sorunun oluşmasına neden olabilir. Stres ile ilgili en tehlikeli şeylerden biri de bir yerden sonra stresin neden olduğu belirtilere alışırsınız. Sizi ne kadar etkilediğini, ağır bir durumla karşılaşsanız bile fark etmeniz zorlaşır. Bu nedenle, stresin belirtilerin ve etki ettiği sorunların farkında olmanız önemlidir.

    Stresin neden olduğu sağlık sorunları

    • Kronik ağrı problemleri
    • Uyku problemleri
    • Bağışıklık sistemi sorunları
    • Egzema
    • Kalp hastalıkları
    • Kilo problemleri
    • Hafıza ve odaklanma problemleri
    • Cinsel işlevlerde sorunlar
    • Sindirim Problemleri

    Stresin fiziksel etkileri

    • Baş ağrısı
    • Kas gerginliği veya ağrı
    • Göğüs ağrısı
    • Aşırı yorgunluk
    • Cinsel işlev bozuklukları
    • Mide bozukluğu
    • Uyku problemleri

    Stresin ruh halimize olan etkileri

    • Anksiyete(kaygı)
    • Huzursuzluk
    • Motivasyon eksikliği
    • Dikkat dağınıklığı ve odaklanamama
    • Bunalmışlık hali
    • Sinirlilik veya öfke hali
    • Karamsarlık ve depresyon
    • Diğer zihinsel ve duygusal sağlık sorunları

    Stresin davranışlar üzerindeki etkileri

    • Yeme düzeninde değişiklik(aşırı yeme ya da hiç yememe hali)
    • Çevreye karşı öfke patlamaları
    • Uyuşturucu veya alkol bağımlılığı
    • Sigara kullanımı
    • Sosyal olarak geri çekilme(izolasyon)
    • Daha az sıklıkla fiziksel aktivite yapmak

    Stresin nedenleri nelerdir?

    Strese neden olan durumlar ve baskılar stresör olarak ifade edilmektedir. Genellikle yorucu çalışma şartları, ilişki problemleri veya sizin stres duymanızı sağlayan herhangi bir şey stresli olabilir. Aslında olumlu olan şeyler bile stres yaratıcı bir etken olabilir. Evlenmek, üniversiteye gitmek veya terfi almak gibi olumlu olan olaylar bile kişide stres yaratabilir.

    Tabi ki stresin oluşmasını sağlayan sadece dış faktörler değildir. Stres durumunu kişi kendisi de yaratabilir. Yaşam hakkındaki mantıksız, karamsar düşünceler de kişide aşırı endişe duygusunun oluşmasına neden olabilir.

    Kişide stresin oluşmasına neden olan şey, kişinin olayları nasıl algıladığı ile alakalıdır. Sizin için stres yaratan bir durum başkası için hiç de stresli bir durum olmayabilir. Örneğin bazı kişiler herhangi bir yerde sunum yapmaktan yoğun stres duyarken, bu durum bazılarının hoşuna bile gidebilir.

    Neler strese yol açar?

    Dışsak faktörler

    • Yaşam değişiklikleri(taşınma, iş değiştirme vb.)
    • İlişki problemleri
    • Finansal problemler
    • Yorucu bir çalışma hayatının olması
    • Aile ve çocuklar

    İçsel faktörler

    • Karamsarlık
    • Belirsizliği kabul etmeme
    • Esnek düşüneme, katı düşünceler
    • Olumsuz iç ses
    • Gerçekçi olmayan beklentiler
    • Mükemmelliyetçi kişilik yapısı
    • Ya hep ya da hiç tavrı(olayları ya da durumları siyah ya da beyaz olarak görme, gri olarak görememe)

    En önemli stresli yaratan olaylar nelerdir?

    • Eşin ölümü
    • Boşanma
    • Hapis Cezası
    • Yakın bir aile üyesinin kaybı
    • Yaralanma ya da ağır hastalıklar
    • Evlilik
    • İş kaybı
    • Emeklilik

    Senin için stresli olan nedir?

    Hangi olay veya durum sizi strese sokarsa soksun, sorunla başa çıkmanın ve dengenizi yeniden kazanmanın yolları vardır. Yaşamın en yaygın stres kaynaklarından bazıları şunlardır:

    İş yerinde stres

    İş yerinde yaşadığınız stres normal olarak kabul edilse de, aşırı stres üretkenliğinizi ve performansınızı önemli ölçüde etkileyebilir. Aynı zamanda gününüzün büyük bir bölümünü geçirdiğiniz iş yaşamı, fiziksel ve duygusal sağlığınızı, ilişkilerinizi ve ev yaşamınızı etkileyebilir. Hedefleriniz veya işiniz ne olursa olsun, stresin zararlı etkilerinden kendinizi korumak, iş memnuniyetinizi artırmak ve işyerinde ve dışında memnuniyetinizi artırmak için atabileceğiniz adımlar vardır.

    İş kaybı ve işsizlik

    Bir işi kaybetmek, hayatın en stresli deneyimlerinden biridir. Kızgın hissetmek, incitmek veya depresyonda hissetmek, kaybettiğiniz her şeyden dolayı üzülmek veya geleceğin sahip olduğu şeyler konusunda endişeli olmak normaldir. İş kaybı ve işsizlik, bir kerede çok fazla değişiklik gerektirir, bu da amaç ve özgüven duygunuzu sarsabilir.

    Keder ve kayıp

    Sevdiğiniz birinin ya da sevdiğiniz bir şeyin kaybıyla baş etmek, hayatın en büyük streslerinden biridir. Çoğu zaman, kaybın acısı ve stresi altında kendinizi boğulmuş hissedebilirsiniz. Şok veya öfke, suçluluk ve derin üzüntüye kadar her türlü zor ve beklenmedik duyguları yaşayabilirsiniz. Acı çekmenin doğru ya da yanlış bir yolu olmamasına rağmen, zamanla hüznünüzü hafifleten ve kaybınızla başa çıkmanıza, yeni anlamlar bulmaya ve yaşamınıza devam etmenize yardımcı olabilecek acı ile baş etmenin sağlıklı yolları olduğunu unutmamak gerekir.

    Stres çeşitleri nelerdir?

    Akut stres (kısa süreli stres)

    Akut stres en sık görülen stres şeklidir. Yakın geçmişin talepleri ve baskıları ile yakın geleceğin beklenen talepleri ve baskıları kişiye bir anda gelmekte ve zorlantı duygusunun oluşmasına neden olmaktadır. Akut stres küçük dozlarda ise kişi için heyecan verici bir faktör olabilir. Ancak bu doz normalden de fazla bir düzeye geldiyse bu durum kişiyi oldukça zorlayabilir. Aynı şekilde, kısa süreli stresi yoğun ve sık bir şekilde yaşamak psikolojik sıkıntıya, gerginlik, baş ağrısına, mide ve diğer semptomlara neden olabilir.

    Neyse ki, akut stres belirtileri çoğu insan tarafından tanınır. Kişi trafik kazası, önemli bir sözleşmenin kaybedilmesi, yetişmesi gereken acil bir işin olması, çocukların okuldaki sıkıntıları gibi hayatında ters giden şeylerin farkındadır. Ancak bireyin duyduğu stres kısa vadeli olduğu için, uzun vadeli stresteki gibi semptomları analiz edecek herhangi bir zamanı yoktur. Kısa süreli streste en sık görülen semptomlar şu şekildedir:

    • Duygusal stres(öfke veya sinirlilik hali)
    • Anksiyete ve depresyon kombinasyonu
    • Gerginlik, baş, çene ve sırt ağrısı
    • Tendon ve bağ sorunlarına yol açan kas gerginlikleri
    • Mide sorunları
    • Kalp ritminde artış, kalp çarpıntısı
    • Aşırı terleme

    Akut stres(kısa süreli stres), kişinin hayatının herhangi bir döneminde beklenmedik bir anda olabilir. Ancak akut stresin tedavi edilebilir ve yönetilebilir olduğu unutulmamalıdır.

    Episodik (epizodik) akut stres nedir?

    Kişi hayatının belirli dönemlerinde sık sık akut stres yaşıyorsa, yaşamı sürekli olarak kaos ve krizleri barındıracak kadar düzensizse episodik akut stresin varlığından söz edebiliriz. Akut strese sahip olan kişilerin öfkeli, huzursuz, endişeli ve gergin hissetmeleri yaygın olarak görülen bir durumdur. Bu kişiler kendilerini “aşırı sinirli” birisi olarak tanımlamaktadırlar. Kişiler arası ilişkiler onlar için gittikçe kötüleşmeye başlar ve bulundukları ortam onlar için oldukça stresli bir alan haline gelmektedir.

    Bir başka epizodik akut stres şekli ise asla bitmeyen endişelerden kaynaklanmaktadır. Bu kişiler etraflarında gerçekleşen her olay ya da duruma karamsar bir şekilde bakarlar ve mutlaka kendilerini korkunç bir şeyin beklediğini düşünürler. Bu kişiler diğer epizodik akut stres şekline göre öfkeli ve düşmanca olmaktan çok endişeli ve bunalımlı bir ruh halindedirler.

    Epizodik akut stresin belirtileri nelerdir?

    • Sürekli gerginlik
    • Baş ağrıları
    • Migren
    • Göğüs ağrısı ve kalp hastalığı

    Epizodik akut stresin tedavisi

    Epizodik akut stresin tedavisi, genellikle profesyonel yardım gerektiren, birkaç ay sürebilen, çeşitli seviyelerde müdahale gerektirir. Yaşam tarzı ve kişilik sorunları, bu bireylerde o kadar kökleşmiştir ki, yaşamlarında ters giden bir şeyin varlığını görmemektedirler. Diğer insanları ve etrafında gelişen olayları sürekli olarak suçlama eğilimindedirler. Yaşam tarzlarını ve başkalarıyla iletişime girme kalıplarındaki sorunların kaynağı olarak başkalarını görürler. Bu bireyler için değişimin en önemli anahtarı semptomlarının azalacağına ve daha rahat olacaklarına dair bir motivasyon kaynağının oluşmasıdır.

    Kronik stres nedir?

    Kronik stres, akut stresin aksine bireyi günden güne ve yıldan yıla etkileyen uzun süreli bir stres halidir. Stresin uzun süre boyunca, varlığını sürdürmesi hem fizyolojik hem de psikolojik anlamda kişiyi oldukça zorlamaktadır.  İç içe geçmiş zaman süreli ve kesilmeyen stres duygusu, bireyin bu durumdan asla çıkamayacağına dair bir inanç geliştirmesine neden olmaktadır. Umut duygusu azalır ve birey çözüm aramaktan artık vazgeçer.

    Kronik stres, içselleşen ve sonsuza dek acı veren, erken çocukluktaki travmatik deneyimlerden de kaynaklanabilmektedir. Bazı deneyimler kişiyi derinden etkiler ve bireyde sürekli strese neden olan bir dünya ve inanç görüşünün oluşmasına zemin hazırlar. Bu kişiler için dünya tehdit edici bir yerdir ve çevresindeki diğer insanlara karşı mutlaka “mükemmel ve sorunsuz” gözükmek zorunda hissederler. Kronik stresin temel tedavisi, kişide strese neden olan mekanizmaların derinindeki yerleşmiş inancın yeniden düzenlenmesidir. Kronik strese sahip olan kişilerin mutlaka bir uzman desteği alması gerekmektedir.

    Kronik stresin kişi için en kötü yanlarından biri de, artık insanların strese alışmasıdır. Hatta kişi stresin varlığını bile unutur çünkü zaten stres hep oradadır. İnsanlar ani gelen stresin(akut stres) hemen farkındadırlar ve buna karşı acil bir çözüm elde etmek isterler. Kronik strese sahip olan kişiler ise, stres duygusu zaten hep kendilerinde var olduğu içi, onu fark etmezler bile. Kronik stres intihar, kalp hastalıklarının beraberinde kalp krizi geçirme, felç ve hatta kanser gibi ölümcül hastalıklar nedeniyle insanları tehdit eder. İnsanlar kronik stresin varlığıyla, farkında olmasalar bile ölümcül bir soruna maruz kalmaktadırlar. Fiziksel ve zihinsel kaynaklar sürekli olarak yıprandığından, kronik stresin tedavisi diğer stres türlerine göre daha uzun sürelidir. Kronik stres semptomlarının tedavisinde bilişsel davranışçı terapi ve stres yönetimi bilgilerinin yanı sıra psikoterapi ile birlikte uzun süreli bir farmokolojik tedavi(ilaç tedavisi) gerekebilir.

    Stres ve anksiyete arasındaki ilişki

    Stres ve anksiyete arasındaki bağlantıyı anlamak, her ikisi için de sorunları çözmek adına bize yardımcı olabilir. Şimdi stres ve anksiyete arasındaki bağlantıya bakalım.

    Stres ve anksiyete arasında nasıl bir ilişki vardır?

    İnsanların kaygı ile başa çıkma stratejileri arasında, kullandıkları stratejilerden bazıları kişide ek stresin oluşmasına neden olabilir. Yani kaygı, var olan stresin daha da artmasına yol açmaktadır.  Bu duruma örnek verecek olursak;

    İş yaşamınızda işinizle ilgili herhangi bir hata yaptınız ve bunu patronunuza söylemek konusunda bir kaygıya sahip olduğunuzu düşünelim. Patronunuzla yaptığınız herhangi bir rutin konuşmada sürekli olarak “Acaba yaptığım hatayı fark etti mi?” diye kendinize soruyorsunuz. Hatanızı söylemenizin daha iyi olacağını biliyorsunuz ancak sürekli olarak söylemekten kaçınıyorsunuz ve bu durum kaygıyla beraber var olan stresinizin tamamen artmasına yol açıyor.

    Bir başka örnekte yakın bir arkadaşınızdan onun için maddi ya da manevi anlam taşıyan bir şeyi ödünç aldığınızı düşünelim.  Ödünç aldığınız nesneyi kaybettiniz ve arkadaşınıza bunu söylemekten endişe duyuyorsunuz. Var olan kaygı seviyeniz aynı zamanda stres duymanıza  neden oluyor ve sürekli olarak arkadaşınıza durumu söylemeyi erteliyorsunuz.

    Yukarıdaki birkaç örnekten gördüğümüz gibi burada var olan kaygı seviyesi kişinin durumdan kaçma stratejilerini uygulamasına neden oluyor ve kişideki stresin günden güne daha da artış göstermesine neden oluyor.

    • Stres ve anksiyete ile bağlantılı olan bir diğer faktör de beklenti anksiyetesi yani beklenti kaygısıdır.  Buna bir örnek verecek olursak;

    Önemli bir sunum yapacaksınız ve bundan dolayı sunum öncesi yoğun bir stres duyduğunuzu düşünelim, var olan stres seviyeniz sunum anında da yoğun bir kaygı duymanıza sebep oluyorsa burada beklenti kaygısı kavramından söz edebiliriz.

    • Odak noktalarınız bozuluyor.

    Bir konu hakkında çok yoğun bir endişe duyuyorsunuz ve bu da sizi günlük hayatınızdaki başka odaklanmanız gereken noktalarla ilgilenmeyi de unutmanıza neden oluyor. Bu durumda unutmuş olduğunuz şeylerin sonuçları da size hem endişe hem de stres yaratıcı faktör olarak geri dönebilmektedir.

    Anksiyete ve stresin varlığı için neler yapılabilir?

    Yavaş ve derin nefes alma vücudunuzdaki stres düzeyini azaltmak için harika bir yoldur. Siz de fark ettiyseniz yoğun stres duyduğunuz anlarda kalbiniz hızlı bir şekilde atmaya ve daha fazla nefes alıp vermeye ihtiyaç duyarsınız. Bu vücudunuzun stres uyaranına karşı verdiği olağan bir tepkidir. Eğer nabzınızı azaltmayı ve yavaşça nefes alıp vermeyi başarabilirseniz, vücudunuzdaki fizyolojik tepkileri de olumlu anlamda etkileyebilirsiniz.

    Sürekli olarak kaçındığınız şeylerle başa çıkmaya çalışmak ve kaçınmakta olduğunuz görevlere doğru küçük ve sakin adımlar atmanız, stres ve endişe duygularının azalması konusunda size yardımcı olacaktır.

    Herkes için kaygı uyandıran çeşitli görevler vardır(sunum yapmak, bir ürünü pazarlamaya çalışmak, sınav vb.). Bazen bu şeyler kişide o kadar fazla stres ve endişe oluşturur ki, bireyin bu görevlerde kendini tamamen kapatmasına ve başarısız olmasına neden olur. Bu tür görevler için kaçınmak yerine daha fazla pratik yapmak aslında kişinin de kendine daha fazla güvenmesini sağlayacaktır. Bu nedenle bu tür görevlerden kaçınarak kısır bir döngü oluşturmak yerine bu döngüyü kırıcı davranışlar geliştirmek, kişinin daha az kaygı ve stres duymasını da beraberinde getirecektir.

    Stres yönetimi nedir?

    Stres semptomlarınız varsa, stresinizi yönetmek için adımlar atmanızın sağlık açısından birçok faydası olabilir. Siz de aşağıda sıralayacağımız stres yönetimi stratejilerini keşfedin:

    • Düzenli fiziksel aktivite yapmak
    • Daha önce bahsettiğimiz derin nefes egzersizleri yapmak
    • Meditasyon, yoga, gibi rahatlama teknikleri yapmak
    • Aile ve yakın arkadaşlarla sosyal faaliyetler yapmak
    • Eskiden yapmaktan hoşlandığınız ve artık yapmak istemediğiniz ya da yapmaya vakit bulamadığınız etkinlikleri tekrar yapmak
    • Düzenli uyku ve sağlıklı, dengeli bir diyet fiziksel olarak daha iyi hissetmenizi ve stresi daha az hissetmenizi sağlayacaktır. Bu noktada sağlıklı yaşam kriterlerini gerçekleştirmek ve alkol, tütün ve aşırı kafein alımından uzak durmak gerekmektedir.

    Not: Stresinizi yönetmek amacıyla alkol ve madde kullanımı, yoğun internet kullanımı, televizyon seyretmek gibi yollar kısa vadede stresinize iyi gelebilir ancak uzun vadeli sonuçlara bakarsak var olan stresinizin daha da artmasına yol açar.

    Stres tolerans seviyenizi etkileyen faktörler nelerdir?

    Hangi durumlarda stresin oluştuğunu ve strese verilen tepkinin kişiden kişiye değiştiğini unutmamak gerekir. Stres durumunda alacağınız destek, süreci daha işlevsel bir şekilde atlatmanızı sağlayacaktır.

    Güçlü bir destek ve ilişki ağına sahip olmak strese karşı güçlü bir tampon görevini oluşturur. Güvenebileceğiniz ve ilişki kurabileceğiniz insanların olması baskıları daha rahat atlatmanızı sağlayacaktır. Yalnız ve sosyal anlamda izole yaşamak iste var olan stresin daha fazla artmasına neden olabilecek bir durumdur.

    Kendinize ve yaşadığınız olayları ve durumların üstesinden gelme yeteneğinize güveniyorsanız stresi atlatmanız da daha kolay olacaktır. Diğer bir yandan yaşamınız üzerinde çok az kontrole sahip olduğunuzu düşünüyorsanız, stresi daha fazla yaşama eğiliminde olabilirsiniz.

    Hayata bakış açınız stresle başa çıkma kabiliyetinizde büyük fark yaratmaktadır. Strese dayanıklı insanlar, daha güçlü bir mizah anlayışına sahip olma, daha yüksek bir amaca inanma ve değişimi yaşamın kaçınılmaz bir parçası olarak kabul etme eğilimindedir.

    Üzgün, öfkeli veya sıkıntılı hissettiğinizde kendinizi nasıl sakinleştirip yatıştıracağınızı bilmiyorsanız, stresli ve tedirgin olma olasılığınız daha yüksektir. Duygularınızı uygun bir şekilde belirleme ve bunlarla başa çıkma yeteneğine sahip olmak, strese karşı toleransınızı artırabilir ve sıkıntıdan geri dönmenize yardımcı olabilir.

    Stresli bir durum hakkında ne kadar fazla şey bilirseniz, ne kadar süreceği ve ne bekleyeceği de dahil, başa çıkmak da kişi için o kadar kolay olmaktadır. Örneğin, ameliyat sonrası ne beklediğinizle ilgili gerçekçi bir beklentiyle ameliyata girerseniz, iyileşme sürecinizde duyduğunuz stres de o kadar az olacaktır.

    Stresle başa çıkma yolları nelerdir?

    Aktivite seviyenizi arttırmak, stresi azaltmak ve daha iyi hissetmeye başlamak için şu anda kullanabileceğiniz önemli bir stratejidir. Düzenli egzersiz, ruh halinizi olumlu anlamda yükseltebilir ve stresi besleyen olumsuz düşünceler döngüsünden kurtulmanızı sağlamaktadır. Yürüme, koşma, yüzme ve dans gibi ritmik özellikler stresi azaltmada özellikle etkilidir.

    Güvenebileceğiniz insanlarla sizdeki stres yaratıcı faktör hakkında konuşmak, stres karşısında kendinizi daha az tedirgin ve daha güvende hissetmenizi sağlayabilir. Bu nedenle, ruh halinizi iyileştiren ve sorumluluklarınızın sizi engellemesine izin vermeyen insanlarla zaman geçirin. Herhangi bir yakın ilişkiniz yoksa veya ilişkileriniz stresinizin kaynağıysa, daha güçlü ve daha tatmin edici bağlantılar kurmayı öncelik haline getirin.

    Yaşamınızdaki stresi tamamen ortadan kaldıramazsınız, ancak sizi ne kadar etkileyeceğini kontrol edebilirsiniz. Yoga, meditasyon ve derin nefes alma gibi gevşeme teknikleri, stres tepkisinin tersi olan bir gevşeme halini harekete geçirir. Düzenli olarak uygulandığınızda, bu aktiviteler günlük stres seviyenizi azaltabilir ve neşe ve dinginlik duygularını artırabilir.

    Yediğiniz yemekler ruh halinizi iyileştirebilir veya daha da kötüleştirebilir. Bu durum da yaşam stresleri ile başa çıkma kabiliyetinizi etkileyebilir. İşlenmiş ve hazır yiyeceklerle, rafine karbonhidratlar ve atıştırmalıklar stres belirtilerini kötüleştirebilir, taze meyve ve sebzeler, yüksek kaliteli proteinler ve omega-3 yağ asitleri bakımından zengin bir diyet ile stresle daha iyi başa çıkmanıza yardımcı olabilir.

    Yorgun hissetmek, mantıksız düşünmenizi sağlayarak stresi artırabilir. Aynı zamanda, stres uykunuzu da bozabilir. Uykuya dalmakta ya da gece uykuda kalmakta zorlanıyor olsanız da, uykunuzu iyileştirmenin birçok yolu vardır, iyi uyduğunuzda ve dinlendiğinizde daha az stresli, daha üretken ve duygusal olarak daha dengeli hissedersiniz.

    Ne zaman yardım almalıyım?

    Stresinizin bildiğiniz bir sebebi olmadığına ve her şeyden yoğun anlamda stres duyduğunuza inanıyorsanız veya stresinizi kontrol etmek adına her şeyi yapıp hala belirtilerin devam ettiğini görüyorsanız bir uzman yardımı almanız önem taşımaktadır.  Bu noktada alacağınız psikoterapi yaklaşımı ve gerekirse ilaç tedavisi semptomlarınızın azalmasını ve gelecekte de stresi daha iyi kontrol etmenizi sağlayacaktır.

    Tedavi ile neler gerçekleşir?

    • Özel durumların neden sizin için bir stres tepkisi yarattığını keşfedersiniz.
    • Sahip olduğunuz belirli düşünce ve davranış kalıplarının size nasıl zarar verdiğini görür ve kendinizi daha iyi hissetmenin yollarını keşfedersiniz.
    • Sizi strese sokabilecek kaçınılmaz durumlarla daha iyi başa çıkmanızı sağlayacak yeni düşünme ve davranış biçimlerini keşfedersiniz.
    • Gelecekte stresli durumlarla başa çıkma kabiliyetinize yeni bir anlayış ve daha fazla güven geliştirirsiniz.
    Referanslar
    1. Boyes, A. (Şubat, 2015). Stress and Anxiety. www.psychologytoday.com
    2. MayoClinic (Eylül, 2016). Stress Symptoms: Effects on Your Body and Behavior. www.mayoclinic.org
    3. Miller, L.H., Smith, A.D. (t, y) Stress: The different kinds of stress. www.apa.org
    4. Segal, J. (Kasım, 2018). Stress Symptoms, Signs, and Causes. www.helpguide.org
  • EMDR’nin benzersiz bütünleştirici yönleri

    EMDR diğer birçok psikoterapiyi nasıl entegre ediyor ve hepsinden nasıl fayda sağlıyor?

    Anahtar Noktalar

    • EMDR’nin başarısının ardındaki nedenlerden biri, birçok güvenilir psikoterapiyi entegre etmesi olabilir.
    • EMDR, etkinliği için tartışmasız bir şekilde diğer modellerden işe yarayanları alır ve psikoterapinin birçok aydınından gelen bilgeliği bütünleştirir.
    • EMDR’nin ilham aldığı söylenebilecek terapiler arasında BDT, hipnoz ve çözüm odaklı terapi yer almaktadır.

    Yüzlerce psikoterapi var ancak hepsi eşit yaratılmamıştır. EMDR terapisinin, en iyi terapi modellerinin hepsinin en iyi unsurlarını entegre ettiğine inanıyorum; EMDR terapisi, büyük ölçüde bütünleştirici bir yaklaşım olduğu için (Shapiro, 2002; Shapiro ve ark., 2007) en iyilerden biri olabilir (özellikle travma için). Burada, EMDR’nin en önde gelen ve iyi araştırılmış psikoterapilerin birçoğuyla nasıl etkileşime girdiğini ve bütünleştiğini ve bunun onu nasıl etkili kıldığına inandığımı ele alıyorum. (Not: Ben şahsen EMDR uyguluyorum ve bu benim kendi profesyonel bakış açımdır).

    EMDR’nin uluslararası tanınırlığı ve gücü

    Amerikan Psikoloji Derneği 2004 yılından bu yana EMDR terapisinin travma tedavisinde etkili olduğunu onaylamaktadır. Uluslararası Travmatik Stres Çalışmaları Derneği ve Gazi İşleri ve Savunma Bakanlıkları da 2004’ten bu yana EMDR’yi en yüksek etkinlik ve araştırma desteği kategorisine koymuştur.

    2016 yılından bu yana 130 ülkede 110.000 terapist tarafından 7 milyondan fazla kişi başarıyla tedavi edilmiştir (Shapiro & Forest, 2016). EMDR terapisinin travma tedavisinde Prozac’tan daha üstün olduğu bulunmuştur (Van der Kolk ve ark., 2007). Bunun nedeni muhtemelen araştırmaların EMDR’nin bugüne kadarki birçok travma tedavisinden daha etkili değil, muhtemelen daha hızlı çalıştığını göstermesidir (de Jongh ve ark., 2019; Hoogsteder ve ark., 2002; Matthijssen ve ark., 2020; Shapiro, 2004).

    Diğer modeller genellikle saf olmaya çalışırken, EMDR eğitimlerinde, kursiyerler EMDR’yi genellikle yardımcı bir tedavi olarak diğer modellerle entegre etmeye teşvik edilir. Esnek ve bütünleştirici doğasının, başarısının temelinde yatıyor olabileceğini iddia ediyorum.

    Entegrasyonun tohumları, kökleri ve eğilimleri

    Joseph Wolpe’nin ufuk açıcı yayını (1968), “Karşılıklı Engelleme ile Psikoterapi” EMDR’yi büyük ölçüde etkilemiştir. Stresli bir uyaranın, stres azalana kadar huzurlu bir uyaranla eşleştirilmesini öneriyordu.

    Bu, EMDR’nin özüdür; EMDR terapisti, danışana travmatik bir olaya odaklanması talimatı verilirken, genellikle göz hareketleri, ses ve/veya dokunsal uğultu yoluyla sıkıcı ve öngörülebilir, ileri geri iki taraflı bir uyarım uygular. Bu mekanizma sayesinde, travma genellikle acısının çoğunu kaybeder ve travmanın yaratabileceği genellikle yoğun, uzun süreli ve sık fizyolojik uyarılmayı azaltır.

    EMDR’nin nasıl çalıştığı hala daha fazla araştırmaya ihtiyaç duysa da, EMDR’deki bilateral stimülasyon (BLS) REM uykusundaki hızlı, otomatik göz hareketlerini taklit edebilir. İki taraflı uyarım alırken hissettiğiniz deneyimi “sadece fark etmenin”, iyileşmeyi katalize etmek için sessizliği, ritmik davul çalmayı veya müzikle dans etmeyi kullanmaya benzer şekilde yerli şifa uygulamalarında kökleri olduğu ortaya çıktı (Marich, 2022). Müzik doğal olarak EMDR’nin bilindiği ritmik çift taraflı uyarımı içerir.

    Bu anlamda, EMDR 1988’de yaratıldığında bir terapi olarak radikal bir şekilde yeni değildi. Bunun yerine, birçok güçlü şifa terapisi ve uygulamasından gelen şifa unsurlarını birleştiren benzersiz derecede etkili bir paket olarak görülebilir. Daha spesifik olarak, EMDR ile örtüşen kesişen terapiler şunlardır:

    1) Bilişsel-davranışçı terapi (BDT)

    BDT terapisti, danışanın gerçeklere dayanmayan ancak doğru hissedebileceği temel olumsuz bilişlerini/inançlarını olumlu, gerçeklere dayalı, uyarlanabilir bir inanca dönüştürmesine yardımcı olur (örneğin, “Yetersizim” yerine “Yeterince iyiyim”). Ancak BDT’den farklı olarak EMDR’de bu, BDT’de yaygın olan doğrudan düşünce düzeltmeleri yoluyla değil, dolaylı olarak kendiliğinden gerçekleşir.

    İki yöntemin farkı, EMDR’de olumsuz düşünce çarpıtmalarının hatalı bir inanç yerine travmatik ve uyumsuz bir şekilde depolanmış hafıza ağlarının semptomları olarak görülmesidir. EMDR’de hafızayı “iyileştirdiğinizde”, düşünceleriniz doğal olarak daha uyumlu ve genellikle olumlu hale gelir.

    2) Hümanistik, Rogerian

    Hümanistik terapide, terapist danışanı proaktif, şefkatli ve yargılayıcı olmayan bir şekilde dinleyerek değişim yaratmaya yardımcı olur. Benzer şekilde, EMDR terapist tarafından yönetilirken, son derece danışan merkezlidir; danışan her zaman sorumludur ve istediği zaman durabilir veya duraklatabilir. Her ikisi de güç temellidir ve danışanların iyileşmek için gereken tüm kaynaklara zaten sahip olduğuna güvenir.

    EMDR, EMDR terapistinin, travma yeniden işleme aşamalarında danışanın doğal/uyumsal iyileşme mekanizmasının devreye girmesine izin vermek için zaman zaman hümanistik bir terapistten şefkatle daha bağımsız olmasıyla farklılık gösterir. EMDR’nin asıl yeniden işleme kısmı hümanistik terapide olduğu gibi diyalojik değildir.

    3) Psikanalitik

    Freud, travmatik, çözülmemiş anıların psikolojik acıyı körükleyebileceğini erkenden tahmin etmiştir (Haynal, 2008). Hem EMDR hem de psikanalizde serbest çağrışım vardır – danışan o anda aklına gelen her şeyi ifade eder – ancak EMDR’de bu, ikili uyarımdaki periyodik, kısa duraklamalar sırasında olurken, psikanalizde terapist dinlerken ve yorumlarken daha spontane ve konuşmaya dayalıdır. Her ikisi de danışanın sıkıntısının köklerinin geçmişte, genellikle çocuklukta, temelinin oluştuğu yerde olduğunu varsayar.

    4) Farkındalık

    Kabul ve taahhüt terapisi veya farkındalık temelli bilişsel terapi gibi farkındalık temelli terapilerde terapist, danışanın ortaya çıkan travmatik materyal hakkında yargılayıcı olmayan bir farkındalık geliştirmesine yardımcı olur. Bu, tıpkı EMDR’de olduğu gibi travmanın etkilerini kişiselleştirir. Her ikisi de amaçlı, yargılayıcı olmayan şimdiki zaman yönelimine dayanır, ancak EMDR’de bu genellikle eş zamanlı olarak geçmiş travmatik anılara odaklanır (Shapiro & Forest, 2016; Solomon & Shapiro, 2008).

    5) Somatik deneyimleme (SE)

    SE, EMDR’ye kıyasla bedene daha fazla odaklanırken, EMDR de oldukça somatik odaklıdır. Her ikisinde de, danışan travmayla ilgili duygu ve algıları sürekli olarak bedende bulundukları yerle ilişkilendirir ve iyileşme, danışan şimdiki zamanda duyumları yeniden deneyimlediğinde, yeni rahatlama hisleri, içgörüler, algılar ve duygular ürettiğinde gerçekleşir.

    6) Uzun süreli maruz bırakma (PE)

    PE’de danışan travmatik materyal veya durumlardan kaçınmak yerine onlarla yüzleşir ve içinden geçer. Ancak PE’den farklı olarak EMDR, danışanın çözüm için travmayı sözelleştirmesini veya doğrudan yüzleşmesini/karşılaşmasını gerektirmez. Buna göre, EMDR genellikle daha hızlı çalışabilir ve daha az acı verici olabilir.

    7) Anlatı terapisi (NT)

    Oldukça farklı olmalarına rağmen, etkili NT ve EMDR, danışanın travmayla ilişkili olarak kendine bakışında derin bir değişimle sonuçlanır. NT’nin “kişi sorun değildir, sorun sorundur…” sözü ve klinisyenin danışanın sorunun ya da travmanın pençesinden kurtulmasına yardımcı olduğu kendine özgü “dışsallaştırma” süreci, EMDR’nin yeniden hikayeleştirme yönleriyle kesişir (“Ben zayıfım “dan “Ben güçlü bir hayatta kalanım “a). Her ikisi de danışan merkezlidir, güce dayalıdır ve iyileşmek için gereken tüm kaynakların danışanların içinde olduğuna güvenir.

    8) İçsel aile sistemleri terapisi (IFS)

    EMDR, beyni “işlenmemiş” travmatik anıları işlemeye yönlendirecek, doğal olarak uyarlanabilir bir çözüme yol açacak, duygusal yükü azaltacak ve onları olumlu hafıza ağlarına bağlayacak şekilde uyarır. Bu, IFS’deki “Benlik “e, danışanın travmatize olmuş kısımlarına liderlik ve rehberlik edebilen ve EMDR’de danışanın ilerlediği uyarlanabilir yöne benzer şekilde cesur, sakin, net, kendinden emin, bağlı ve şefkatli olan sağlıklı çekirdeğine benzer (yani “Yeterince iyi değilim” den “Olduğum kadar iyiyim” e). Yukarıdaki NT gibi, her ikisi de danışan merkezlidir, güce dayalıdır ve danışanların içinde iyileşmek için gereken tüm kaynakların olduğuna güvenir.

    9) Hipnoz

    Hipnoz bilinçaltı zihinle, EMDR ise bilinçli zihinle çalışsa da, her ikisi de eski, sorunlu tepki verme biçimlerinin bir kenara bırakılmasına, temel deneyimlerin hissedilmesine ve dinlenmesine ve yeni, uyarlanabilir görüşlerin, duyguların, inançların ve kimliklerin doğal olarak gelişmesine olanak tanıyan “özel bir öğrenme durumu” (EMDR’de buna sadece uyarlanabilir bilgi işleme denir) yaratmayı amaçlar. Her ikisi de danışanı bir protokole uymaya zorlamak yerine ona yaratıcı bir şekilde uyum sağlamayı amaçlar.

    10) Çözüm odaklı terapi

    Her ikisi de travmanın olumsuz etkileriyle mücadele eden deneyimleri, davranışları, algıları ve duyguları kasıtlı olarak genişletir ve onaylamaya odaklanır. Yukarıdaki NT ve IFS gibi, her ikisi de işe yarayan şeyleri devam ettirir, aynı zamanda danışan merkezlidir, güce dayalıdır ve danışanların içinde iyileşmek için gereken tüm kaynakların olduğuna güvenir.

    11) İşbirlikçi terapi (CT)

    Her ikisi de her iki taraf için de eşitlikçi, hiyerarşik olmayan bir konum için çabalar ve danışan katılımını, anlaşmasını ve işbirliğini aktif olarak talep eder. Yukarıdaki birkaçı gibi, her ikisi de danışan merkezli, güç temelli ve danışanların iyileşmek için kendi kaynakları olduğuna güveniyor.

    12) Genel olarak evlilik ve aile terapisi

    EMDR terapistleri genellikle travmanın etkilerini kötüleştiren ilişkisel faktörleri belirler ve travmayı iyileştirmek için ilişkisel destek oluştururlar. EMDR terapistleri, EMDR’nin etkinliğini ve potansiyelini güçlendirmek için çift (Linder, 2020) ve aile bağlamlarını (Shapiro ve ark., 2007) dahil etmişlerdir.

    Bu doğrultuda, büyük terapilerin iyileşmedeki etkinliklerini artırmak için tüm dünyanın en iyilerini aldıklarına inanıyorum.

    Yazar: Jason N. LINDER

    Çevirmen: Emine VARGUN


    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/relationship-and-trauma-insights/202212/the-unique-integrative-aspects-of-emdr (28 Aralık 2023)

    Refranslar

    de Jongh, A., Amann, B. L., Hofmann, A., Farrell, D., & Lee, C. W. (2019). The status of EMDR therapy in the treatment of posttraumatic stress disorder 30 years after its introduction. Journal of EMDR Practice and Research, 13(4), 261-269.

    Haynal, A. Freud, His Illness, and Ourselves. Am J Psychoanal 68, 103–116 (2008). https://doi.org/10.1057/ajp.2008.2

    Hoogsteder, L. M., Ten Thije, L., Schippers, E. E., & Stams, G. J. J. (2022). A meta-analysis of the effectiveness of EMDR and TF-CBT in reducing trauma symptoms and externalizing behavior problems in adolescents. International journal of offender therapy and comparative criminology, 66(6-7), 735-757.

    Linder, J. N. (2020). How licensed EMDR and EFT clinicians integrate both models in couple therapy: A thematic analysis (Doctoral dissertation, Alliant International University). Chicago

    Matthijssen, S. J., Lee, C. W., de Roos, C., Barron, I. G., Jarero, I., Shapiro, E., … & de Jongh, A. (2020). The current status of EMDR therapy, specific target areas, and goals for the future. Journal of EMDR Practice and Research, 14(4), 241-284.

    Marich, J. (2022, October 31 {Let’s Talk EMDR Podcast}). EMDR and dissociative disorders [Audio podcast]. https://www.emdria.org/letstalkemdrpodcast/.

    Shapiro, F. E. (2002). EMDR as an integrative psychotherapy approach: Experts of diverse orientations explore the paradigm prism (pp. vii-444). American Psychological Association.

    Shapiro, F. (2007). EMDR, adaptive information processing, and case conceptualization. Journal of EMDR practice and Research, 1(2), 68-87.

    Shapiro, F., & Forrest, M. S. (2016). EMDR: The breakthrough therapy for overcoming anxiety, stress, and trauma. Hachette UK.

    Van der Kolk, B. A., Spinazzola, J., Blaustein, M. E., Hopper, J. W., Hopper, E. K., Korn, D. L., & Simpson, W. B. (2007). A randomized clinical trial of eye movement desensitization and reprocessing (EMDR), fluoxetine, and pill placebo in the treatment of posttraumatic stress disorder: treatment effects and long-term maintenance. Journal of clinical psychiatry, 68(1), 37.

  • Bağımlılık şeması nedir?

    Bağımlılık/ Yetersizlik şeması (Dependence/ Incompetence schema) olan kişilerin temel tutumları çocuksuluk ve savunmasızlıktır. Bunlar başkalarının yardımı olmadan, karar verme, doğru ile yanlışı birbirinden ayırma, gündelik sorunları çözme ve para yönetimi gibi konularda sorun yaşarlar. Bu yüzden pasif ve çaresiz hisseder, çevresinde kendisine destek verecek ve işleri onun adına yapacak birilerini ararlar.

    Bu şemanın iki temel unsuru yetersizlik ve bağımlılıktır. Yetersizlik, kişinin karşılaştığı sorunlar karşısında hissettiği yetersizliği, bağımlılık ise bu yetersizliğin çözümü için kişinin kendisine yardım edecek birisi ya da birilerine bağımlı hissetmeyi ifade eder. Bağımlı hissedilen kişiler anne babalar, partnerler, arkadaşlar, patronlar hatta terapistler olabilir. Bu şemanın temel düşüncesi, “Beceriksizim, bu yüzden başkalarına ihtiyacım var.” şeklinde ifade edilebilir

    Bağımlılık / yetersizlik şemasına sahipseniz terapiye daha bağımsız ya da daha becerikli olma amacıyla gelmezsiniz. Daha çok sihirli bir hap ya da ne yapacağınızı söyleyecek bir uzman arayışında olursunuz. Sorun olarak daha çok anksiyete / kaygı, depresyon, fiziksel semptom(belirti)ları gösterirsiniz; ya da bağımlı olduğunuz kişi tarafından terkedilme korkusu sizi için depresif bir duruma sokabilir. Amacınız genelde bağımlılık ve yetersizlik gibi çekirdek duyguları değiştirmek yerine yukarıda belirtilen sorunları ortadan kaldırmak olur.

    Karakteristik Bağımlılık / Yetersizlik Davranışları

    • Bağımlılık /yetersizlik şemasına sahipseniz, başkalarından çokça yardım ister, yeni görevlerle uğraşırken sürekli soru sorar, kararlarınızla ilgili tekrar tekrar tavsiye arayabilir; kendi başınıza seyahat etmede ve mali durumunuzu idare etmede zorlanabilir; ilave sorumluluklar (işte terfi gibi)ı reddedebilir ve yeni görevlerden kaçınabilir ve sorunlar karşısında kolayca pes edebilirsiniz.
    • Yalnız başınıza araba sürmek sizin için zor olabilir. Çünkü kaybolmak, arabanın bozulması gibi durumlarla başa çıkmaktan endişe edersiniz.
    • Size yol göstermeleri için sürekli sizden akıllı ve daha güçlü insanlara yönelirsiniz.
    • Başarılarınızı küçültüp eksikliklerinizi büyütürsünüz.
    • Yalnız kalmaktan ve kendi başınıza yeni maceralara girmekten kaçınırsınız.
    • Kendi kararlarınızı ver(e)mezsiniz.
    • Ebeveynlerinize/eşinize göre yaşarsınız. Ebeveynlerinize kendi yaşıtlarınıza oranla çok daha fazla bağımlı davranırsınız.
    • Yüzleşmediğiniz korkularınız ya da fobileriniz olabilir.
    • Pratik işlevler ve günlük yaşam becerileri konusunda çok bilgisizsiniz.
    • Hayatınızın hiçbir döneminde kendi başınıza yaşamamış olabilirsiniz.
    • Hayatınızla ilgili önemli kararları almaktan, atılımlarda bulunmaktan kaçınabilirsiniz. Bu şekilde başkalarına bağımlı davranmış olmazsınız; ancak yapmanız gerekenleri de yapamamış olursunuz.
    • Yukarıdaki belirtilerin tam aksi yönde davranabilirsiniz. Alttan alta yetersiz hissetseniz bile kendi başınıza her şeyi yapabileceğinizi iddia edersiniz. Herhangi bir şey için başkasına güvenmezsiniz. Başkalarına danışmanız gereken durumlarda bile kendi bildiğinizi okursunuz. Karar almada, yeni işlere girmede çok cesur davranabilirsiniz; ancak içten içe daima bu defa başaramayacağınıza dair güçlü bir his taşırsınız.

    Bağımlılık / Yetersizlik Şemanızın Kökeninde Neler Olabilir?

    Bağımlılık şeması, genellikle çocuğun aşırı kollandığı, kendi kararlarını almasının engellendiği, kendi işlerini yapmasına fırsat verilmeden işlerin ebeveyn tarafından yapıldığı durumlarda ortaya çıkabilir.

    Bununla birlikte çocuğun yaşına oranla çok üstün performans göstermesi ya da kararlar alması gereken durumlarda tek başına bırakılması(ailenin göstermesi gereken desteği göster(e)memesi ve rehberlikte bulun(a)maması) şemaya yol açabilir.

    Bağımlılık / yetersizlik şemasına sahipseniz aile kökenleriniz aşağıdaki gibi olabilir:

    • Aşırı Korumacılık Kökenleri

    Aileniz aşırı koruyucu ve size olduğunuzdan küçükmüşsünüz gibi davranmış, sizin vermeniz gereken kararları ebeveyniniz vermiş olabilir.

    Hayatınızdaki tüm detaylarla ebeveyniniz ilgilenmiş olabilir. Böylelikle kendi başınızın çaresine bakmayı öğrenememiş olabilirsiniz.

    Size çok az ya da sıfır sorumluluk verilmiş olabilir; ödevlerinizi bile ebeveyniniz yapmış olabilir.

    Ailenizden hiç ayrı kalmamış ya da çok az ayrı kalmış olabilirsiniz. Ailenizden ayrı bir kimliğinizin olduğunu hissedememiş olabilirsiniz.

    Ebeveyniniz günlük işlerdeki becerilerinizi ve fikirlerinizi fazla eleştirmiş; yeni bir iş üstlendiğinizde çok fazla tavsiye ve yönerge vererek size karışmış olabilir.

    Ebeveyniniz size öylesine güvenli bir ortam sunmuş ki, evden ayrılıncaya kadar ciddi bir reddedilme ve başarısızlık yaşamamış olabilirsiniz.

    Ebeveyninizin birçok korkuları olabilir ve sizi sürekli tehlikelere karşı uyarmış olabilir.

    • Korunmasızlık Kökenleri

    Ebeveyninizden yeterli rehberlik ve yol göstericilik almamış olabilirsiniz.

    Şu ya da bu sebepten dolayı kararlarınızı(sizi aşsa bile) tek başınıza almak zorunda kalmış olabilirsiniz.

    İçten içe çocuk hissetmenize rağmen ailede yetişkin gibi davranmak zorunda kalmış olabilirsiniz.

    Sizden, yaşınızdan büyük şeyleri yapmanız ve bilmeniz beklenmiş olabilir.

    Özel Dikkat ! Bağımlılık Şemasında Şema Kimyası (Şemanın İlişkinize Etkisi)

    Şema Kimyası kavramı, şemaların (en temel, olumsuz psikolojik yapılanmalar) kendilerini sürdürücü özelliklerinin tutumlarımıza/ilişkilerimize yansımasını ifade eder. Buna göre şemamıza uygun olan kişiler hayatımıza olumsuz etki etse bile bize daha çekici gelebilirler. Buna göre ya şemamıza uygun kişileri hayatımıza alıyor ya da ilişkimizde şemamıza uygun davranışlar sergiliyoruz.

    Bağımlılık / yetersizlik şeması, şema kimyasının en önemli olduğu şemalardan birisidir. Çünkü bu kişiler genellikle kendilerini kollayabilecek, güçlü, koruyucu ve baskın kişileri eş veya arkadaş olarak seçerler. Şema kimyası ile oluşturulan bu ilişkiler, şemanın sürmesine neden olurlar. Çünkü kişi karar vermek ve iş becermek zorunda kalmadığı için kendi kapasitesinin hiç bir zaman farkında olamaz.

    Bağımlılık şemasına sahip kişiler kendilerinden daha becerikli eşler seçmeye eğilimlidirler. Bu kişiler her ortamda eşlerinin yanlarında olmasını isterler. Bu durum karşı tarafta bir süre sonra boğulma hissi ile beraber öfke doğurabilir.

    Bağımlılık / yetersizlik şemasına sahipseniz eşiniz/partneriniz güçlü ve koruyucu görünen bir anne/baba gibi olabilir. Size bakmaktan ve çocuk gibi davranmaktan zevk alıyor; sizin fikirlerinizi, zevklerinizi, ve başarılarınızı eleştiriyor olabilir.

    Eşiniz kendisi hakkında hiç bir zaman korkmuş, güvensiz ve incinebilir görünmüyor olabilir.

    Eşinizin fikirlerine kendinizinkinden daha fazla güveniyorsunuz. Çoğu kararları o alıyor.

    Eşinizin yanındayken kendi benliğinizi kaybediyorsunuz.

    Her şeyi partneriniz ödüyor, ve tüm finansal kayıtları o tutuyor.

    Yeni bir işe başlayacağınızda, o konuda bir bilgisi ve deneyimi olmasa bile her zaman eşinizin fikrini soruyorsunuz.

    Bağımlılık Şemasında Terapi Amaçları

    Bağımlılık / yetersizlik şemasında temel amaç, kişinin yeterlilik duygusunu artırmak ve başkalarına olan bağımlılığını azaltmaktır.

    Bu şemaya sahipseniz şema terapi sonucunda, kendinize daha çok güvenmeye, önemli kararlar almaya, hata yapmaktan kaçınmayı bırakıp risk almaya başlayabilirsiniz. Başkalarıyla olan ilişkilerinizi bağımlılıktan çıkartıp daha işlevsel bir hale getirebilirsiniz. Gittikçe daha fazla bağımsız bir kendilik geliştirirsiniz ve başardıklarınız sayesinde kendinize güveniniz artar.